31 Mayıs 2013 Cuma

Bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak Hz. Peygamber -Kur'ân'ın bize "konuşabilmesi" için...-Suç ve "Ceza": "Nisbet" estetiği-İnsanlığın insanlığını yitirmemesi, İslâmlığı yitirmemesine bağlı-Yusuf Kaplan

Bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak Hz. Peygamber (1)

Önce rahatsız edici, sarsıcı, sizi söyleme (söz'e), eyleme (fiil'e) ve varoluşa (hâl'e) kışkırtıcı bir soru sormam gerekiyor: Müslümanlar, içinde yaşadığımız şu ayartıcı yok oluş çağında, doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebilirler mi?

Gidemezler. İçinde yaşadığımız yokoluş çağı, Müslümanların doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gitmelerine izin vermez, vermiyor, böyle gittiği sürece de vermeyecek.

Müslümanların doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebilmelerini imkânsızlaştıran -birbiriyle yakından irtibatlı- iki büyük bariyer var: Birincisi, içinde yaşadığımız çağ. İkincisi de bizatihî içinde bulunduğumuz durum.


İçinde yaşadığımız çağ, herkesi teslim alan bir çağ: Bilinç dünyamızı da, bilinçaltı dünyamızı da doğrudan şekillendiren itici güç, İslâm değil; aksine duyuş, düşünüş, algılayış, davranış ve yaşayış biçimlerimizi, bütün küre ölçeğinde hâkim kılınan seküler anlam haritalarına ve anlamlandırma pratiklerine göre kodlayan, formatlayan, bizi, bütün insanlığı kendisine, kendi zeitgeist'ına, kendi dünyasına kapatan Batı kültürüdür.

Bu durumu, çağa çeki düzen veren, rengini, ruhunu veren Batı kültürünün, bütün insanlığı teslim aldığı, bütün insanlığın kendine özgü özelliklerini yok ettiği, kendine benzettiği, tanınamaz hâle getirdiği bir çağ körleşmesi, çağ tutulması, yeni-sömürgeleşme biçimi olarak adlandırabileceğimizi daha önce bu sütunda tartışmıştım.

İnsanlık tarihinde, daha önceki hiçbir dönemde, kendinden başka her şeyi, herkesi yok sayıcı ve yok edici, böylesine ürpertici bir felâket yaşanmamıştır. İnsanlığa yapılan en büyük saldırı, Batı uygarlığı dışındaki bütün medeniyetlerin tarihî yürüyüşlerinin durdurularak seküler Batılı kodlar tarafından teslim alınması, kendilerine özgü anlam haritalarının yerle bir edilmesi, yerinden edilmesi ve dolayısıyla insanlığa verebilecekleri bütün değerli şeylerin tahrif ve tahrip edilmesidir.

Sonuçta, çağa hükmeden, çağa hükmedecek bütün araçları da geliştiren ve bu araçları, yeni bir sömürgeci mantıkla kendisi dışında başka hiçbir kültüre, dine, medeniyete hayat ve varoluş hakkı tanımayacak kadar barbar, köleleştirici, zihinleri körleştirici bir şekilde kullanan Batı uygarlığının kodlarının bütün insanlığı teslim aldığı bir yokoluş sürecinden sözediyoruz.

Bu çağ, sadece Müslümanların değil, Batı dışındaki bütün dinlerin, medeniyetlerin ve kültürlerin hapishanesine dönüşmüş ve başka dinlerin, medeniyetlerin kendi paradigmalarıyla doğrudan irtibat kurabilme imkânlarını ve "mekân"larını yok etmiştir. O yüzden, bugün Hinduzim'in, Konfüçyanizm'in, Budizm'in ve İslâm'ın Batılı, sekülerleştirilmiş kodlamalara, formatlamalara maruz kaldıkları için dünyaya özgün şeyler söyleyebilmeleri imkânsızlaşmıştır.

