Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Arabesk Kültürünün Hikâyesi / Ramazan Aydoğan / Genç Haber Merkezi

Türkiye’de 1949 Marchall Planı ile traktörün kullanımı ciddi bir hacim kazanmıştı. Traktörün kırsal alana girmesi kırda yaşayan ve tek geçim kaynağı tarım olan kitleleri bir anda işsiz bırakmıştı. Kırda para kazanamayan köylüler 1950’den itibaren son derece yoğun ve hızlı bir şekilde büyük kentlere özellikle İstanbul’a göç etmeye başladılar. Bu yoğun göçler sırasında ortaya çıkan kentleşme sağlıklı bir şekilde olmayıp son derece düzensiz bir hâlde gerçekleşiyordu. Bu plansız kentleşme sonucunda şehirlerin çevresi gayr-i hukûki, sağlıksız, altyapısı olmayan gecekondu adı verilen binalarla sarılmıştı. Hızlı kentleşme ve yoğun göç olumsuz etkilerini hukûki, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda da hissettirmeye başlamıştı.

Okulsuz, cep telefonsuz doktorsuz bir gelecek...Fatoş Karahasan

Dünyamızın geleceği üzerine çalışmalar yapan the World Future Society,. Eylül-Ekim 2013 tarihli raporunu “gelecekte yok olacaklara” ayırdı.   Pek çok ünlü uzmanın yorumlarına yer veren çalışmaya göre önümüzdeki 15 yıl içinde bizleri çok büyük değişiklikler bekliyor. Örneğin, 2030’da cep telefonları yerini internet bağlantısı olan giyilebilir cihazlara bırakacak.  E-ticaret, mağazalar ve 

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Pencere kenarındakiler-Mustafa Ulusoy

Pencere kenarındakiler

Kaygılarını duaya dönüştürdü. Sevdiklerine dua etmek onun en büyük şiarı oldu. Biz hayat sofrasındayken, bir kenarda bizi seyretti durdu annem. Onun hayattan lezzet alma biçimi de buydu.
Sofranın etrafına dizilmiştik. Çatal kaşık sesleri birbirine karışıyor, her birimiz kendi içimize gömülmüş rızıkları tadıyorduk. Tek tük laflasak da sofraya sessizlik hakimdi. Bir an gözüm ona kaydı.

İstediğini yapamamak-Mustafa Ulusoy

İstediğini yapamamak

Kim istemez sınırsız yesin içsin ama bir gram kilo almasın, daima incecik kalsın. Kim istemez bir gram acı, bir gram hüzün vermesin; haz ve keyif damlaları olarak nefse yağsın dursun hayat. Nefsin hizmetinde olsun böylelikle.
Ne yazın sıcağı yaksın ne kışın soğuğu dondursun bizi. Baharın o ferah havası eksik olmasın gökkubbemizden. Güller açsın ve hiç solmasın. Sararıp da dökülmesin hiçbir ağacın yaprakları. Kirlenmesin ve eskimesin sevdiğimiz eşyalar, kıyafetler. Eksilmesin önümüzde sevdiğimiz yemekler.
Kim istemez engeller olmasın önünde. Trafik akıp gitsin her daim mesela, durup kalkma olmadan.

Durduk yere düşmanlık-Mustafa Ulusoy

Durduk yere düşmanlık

Neden bir insan başkasına gerçeklik sağlaması bozuk, içi boş sebeplerle düşmanlık besler, durduk yere ona karşı nefretle dolar?
Bu soru şeytanın tek bir eyleminde cevabını bulur. Kimsenin ona en ufak bir zararı dokunmadığı halde, onun durduk yere, adeta yoktan sorun çıkarmak istercesine Yaratıcı’ya gelip, “Senin kullarından kendi istediğimi mutlaka alacağım. Onları saptıracağım ve boş hevesler, özlemler ile dolduracağım. ( Nisa 118-119)” demesinde.
İnsan sormadan edemiyor: Biz şeytana ne yaptık da bize karşı bu kadar hınç ve nefretle dolu ve bizimle uğraşıyor?

