Nihayet zincirin halkaları tamamlanıyor ve buradan artık varsayımlar (hipotezler) değil, ayakları yere basan tezler çıkarmamızın da zamanı geliyor. Şu son iki ay içinde olup bitenleri alt alta yazın ve bunları bir daire ile çevirip tasnif edin. Bu daireleri yan yana koyduğumuzda bunlardan birbirine teğet geçen ya da ayrı ayrı duran halkalar elde etmezseniz. Tam aksine iç içe geçen, birbirini kesen sorunlar kümesi elde ederseniz. Tabii ki bunların çözüm kümeleri de ortak. Şimdi bunları ele alalım ve hem ekonomik hem de politik olarak sorun-çözüm kümelerine ulaşalım. Birinci kümemiz (dairemiz) gelişmiş ülkelerdeki kriz ve krizin seyri... İkinci kümemiz, içlerinde Türkiye, Brezilya gibi gelişmekte olan ülkelerin, tıpkı on yıl önce gelişmekte olan Asya’nın yaptığını yapmakta oluşları ve Doğu’nun, bunlarla birlikte, topyekûn Batı’ya yetişme hatta geçme iradesini ortaya çıkarması... Üçüncü kümemiz, Ortadoğu’nun değişen sınırları ve buna bağlı yeni güç dengesi, İslam coğrafyasının Batı güdümlü diktatörlüklerden çıkma iradesi göstermesi... Dördüncü kümemiz, teknolojiden, enerjiye kadar temel alanlarda oyunun ve oyuncuların yukarıdaki üç kümeye bağlı olarak hızla değişmesi... Şimdi bu dört temel alan (daire) birbiriyle iç içe geçiyor ve tam burada önümüzde yeni bir topyekûn ama biçim değiştirmiş savaş var. Sadeleştirmek için bu savaşın taraflarını da yazalım; savaşın birinci tarafı, ilk sorun kümemizin konusu olan gelişmiş ülkeler ve bunların -şimdiye değin hâkim olan- sermaye yapıları... Bir önceki dönemin sektörleri, finans yapısı vb... Savaşın ikinci tarafı da, yüzyıllar sonra, yeniden Batı ile aynı şartlarda dünya ekonomisi ve siyasetinde var olma mücadelesi veren Doğu ve bunların yoksul halklarının siyasi iradesi...
Cemil Ertem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemil Ertem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3 Temmuz 2013 Çarşamba
Barışın önündeki engel: Mahşerin dört atlısı-Cemil Ertem
Birleşmiş Milletler, Uyuşturucu Raporu-2013 bize, yaklaşık yarım trilyon doları bulan uyuşturucu ekonomisini ve rantını, siyasi etkileri ve sonuçları olan bir ‘kara’ ekonomi olarak anlatıyor. Dünya uyuşturucu trafiği, Önasya, Ortadoğu ve Latin Amerika ülkelerinden yola çıkarak, kuzeye ve batıya ulaşıyor. BM’nin son raporunda, Ortadoğu’da yeni bir uyuşturucu rotasından bahsediliyor. Bu rota Irak’ı daha fazla öne çıkartıyor. Türkiye ve İran güzergahı giderek zorlaşırken, yeni kaçakçılık yolları Irak’a yoğunlaşıyor.
11 Haziran 2013 Salı
Petrol neden düşüyor ya da sahte anti-emperyalistlerin iflası-Cemil Ertem
Bu haftanın ekonomide en dikkat çeken gelişmesi petrol fiyatlarındaki hızlı düşüştü. Bu bizi epey ilgilendiriyor, malum yaz geliyor, yolculuklar artacak, yol parası yol yarası olmasın, gece yarısı pompa fiyatı ayarlaması haberi alınca aklımıza zam değil de ucuzluk gelecek mi bundan sonra... Bu soru önemli; yalnız hanehalklarının bütçesi için değil, Türkiye’nin istikrarlı büyümesi için de önemli. Bunun için bu vesileyle bugün şu petrolün hem ekonomik hem de politik hikayesine bakalım ve petrol fiyatları neden düşüyor, bu düşüş sürecek mi sorularına cevap ararken, petrol deyince bizim aklımıza gelen en yakın memleket olan Musul’a kadar da gidelim.
Offshore Leaks ve ‘işin’ ortaya çıkmayan Türkiye ayağı-Cemil Ertem
Haftanın ‘bomba’ ekonomi haberi sanıyorum şu offshore leaks. Yani vergi cenneti olarak bilenen yerlerdeki gizli hesap sahiplerinin Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Birliği (ICJ) tarafından açıklanması. ICJ’e bilgileri Portcullis TrustNet ve Commonwealth Trust Limited şirketlerinden kimliği belirsiz kişiler(!) sızdırmış. Tabii bu işin WikiLeaks tarzı açığa çıkması, operasyonun ABD hatta FBI kaynaklı olduğunu anlatıyor. Size bu ‘kara’ hesapların tam bu süreçte ortaya çıkmasının nedenlerini ve çok çarpıcı hikâyesini anlatayım. Ama ondan önce şunu söyleyeyim ki bu listede Türkiye’den de isimler var. Onların da yakında ‘açığa’ çıkacağından kimsenin şüphesi olmasın.
İşte ‘bağımlılıkla’ mücadeleyi ıskalamanın sonuçları - Cemil Ertem
Biliyorsunuz bu hafta Meclis’ten geçen alkol ve tütün ürünlerine ilişkin düzenlemeler hayli tartışma yarattı. Bu düzenleme, sosyal-ekonomik bir düzenleme olmaktan çok, anti-demokratik hatta ideolojik bir ‘yasak’ silsilesiymiş gibi anlatılıyor ve propagandası yapılıyor. Hatta bu düzenlemeler ‘belli’ bir yaşam tarzı dayatması ya da Türkiye’yi yaşam tarzlarının (bu ne demekse) mücadelesine çekmek olarak yorumlanıyor. İşte tam burada biraz soğukkanlı olmak gerekiyor galiba. Çünkü dünyanın her yerinde, çeşitli tarihsel dönemlerde ve günümüzde, devletlerin ekonomik ve sosyal gerekçelerle yaptığı bir düzenlemeyi bizde, şu sıralar, bazı çevreler bir yaşam tarzı savaşı olarak algılıyorsa gerçekten soğukkanlı olmamız ve ısrarla bazı verileri, deneyimleri aktarmamız gerekiyor.
Dün IMF gerekli diyenlerle bugün barış olmaz diyenler aynı- Cemil Ertem
Türkiye için IMF değil ama IMF stand-by’ları -anlaşmaları- dediğimiz, IMF’nin doğrudan ekonomi politikalarını yönlendirdiği bir dönem de bitiyor. Başbakan’ın cuma günü yaptığı konuşmada ilginç bir vurgu vardı; ‘IMF bize siyaset dayatamaz’ anlamına gelecek bir vurgu yaptı Başbakan. Sanıyorum biten daha çok bu.
28 Şubat’ın devamı olarak 31 Mayıs- Cemil Ertem
31 Mayıs gerçeklerini yazmaya devam ediyoruz; ilk önce 31 Mayıs için bugün itibariyle, daha da belirginleşen temel varsayımı söyleyeyim; 31 Mayıs kalkışması, bütünüyle çevreci-kendiğinden- sivil bir hareket değildir, Türkiye’de başından beri devletle büyümüş tekelci sermayenin, arkasına yedeklediği küçük burjuva unsurlarla-orta sınıflarla-kotarmaya çalıştığı, doğrudan hükümeti düşürmeye dönük bir harekettir. Tabii ki burada ‘kendiliğinden’ ortaya çıkan sivil bir itaaatsizlik, ‘bize herşeyi dayatamazsınız’, ‘biz de varız’ dinamiği var; şunu da hemen belirtelim ki bu dinamik önemlidir ve sağlıklıdır. Bu dinamiği, hükümetle işbirliği yapmama durumu olarak anlatabiliriz ki, batı demokrasilerinde bu tür sivil çıkışlar ‘noncooperation’ kelimesi ile anlatılıyor; yani ‘işbirliği’ yapmama hali. Ama bu işbirliği yapmama durumu, batıda alternatif ikili iktidar oluşturacak kadar derin olmadı. Batı’da zaten bunun dinamikleri Paris Komünün’den beri yok.
Finans oligarşisinin hortumunu kesince ne olur? Cemil Ertem
Bilirsiniz Clinton ve ekibi 1992 seçimlerine ‘Önce ekonomi aptal!’ (It’s the economy, stupid!) sloganı ile hazırlanmıştı. Bu deyiş, Baba Bush’un neoliberal, daraltıcı, savaş yanlısı politikalarına tepki olduğu gibi, ekonominin yani ‘işin’ ve ‘aşın’ nihai olarak siyasette belirleyici olduğunu da anlatan bir strateji idi aynı zamanda. Şimdi artık bu deyiş, çok sık tekrar edilen, tarihi bir cümle oldu. Şunu da söyleyebiliriz; siyaset ekonominin yoğunlaşmış halidir. Birçok siyasi olay ve gelişmenin arkasında mutlaka bir ekonomik gelişme, karar vardır. Şimdi Türkiye’de şu üç gündür olan bitene baktığımız zaman, (Taksim’de Gezi Parkı’nda başlayan olayları basit bir çevre protestosu olarak göremeyeceğimize göre...) bütün bu gelişmelerin arkasında nasıl bir ekonomik neden var sorusunu sormamız gerekiyor.
3 Mayıs 2013 Cuma
Barış karşıtlarının İslam düşmanlığının tarihsel-güncel kaynakları- Cemil Ertem
Türkiye’de şu barış lafı elle tutulur, somut bir hal aldığından beri çeşitli siyasi tarafların aldıkları tavırlara bakıyorum ve bu siyasi cepheleşmenin iktisadi nedenlerine, dolayısıyla olası sonuçlarına ulaşmaya çalışıyorum. Bu yazıda yalnız bir neden ve onun doğal sonucunu ele alacağım.