Çünkü bu dinler veya medeniyetler, önce açık sömürgecilik sürecinde fiilen durdurulmuş; sonra da şu ân içinden geçmekte olduğumuz örtük, ayartıcı, bu yüzden de açık sömürgecilikten daha tehlikeli bu yeni sömürgecilik sürecinde bu medeniyetlerin "dilleri", kavramları, dünya tasavvurları sekülerleştirilerek, semantik bir intihara tabi tutulmuş; böylelikle bu dinler veya medeniyetler, kendi özgün, sahici "dillerini", kavramlarını yitirdikleri için, kendilerini ifade etmeye giriştikleri her girişim, kısa devre yapmakta, kendilerini sadece sekülerleştirilmiş, içi ve ruhu boşaltılmış seküler bir dille ifade etmekten başka bir şey yapamamakta; böylelikle çağa teslim olmaktan kurtulamamaktadırlar.

Bu yokoluş sürecinin tersine döndürülebilmesinin tek yolu var: Çağa teslim olmak yerine çağı teslim alabilmek...

Müslümanların içinde bulundukları durumun, önlerindeki ikinci büyük bariyer olduğunu söyledim. Müslümanlar, tıpkı diğer Batı-dışı medeniyetler gibi, maruz kaldıkları çağ körleşmesi nedeniyle ontolojik evsizlik ve epistemolojik yırtılma açmazıyla karşı karşıyalar.

Hem bilinç ve bilinçaltı dünyamızı teslim alan çağ körleşmesi, hem de iliklerimize kadar yaşadığımız ontolojik evsizlik ve epistemolojik yırtılma hâli, bizim doğrudan Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebilmemizi imkânsızlaştırıyor: Çağa teslim olmak yerine çağı teslim alabilmenin; dolayısıyla ontolojik evsizliği ve epistemolojik yırtılmayı aşabilmenin yolu, tıpkı Efendimiz'in yaptığı gibi "ümmîleşmek"ten geçiyor.

Peki, "ümmîleşmek" ne demek? Fahr-i Kâinât olarak yaratılan Efendimiz'i (sav), bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak görebilmek demek. Bizzat Kitabımız tarafından şâhit, mübeşşir ve nezîr sıfatlarıyla tavsif ve tarif edilen Hz. Peygamber'i anlayamadığımız sürece, çağı da, İslâm'ı da aslâ anlayamayacağımız gerçeğini anlayabilmek... Tıpkı İbn Teymiye'nin yaptığı gibi...

Bu meseleye pazartesi günü de devam ediyoruz

Bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak Hz. Peygamber (2)

Hepimiz bir "dünya"nın içine doğarız. Şu veya bu "dünya"nın içine doğuyor olmak bizim elimizde değil. Ama elimizde olan bir şey var: İçine doğduğumuz "dünya"daki varlıklarla irtibata geçmek, bu dünyaya çeki düzen vermek, bu dünyada herkese hayat sunacak şekilde hakikatin hâkim olmasını sağlamak... İşte bütün bunlar Allah'ın inayeti, takdiri ve lutfuyla bizim yed-i kudretimize (kudret elimize) verilmiştir.

Allah'ın insanı yaratması ve yalnızca insana eşyanın isimlerini (hakikati) öğretmesi, emanet etmesi; başka bir ifadeyle, varlığın ve hakikatin vücut buldurtulması ameliyesinin insana verilen emanet, ubûdiyet ve hilâfet yükümlülüklerini bizzat insanın bihakkın yerine getirmesiyle imkân dâhiline girdirilebilir olması ... işte bu bütün bunlar, yaratışın ve yaratılışın bütün aşamalarında "estetik" bir işlemin cârî olduğunu, cereyan ettiğini gösteriyor bize.