Saldırganlık-nefret ilişkisi-Mustafa Ulusoy

Saldırganlık-nefret ilişkisi

Nefret, insanı yıkıcı bir varlık yapan en temel duygulanımdır. Kişinin kendisine veya sevdiklerine yönelik hakiki bir fiziksel ya da psikolojik yıkım tehlikesine karşı gösterilen kızgınlık ve öfke tepkisi, ani olarak başlayıp tehdit unsuru ortadan kalkana kadar sürmesine karşın, nefretin temelindeki bilişsel yapı kronik ve inatçıdır. Çoğunlukla da kişiliğe gömülüdür.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Derûnumdaki bîpayân hüzün - Gültekin Avcı

Rönesans ve Hümanizm insana iman etti.
İnsan doğasıyla bağdaşmayan modernleşme vemodernite, bu yeni mabede akıl ve bilimi raptetti.

Modernleşen insan maziden ve esastan öyle bir koptu ki, lümpenleşti, taşlaştı ve modernleşme Octavio Paz'ın dediği gibi zamana kök salamadı ve kendini yenileyemedi.

Liberalizm ferdi, modern sosyoloji toplumu tanrılaştırdı, devleti de ona uşak olarak tahsis etti.
Devleti uşaklaştırarak bireyin emrine vermesi ne kadar isabetse, ferdin tanrılaştırılması o kadar felaket, o kadar kıyamettir.

İnsanlığın büyük faciası-Gültekin Avcı

İnsanlara bilgi ve unvan vermekle, istikbalinizi garantileyemezsiniz.

Bilgiden çok meziyetlerle dolu nesiller yetiştirmeniz gerekir.
Aktüalitenin devleri olup da tarihin figüranları bile olamayacak ne kadar çok insan var?

Eski Yunan'da hermetik eğitimin merkezi olan Delf Mabedi'nde şu yazılıydı:
"Ey insan kendini bil!"

Sokrates özellikle buna çok önem veriyordu.
Derdi ki:
"Kendimi bilmeye muktedir değilim. Şu halde başka şeyleri öğrenmeye çalışmak bana gülünç geliyor."
Bugünleri görseydi gülmekten derhal ölürdü sanırım.

11 Temmuz 2013 Perşembe

Helen ve zehirli dudakları- Gültekin Avcı

Ruhunu şeytana satan bir bilim adamını hikâye eden Faustadlı başyapıt, Goethe'den önce, 16. asır İngiliz şairiChristopher Marlowe'a aittir.

Bu eserdeki şu sahneyi asla unutmam:

Dr. FaustHelen isimli güzele yalvarır:

-Beni bir kere öp ve ebedileştir.

Helen doktoru öper ve kaçar.

Faust haykırır:

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Yalnızlık medeniyeti-Ahmet Selim

Harvard Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmada yalnız yaşayan yaşlıların daha kısa ömürlü olduğu belirtiliyor. Bir başka tespit: Bizde yalnız yaşayanların sayısı 8 yılda iki kat artmış. Yalnız yaşayanların artışı, Batı'da da ifade edilen bir gerçek.

Dünya sisteminin bana göre tam istediği şey şu: Çocuklar kreşte, yaşlılar huzurevinde, evli olsun bekâr olsun herkes ayrı bir dairede, evliler ara sıra bir araya gelecek, herkes çalışacak, ev işleri ayrı bir meslek sınıfı tarafından halledilecek. Yani hepimiz bir büyük kapitalizm fabrikasının lojmanlarında yaşıyor gibi yaşayacağız. Ailevî sevgi falan yok, maddi ihtiyaçlar ve içgüdüler var sadece. (Çocuklar da yatılı okuyacak ilerdeki yaşlarda.) İdeal olan bu. Tam bireyselleşme. Bu düzene uyamayan ülkeleri ve kişileri de devletler güvenlik tedbirleriyle etkisiz kılacak. Uyabilenler uyacak, uyamayanlar özel çevrelerde kendi haline terk edilecek. Olabilirlik ayrı bir konu; dünya sisteminin umutsuz ideali bu. İnsanlığı oraya doğru sürüklüyor.