20 Nisan 2013 Cumartesi
Boston saldırısının bize kadar uzanan ‘kökleri’-Boston-Berlin hattı-Cemil Ertem
Boston saldırısının bize kadar uzanan ‘kökleri’
ABD Boston’da olan patlamalar size de biraz garip gelmiyor mu? Şöyle; organize olduğu belli olan bu saldırıyı üstlenen ‘küresel’ bir terör örgütü henüz ortaya çıkmadı. Üstelik şimdiye değin FBI kaynaklı bir açıklama yapılmış değil.
Bu işi ABD’de görülen ‘sapkın’ tarikatlardan birisi de yapmış olamaz. Çünkü 11 Eylül’den sonra böyle bir şeye cesaret edemeyecekleri gibi, FBI hepsinin nefesini takip ediyor.
Peki nedir bu olan? Bu soruya cevap vermek için sizi biraz geriye götüreyim; 1963 yılına... 1963 yılında, Soğuk Savaş’ın en keskin dönemeçlerinden birine gelmek üzereyken Başkan Kennedy bir suikast sonucu öldürüldü. Hikayeyi biliyorsunuz, katil diye birini yakaladılar, kendinde olmayan birini, sonra koca ABD Başkanı kimvurduya gitti.
14 Mart 2013 Perşembe
Eski dünyadan kalanlar: Merkez bankalarının ya da Chavez'in Bağımsızlığı-Cemil Ertem
Geçen gün Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin Japonya Merkez Bankası’na Asya Kalkınma Bankası Başkanı Kuroda’yı aday göstermesinin Batı için oldukça rahatsız edici olduğunu yazmıştım. Büyük bir olasılıkla, şimdiye değin süregelen politikalardan ‘niteliksel’ olarak farklı bir çizgi izleyecek Kuroda JOB Başkanı olacak. Ancak ilk açık itiraz Amerikan Merkez Bankası’ndan (Fed) geldi. Fed Dallas Başkanı Richard Fisher, Abe’nin 15 yıldır devam eden durgunluğu sonlandırmak adına Japonya Merkez Bankası’nı siyasallaştırdığını söyledi. Yani pes demek lazım. ABD Merkez Bankası’nın (Fed) yalnız Vietnam Savaşı’ndaki siyasi rolünü görmek için 1964-1970 arasındaki para arzı artışına bakmak yeterli. Bu dönemde Fed, kamu harcamalarının askeri harcamalara bağlı olarak artmasına paralel para arzını da artırmış ve şimdi olduğu gibi enflasyonu göze almıştır. Yine bu dönemde ABD’de işsizlik azalmış ve bugün Fed’in hedefi olan doğal işsizlik oranına inmiştir. O dönemde doğal işsizlik oranı yüzde 5 olarak görülüyordu ama Vietnam Savaşı boyunca işsizlikte hiçbir sorun olmamıştır. Çünkü para musluklarının başında savaşı destekleyen ‘siyasi’ bir Fed vardı. Tabii ki bu işin sonu, 1971’de doların altına olan bağımlılığının kaldırılması, soğuk savaş konjöktüründen yararlanan işgalci ve militarist bir ABD ve 1973’te başlayan büyük kriz çevrimi olmuştur.
Londra'da -kartelci bir bankacı olarak- Mr. Brook'un bir günü -Cemil Ertem
2008 yılının 14 Eylül günü, sabahın erken saatleri ama sanki gün daha başlamadan bitmiş gibiydi. ayakları masanın üzerinde ilk toplantıyı bekliyordu. Telefon çaldığında onu bu gece burada geç vakte kadar tutacak bir haberin geldiğini anlamıştı zaten. ‘Toplantıya çıkmak üzereyim, hemen söyle’ diye açtı telefonu. Telefondaki Keith telaşlıydı; ‘ABD’de acayip şeyler oluyor, bazı pozisyonları kapatmamız gerekebilir, yapabildiğimiz kadar oranı düşürüp likid toplayalım.’ Evet, bu cümleyi duyacağını biliyordu Brook. Sanki yaşamıştı bu anı. Ayaklarını masanın üzerinden çekerken diğer hata saldırdı; Lewis’e, mümkün olduğunca telaşsız bir ses tonu yakalamaya çalışarak, ‘hiçbir yere ayrılma, diğerlerini, geçen günkü toplantıda olan ve bize tamam diyen herkesi ara bu gün bizim için kotasyonları düşük tutacaklar, en düşük neyse o.’ Bir saat sonra Lewis aradı; ‘patron tamam, söz verdikleri gibi kotasyonlar düşük, akşama şampanyayı hazırlamanı söylediler yalnız.’ Brook, şampanya esprisini dinlemeden ‘tamam’ sözcüğünü duyunca telefonu kapatmıştı zaten. Ertesi gün yani 15 Eylül 2008’de Lehman’ın battığı haberi geldi. Faizler çıldırmış gibiydi, birçok pozisyon açıktı. Brook, başarılı 14 Eylül operasyonu için bir kez daha kendi kendini kutladı; dün ona şampanya sözü verenler şimdi ağız dolusu küfür ediyorlardı ama bugün o, yarın onlar; bugün o erken kalkmıştı; yarın da sıra şampanyacılara gelecekti.
13 Mart 2013 Çarşamba
2. Bayazıt’a göre Kral Ferdinand niye akıllı değildi?Cemil Ertem
2013 yılının ilk çeyreği biterken bundan sonrasının ilk güçlü işaretleri de gelmeye başladı. Bu işaretler hem ekonomik verilerle ortaya çıkıyor hem de siyasi gelişmeler ve bu gelişmelere göre ülkelerin pozisyon almasıyla belirginleşiyor. Örneğin ABD tarafında güçlü bir toparlanma görüyoruz. ABD’de son gelen tarım dışı istihdam verisi, şubat ayında istihdamda 236.000 artışla geldi. Böylece ABD’de işsizlik oranı son 5 yılın en düşük seviyesi olan 7,7’ye gelmiş oldu. ABD’de öncü sektörler artık teknoloji ağırlıklı, silikon vadisi kaynaklı söktörler. Ancak buna karşın, özellikle Fed’in son parasal genişlemesinden sonra geleneksel söktörlerde de önemli ölçüde iyileşme görüldü. Dolayısıyla Fed’in yeni stratejisinin işe yaradığını görüyoruz. Aslında Fed’in bu stratejisi, ABD’nin yeni dış politikasıyla ve güvenlik stratejisi ile de örtüşüyor. Bu strateji, askeri müdahaleyi öne çıkarmayan ancak kapalı ekonomileri de dışa açarak piyasa-demokrasi ağırlıklı bir inşa süreci ve denetim mekanizması öngörüyor. Böyle olunca, eski dengeler ve ittifaklar da hızla çözülüyor. Japonya’nın genişlemeci para politikalarına adım atması yalnız ekonomik bir makas değişikliği değildir. Bu Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden beri bağımlı olduğu Anglosakson egemenliğinden çıkması anlamına da geliyor. Düşük yen ve Japonya’daki durgunluk karşıtı politikalar Amerika’dan başka hiç şüphesiz Almanya ve Çin içinde önemli bir endişe kaynağı olacaktır. Almanya, başından beri, doğu ve güney Avrupa’yı sıkıştırmak için ısrarla sürdürdüğü ve yüksek Euro ile desteklediği geneleksel ‘kemer sıkma’ politikalarından vazgeçmek zorunda kalacak. Artık Almanya ve Fransa merkezli merkez AB projesi bitiyor. Böyle olunca, yakında Kıbrıs dahil, bir çok Türkiye için sorunlu, AB meselesinin hal yonuna girdiğini göreceğiz. Yani AB’nin daha düne kadar, Japonya’nın başkaldırmasından önce, iki yolu vardı; birincisini yukarıda anlattık ikincisi ise, içine Türkiye’yi de-Türkiye’nin koşullarında- alarak doğuya doğru ta Hazar kıyılarına kadar genişlemesi. Bizi bilmem ama Rusya bu ikinci yolu gördü ve kendi genişleme projesini hızlandırıyor. Kazakistan, Belarus’la oluşturulan gümrük birliği projesini genişletecek. Peki Türkiye bu durumda ne yapmalı? Ben bu soruya tarihten bir kesitle cevap vermeye çalışayım.

11 Ocak 2013 Cuma
Petrol fiyatları neden çıkıyor ya da Paris suikastı? Cemil ERTEM
Petrol fiyatlarından başlayalım; soru şu, dün ve önceki gün petrol fiyatlarında bizim ‘sınırımız’ olan 110 doların üstüne çıktık ve 113 dolarları gördük, Türkiye için ‘endişe’ verici olan bu yükseliş sürecek mi? Hemen şunu söylemek istiyorum; bu soru yalnız bir ekonomi sorusu değil, aynı zamanda, reel-politik durumla ilgili bir soru da.
İlk önce kritik bir eşik olarak görülen (Brent) 113 dolar eşiğinin hangi temel saiklerle geçildiğine değinelim. Daha doğrusu bu yükseliş saiklerini ‘piyasa’nın görünen tarafı açıklıyor. Biz burada görünmeyen tarafa da değineceğiz. Öncelikle Çin’in büyümesi ve buna bağlı talebin yüksek olacağı ayrıca Japonya’nın durgunlukla mücadelede kararlı olması Asya’nın petrol talebiyle ilgili beklentileri yukarı çekiyor. Ancak bu tek başına ‘yüksek’ petrol fiyatı için neden değil. Çünkü OPEC bile küresel ekonominin büyüme başlangıcında 100-110 dolar arasını makul görüyor. Öte yandan ABD’nin yakın gelecekte petrole olan bağımlılığını azaltması bekleniyor. Ve bununla birlikte Irak’ın yeni ve daha güçlü bir oyuncu olarak devreye girmesi de yakın gelecekte olacak. ABD’nin ilk önce bağımlılığı azaltması, yani üretimiyle tüketimi arasındaki açığı kapatması hatta pozitife geçmesi petrol fiyatlarını kalıcı olarak aşağı çekecek bir faktör. Ama bundan öte Irak meselesi var. Brent petrolde iki gündür süren yükselişin, Çin ve Japonya dışındaki temel nedeni, İran ambargosuyla azalan petrol arzını Irak’ın yakın gelecekte telafi edemeyeceği endişesi. Daha doğrusu bu, bazı çevrelerde, bir endişe değil bir beklenti. Çünkü Irak’ın petrol piyasasında etkin olmaya başlaması K. Irak ve Türkiye üzerinden olacak. Bu haftanın en önemli gelişmesi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Türkiye’ye, merkezi yönetimden bağımsız, resmen petrol ihracına başlaması oldu. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Doğal Kaynaklar Bakanı Ashti Hawrami ‘Türkiye’ye 8 Ocak 2013 tarihinden itibaren ham petrol göndermeye başladık. Kürt hükümeti ham petrol ihracatı yapmakla özgürdür, çıkarılan ve gönderilen petrol kendi ihtiyacımız doğrultusunda kullanmamız, satmamız bizim en doğal hakkımızdır’ derken aslında meydan da okuyordu.