Şöyle ki: Genelde yaratılışın ve varlığın tahakkuku, özelde ise hakîkatin vücuda gelebilmesi, hayat olabilmesi ve herkese, her şeye hayat sunabilmesi Allah'ın Celâl ve Cemâl sıfatlarının tecellî etmesiyle mümkün olabiliyor. Allah'ın Cemâl sıfatının, Celâl sıfatının bütün işlemlerini de içermesi, âyette de bizzat işaret edildiği üzere, "Allah'ın Rahmet'inin gazabını geçmesi, her şeyi ihata etmesi", gerek yaratış ve yaratılış sürecinde, gerekse hakikatin hayat kazanması sürecinde, Allah'ın Sâni' isminin hem bizzat kendi yaratmasında, hem de insanın yapıp ettiği her şeyde tezahür ettiğini gösteren alâmetlerdir. İlim de, âlem de, âlim de bu yaratış eyleminin meyveleri, nimetleridir.

"Allah güzeldir (cemîl'dir) ve güzeli sever" temel ilkesi mucibince, yaratma fiili de, yaratış süreci de, hakikatin vücut bulması, hayat sunması süreçleri de "estetik"tir ve Allah'ın Cemâl sıfatının tezahürüdür. Varlık ve hakikat ancak Allah'ın Cemâl sıfatının tecellî ettirilmesiyle vücut bulabilir ve hayatiyet kazanabilir. Allah'ın Cemâl sıfatının en mükemmel şekilde tecellî ettiği en kâmil varlık Fahr-i Kâinât olan Efendimiz (sav)dir.

İşte bu nedenledir ki, Efendimiz'in, hakikati, hayat buldurtması, hayat oldurtması ve hakikatin her şeye ve herkese hayat sunmasını sağlaması esas itibariyle hem estetik bir meseledir, hem de estetik bir işleme dayanarak gerçekleştirilmiştir.

Bütün bunları "şık cümleler kurmak", "entelektüel hava atmak" filan gibi basit kaygılarla söyleyecek biri değilim ben. Bunu özellikle hatırlatmak istiyorum. Benim temel meselem, uykularımı alıp götüren asıl kaygı şu: Biz, İslâm'a nasıl yeniden hayatiyet kazandırabileceğiz? İslâm'ın bütün insanlığa yeniden hayat sunabilmesini, ruh üfleyebilmesini nasıl sağlayabileceğiz?

İçinde yaşadığımız çağın, bizi, hem bilinç, hem de bilinçaltı düzleminde teslim aldığını, dolayısıyla müslümanların İslâm'la, (Batı dışındaki bütün diğer dinlerin müntesiplerinin de kendi dinleriyle, medeniyet dünyalarıyla) doğrudan irtibat kurabilmelerini imkânsızlaştırdığını görebilecek zihnî bir ufuktan yoksun olduğumuzu bile idrak edebilecek düzeyde değiliz henüz.

Bu çağın körleştirdiği zihnimizi özgürlüğüne kavuşturabilmenin tek yolu, tıpkı Efendimiz'in "şâhit" sıfatının gereği olarak yaptığı gibi, içinde yaşadığımız çağı da, bütün beşerî çağları da tanıyarak, bütün beşerî çağlardan ve çağrılardan arınmaktan, özgürleşebilmekten, beşerî çağları ve çağrıları teslim alabilecek, aşabilecek bir varoluş düzlemine çıkabilmekten, kısacası "ümmîleşebilmek"ten geçiyor.

Burada söylemeye çalıştığım bir başka şey de, İslâm medeniyetinin varoluşsal bir kriz yaşamasına yol açan temel meselenin, İslâm düşüncesinin tarih boyunca tenzîhî boyutu önce çıkarması, teşbîhî boyutu gözardı etmesi gerçeği olduğuna dikkat çekmektir.

İşte bu açmazı aşabilmenin yolunun, tekvînî bir âyet olarak doğrudan Efendimiz'i, Efendimiz'in özelliklerini, İslâm'ı hayata geçiriş süreçlerini derinlikli bir bakışla kavrayabilmekten geçtiğini düşünüyorum.

Bunun için hem Efendimiz'i, hem de yükümlülüğünü yerine getiriş biçimini, estetik bir mesele olarak kavrayabilmemiz gerekiyor. İşte o zaman, İslâm düşüncesinin tarih boyunca yaşadığı açmazı da, yaşadığımız medeniyet krizini de nasıl aşabileceğimizi görebilmemizin imkân dâhiline girebileceğini düşünüyorum acizane.