7 Temmuz 2013 Pazar

Benzersizsiniz! / Ben Nesli-Sema Karabıyık

'Başkası için ne yaptın' sorusu, 'kendin için ne yaptın'a dönüştüğünden beri depresif bir ruh haline büründü insanoğlu.
Dünya edebiyatının ilk modern romanı Don Kişot, Hollywood tarafından sinemaya aktarılırken en can alıcı noktası değiştirildi! Don Kişot beyaz perdede kaybettiği tüm düelloları kazanmış, hayalini gerçeğe dönüştürmüş, mutlu bir adam olarak öldü. Hayalleri yıkıldığı ya da gerçekler onu öldürdüğü için değil. Yapımcıya göre kimse çok çaba gösterip başarıdan ziyade başarısızlığa düşülen bir filmi izlemek istemezdi!
Hayatın anlamı ve amacının peşinden koşmayı anlatan Martı, belli başlı yayınevleri tarafından reddedildi. Ta ki Amerikalılar hayat bireyin amaçlarına odaklanmalı düşüncesine kapılıncaya kadar. Martı, en çok satanlar listesine hiç çıkmamak üzere girdiğinde yıl 1970. Kendine odaklanmanın moda olmaya başladığı yıl.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Pazar bir gün müdür? - Doğu Ergil

Yoksa bir duygu mudur; geçmiş haftanın tüm yüklerinin geride bırakılması için fırsat diye gördüğümüz ya da nasıl geleceği belli olmayan bir haftanın yarı merak, yarı kaygı ile beklendiği bir "gözüm saatte" durumu mu? İnsanlar pazarları beklerler. Kendilerinden esirgendiğini düşündükleri özgür zaman kullanımı anı geldiği için mi? Pazar günlerinin sabahında hissettiğimiz özgürlük, dirilik ve içten içe sevinci pek hissetmeyiz pazar akşamları. Şartlı tahliye sona eriyormuş gibi gelir kimimize. Hüzünleniriz.

Toplu çalışma hayatına geçmeden, hele fabrikalarda ve bürolarda topluca çalışmaya başlamadan önce pazar günleri herhalde farklı yaşanırdı. Türkçe'de adını yöre pazarlarının kurulduğu günden alma olasılığı yüksek. Hristiyanlar'ın topluca kiliseye gittiği, ibadet ve vaazın pekiştirdiği yerel topluluk ruhunun koyulaştığı bir 'gün'den öte toplumsallaşma vesilesi olmalı pazar günü. Müslüman ve Yahudi toplumları bu olguları cuma günleri yaşaya gelmiş.

31 Mayıs 2013 Cuma

Gazali, neyi bitirdi; Osmanlı, neyi getirdi; Türkiye, neyi yitirdi?Yusuf Kaplan

Hayata aktarılamayan, hayata hayat katamayan, hayatiyet kazandıramayan bir düşüncenin kıymeti harbiyesi yoktur. En derinlikli düşünce, hayattan kopuk olan düşünce değildir; aksine, hayatı, hayatta yaşanan temel sorunları, sıkıntıları, açmazları en derinden kavrayan düşüncedir.

Büyük düşünürleri "büyük" kılan şey, hayatı, hayatta karşılaşılan sorunları başkalarından daha derinlikli, daha sarsıcı, daha çarpıcı, daha kuşatıcı bir şekilde kavrayabilmeleri ve insanların ayaklarını sağlam bir şekilde basabilecekleri muhkem bir yer bulabilmeleri ve sunabilmeleridir.

Muhkem yer, ancak ilim, irfan ve hikmet menzillerinden eşzamanlı ve ardışık olarak yürünebildiği zaman ulaşılabilecek bir yerdir. Bütün medeniyetlerdeki "bilim", "düşünce" ve "sanat" düzlemlerine denk gelen ilim, irfan ve hikmet menzilleri, birbirinden ayrıldığı zaman, hem her biri mutlaklaştırılma, dolayısıyla araçsallaştırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır; hem de hakikati, hayatın zahirî / görünür ve batınî / görünmez yönlerini bir bütün olarak idrak edebilme, kavrayabilme, tecrübe edebilme imkânları suya düşer.

Bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak Hz. Peygamber -Kur'ân'ın bize "konuşabilmesi" için...-Suç ve "Ceza": "Nisbet" estetiği-İnsanlığın insanlığını yitirmemesi, İslâmlığı yitirmemesine bağlı-Yusuf Kaplan

Bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak Hz. Peygamber (1)

Önce rahatsız edici, sarsıcı, sizi söyleme (söz'e), eyleme (fiil'e) ve varoluşa (hâl'e) kışkırtıcı bir soru sormam gerekiyor: Müslümanlar, içinde yaşadığımız şu ayartıcı yok oluş çağında, doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebilirler mi?

Gidemezler. İçinde yaşadığımız yokoluş çağı, Müslümanların doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gitmelerine izin vermez, vermiyor, böyle gittiği sürece de vermeyecek.

Müslümanların doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebilmelerini imkânsızlaştıran -birbiriyle yakından irtibatlı- iki büyük bariyer var: Birincisi, içinde yaşadığımız çağ. İkincisi de bizatihî içinde bulunduğumuz durum.

Kültürde yoksanız, yoksunuz-Yusuf Kaplan

Türkiye, sessiz ve derinden büyük bir kültürel yokoluşun, çölleşmenin, hatta intiharın eşiğine doğru sürükleniyor... Her şeyi, güç ve çıkar ilişkilerinin arenası demek olan siyasete indirgediğimiz, endekslediğimiz için, yaşadığımız kültürel yokoluşu, çölleşmeyi, intiharı göremiyoruz...

Hiç abartı filan yapmıyorum: Türkiye'nin kültürel genleri, kodları, anlam ve değerler haritası fenâ hâlde çözülüyor, tanınamayacak kadar tahrif ve tahrip ediliyor; ama hiçbir şey olmuyormuş gibi hareket ediyoruz... Ve kültürel alanı, kendilerinden başka kimseye geçit vermeyen, yalnızca köşe dönme iştihasıyla ve bu ülkenin kültürel kodlarını tahrip etme kaygısıyla hareket eden kültür magandalarına terk ediyoruz...

Eğer kültürel alanı boşlamamış olsaydık, bizim derinlikli ve incelikli kültürel kodlarımızı bize yeniden hatırlatan, hem dünyaya neler verebileceğimizi, hem de nasıl bir film dili geliştirebileceğimizi gösteren, dünyanın ayakta alkışladığı, Semih Kaplanoğlu'nun "Bal" filminin galasını yapacak para bulamaması gibi bizim için gerçekten yüzkarası bir duruma seyirci kalmazdık.

Tanrıtanımaz tanınmadan Tanrı tanınamaz-Yusuf Kaplan

Şaşırtıcı gelebilir ama gerçek şu: İnsan "tür"leri içinde, felsefî duruşları bakımından da, dünyaya karşı takındıkları tavır/lar bakımından da, dünyanın, insanın ve kâinâtın başına gelenler ve şu dünya hayatının geleceği bakımından da, gerek sordukları sorular, gerekse -belki de daha önemlisi de- soru soruyor olmaları açısından birbirine en yakın iki insan "tür"ünden sözetmek gerekecek olursa, bu iki insan türünün iman eden insan'la inkâr eden insan olduğunu söyleyebiliriz.

İnkâr eden insan'la iman eden insanı buluşturan ince, ince olduğu kadar da derince bir nokta var: İnkâr eden insan da, iman eden insan da, Allah'ın iradesine teslim olmaları bakımından "müslim"dir.

"Nasıl yani?", diye soruyorsunuz, biliyorum... Şöyle: İman eden insan da, inkâr eden insan da iradelerini bilfiil ve bilhâl hayata ve harekete geçirme kaygısına sahip olduklarını gösterdikleri için, "müslim"dirler.