Burada hemen tarihi bir not parantezi açalım: Lozan öncesi Britanya’nın en büyük korkusu Musul-Kerkük bölgesinin Türkiye’nin denetime geçmesi idi. Biliyorsunuz ki, bu Misak-ı Milli’dir. Çünkü bu bölgeyi Britanya’nın denetleyememesi demek, Ortadoğu’nun denetimden çıkması ve istedikleri gibi kurulamaması demekti. Ayrıca Rusya’da devrim olmuş ve Sovyetler Türkiye’ye göz kırpıyordu. Böylece Britanya ve Fransa’nın korkulu rüyası Sovyetler’le tam bir kâbusa dönüşüyordu. Ama ‘kâbus’ gerçeğe dönüşmedi, Britanya emperyalizmi, belki de son zaferlerinden birisini Lozan’da kazandı. Türkiye, Misak-ı Milli’den vazgeçerek, geleceğin enerji zenginliklerini teslim ediyordu ama bu aynı zamanda enerji kaynaklarından uzak ve bağımlı bir Türkiye de demekti.
Şimdi yeniden bugüne dönelim; Britanya sömürgeciliğinin devamı olarak kurulan ve 2. Dünya Savaşı sonrası da ABD müdahalesiyle şekillenen ‘eski’ Ortadoğu bitiyor. Halklar üzerinde oturdukları zenginlikleri biliyorlar ve sahip çıkıyorlar. Ne diyor Hawrami ‘bu petrol bizim bunu biz satacağız.’ Ayrıca Türkiye üzerinden müthiş bir bölgesel entegrasyon başlıyor, Suriye devrimi buraya yaslanıyor, Mısır buraya bakıyor ve cesaret alıyor. Kapitalizmin merkezindeki kriz ABD ve Avrupa’yı geri çekilmeye zorluyor. Ve tam şimdi K. Irak Kürt yönetiminin ‘bu petrol bizim’ dediği ve resmen Türkiye’ye ihracata başladığı günlerde de, aynı zamanda, yalnız Türkiye’nin değil bölgenin de en büyük sorunu olan Kürt meselesinin bitmesi için tarihi uzlaşmaya doğru gidiyoruz.
Bir suikast, Fitch ve ötesi...
Ama tam bu günlerde bazı güçler 1) Irak karışacak ve petrol arzı duracak, İran ambargosu büyük sorun, petrol fırlayacak yönlendirmesini yapıyor. 2) Türkiye’nin barış yolunun öyle kolay olmadığını, bunun uluslararası bir sorun olduğunu anlatmak için PKK kurucusu Sakine Cansız’a Paris’te suikast düzenliyorlar. Şimdi İran ambargosundan doğan arz azalmasını Irak karşılayamaz, K. Irak petrolleri konusunda savaş çıkacak diye yönlendirme yapan güçlerle Paris’te PKK kurucusu Sakine Cansız’ı öldüren güçler aynı güçlerdir.
Hemen bir not ilave edip bırakıyorum; dün Fitch’den de bir değerlendirme geldi; diyor ki ‘Türkiye’de kredi genişlemesi olursa banka sistemi riskli olur.’ Bu şu demek: Biliyorsunuz bu kredi genişlemesi demek banka sisteminin aktif ve pasif tarafının birlikte büyümesi demektir. Pasif borç tarafı yani mevduat, uluslararası krediler falan. Aktif ise kredi tarafı, kredi, aktif pasif genişlemeden genişlemez. Şimdi Fitch küresel sermayeye diyor ki; Türk bankalarına sendikasyon verirken dikkat edin, gerekirse vermeyin, bizim bankalara da diyor ki, elinizdeki parayı kredi olarak kullandırmayın, Hazine’yi finanse edin, eskisi gibi. Türkiye büyümesin! İşte budur, var mı daha ötesi!
25 Aralık 2012 Salı
Kuvvetler Ayrılığı’nın müthiş ‘derinliği’Cemil ERTEM
Bugün izninizle benim için hayli eğlenceli olan -en az özelleştirme tartışmaları kadar- şu kuvvetler ayrılığı meselesinin tarihsel-ekonomik tarafına değinmek istiyorum.
Yine Başbakan’ın ‘iktidarın ayağına takılan bürokrasi’ eleştirisine bağlı olarak söylediği bir cümle ile başladı bu tartışma. Başbakan, neredeyse iktidar olduğundan beri ‘bürokratik oligarşi’ deyimini kullanıyor ve bu alana ciddi eleştiriler yöneltiyor. Bu eleştirileri, önemli ölçüde deneyimlerden ve gözlemlerden kaynaklanıyor. Bu deneyimlerin çok azını biz biliyoruz. Türkiye’de seçilmiş-sivil bir iktidar dışında devletin ‘derinliklerinde’ bürokraside yuvalanmış bir başka ‘iktidar’ olduğu konusunda sanıyorum aklı başında olan, şu ülkeyi biraz tanıyan hiç kimsenin itirazı olamaz.
Başbakan, iki gündür gelen yoğun eleştiriler karşısında ‘kuvvetler ayrılığı’ vurgusunu bu bağlamda yaptığını söyleyerek, teorik olarak Montesquie’nün son şeklini verdiği ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesine özünde karşı çıkmadığını söyledi.
Ancak benim sırtımda ‘yumurta küfesi’ yok. Ben, ilk önce bugünkü şartlarda ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi ile anlatılan ‘demokrasi’ yutturmacılarına karşı çıktığımı söylemek istiyorum. Ama şu ‘kuvvetler ayrılığı’ nasıl bir sonsuz demokrasi örneği imiş bunu da öğreniyoruz (!) Türkiye’de iki gündür, korporatist-ulusalcı meslek örgütlerinden, akademiye kadar her kesim hepimize kuvvetler ayrılığının ve buna bağlı demokrasinin (!) nasıl vazgeçilmez, mutlak bir ‘şey’ olduğunu anlatıp duruyor. Mesela bir tanesi şöyle diyor; ‘Sanayi Devrimi ile güçlenen burjuvazi ilk olarak Fransa’da iktidara yönelmiş, 1789 Fransız Devrimi gerçekleşmiş ve siyasal eşitliği savunan burjuvazi ve desteğini aldığı geniş halk kitlesi ‘Kuvvetler Ayrılığı’na sahip çıkmıştır. (...) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, artık burjuvazinin talep listesine girmiş ve zamanla tüm liberal sistemler için geçerli olmuştur.’ (TMMOB-MMO basın açıklaması) Yani insan bu derin bilgiler karşısında ne diyeceğini bilemiyor. Sanıyorum, ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini yaşadıkları şartlarda ortaya atan, geliştiren Locke ve Montesquie bile bu derinlik karşısında kendilerini kaybederlerdi. Ama 1871 Paris Komünü’nden, devletin devasa bürokrasisini, askeri ve hukuki kurumlarını, yürütme ve yargı organlarını ortadan kaldırıp yerine doğrudan demokrasinin, o güne kadar bulunmaz bir örneğini geçirdiği için övgüyle bahseden Marx da bu arkadaşları yorulana kadar sopalardı herhalde.
Ancak bütün bunlardan öte, işin tarihi ve ekonomik anlatısı da böyle değildir. İktidar (devlet) erkinin üç temel alanda birbirinden bağımsızlaştırılarak sürekliliğin sağlanması ve ‘mutlaklaştırılması’ her şeyden önce Fransız değil, İngiliz burjuva devrimi kaynaklıdır. Zaten John Locke’u (1632-1704) tamamlayan Montesquie, İngiliz devrimindeki süreçten ve bu süreçte oluşan dengelerden yola çıkar. İngiltere’de 16. ve 17. yüzyıldaki tarımsal kapitalizm, aristokrasinin kapitalistleşmesi ile ortaya çıkmış ve sanayi devriminin ilk birikimlerini sağlamıştır. Bu yüzden Britanya’da devrim bir süreç ve aristokrasinin içinde bulunduğu ‘sürekli denge’ halidir.
Britanya’nın baldırı çıplakları ve günümüzün orta sınıfı
Tudor monarşisi sonra da Crown Parliament uygulaması İngiliz sisteminin özünü belirlerken bir siyasi geçiş dengesi de sağlamıştır. Mesela Cromwell’in Püriten gücünü arkasına alan cumhuriyeti, yeni kapitalistlerin, tüccarların, toprak sahiplerinin çıkarları ile zanaatkârların çıkarlarını birleştirmeye çalışan bir denge iktidarı idi. Sınaî kapitalizm lehine bir çözülme, aynı zamanda, bir iç savaş ve kapitalizmi de aşacak yeni arayışlar idi. İşte bu arayışlar hem yeni burjuvaziyi ortaya çıkarmış hem de İngiliz devriminin bize geleceği anlatan radikalizmini doğurmuştur. Örneğin İngiliz devriminin radikal unsurları ‘Düzleyiciler ve Kazıcılardı.’ 1649’da ‘cumhuriyet’ ilan edildiği zaman Düzleyiciler’in önderleri de kurşuna diziliyordu. Düzleyiciler, küçük ve orta ölçekli mülkiyet sahiplerini, tüccarları ve küçük-orta boy toprak sahiplerini -çiftçileri- temsil ediyorlardı. Mülkiyete karşı değillerdi ancak mülkiyetin tekelleşmesine karşı idiler.