O hâlde izini sürmemiz, üzerinde kafa patlatmamız gereken soru çok açık: Efendimiz'i ve yaptıklarını estetik bir mesele olarak görmek ne demek?

Yerim bitti; o yüzden asıl söyleyeceklerim, Cuma günkü yazıya kaldı... Ayrıca sinemada bu meselenin nasıl çarpıcı bir şekilde çözümlenebileceğini genelde İran sinemasının, özelde ise Semih Kaplanoğlu sinemasının zihin açıcı bir şekilde gözler önüne serdiğini de tartışacağımı hatırlatmak isterim...

Kur'ân'ın bize "konuşabilmesi" için...

Çağı anlamadan İslâm'ı, Hz. Peygamber'i anlamadan ise çağı da, İslâm'ı da anlayamayacağımızı kavrayabilmiş değiliz. Bu yakıcı gerçeği kavrayamadığımız sürece, Kur'ân'la / İslâm'la doğrudan irtibat kuramayacağımızı idrak etmekten çok uzağız hâlâ.

Oysa, modernliğin geliştirdiği seküler meydan okumanın da katkısıyla zuhûr eden fetret dönemi'ndeki ontolojik evsizleşme ve epistemolojik kırılmanın, İslâm'la (ve diğer kültürlerle) sahici değil, simülatif / sahte, yapay, yüzeysel ilişkiler kurmamıza yol açması, bu medeniyet buhranı sürecinde Kur'ân'la ve İslâm'la ilişki kurma girişimlerinin geri tepmesi, tespitlerimi doğruluyor.

Meselemiz, Kur'ân'a ve Sünnet'e gidebilmek meselesi. Ama içinde yaşadığımız çağın kendine özgü açmazları, (bilinç ve bilinçaltı dünyamızın önüne ördüğü kalın duvarlar, bariyerler, henüz göremediğimiz devâsâ engeller) Kur'ân'a ve Sünnet'e gitme girişimlerimizin kısa devre yapmasına yol açıyor. Öyle ki, bu bağlamda yaptığımız çağrılar, Kur'ân'ın ve Sünnet'in çağrısıyla ilgisi olmayan, aksine, içinde yaşadığımız ve ne olduğunu, nelerden oluştuğunu, Kur'ân'a ve Sünnet'e gitme çabalarımızın önüne ne tür tersyüz edici bariyerler ördüğünü kavramakta zorlandığımız, çağın çağrıları aslında. Kur'ân ve Sünnet'in değil.

Afgânî'den, Abduh'tan bu yana gelişen bütün İslâmcı hareketler, bizi görünüşte, "doğrudan" Kur'ân'a ve Sünnet'e çağırıyor; ama gerçekte Kur'ân'a ve Sünnet'e mi çağırıyor; yoksa farkında olmadan bizatihî çağın kendisine mi? Ne yazık ki, bizatihî içinde yaşadığımız çağ'a çağırıyor.

Gerçek bu; ama biz bu gerçeği görebilecek idrak, tefrik, tefekkür, tefhim, tedebbür, taakkul ve tezekkür kabiliyetlerinden yoksunuz.

Kur'ân ve Sünnet'e gitmeyi hedefleyen çağrı/ları/mızın dili, Kur'ân'ın ve Sünnet'in dili değil, aksine, çağın çağrısının dili: İslâmî bir dil değil, seküler bir dil.