Buradaki kilit kavram, kaygı kavramı; kilit hâl ise, kaygı sahibi olma hâlidir.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Gerilik, gericilik ve siyasi bağnazlık-Doğu Ergil

Bağnaz kişi veya yönetim, kendi görüşünü din adına da laik bir ideoloji adına da egemen olduğu topluma dayatabilir. Sovyetler Birliği'nde din ve kiliseler neredeyse sosyal yaşamdan kovulmuştu. Komünizmin çöküşünden sonra geri geldiler. Hiç de Hıristiyan köktencilik biçiminde bir tepkiye neden olmadı bu geri dönüş.

Türkiye'de hep bir irtica (gericilik) tehlikesi olduğu iddia edildi. Kim etti? Devlet aygıtına egemen, resmi makam ve görevlerinden aldıkları güçle toplumu yönetmek ve yönlendirmeyi kendi ayrıcalıkları olarak gören, özellikle bürokratlar. Eğitim, haberleşme ve hukuk yanında, toplumun maddi kaynaklarının dağılımını yönlendirebilen bu kesim, neyin iyi veya kötü; neyin doğru veya yanlış olduğunu hep belirlediler.

Lider ile yönetici arasındaki fark-Doğo Ergil

Liderlerin farkı, onların kendi değer, görüş ve gelecek planları doğrultusunda hareket ederken, insanların değer, alışkanlık ve kaygılarını karşılarına almadan bunlara alternatif sunmaları ve onları bu alternatifler doğrultusunda motive etmelerinde saklıdır.

Her topluluk önemli değişiklikleri yapmak için lider ihtiyacı duyar. Onlar, daha iyinin nasıl olacağına ilişkin hayalleri (vizyon) olan insanlardır. O vizyonu gerçekleştirmek için yapılması gerekenleri bir misyon olarak tanımlar ve insanları bu ortak "yolculuğa" çağırırlar. Lider dönüştürücüdür. Bu anlamda kurulu düzenin veya bir örgütsel yapının başındaki insandan (yöneticiden) farklıdır. Nasıl mı?

Gençlik sorunumuz!- Doğu Ergil

Hani şu "Keşke bu mektepler (okullar) olmasaydı... Maarifi ne güzel idare ederdim" diyen. Bu sözü doğrular biçimde son zamanda "Bu gençler olmasa memleketi ne güzel idare ederdik" kıvamında bir siyaset anlayışı gözlüyoruz. Aynı anlayış, "şu Kürtler olmasa" veya "şu Aleviler olmasa" önermelerinde kendini gösteriyor. Ama bunlar var ve toplum denen kolektif olgunun ayrılmaz parçaları. Bütün mesele onların varlığını tarihsel ve sosyolojik (olağan) bir olgu olarak kabul edip etmemek. Bu tavır her şeyden önce siyasi.

Toplumu oluşturan unsurlar arasında ayırımcılık veya sakınca sıralaması yapılmadan hepsinin eşit birer yurttaşlar kümesi olduğu kabul edildiğinde toplumun yönetimi teknik bir olgu haline geliyor ama kimine ayrıcalık kimine ayırımcılık uygulandığında ülke bir çatışma alanı haline geliyor. Her şeyden önce de yönetim ile halk karşı kutuplara savruluyor. Kutuplaşan bir siyaset, kamplaşan bir toplum istikrar üretmediği gibi özgürlük ve refah da üretmekte zorlanıyor.

Başlarken- Doğu Ergil

Birlikte araştıracağımız, keşfedeceğimiz, bulduklarımızla heyecanlanacağımız, kimi zaman da öfkeleneceğimiz bir yolculuk olacak bizimkisi. En öfkeli olduğumuz zamanda bile umudumuzu yitirmeyeceğiz. Çünkü biliyoruz ki her sorunun en az bir çözümü vardır. Ve biz kendi hayatımız üzerinde söz sahibi olacaksak onun peşinden gideceğiz.

Eh bunları söyledikten sonra dişe dokunur güncel bir olayı irdelemek gerekir ama ben toplumun bir bölümünün psikolojisinden söz ederek başlamak istiyorum. Çünkü bu ruh hali hem ulusal bütünlüğü tehdit ediyor hem de dünya ile bütünleşmemizi.