Ancak tekelleşmemiş bir mülkiyeti savunmak da kapitalizmin özüne ve yolculuğuna aykırı idi. Bunun için ilk büyük burjuva devriminin yenilen -belki de- en radikal grubu arasında yer aldılar ama Düzleyiciler’in savundukları görüşler, (vergi adaleti, genel oy hakkı, rekabetin özel mülkiyetin kökeni olması, dinsel hoşgörü) İngiliz burjuva devrimine katkı yaptı ve yazılı olmayan anayasaya geçti.
İşte, İngiltere’deki bu büyük dönüşümü ‘aşağıdan’ gelen ‘Düzleyiciler’ gibi ayak takımının eline tümden vermemek, iktidarı kazara ele geçirseler bile, yargı ve yürütme bürokrasi gibi devletin değişmeyen güçleri tarafından engellenmeleri ve aristokrasi, burjuvazi arasındaki dengenin korunması için Montesquie’nün bugün de mutlaklaştıran sihirli formülüdür kuvvetler ayrılığı.
Şimdi bunu, bugünün Türkiye’si hatta Mısır’ını gözümüzün önüne getirerek yeniden düşünelim. Bugün, Türkiye’de vergi adaletini, tekelci olmayan özel mülkiyeti, demokratik devleti ve doğrudan demokrasi arayışlarını kim destekliyor ve bunları 400 yıllık burjuva zırvalara sığınarak kim(ler) inkâr ediyor... Soru budur, gerisi zırva...
29 Kasım 2012 Perşembe
Bildiğiniz medya için ‘Muhteşem Yüzyıl’ bitti!Cemil ERTEM
Bugün Kıbrıs’dayım. Birazdan Kıbrıs Ticaret Odası’nın düzenlediği medya ve ekonomi konulu panele katılacağım. Medya ve ekonomi ya da medya ve siyaset; şu sıralar tartıştığımız birçok konunun merkezinde bunlar var. Medyanın siyaseti belirlediği, ekonomiye yön verdiği, ekonomik beklentileri tayin ettiği bir sisteme, gerçek anlamda piyasa ekonomisi ve bunun devamı olarak demokrasi denebilir mi? Bu soruya cevabınız hayırsa bunun tersini -belki- eleştirme hakkınız olabilir. Ama medyanın tekellerle iç içe geçerek piyasanın da, rekabetin de dolayısıyla demokrasinin de canına okuduğu bir zamanın çaresiz savunucularıysanız bugün siyasetin medyayı şekillendirmeye kalkmasını neden bu kadar anlaşılmaz bulduğunuzu da doğrusu ben anlamıyorum. Buna ‘etme bulma dünyası’ demeyeceğim. Çünkü böyle de değil...
Bütün bu olanlar, bizim şimdi tartıştıklarımız çok yakında anlamsız olacak. Yani şunu demek istiyorum; nasıl şimdilerde medya imparatorluklarının çekip çevirdiği, yönlendirdiği güçsüz-burada güçsüzlüğü demokrasiden ziyade otoriterliğe dayanan anlamında kullanıyorum- hükümetler, bilginin her yere ulaşması ve sivil toplumun etkisi sayesinde yerlerini, etkin, gücünü tekelci medya imparatorluklarından değil de, halktan olan hükümetlere bırakıyorsa yakında medyanın nasıl olacağını ne devletler ne de hükümetler belirleyecek.
Herşey seksenlerin hemen başında başladı internet ağları sayesinde gazeteler, aynı baskıyı bir kaç merkezde aynı anda yapmaya başladılar. Video kasetl çılgınlığı da devlet-medya imparatorluklarına mahkum olan TV seyircisi için ‘gayri-resmi’ bir alternatifti. Görsel-işitsel medyanın tek yönlü yapısı, gelişmiş ülkelerden başlayarak hızlı kırıldı. Bizde de ilk özel TV bu yıllarda ortaya çıktı. Zaten Avrupa’da hükümetler TV üzerindeki etkilerini bu yıllarda kaybetmeye başladılar. Kablolu yayının, doksanların hemen başında, ortaya çıkmasıyla TV kanalları hızla çoğaldı ve bu da medya tekellerinin etkisinin kırılmaya başlaması anlamına geliyordu. Örneğin ABD’de üç büyük kanalın ‘prime time’ izlenme oranları 1980-1999 arasında yüzde 90’den yüzde 55 düştü. Öte yandan uydu TV’lerde, tek devlet kanalına mahkum üçüncü dünya halklarının gözünü aynı tarihlerde açmaya başlamıştı. Irak işgali CNN’den naklen yayınlandığında, bu yeni başlangıcın heyecanı ile, çok az savaş karşıtı dışında, hiç kimse insanların misket bomlaları ile ölmesinin naklen seyredilmesinin insanlık dışı bir şey olduğunu haykırmadı. Ancak çok geçmeden El-Cezire diye bir kanal çıktı ve o’da Arap Baharı’nı yayınlamaya başladı. Ben Suriye direnişi başlamadan bir kaç ay önce Şam’daydım. Baas rejiminin TV kanalını devletin hotellerinde bile kimse seyretmiyordu. Bütün bilgiler, uydu kanalıyla, El-Cezire ya da BBC gibi diğer küresel kanallardan alınıyordu. Tabii ki Baas’da stratejisini bütün Suriye ‘bizim’ kanalı seyrediyor varsayımı üzerine kuruyordu. Yani hem ulus-devletlere bağlı medya imparatorlukları hem de ulus-devletler fena halde yanılıyorlardı. Örneğin Robert Murdoch, Google’a savaş açarak Google’ın telif ödememesi halinde sahibi olduğu TV, gazete içeriklerini aramaya kapatacağını açıklamıştı. Google telif ödemeyi kabul ettiğinde Murdoch zafer kazandığını sanıyordu ama News-Corp.’un tirajları, reytingleri ve reklam gelirleri düşmeye devam etti. Murdoch, uzun zaman bu düşüşü içerik ‘hırsızlığına’ bağladı. Ama aynı Murdoch sahip olduğu yayınların internet sitelerine erişimi paralı hale getirmiyordu. Çünkü ağ toplumunda ve onun ekonomisinde az olanın, saklananın değil, çoğalanın ve paylaşılanın değerli olduğunu dinazor Murdoch bile keşfetmişti. Şimdi bizde web sitelerini şifreli-paralı yapan gazetelere ben gülüyorum, çok dinozorca... Bundan bir müddet önce, bizim gazetede de dahil olmak üzere, bir çok gazete içerik kopyalamasına izin vermeyen kilitler koydular. Bu da çok yanlış bir uygulama. Bilginin yayılmasını, kaynak göstererek, teşvik eden uygulamaları bulmalıyız. Çünkü bilginin yayılması doğru bir piyasa ve ekonomi anlamına geldiği gibi, bilgiyi saklamanın da bir işe yaramadığını artık biliyoruz. Tam aksine, bilgiyi saklayan anında yayılmasına izin vermezse bundan zararlı çıkıyor. Çünkü, aynı dakikalarda başka birisi o bilgiye, başka bir biçimde ulaşıyor ve yayıyor.
Yeni gazetecilik...
Peki önümüzde nasıl bir medya ve gazetecilik olacak? WikiLeaks örneğinde görüldüğü gibi, sızıntı gazeteciliği artık önemli bir alan. Neden-Sonuç üzerinden araştırmacı ve yorumcu gazetecilik öne çıkacak. Bunun dışında veri gazeteciliği, hatta veri bankaları üzerinden (database journalism) yapılan haberlerde önemli bir alan artık. Yakında bilginin arkeolojisi de olacak. Örneğin Özal’ın nasıl öldürüldüğünü hatta Fatih’in nasıl zehirlendiğini araştırmak bilgi arkeolojisi gibi ‘ince’ ve ‘derin’bir uğraş olsa gerek...Eski medya bu haliyle bitti, inanın ne geçmişi ne de yarın olacakları bu medyadan öğnenmeyeceğiz. Artık her birey kendi medya imparatorluğunu oluşturabilir ve kendisi için bir Muhteşem Yüzyıl senaryosu yazabilir.
21 Kasım 2012 Çarşamba
23 Eylül 2012 Pazar
Türkiye’de zenginliğin kaynakları -CEMİL ERTEM
GİRİŞ
Türkiye’de “zenginliğin” oluşması ya da servetin Osmanlı “mülkünden” çıkıp yeniden biçimlenmesi ve el değiştirmesi tarihsel olarak Cumhuriyetten çok önceye dayanır. Ama ulusal bir pazar inşa etme ve o pazarın öznelerini yaratma politikası tabii ki -ulus-devlet iradesi olarak- Cumhuriyetle başlar. İlk önce Osmanlı sonra da Cumhuriyet döneminin sermaye birikimi ve bunun sonucunda gerçekleşen “zenginlik” hem ekonomik hem de siyasi olarak -hiç şüphesiz- iki ayrı döneme tekabül eder gözükür. Ancak yaratılan zenginliğin paylaşımı ve hâkim sınıfların kompozisyonunun oluşması Cumhuriyetten çok önceye dayanır. 1850’lerde belirginleşmeye başlayan bu süreç; zorunlu olarak, 1923’te Cumhuriyetin ilanıyla kesintiye uğrar. Ama şu çok açıktır ki, Cumhuriyetin özellikle 1930’dan başlamak üzere uyguladığı politikalar devletçi bir yağmacılık olarak “zenginliğin” -sermayenin- Türkleştirilmesi sürecinin bir devamı niteliğindedir. Bu anlamda “milli iktisat” bir iktisat politikası olarak nitelendirilemez. 1930’da başlayan “devletçilik” dünya koşullarının zorunluluğu kadar, 1923’te kesintiye uğrayan ve kökleri İttihat ve Terakki’de bulunan bürokratik-militarist hâkim yapının inisyatifi ele almasıyla da açıklanabilir. Ve bu dönemden sonra gelen 50 yıl, Türkiye’de hem zenginliğin hem de buna bağlı yoksullaşmanın, yağmanın kısaca haraç ekonomisinin tarihidir. Kapitalizmin ve onun “rasyonalitesinin” uçlarını verdiği, liberalizmin (ama artık neo-liberal olarak) 1980 sonrası ise birçok yönüyle hem 50 yıllık yağma ekonomisinin izlerini hem de uluslararası sermaye birikiminin güncel müdahalelerini barındırır.