Modernliğe reaksiyon olarak kurulan ama tam da reaksiyon olmasından ötürü, bizzat modernliğin geliştirdiği aksiyonun varolduğu, varlığını hayata kazıdığı seküler vasatın içinde, bu vasatın duyuş, düşünüş, algılayış, yaşayış ve zihin setleri tarafından belirlenerek vücut bulan, bu vasatı fark etmediği ve terk etmediği sürece de ne kadar reaksiyon gösterirse o kadar bu vasatın hem ifadesi, hem de ifade edicisi söylemlerin, formların ağlarına takılmaktan, dolayısıyla bu vasatta üretilen aksiyonu daha aktüel hâle getirmekten, yeniden-üretmekten ve sonuç itibariyle meşrûlaştırmaktan kurtulamadığını, kurtulamayacağını fark edemeyen reaksiyoner veya savunmacı modernist / seküler bir dil İslâmcı/lık/ların Kur'ân ve Sünnet çağrılarının dil/ler/i.

O yüzden, bizi bir yandan Kur'ân'a ve Sünnet'e çağırdığını iddia ediyor; öte yandan da geliştirdiği çağrının "modernizmin yegâne alternatifi İslâm'dır" gibi son derece marazî, şizofrenik, patetik bir dil kullandığını ve bu dilin bizi Kur'ân'a ve Sünnet'e değil, bizzat içinde yaşadığı çağa çağıran, içinde yaşadığı çağda hükümran olan seküler algılama ve varoluş vasatını bir kez daha -ama tersinden- yeniden üreten ve meşrûlaştıran bir dil olduğunu göremiyor.

Özetle... İçinde yaşadığımız çağın bütün insanlığın bilinç ve bilinçaltı dünyalarını belirleyen, şekillendiren ve yönlendiren tek zihin kalıbını ürettiğini, bu seküler zihin setlerinin başka bilinç ve bilinçaltı biçimlerini teslim alarak körleştirdiğini ve kararttığını; ağlarını bütün insanlığın bilinç ve bilinçaltı biçimlerini devre dışı bıraktıracak kadar ördüğünü görmemiz ve kendimizi bu çağın ağlarından özgürleştirebilmemiz, kurtarabilmemiz ... bu çağın içine girerek dışına çıkabilmemiz, bu çağı aşabilmemiz gerekiyor...

Bu çağın dışına çıkabilmenin şartının önce bu çağı bütün yönleriyle tanıyabilmekten, sonra da bu çağdan arınarak bütün çağları seferber edecek; bizi bütün çağların çocuğu, tanığı ve tanıdığı konumuna yükseltecek; bizim bütün çağların çocuğu, tanığı ve tanıdığı olmamızı sağlayacak bir düzleme çıkarabilecek peygamberî solukla donanmaktan geçiyor... Tek kelimeyle, ümmîleşmekten yani.

Ümmîleşemediğimiz sürece, Kur'ân bize aslâ konuşamayacak; aksine, biz, Kur'ân'a, içinde yaşadığımız çağın bize giydirdiği (bütün insanlığı hapsettiği) zihin kalıplarıyla konuşmaktan ve bu zihin kalıplarını, Kur'ân'ı, kafamıza göre, marazî, seküler zihin setlerine göre konuşturacak şekilde kullanmaktan başka bir şey yapmış olmayacağız hiçbir zaman...

Not: "Bir tekvînî âyet, estetik mesele ve üstdil olarak Hz. Peygamber" başlıklı yazıların üçüncüsünü yazmadan önce önceki hafta Özgün Duruş'ta yayımlanan bu yazımı biraz değiştirerek yayımlamanın yararlı olacağını düşündüm.

Suç ve "Ceza": "Nisbet" estetiği

İnsanın yeryüzüne gönderilmesi, iki anlamda bir indirilme'dir: Birinci anlamıyla, insan, yere indirilmiştir. İkinci anlamıyla ise, insan, Allah'ın ruhundan üfleyerek kendisine bir emanet tevdî ettiği belli bir görevle yeryüzüne gönderilmiştir.

İnsanın yaratılış ve varoluş süreçleri bir "gerilim" üzerine bina edilmiştir. Bu gerilim, öncelikli olarak insanın Yaratıcı'sından ayrılmasından kaynaklanan bir gerilimdir. Çünkü insan, isyan ederek, "sürgün" yemiştir, deyim yerindeyse...