Bu kısa çalışma öncelikle Türkiye’de “zenginliğin” belki de güncel hukuk diliyle söylersek “sebepsiz zenginleşmenin” köklerini ve bu konudaki iradi müdahaleleri ele almaktadır. Bu açıdan zaman aralığımız “tevhid” sürecinin ilk adımı sayılan 1844 Tashih-i Ayar girişimiyle başlayan “parasal birlik” sürecinin başlangıcı olarak belirlenmiştir. Bu süreç-yani 1923 Cumhuriyetin ilanına kadar olan süreç-, ulusallaşma ve sömürgecilik (İttihatçılık-Batılaşma-sömürgecilik) arasında çırpınan çökmüş bir imparatorluğun resmini de verir.Cumhuriyet öncesi, Niyazi Berkes’in de çok iyi anlattığı gibi(1) kalkınma yolu için üç temel görüş öne çıkmaktaydı. (Aslında buna üç temel ideolojik yaklaşım demek daha doğru olur.) İslam modeli, Ulusçuluk ve Batı liberalizmi çerçevesi. Bu üç temel yaklaşım, özünde Batı’nın kapitalizm açılımının farklı veçheleri olarak anlatılmış ve her üç akımın temsilcileri farklı biçimde de olsa artı-değer dolayısıyla meta üretimi olmadan gelişme olmayacağı konusunda hemfikir gözükmüşlerdir; İslamcılar dâhil.(2) Ama bu üç temel yaklaşımın ruhunda bulunan kapitalizmin rasyonalitesi pratikte, bütün bu tarihi süreç boyunca, hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır. Çünkü Türkiye’de kapitalizmin tarihi, aynı anda kapitalizm öncesi siyasi bir yağma ile birlikte şekillenmiştir.
TEVHİD’TEN YAĞMACI ULUSÇULUĞA ÖZGÜN BİR YENİ-SÖMÜRGELEŞME DENEYİMİ
Kapitalist ekonomilerde “ekonomik” kararlar iktisadın rasyonalitesi çerçevesinde alınır. Doğrudan ekonomiyi ilgilendiren bir konuda sermaye birikiminin, o anki, gereklerinin belirleyici olması gerekir. Bunun tersi ancak kapitalizm öncesi toplumlarda olur; bu toplumlarda kaynak dağılımı siyasi kararlar ve bunun sonucunda gerçekleşecek “yağ ma” ile gerçekleşir. Ekonomiye dayanmayan, her türlü üretici faaliyete yabancılaşmış ama buradan beslenen yönetici sınıfların kararları siyasidir. Ekonomik rasyonalite ve buna bağlı ekonomik kararlar ancak kapitalist toplumsal formasyonun ürünüdür. Kapitalizm öncesi toplumların yönetici erkinin iktisadî bakışı olamaz. Perspektifleri sadece politiktir. Örneğin varlık vergisi uygulaması buna çok çarpıcı bir örnektir. 1915 jenosidinin devamı niteliğinde bir karar olan Varlık Vergisi (1942) uygulaması dönemin faşist iktidarının politik tercihi idi. Bu açıdan Türkiye’de özellikle ikinci savaş öncesi gündeme iyice oturan “milli iktisat” politikası doğrudan İttihatçı geleneğin devamı olduğu gibi, özünde de iktisadî bir politik hat değildir. Siyasi tercihlerin şekillendirdiği ırkçı bir yağma politikasıdır. Türkiye’de yoksullaşmanın başlangıcı, kapitalist rasyonaliteden uzak, tamamen kapitalizm öncesi, kaynakların yağmalanarak paylaşılmasını vazeden, bu anlayışa dayanır. Yani IMF falan bunların yanında sütten çıkmış akkaşık olduğu gibi, Türkiye’nin yoksullaştırılması hikâyesinde milat, IMF ile ilişkilerin başlangıcı değil, bu yağma politikasının başlangıcıdır.
Marx’ın Kapital’inin 1. cildinin 1. bölümünün başlığı “Meta Fetişizmi”dir. Bu başlık Marx’ın gerçek niyetini ortaya koyar. Yani Marx kapitalist ekonomiyi anlatmayı amaçladığı için “meta fetişizmi” ile başlar. Samir Amin “Eğer Marx bize kapitalizmi değil de haraca dayalı kapitalizm öncesi bir yapıyı anlatmayı isteseydi Kapital’in adını İktidar koyar, ‘meta fetişizmi’ yerine de ‘iktidar fetişizmi’ ile başlardı,” diyor. İşte Samir Amin’in bu tespiti Türkiye’yi çok iyi anlatıyor. Türkiye’de çarpık zenginliğin başka bir deyişle yoksulluğun kökeninde bu “iktidar” vardır.(3)
De v l e t in v e onun ikt ida r l a r ının he r ş e y in önünde olduğu iktidar fetişizminin tek gerçek “hakikat” olduğu bir ülke oldu Türkiye yıllardır. Hükümetlerin, burjuvaların ellerindeki bankaları devletin “yetiştirdiği” devlet burjuvaları(!) ile birlikte yağmalaması başka nerede olabilir. Bugün bütün bu ortaya dökülenler Türkiye’de, haraca dayalı yapının ve onların temsilcilerinin iktidar ortağı olmasının yolunun devleti, dolayısıyla iktidarı fetişleştirmekten geçtiğini bize anlatıyor. Şimdi çatırdamakta olan seksen küsur yıllık “iktidar”ın özeti budur. Ancak burada çok önemli bir şey daha var. O da, bu iktidar fetişizminin, doğal olarak, ırkçı bir ideolojik temele oturmasıdır. Örneğin 1946’da dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu şöyle diyor: “Halk Partisi milliyetçidir; yani Türk’tür, ben Türk’üm diyen adama Türk muamelesi, ben Türk değilim diyen adama da misafir muamelesi yapılır.” Şimdi bunun ne demek olduğu açık.(4) Bu anlamda Türkiye’de sınıf savaşı Batı’da olduğu gibi keskin ve belirgin ayrımlarla, tek boyutlu değil, hâkim sınıfların siyasi iktidarın pekiştirilmesi ve sürdürülmesi sürecinde çok yönlü bir iktidar paylaşım savaşımını da içerir. Bu anlamda bu süreç, hâkim bir ulusun egemenliğinin sürdürülmesi, kaynaklardan daha fazla pay alması ve iktidarı “paylaşmama” mücadelesini de barındırır. Bu açıdan, yukarıda vurguladığımız gibi, “ekonomik” değil ağırlıklı olarak siyasi yönlü ve yoğunlukludur.
Türkiye’de ulus-devlet inşa sürecinin kilit sözcüğü “tevhid”di. Tevhid, bir kılma, birleştirme,bütünleştirme anlamına geliyordu. Bugünkü deyimle üniter yapının inşası, bütün bu süreci belirleyen ama daha doğru dürüst tamamlanmadan çözülmeye başlayan bir tarihi içerir. Türkiye’de ulus-devletin ve pazarın inşa süreci -yani zenginliğin, meta üretimini sağlayıp sürekliliğini oluşturacak kurumsallaşmayı sağlaması tarihi- Cumhuriyetten çok önce parasal birlik oluşturma iradesi ile başlar. Ulus-devletlerin bu alanda ilk el attıkları konu ülke bütünlüğünde tek para sisteminin kullanımıydı. Türkiye’de de benzer bir politika izlendi. 1844 Tashih-i Ayar girişimiyle parasal birlik süreci başladı.(5)
Henüz ulusal pazarın oluşmadığı bir imparatorlukta ulusal para sistemine geçmek kolay değildi. Ancak bu zor süreç sembolik bir iradeyi temsil ediyordu. Osmanlı el yordamıyla da olsa zenginleşmenin finans-kapitalle olacağını, meta üretiminin ve dolaşımının yeni bir çağın temel işlevi olduğunu kavramıştı. Ama bu düşünsel “iradenin” altyapısı yoktu. Batı’daki gibi bir önceki toplumsal yapının içsel dinamikleriyle doğan yeni bir sınıf ortada yoktu. Yalnızca sezgiler ve “artık böyle olması lazım” diyen bir “devletli” sınıfı vardı. Ama her şeye rağmen bu sistem bir ayakla yürüdü. Sistemi yeniden üretecek, bugünlerin deyimiyle söylersek reel ekonomiye ve onun rasyonalitesine bağlayacak üretici güçleri imparatorluk dinamikleri yaratmamıştı. Yaratamazdı da zaten; dolayısıyla Osmanlı banknotları para işlevi görmedi. Yalnızca, zorunlu hallerde, ticari senet gibi alınıp verildi. Osmanlı “evrak-ı nakdiye”leri 1928 Eylül’üne kadar tedavül gördü.(6) Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı 158 milyon civarında kâğıt parayı 1930’da Merkez Bankası kaydına geçirdi. Bu aslında oldukça sembolik bir tarih sayılabilir. Çünkü 1929 büyük bunalımına bağlı olarak 1930’lu yıllardan başlamak üzere Cumhuriyet devletçilik uygulamasına geçmiştir. Aslında 1923-30 arası Türk değişiminin sacayağından biri olan liberal-ulusçu sentezin hâkim olduğu, en azından iktisadiyat açısından hâkim olduğu bir ara dönemdir.(7) Ancak bu dönemde Osmanlı’dan kalma politikasızlık sürece hâkim olmuştur. İzmir İktisat Kongresi bu politikasızlık tespitini çok iyi anlatan bulunmaz bir örnektir.
“İzmir İktisat Kongresi’nin 1920’li yılların ortanın sağı iktisat siyasasını saptadığı ve başlattığı yorumlarına katılmak ve Kongre’yi bu bakımdan önemsemek zor. Gerçi Kongre’de konuşulan konular arasında kişisel mülkiyet hakkı, serbest ticaret ve yabancı sermayenin yararları yer almaktadır. Yüzyıllar boyunca kişi mülkiyetini güvenceye almamış olan Osmanlı döneminden ve Birinci Dünya Savaşı’nın yabancı fobisinden sonra bu konulara sıcak yaklaşılmaması önemli bir dönemeç sayılabilir. Ancak Kongre’ye bütünü ile bakıldığı zaman, bu yorumu abartmamak gerekir; çünkü görüşmelerde, iktisatla ilgili ilgisiz birçok konu ortaya atılmış, fakat strateji denilebilecek bir görüş paketi ortaya çıkmamıştır.”(8)
Bunun nedeni çok açıktır; birincisi Türkiye’de Batı’daki gibi sermaye birikiminin bütün gereklerini üstlenecek bir zenginlik ve o zenginliğin sahibi olan burjuva sınıfı yoktur; ikincisi devletin Batı’dan ayrı ve Batı’ya rağmen bir kalkınmayı üstlenecek gücü, yönelimi ve ideolojik seçimi de yoktur. İzmir iktisat Kongresi’nden somut yönelimin çıkmaması 18. yüzyıldan başlamak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı temel değişimi anlatır aslında.
“18. ve 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun yaşadığı temel değişim, bir bürokratik burjuvazi ile ticaret burjuvazisinin doğuşudur. Bu burjuvazinin göze çarpan özelliği, kaynakları sultanın egemenliğinden ilk kez çekip almasıdır. Kaynaklar iki türlüydü: Birincisi, Batı tipi eğitimle oluşan beşeri kaynak, İkincisi Batı’yla ticari ilişki kurmuş olan azınlık tacirlerinin ve önde gelen Batılı güçlerin yasal koruyuculuğu altına girmesiyle zenginleşen ticaret burjuvazisinin serveti. Beşeri kaynak, yani yeni Osmanlılar ve devletliler ile Batı finans kapitalinin temsilcisi finans ve ticaret burjuvazisi ekonomik gücünü kaybeden İmparatorluğunu yapıcı dinamikleri olarak tarih sahnesine çıktılar.”(9)
“Bu iki grup (bürokratik burjuvazi ile gayrimüslim ticaret burjuvazisi) birlikte Osmanlı burjuvazisini oluşturabilirlerdi fakat etnik ve dinsel çizgilerin ayrıştığı Osmanlı toplumsal yapısı içinde farklı yerlerde konumlanmalarından ötürü bu parçalı yapı devam etti.”(10)
Çetinoğlu’nun bu satırları bize hem Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kararsızlığı hem de bugünlerdeki iktidar savaşının köklerini anlatıyor. Osmanlı’da mülkiyetin saraya ait olması imparatorluğun dağılma sürecinde mülkiyetin ve zenginliğin devlet bürokrasisinin inisyatifine bırakmıştır.Ancak bürokratik burjuvazi zenginlik yaratan değil, onu ele geçiren ve kollayan bir sınıf olarak bir müddet sonra kendisinin denetleyeceği, yönlendireceği zenginlik yaratan bir sınıfa dayanmak isteyecektir. Bu açıdan “yabancı” ticaret burjuvazisi hiç de güvenilir ittifak değildir.
“Bilindiği gibi Batı’yı ortaçağın yoksulluğundan ve her türlü beceri yoksulluğundan kurtaran, ilk oluşumlarına Venedik ile Cenova’da rastladığımız finans kapitalidir. İlkönce Akdeniz’e ardından Amerika’ya yayılan Avrupa deniz ticareti, eldeki altın ve gümüş stokunun çok üstünde bir satın alma ve işlem gücü yaratan bankalar ve banker kâğıtlarıyla kısa sürede canlanarak büyük boyutlara ulaşmıştır. Böylece bir yandan bu kâğıtların sağladığı satın alma gücü, öte yandan bu yolla lehte oluşan dolaşım hadleri Avrupa’nın tarım geliri dışında bir geliri olmayan feodal beylerini de zenginleştirmiştir. Bazıları hızla zenginleşerek siyasi nüfuzlar sağlamış, ilk krallıkların öncüleri olmuştur.”(11)
Batı’nın bu merkantilist soygunu kapitalizmin başlangıç zenginliğinin nedenidir. Merkantilizm, değerli madenlere dayalı finans kapitali hızla gelişmekte olan sanayi burjuvazisinin eline vermiştir. Merkantilizmin yaratıcısı yağmacı tüccarlar ne kadar sınır tanımazsa, sanayi sermayesinin temsilcisi burjuvalar o kadar sınırlara güvenir; sınırlarla çevrili pazarlar ve o pazarların koruyucusu devletler ulus olgusunun iki temel yapıcısı olarak kendini göstermiş ve Batı zenginliğinin hem sürdürücüsü hem de koruyucusu olarak kapitalizmin bu güne kadar olan serüvenine damgasını vurmuştur. Bu açıdan 17. ve 18. yüzyılların en önemli özelliği, Batı Avrupa’da merkezî devletlerin güçlenmeye başlamasıdır. Merkezî devlet daha doğrusu ulus-devlet Batı’da yaratılan zenginliğin sürdürücüsü ve koruyucu olarak ortaya çıkarken ve süreç içinde güçlenirken Osmanlı’da merkezî devlet gücü geriliyordu.(12) Merkezî devletin gücünün gerilemesi yine Şevket Pamuk’a göre ekonominin gücünün gerilemesi anlamına gelmez. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda maliyenin bunalımı ekonominin genelinin bunalımı gibi görülmüş; birçok tarihçi merkezin malî güçsüzlüğünü genel ekonomik durumun bozulması olarak anlatmıştır. 1700’lerin ortalarına kadar olan süreçte tarımsal üretim artmış, ancak artan tarımsal üretimin ihracatı yüksek vergilerle önlenmiştir. Bu çok ilginç bir durumdur. Çünkü Osmanlı egemenleri kendileri dışında ya da denetimlerinin olmayacağı bir zenginleşme istememektedirler.
“17. yüzyıl boyunca sık sık ihracı yapılan pamuk, yün ve deri gibi hammaddelerle pamuk ipliği ihracı, gümrük vergilerinin ödenmesi koşuluyla, serbest bırakılmıştır. Öte yandan yine bu dönemde İstanbul, Halep, Bursa, Ankara, Tokat,Edirne, gibi kentlerdeki zanaatkârlara dayalı imalat faaliyetlerinde, özellikle ipekli, yünlü ve pamuklu dokumacılık dallarında önemli artışlar görülmektedir.”(13)
Pamuk’un aktardığına göre Braudel, Osmanlı’nın 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, 20-25 milyonluk bir nüfusu besleyebilen, giydirebilen, büyük ölçüde kendine yeterli bir iktisadî yapı oluşturmuştu.(14)
Burada altı çizilmesi gereken nokta Osmanlı için büyük dönüşümün olması, zenginliğin yaratılması ve yeni sınıfın omuzları üstünde yükselmesi için taşrada yükselen toplumsal kesimlerin merkezî devlet tarafından önünün kesilmemesi, tam aksine merkezî devlet dışında bir ekonomik güç olma yolunda emekleyen bu toplumsal kesimlerin üretim ilişkilerini kendi lehlerine değiştirecek güçlerinin oluşması gerekiyordu. Ama yukarıda bahsettiğimiz gibi bu önlendi. Aynı zamanda taşradaki ayan da, yeni üretim yapıları oluşturmak yerine, merkezî devletin geliştirmiş olduğu artığa el koyma süreçlerini kullanmayı, bir başka deyişle, var olan yapılar içinde kalarak el konulan artığa ortak olmayı tercih etti.(15) Ayan, var olan üretim ilişkilerini geliştirmek yerine, çok daha kolay olan merkez yerine vergi toplamayı tercih etti. Bu çok önemli ayrım, aynı zamanda, Osmanlı sonrası Türkiye’nin egemen sınıflarının temel karakteristiklerinden birini oluşturacaktı. Yani asker ve sivil bürokratik burjuvazi ilk önce kendi denetimleri dışında üretim güçlerinin gelişmesine, dolayısıyla sermayenin birikmesine izin vermemiş, bunu engellemiş, daha sonra ise kendi denetiminde ticaret burjuvazisi yaratarak zenginliği istediği ölçülerde ve oranlarda paylaşmıştır. Bu aynı zamanda bugünkü baskıcı devlet geleneğinin ekonomik nedenlerini anlatan bir özelliktir. Bu yapının oluşması ve pekiştirilmesi enflasyon dışında tamamıyla siyasi düzenlemelerle olmuştur. Yani Türk bürokratik yönetici sınıfları savaş, soykırım ve enflasyonla ekonomik ve siyasi erklerini sağlayıp zenginliklerini devam ettirmişlerdir. Osmanlı’da başlayan bu sömürü ve zenginleşme Örneğin Cihan Harbi yıllarında, Osmanlı toplumunda gelir bölüşümü önemli değişimlere uğramıştır. Bugünkü çarpık yapının önemli ölçüde belirginleştiği ve Türk oligarşisinin ilk temellerinin atıldığı yıllar, Balkan Savaşları (1912-13) Cihan Harbi ve 1915 jenosididir.