Ama insanın "sürgün"ü, insanın "özgürleşme"sidir aynı zamanda... Ne ki, insan, görünüşte, potansiyel olarak, teoride özgürdür; ama gerçekte, pratikte her zaman özgürlüğünü bizatihî kendi arzularına, bencilliğine, zaaflarına teslim olarak kendinde, kendisiyle yitirebilecek kadar bıçak sırtında bir özgürlük sahibidir yalnızca: İnsanın özgürlüğü, mutlak bir özgürlük değildir yani: Her ân kendini kendi eliyle kaybedebilecek, özgürlüğünü kendi eliyle yok edebilecek niteliklere sahip, nisbî olarak özgür bir varlıktır.

Eğer kendisini, Yaratıcı'ya nisbet ederek, Yaratıcı'yla münasebet içinde olarak, Yaratıcı'ya mensup olarak varetme ve varolma yolculuğunun içinde bulursa, özgürlüğü elinin altından kayıp gitmez. Yok eğer kendisini, Yaratıcı'ya değil de, yaratılmış herhangi bir şeye nisbet ederek tarif eder, hayatını da ona göre idame ettirmeye çalışırsa, kendi "idam"ını / yok oluşunu hazırlar; özgürlüğünü yitirir bu "münasebetsiz" davranışından ötürü...

İnsanın "özgürleşme"si, "varolabilme"si demektir. İnsanın varoluşu ise, kendisini varedilenlere değil, Vareden'e bağlı ve bağımlı kıldığı zaman gerçekleşebilir. İnsan, kendisini, varedilmiş, yaratılmış herhangi bir şeye, nesneye, duruma, insana, kuruma vesaire bağlı ve bağımlı kılmaya kalkıştığı zaman, kendi olarak varolma imkânlarını ve "mekân"larını yitirmekten kurtulamaz...

Semih Kaplanoğlu'nun kendi sinemasını izah ederken, kendisiyle yapılan bir röportajda enfes bir şekilde ifade ettiği gibi, insan Yaratıcı'ya değil de, yaratılmışa yar olduğu zaman, varolamaz; aksine "varolma" imkânlarını yitirir.

Görüldüğü gibi insanın yaratılışı, yeryüzüne gönderilişi, yeryüzündeki hayatını sürdürüşü ... bütünüyle estetiktir; estetik bir oluş ve varoluş yolculuğuna dayanır...

Burada estetiği, hem bediî, hem cemîl, hem ihsan, hem de "sanat" kavramlarının mânâ dünyalarını ihata edecek şekilde kullanıyorum.

İnsanın isyanından sonra "ceza" olarak yeryüzüne gönderilmesi, Allah'ın aynı anda Celâl ve Cemâl sıfatlarının tecellî ettiği bir yolculuğun gerçekleşmesidir: Allah, insana, yaratılış gâyesini, özelliklerini hatırlayabilecek nitelikler ihsan etmiştir. İnsan, Rabbini hatırladığı ölçüde kendini, kendi özelliklerini yitirmeyecek güzelliklerle, Rahman'ın Rahmet nefesiyle ve eliyle teçhiz edilmiştir.

İnsanın işlediği isyan suç'una Rahmet-i Rahman, iki anlamıyla da "ceza" ile mukabele etmiştir: Bilindiği gibi Arapça'da "ceza" sözcüğünün aynı anda iki zıt anlamı vardır: Birincisi, "cezalandırma"; ikincisi de, "ödüllendirme" anlamı.

Yani insan işlediği suçtan ötürü ebedî bir cezaya mahkum edilmemiş; Rahman'ın rahmet eliyle ve Cemâl sıfatının galebesiyle kul olmakla ödüllendirilmiştir. Yaratılan herhangi bir şeye değil, yalnızca Yaratıcı'ya kul olduğu zaman, insan, Allah'ın ruhundan üflediği, emanet ve hilâfet görevini yalnızca insan türüne yüklediği yükümlülüğünü yerine getirebilecek, gönderildiği yeryüzünde hakikati, adaleti, hakkaniyeti, sulhü ve selâmeti hâkim kılabilecektir.

İnsanın bütün bunları, kendi başına hareket ederek gerçeğe dönüştürebilmesi mümkün değildir. Tarih, insanın, kendisini "her şey" katına yükselttiği bütün zaman dilimlerinde, insanın kendisini sadece felâket dolu bir hayatın eşiğinde bulduğunu gösteriyor bize. İnsan, kendisini "her şey" katına yükselttiği andan itibaren hem kendi özgürlüğünü, hem de başkalarının özgürlüğünü ayaklar altına almaktan kurtulamıyor çünkü...

İşte Hz. Peygamber'in ayrıcalığı, hem elçi, hem de kul olmasıdır. Hz. Peygamber, en mükemmel kul olduğu içindir ki, kulun kullara, kurumlara, kurallara kul olmasının önünün nasıl tıkanabileceğini gösterebilmiştir bize. Bunu, ümmîleşerek, yani, kendisini yalnızca Yaratıcı'ya nisbet ederek, Yaratıcı ile münasebet kurarak, Yaratıcı'nın münasip gördüklerini varolabilmek için yegâne münasip hakikatler olarak ikame ederek gerçekleştirmiştir.

İnsanın kullara ve kul-yapımı kurumlara, kurallara ve putlara kul olmasının önüne geçilebilmesi sürecindeki en mükemmel timsal, Hz. Peygamber'in kendisi ve ortaya koyduğu misal'dir. Bu anlamda, insanın özgürleşmesinin tek garantisi bizatihî Hz. Peygamber'dir. O yüzden kâinâtın övüncü, kıvancı; âlemlerin rahmeti, dolayısıyla "yaşatıcısı" olarak tavsif edilmiştir.

Bu tartışmaya devam edeceğiz...

İnsanlığın insanlığını yitirmemesi, İslâmlığı yitirmemesine bağlı

Adalet'le hakikat arasında kopmaz ilişkiler var: O yüzden adalet, hakikatin teminatı; hakikat ise adaletin kaynağıdır.

Hakikat, bir şeyin ne ise o olarak kabul edilmesi; bir şeyin özü, mahiyeti, kendisi; dolayısıyla her şeye hakettiği yeri, değeri, önemi vermek demek... Adalet ise, hakikatin tecellî etmesi, gerçeğin ortaya çıkması hâli...

Kitabımızdaki adalet tarifi, özlü ve enfestir: "Her şeyin yerli yerine oturtulması" olarak tarif eder Kitabımız adaleti... Toplumumuzda, adalet tecellî ettiği zaman, "hak yerini buldu", "hakikat tecellî etti"... deriz, bu nedenle.

Hakikatle adalet, bizim medeniyetimizde, hayat dünyamızda etle tırnak gibi iç içe geçmiştir. Biri olmadan öteki de olmaz, varolamaz.

"Hakikat" sözcüğünün anlam kümesine ait olan Hak, hukuk, tahkikat gibi sözcüklerin doğrudan adalete ait kavramlar olması bu yüzden şaşırtıcı değildir. Eşyanın tabiatı icabı böyledir bu...

O yüzden, Hakk'ın hakikatinin tanınmadığı, kabul edilmediği, inkâr edildiği bir yerde, hakikatin de, adaletin de gerçek anlamda tecellî etmesi mümkün değildir. Çünkü her şeyi vareden, her şeyin niçin varedildiğini bilen, vaz'eden ve bize bildiren O'dur.

Varlığın Varedicisi tanınmadığı zaman, insanın, aynı zamanda azman bir yaratık olarak varlığa müdahale etmesi, varlığı, hakikati, varlığın tabiatını ve hakikatini keyfine göre tahrif etmesi, tahrip etmesi önlenemez.

İnsanlık tarihi bu gerçeğin ürpertici örnekleriyle doludur. Sözgelişi, bugün çağımızda tabiatın tahrip edilmesinin birincil nedeni, tabiatın Varedicisi'nin varlığının inkâr edilmesi, insanın tabiat üzerinde her tür tasarruf hakkını kendinde görme aymazlığına soyunmaktan çekinmemesidir.