“Cihan Harbi yıllarında, Osmanlı toplumunda gelir bölüşümü önemli dönüşümlere uğradı. Başta memur, asker, emekli vb. savaş spekülasyonu sonucu yoksullaştı; mülksüzleşti. Buna karşın, pazara dönük üretimde bulunan orta ve büyük toprak sahibi, taşra tüccarı, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne yakınlığıyla tanınan ve İstanbul’un iaşesini üstlenen örgütlü esnaf ve ‘harb zengini’ diye adlandırılan, spekülatif girişimleri sonucu kısa sürede servet birikimine giden savaş tüccarı 1914-1918 döneminden kazançlı çıkan kesitleri oluşturdu. Özellikle Batı Anadolu içe dönük piyasadan ve parasallaşmadan büyük pay almıştı. İttihad ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumi üyesi Dr. Nazım, Tanin’e verdiği demeçte İzmir’deki servet birikimini ilginç bir üslupla dile getirmişti: Şüphesiz harb memleketimizin hemen her tarafını zengin etmiş, fakat ahval-i fevkaladenin bahşettiği servetin en büyük hissesi İzmir’e nasip olmuştur. Harb-i Umumi’den sonra bizde başlayan iktisadî uyanıklığın asarını İzmir’in hemen her tarafında görebiliriz. (...) Cihan Harbi yıllarında Osmanlı topraklarında kâğıt para ile de olsa servet birikimi olduğu kesindi. Ancak bu birikimde reel üretimle, spekülatif girişimlerin payını belirlemek zordu. Yeni bir sermayedar kesimi bir anlamda türemişti. Tanin gazetesi ‘bizdeki kadar gaddarhane hareket eden sermayedarlar dünyanın hiçbir yerinde yoktur’ diyordu.”(16)
Dr. Nazım şu sözlerle servetin kime ait olması gerektiğini anlatıyor ve bu sözler bu topraklara bundan sonra olacakların ve “sebepsiz zenginleşmenin” temel mantığını anlatıyordu:
“Bu toprakta Türklerin, sadece Türklerin yaşamasını ve ona tamamen sahip olmasını istiyoruz. Milliyeti yahut dini ne olursa olsun, Türk olmayanlar kahrolsun!”(17)
Evet, bundan sonra aynen Dr. Nazım’ın dediği gibi olacaktı. Savaş yılları ve onu takip eden yıllarda servetin Türkleştirilmesi Türk bürokratik sınıflarının en önemli siyasi hedefi olacaktı. Bu siyasi hedef Cumhuriyetin temel dinamiklerini belirleyecek, hem servetin dağılımı hem de yönetici sınıflar arasındaki mücadele ve denge hallerini tayin edecekti. Zenginliğin oluşması ve yönetici sınıfların elinde toplanmasının ikinci yolu, hiç şüphesiz, enflasyondu.
Şevket Pamuk’un yaptığı çalışmada (18) Osmanlı arşivlerinde bulunan vakıf ve imaretlere ait verilere dayanan tüketici fiyat endeksleri, genel fiyat düzeyinin 1469’dan 1914 yılına kadar (yani Cihan Harbi’nin başlangıç yılı) yaklaşık 300 kat arttığını ortaya koyuyor. Şevket Pamuk bu dönemde iki hızlı enflasyon dönemi olduğunu saptıyor. Birinci olarak, 16. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın ortalarına kadar uzanan enflasyon dalgası; bu dönemde fiyatlar 5 kat artıyor. Bu dönemdeki artışlar dünya ölçeğindeki fiyat devrimi ile ilişkilendirilmektedir. (19)Ancak fiyat artışlarının süreklilik kazanması 1860 ile 1914 arasındaki dönemdir. Bu dönemde fiyat yükselişleri ücret ve diğer gelirlerin önüne geçerek gelir transferini gerçekleştirmektedir. Yani 1844’te, yukarıda belirttiğimiz gibi, tevhid sürecinin başlangıcı olan 1844 Tashih-i Ayar girişimiyle başlayan süreç, enflasyonla Osmanlı’nın sömürgeleşmesine ve komprador yeni bir sınıfın doğmasına yol açarken, savaşlar ve el koymalar da sermayenin Türkleştirilmesini amaçladığı gibi bürokratik burjuvazinin iktidarını, vesayetini pekiştirmiştir.
BİR VESAYET REJİMİ OLARAK CUMHURİYET VE ZENGİNLERİ
1930-1950 arası aslında Balkan Savaşları ve Cihan Harbi sırasında başlayan sermayenin Türkleştirilmesi sürecinin devamıdır. Bu anlamda bu dönem; yani tek parti dönemi, faşizmden izler taşır ve bu izler bütün bir döneme damgasını vurur. Örneğin bu dönemi karakterize eden en önemli ol a y 1942’deki Varlık Vergisi uygulamasıdır. Bu uygulama ekonomik değil, siyasi bir karardır. 1915’in devamıdır. Bütün bu dönemi Sait Çetinoğlu Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi çalışmasında anlatır. (20) Bu servetin zor yoluyla el değiştirmesinde ve Türkiye’de devlet zoruyla Türk burjuvazi yaratma konusunda özgün ve acımasız bir örnektir. Bu uygulamadan sonra oligarşi içindeki asker-sivil bürokrasi ağırlığını arttırmıştır. Çünkü servetin zorla el değiştirmesi yeni zenginlerin hamilerini daha fazla gerekli kılmış; yapılan soygunun koruyucu olarak militarist yapı gücüne güç katmıştır. Tek parti dönemi ve zulmü oligarşi içindeki militarist yapının güçlenmesine yol açarken paradoksal olarakta yıpranmasını sağlamıştır. Türkiye’de asker ve sivil devlet bürokrasisi DP iktidarına rağmen, yine de suyun başını tutmuştur. Oktay Yenal buna rant devletçiliği der.(21) Devlet ekonominin bir unsuru değil, kendisidir. Yine Yenal bu devletçiliği sacayağa oturtur. Denetleme, rant dağıtma ve enflasyoncu finans ayağı. Denetleme ve rant dağıtma ayakları Osmanlı’dan beri devam eden müesseselerdir. Yani devlet elitleri kendi çıkarları ve refahları doğrultusunda ilkönce kaynakları ve üretimi denetliyor-yönlendiriyor sonra da elde edilen artığı bir rant olarak paylaşıyor. Bu açıdan Osmanlı-Cumhuriyet bürokrasisi aslında devamlılık arz eder. 1950’ye kadar devlet, denetleme ve rant dağıtma ekonomisi ile ayakta durur. Bu iki ekonomiye 1950’den sonra yeni bir kardeş gelir: Enflasyoncu finans. Aslında enflasyon, yukarıda da anlattığımız gibi, başından beri bir gelir aktarım mekanizması olarak, Türk burjuvazisini yaratma aracı olarak kullanılmıştır. 1950’den sonra Yenal’ın enflasyon vurgusu yapması, ticaret burjuvazisinin bir bölümünün sanayileşmeyi ve zamanın kontrol sanayilerinde uluslararası sermaye ile işbirliği yaparak öne çıkmaya başlamasıdır. Bu yapıya Demokrat Parti iktidarı enflasyon yolu ile kaynak aktarmıştır. Bu kesimin uluslararası sermaye ile birlikte yatırım yapacak gelmesi için Türkiye’de iktidar değişikliği gerekecektir. Yani 27 Mayıs darbesi, Türkiye’de toprağa ve ticarete dayalı zenginlikten sanayiye ve uluslararası ilişkilere dayalı zenginliğe geçişin adımıdır. Bu adım Koç’ları yaratmıştır. The New-York Times 1970’lerin başlarında Koç Holding’e ilişkin bir yorumunda “Türkiye’de iş âlemi üç sektöre ayrılmıştır. Devlet sektörü, özel sektör ve Koç sektörü” diye manidar bir yorum yapmıştır. Koç Holding bugün tek başına ülkemizde yerli sermaye birikimi yok tezini çürütmektedir. Koç’un bugün 30’un üzerinde ülkede yatırımı var ve 100’den fazla ülkeye ihracat yapıyor. Koç’un niceliksel büyüklüğü ifadesini bulan süreç, aynı zamanda çok yaman bir sömürü sürecidir.(22) Bu açıdan, Türkiye’de kapitalizmin gelişimi egemen sınıflar arasında bir iktidar mücadelesi olduğu kadar, bir Türkleştirilme ve tabii ki -doğal olarak- yoğun sömürü sürecini içerir. Özellikle planlı dönem ve ithal ikameci süreç emek-yoğun bir sermaye birikimini gerektirmiştir. Yine bu dönem, bu bağlamda, sendikalaşma ve işçi mücadeleleri açısından da buna tekabül eden bir zenginliği barındırır. Yine Koç’a dönersek bu örnek Türkiye’de tekelci sermayenin ve Türkiye’nin 1960’lardan başlayan darbeler ve yeni sömürge sürecinin somut ifadesidir. Ancak yine bu süreçte, her zaman olduğu gibi devlet ekonominin ve “zenginleşmenin” içinde olmuştur. Enflasyoncu gelir aktarım mekanizması 1960’lardan başlamak üzere 1980 dönüşümüne kadar bilerek işletilmiştir.
Bu anlamda Yenal’ın enflasyoncu finansı, devletin elitlerinin ve yeşermeye çalışan yerli-burjuvazinin devlet eliyle finanse edilmesidir. Yine Yenal buna para devletçiliği der. Çünkü bütçenin yetmediği yerde banknot matbaası devreye giriyordu. Böylece fiyatlar aniden yükseliyor; o zamanlar ticaret ve stokçuluktan başka bir şey bilmeyen burjuvazi palazlanırken, devlet elitleri de şişen bütçeden, en az ticaret burjuvazisi kadar,pay alıyorlardı. Denge şöyleydi; Asker-sivil bürokrasi-feodal yapı-ticaret burjuvazisi. Bu “nispi denge” 1960’da biraz, 1970’de ise tamamen dağıldı. 1950-60 arası enflasyoncu-finans ile palazlanan ve sanayileşen büyük burjuvazi asker bürokrasisini yanına alarak feodal-ticari unsurlara karşı darbe yaptı. Burjuvazinin en ileri ve gelişmiş kesiminin, ona ayak uyduramayan ittifaklarını tasfiye harekâtı olan 27 Mayıs darbesinin aslında “ilerici-demokrat” bir yanı olmadığı, buz gibi darbe olduğu en çok bugünlerde anlaşılıyor. 27 Mayıs’ın çarpık bir ekonomi, güdük bir burjuvazi ve cuntacı bir gelenek yarattığı en çok bugün belli değil mi? 12 Mart ve 12 Eylül bu geleneğin mirasıdır. En az hakim burjuvazi kadar üretimden pay ve rant almak isteyen asker-sivil bürokrasinin bugünlerde ortalığa dökülen ve kanlı bir savaş oyununa dönüşen iktidar hırsı, Türkiye için toplumsal bir yara olduğu kadar, ortadan kaldırılması gereken tarihsel olgudur da. Bugün bu iktidar odağı (hadi ağırlığını hafifletmek için “Mülkiye-Harbiye” iktidarı diyelim) çözülüyor. Niye, çünkü küresel-kapitalizmin işleyişinde böyle bir odak yok.
1980 dönüşümü ve onu tamamlayan 12 Eylül faşizmi devlete bağlı ekonomik yapıyı hızla çözerken ekonomiyi yine emek-yoğun sömürünün üzerine oturtmuştur. 24 Ocak kararları aslında Türkiye’de zenginliğin kollayıcısı asker-sivil bürokrasinin iktidardan tasfiyesinin-paradoksal olarak- başlangıcıdır.
Türkiye artık ulusal bir ekonomi olmaktan çıkma yolunda hızla ilerliyor. İşte bu durum iki yüz yıllık yapış yapış bir iktidarı Türkiye’nin sırtından alacak bir gelişmedir. Türkiye oligarşisi çözülüyor; eski zenginler küresel dünyanın parçası oldukça zenginliklerini koruyacaklar. Militarist yapının iktidarı ve vesayeti ise bitme sürecine girdi.
1 Bkz: Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları- İstanbul–1978, s. 459.
3 Sait Çetinoğlu, Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi
4 Sait Çetinoğlu, Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi
5 Zafer Toprak, İttihad- Terakki ve Cihan Harbi, Homer Yayınevi- İstanbul–2003, s. 45.
6 Zafer Toprak; a.g.y.
7 Oktay Yenal, Cumhuriyet’in İktisat Tarihi’nde 1923–1930 arasını “Halkçı Ekonominin Temelleri” başlığında anlatır
8 Oktay Yenal, a.g.e., s. 50;
9 Bu konunun çarpıcı ve ayrıntılı hikâyesi için bkz; Haydar Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, YYK, İstanbul.
10 Sait Çetinoğlu, Sermayenin Türkleştirilmesi, s. 6
11 Haydar Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, YKY, s.17.
13 Şevket Pamuk, a.g.e., s; 179,
14 A.g.y., s. 179.
15 A.g.y
16 Zafer Toprak; İttihad-Terakki ve Cihan Harbi, Homer Yayınevi, İst. 2003, s. 198.
17 Sait Çetinoğlu, Sermayenin Türkleştirilmesi.
18 Şevket Pamuk; Osmanlı-Türkiye; İktisadi Tarihi-1500-1914, İletişim Yayınları, 2005, İst. s, 181.
19 A.g.y.
20 Sait Çetinoğlu, Ekonomik ve Kültürel Jenosid: Varlık Vergisi Ayrıca bu konuda ayrıntılı bir çalışma için bkz; Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları, Belge Yayınları; 2000.
21 Bkz; Oktay Yenal; Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, Homer Yayınevi; İst., 2003.
22 Fuat Ercan ve diğerleri; TMMOB Sanayi Kongresi-2007 Kitapçığı içinde.
15 Eylül 2012 Cumartesi
Az gitmeyelim, dere-tepe düz gitmeyelim -Cemil Ertem
Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik... Bu tekerlemenin devamını biliyorsunuz, ‘bir de baktık bir arpa boyu yol gitmişiz’... Bu tekerleme aslında esaslı bir eleştiridir. Ezbere yaslanan, araştırmaya, sorgulamaya karşı olan, bunu tehlikeli gören statükoya zekice bir eleştiridir. Yani, yalnız gözünüzün gördüğü, size öğretilen, ezberletilen yoldan ‘dümdüz’ giderseniz, alternatif yolları, sizi hızlandıracak patikaları keşfetmezseniz, ‘gittiğinizi’ sanırsınız ama geriye baktığınızda bulunduğunuz yerden pek uzaklaşamadığınızı görürsünüz.
Demokrasinin olmadığı, kapalı, siyasi olarak diktatörlük ya da diktatörlüğe meyilli toplumlarda ‘yoldan sapmak’ da ayrıca hainliğe varan bir siyasi suçtur. Peki, bu yol hangi yoldur da topluma hep bu yoldan dere-tepe düz gitmesi öğütlenir, az gitmesi hatta yerinde sayması önemsenmez, hızlı gidilirse hızlı gidenler eleştirilir hele (bu) yoldan sapılırsa bu sapkınlar da sallandırılır. Türkiye için şimdiye değin bu ‘düz’ yol, Kemalist ideolojinin biçimlendirdiği, kökenini ‘aydınlanma’ perspektifinden alan ‘batıcı’ modernist anlayıştı. Bu modernizm, kimi kere şekilsel-sınırlı bir temsili ‘demokrasiye’ kimi kere de açık bir askeri diktatörlüğe büründü ama özü hiç değişmedi. Örneğin ekonomide IMF, Dünya Bankası gibi kurumların reçeteleri ‘istikrar’ adı altında uygulanırken, ülkenizdeki siyasi rejimin, askeri diktatörlük ya da temsili ‘demokrasi’ olmasının operasyonel anlamda o kadar önemi yoktu.
Bu eğitimde de böyleydi. Örneğin okullarda yıllar yılı Ortaçağ denen bir dönem anlatıldı ve bu dönemin insanlık için karanlık bir dönem olduğu ezberletildi. Oysa bu Avrupa merkezli bir tarih yanlışıdır. Ortaçağ karanlığı deyimi dünyayı değil, Batı Avrupa’yı anlatır. Ama bu yanlış deyim, Batı Avrupa dışında, bir dünyanın da olmadığını zimmî olarak söyler. Ortaçağ diye anlatılan ve MS 500-1500 arası olarak genelleştirilen dönemde, Osmanlı dahil, İslam dünyası ve doğu toplumları yok sayılır. Batı için tarih (‘aydınlık’ çağlar) ancak 1495’te İspanya kıyılarından ‘yeni’ dünyayı bulmak ve yağmalamak için kalkan gemilerle başlar. Biz bütün bu dönemi, kendimizi de yok sayarak, okullarda ‘Ortaçağ karanlığı’diye anlattık. İşte dere-tepe ‘düz’ gitmek budur. Şimdi, tarihin bir ironisi olarak, İspanya kıyılarında bir yeni Ortaçağ mı başlıyor; öyle gibi...
Herkes Alman Anayasa Mahkemesi kararını ‘piyasalar’ sevindi, Almanya kurtarma fonuna onay verdi diye anlatıyor. Ne kadar yanlış, Almanya hangi sıfatla bir AB mekanizmasını kilitler ya da açar; AB’de bütün üyelerin söz hakkı eşit değil mi? Üstelik Alman Anayasa Mahkemesi, onay merkezi olarak Avrupa Parlamentosu’nu değil, Alman Meclisi’ni işaret etti. Almanya büyük ekonomi falan, bunları geçin, bugün krizin en ciddi nedenlerinden birisi yaşlı Alman sanayinin kendisini yenileyememesidir. Almanya bugün 4. Reich peşindedir. Roma-Cermen İmparatorluğu, (962-1806) 1. Reich’dır. Bismarck ve Prusya’nın önderliğinde 2. Reich ise (1871-1918) insanlığı 1. Dünya Savaşı’na, Hitler’in 3. Reich’ı (1933-1945) da insanlığı faşizmler ve 2. Savaş belasına sürüklemiştir. Şimdi Almanya tıpkı, geçmişte yaptığı gibi, Avrupa ve Ortadoğu’da yeni bir ‘balkanlaştırma’ oluşturmak istiyor. İspanya’da özerk bölgeleri kışkırtıyor, el altından Suriye rejiminin devamını için çalışıyor.
Berlin merkezli bir Avrupa ve Ortadoğu 4. Reich hedefidir. Bu, aynı zamanda, ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurma ve Türkiye başta olmak üzere, gelişmekte olan Asya’nın G-20’de ve ileride BM’de ağırlığını hafifletme çabasıdır. İşte bunun için, Alman Anayasa Mahkemesi’nin kararından hemen sonra AB Komisyonu Başkanı Barroso, AB’nin üye ülkelerden oluşan bir federasyona dönüşmesi çağrısı yaptı. Bu, Birleşik Avrupa Devletleri demektir.
Dönemleri bitenler
Peki, bu büyük dönüşüm olurken Türkiye ne yapıyor/ ne yapması lazım? Açık; Türkiye’nin gaza basması ve ekonomi yönetiminin de Davutoğlu’na ayak uydurması lazım. Şimdi bazı çevreler ekonomi yönetiminin iki kilit saygın ismini (Babacan ve Şimşek) eleştiriyorlar. Bence haksızlık yapıyorlar. Bu iki sayın bakan, şimdiye kadar üzerlerine düşeni yapmıştır. Ama bundan sonrasının onların ‘düz’ çizgisini aşacağını düşünüyorum. Türkiye’nin ‘eski’ batı ezberlerinden alınmış, (neo-liberal) iktisat politikalarına ihtiyacı yok. (Yani ‘finansal istikrar olursa büyürüz, finansal istikrar adına’ falan diye başlayan konuşmalar mesela) Washington Uzlaşısı kaynaklı bu politikalar yalnız geminin su almamasını sağladı. Ancak Türkiye, su almamak adına, batı limanlarına demir atacak bir gemi değil artık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)