Bu gerçeği Batı'daki büyük düşünürler de sarsıcı bir dille ifade ederler. Örneğin, Heidegger, insanlığın karşı karşıya kaldığı felâketin nedeninin varlığa, dolayısıyla hakikate varoluşsal bir saldırının gerçekleştirilmesi olduğu gerçeğini haykırır...

Buradan gelmek istediğim nokta şu: İnsanın insanlığını yitirmemesi için, iki anlamıyla da hakikati yitirmemesi gerekiyor... Hakk'ın inkârı ve hakikatin, çıplak gerçeğin ya da varlığın yok edilmesi, tahrif ve tahrip edilmesi, insanın ayağını bastığı zemini bizzat kendi eliyle yok etmesiyle sonuçlanacaktır... Bugün yaşadığımız metafizik felâketin kaynağı burada gizlidir...

Varlığa, hakikate, çıplak gerçeğe hakkını verebilecek tek dinin İslâm olduğu artık bütün çıplaklığıyla gün ışığına çıkmıştır. Hakk'ı, Yaratıcı'yı yoksayan, hayattan uzaklaştıran seküler Batı uygarlığı tabiatı yokolmanın eşiğine getirmiştir... İnsanın iç dünyasını delik deşik ederek, insanı, yalnızca kendini, egosunu, geçici hazlarını, sığ çıkarlarını düşünen insanaltı, azman bir yaratığa dönüştürmüştür... En önemlisi de, Tanrı fikrini yok etmiştir...

Tanrı fikrini yok eden, tabiat üzerinde her türlü vahşî, bencilce tasarrufu doğal hakkı olarak görmekte bir sakınca görmeyen bir uygarlığın, hakikatin, adaletin değil, gücün ve çıkarın peşinde koşturması, gücü ve çıkarı putlaştırması ve dolayısıyla gücün, çıkarın ve ayartıcı hazlarının kurbanı, kölesi olması, böylelikle vicdan fikrini ve gerçeğini yitirmesi ve bütün bunların tabiî sonucu olarak da kendisi dışındaki medeniyetlere, kültürlere, dinlere hayat hakkı tanımaması kaçınılmazlaşacaktı elbette ki...

Oysa insana insanlığını; hakikate, varlığa hakettiği hakîkî yeri hatırlatacak; başka inançlara, felsefelere, dinlere, kültürlere ve medeniyetlere hayat ve varoluş zeminleri oluşturacak yegâne kaynağın, tarihe yakından bakıldığında yalnızca İslâm olduğu, yarın da insanlığın insanlığını yitirmemesinin yegâne kaynağının İslâm olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır...

Gerçek gün gibi ortadayken, toplumun İslâm'dan uzaklaştırılması, hızla sığ, vulger, ilkel, bön ve berbat seküler kültür formlarının medyalar ve çarpık, yönsüz, ruhsuz eğitim sistemi yoluyla topluma dayatılması, toplumda inanılmaz cinayetlerin, sapkınlık biçimlerinin mantar gibi bitmesine yol açıyor...

Çağımızın en cins düşünürlerinden Jean Baudrillard, Batı uygarlığının insanlığı yeni bir barbarlık biçiminin eşiğine sürüklediğini, insanlığın önündeki tek seçeneği terörle özdeşleştirerek yok ettiğimizi haykırarak bu dünyadan göçüp gitmişti.

Özetle... insanlığın insanlığını yitirmemesinin tek garantisinin, insanlığın İslâmlığı yitirmemesine bağlı olduğunu dünya âlem gördü ama biz hâlâ "laikçilik" diye diye bu toplumu lime lime çözmeye, ruhsuzlaştırmaya, azman, canavar yaratıklardan oluşan ruhsuz, kimliksiz, kişiliksiz, bencil yığınlara dönüştürmeye devam etmekte bir sakınca bile görmüyoruz...

Olacak iş değil gerçekten...

Hiç yorum yok: