Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ağustos 2013 Cumartesi

SULTAN KANUNİ DE AYAMAMA'DA MAHSUR KALMIŞTI-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Mevsimler, iklimler, tabiat hâdiseleri 20, 50, 100, hatta 500 yıl gibi periyodlar takip eder. “50 yıl önce böyle soğuk olmuş”, “80 sene evvel de böyle sel gelmiş” derler. Büyükannem 1929 senesinde çok büyük bir sel geldiğini, arabaları, ağaçları ve insanları sürükleyip götürdüğünü, bir daha bu kadar büyüğünü görmediğini anlatırdı. Eskiler için sel zelzeleden sonra, yangından önce gelen bir âfetti. Dualarda Allah’ın himayesi istenen belâ-yı arziyye zelzeleyi, belâ-yı semâviye de seli ifade ederdi. Yağmur yağmadığı zaman “Ya rabbi hayırlı yağmurlar ver!” diye dua ettikleri gibi, yağdığı zaman da endişeyle “Ya rabbi âfetinden koru!” demeyi ihmal etmezlerdi. Yağmur yağdığı zaman evden dışarı çıkmayan, şimşek ve gök gürültüsünden korkan, endişe içinde yağmurun bitmesini bekleyen İstanbul hanımlarına yetiştik.

Sel âfeti insanlık tarihi kadar eskidir. Peygamberlere kafa tuttuğu için sel âfeti ile helâk olanların menkıbeleri çoktur. Dünya büyük sellerle büyük tufana boğulmuş, ancak Hazret-i Nuh‘un yaptığı gemiye binen müminler kurtulmuştur. Kur’an-ı kerimde anlatılan seyl-i arim denilen sellerle Yemen’deki meşhur Mârib Barajı yıkılıp, Sebe ülkesinin dillere destan şehirleri, binâları, bahçeleri hâk ile yeksân olmuş; halkın ekserisi ülkeden göç etmek zorunda kalmıştı. Gassân kabilesi Şam’a, Ezd kabilesi Amman’a, Huzâa kabilesi Tihâme’ye, Huzeyme kabilesi Irak’a, Evs ve Hazrec kabileleri de Yesrib’e (Medine-i Münevvereye) yerleşti.


Yemen'deki dillere destan Mârib barajı'ndan kalıntılar

AVA GİDERKEN...

YALOVA ALINDIĞINDA OSMAN GAZİ HÜKÜMDARDI-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

OSMANLI DEVLETİ NE ZAMAN KURULDU?

Osmanlı Devleti’nin Yalova’da mı yoksa Söğüt’te mi kurulduğu yönünde tartışmalar yaşanıyor. Yalova Osmanlıların ilk fethettiği beldelerdendir. Fetih tarihi 1323 senesidir. Şüphesiz 1302 tarihli Bafeus Muharebesinden çok önce Osman Gâzi hükümdar gibi icraatta bulunuyordu.

 

Sultan II Abdülhamid Han, Karakeçili gençlerinden bir muhafız alayı kurmuş; bu alaya Söğütlü Ertuğrul Alayı denmişti.

1999 senesi Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yıl dönümü idi. Ancak zelzele bahanesiyle zamanın cumhurbaşkanı sayesinde kutlamalar çok sönük geçmişti. O zaman bile bu tarihin doğru olup olmadığı münakaşa edilmemişti. Geçenlerde kıdemli bir tarihçimizin, Osmanlıların kuruluşunu 1302 senesinde Yalova yakınlarında Bizanslıları yendiği Bafeus Muharebesi olarak verişi Yalovalıları çok memnun etti şüphesiz. Yalova, böyle tanıtıma ihtiyacı olmayacak kadar güzel bir yer. Ama eski köye yeni âdet getirmek de kolay değil.

YUNANLILARIN KÜÇÜK ASYA FELÂKETİ-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

1918, Osmanlılar için felaketlerin üst üste geldiği bir sene oldu. Mânâsızca girilen bir Cihan Harbi neticesinde ordularımız hezimete uğramış; harbin mesulleri ülkeden kaçmıştı. Bu arada hiçbir işe karışmayan ihtiyar Sultan Reşad vefat etmiş, yerine kardeşi Sultan Vahideddin geçmişti. Yeni padişah, bir yangın yerinde tahta oturduğunu anladı. Bu arada düşmanlar Çanakkale‘yi geçerek İstanbul‘u işgal etti. Artık İstanbul hükûmeti bu şartlarda en ehven siyaseti takip etmek durumunda idi.

 

Bir Yunan birliğinin Anadolu'daki ilerleyişi 

İTTİHATÇI OLMAYAN BİR PAŞA

Osmanlı ve İsrail...Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Osmanlı ve İsrail...

Romalıların Kudüs’ü yakıp yıktığı 70 yılından sonra Yahudîler dünyaya dağıldılar. Her yerde aşağılandılar, eziyete uğradılar. O zamandan bu yana kendilerini bir devlet altında toplayacak kurtarıcı mesih beklerler. Sahteleri bir yana, mesihin gelişi gecikince, bazı Yahudî idealistleri, bir devlet kurmak üzere harekete geçti. İlk defa 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan bu topluluğa Siyonist dendi. Siyon, Kudüs’te Hazret-i Süleyman’ın yaptırdığı Mescid-i Aksâ’nın üzerinde bulunduğu dağın adıdır. Burası Tevrat’ta kendilerine va’d edilmiş topraktır (arz-ı mev’ûd). Şam toprağı gibi Filistin’i Kur’an-ı kerim de mukaddes kabul eder.


ARZ-I MEV'UD NERESİ?

Türklerin İslâma katkısı-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

İslâm dininin Sahabeden sonra en hâlisâne katkıyı Türklerden gördüğünü pek çok tarihçi itiraf etmektedir. İslâmiyetin onca bâdire atlatıp bugün yeryüzünde mevcut olması bile bunun isbatıdır.

Türkler, öteden beri muharip bir milletti. Uzun harplere, seferlere, tabiî şartlara mukâvemetleri güçlüydü. Müslümanlığa girdikten sonra, yeni dinlerini gönülden benimsediler. Eski âdetlerinden buna uymayan hususları tamamen terk ettiler. Eski günleri de özlemediler. Bu hasletleri, onları İslâmiyetin bayraktarı yaptı. İslâmiyet, Türklerin elinde geniş topraklara yayıldı. Avrupa içlerine, Çin ve Sibirya’ya dayandı. Buna, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi deniyor. Türkler, Hıristiyanlığın merkezi olan Roma’ya “Kızılelma” demişler ve fütuhatlarının nihaî hedefi olarak burasını tesbit etmişlerdi.


Anadolu’nun kapılarını İslâmiyete açan Sultan Alparslan, “Biz Türkler, temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı!” diyerek muvaffakiyeti temiz inançtan bilmiştir.

28 Temmuz 2013 Pazar

Şehzadeleri hayata ‘LALA’ hazırlardı-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci


Mum dibine ışık vermez kâidesince, Selçuklu ve Osmanlılarda şehzadelerin terbiyesi, kendinden yaşça büyük, usul-erkân bilir, kültürlü kimselere tevdi edilirdi 

Mum dibine ışık vermez sözü meşhurdur. Bunun içindir ki eskiden âlimler çocuklarını okuması için başka bir âlime göndermiş; hükümdarlar çocukları için lalalar vazifelendirmiştir. Çocuğun ev hâliyle gördüğü babasından istifade edememesi bir yana, vaktiyle büyüklerle çocuklar arasında devamlı muhafaza edilen mesâfe ve edeb kâideleri de babanın çocuğuna faydalı olmasına imkân vermezdi. Bunun istisnası belki esnaf ve çiftçi çocuklarıdır. Herkesin baba mesleğini yapmak zorunda olduğu bir devirde, bunlar biraz da mecburen usta-çırak münasebeti çerçevesinde babasından hem iş, hem de edeb öğrenirdi. Mamafih esnaf arasında da çocuğunu başka bir usta arkadaşına çırak veren babalar da az değildi. 

Padişahın yasama yetkisi sınırlıydı!..Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci


Osmanlı hukukunun % 80’i şer’î, % 20’si de örfî hükümlerden müteşekkildi. Şeyhülislâm günlük meselelere dair fetvâlar verir; bu, padişah fermânına bağlandıktan sonra kanun olarak neşredilirdi. 

Osmanlı hukukunun aslı şer’î hukuktur. Bu hukukun hükümleri, başka hukuk sistemlerindeki gibi salâhiyetli makamlarca çıkarılan kanunlarla tayin olunmuş değildir. Âlimler, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifleri tefsir ederek kendi ictihadlarıyla şer’î hukuku tesbit ederler. Dolayısıyla bunların yazdıkları fıkıh kitapları kanundur. Bu kitapların her cümlesi numaralandırılsa, neredeyse günümüzdeki kanunlara benzer. İşte bu sebepledir ki İslâm devletlerinde, modern mânâda kanun metinlerine ihtiyaç duyulmamıştır. 

Orta Asya’ya hükmedenler şimdi Esarette-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci


Babamın Uygur asıllı kürk tâciri bir ahbabı vardı. Yeni yetişirken beni Doğu Türkistan’dan gelme bir folklor gösterisine götürdü. Ekibin ihtişamı beni büyülemişti. Çin’in toleransına şaştığımı söylediğimde, “Tolerans, sadece folklor ve spor gibi hususlardadır” demişti... 

OĞUZLARLA MÜTTEFİK 
Uygurlar, Oğuzlar, Kıpçaklar gibi Türklerin esas boylarından birisidir. Uygur, müttefik demektir. Oğuzların müttefiki olduğu için bu isimle tanınmıştır. Lehçe ve kültür olarak Oğuzlara Kıpçaklardan daha yakındır. 745’te Göktürk Devleti’nin yıkılması üzerine, Uygur hânedanı Büyük Türk Hakanlığı tahtına geçip bütün Orta Asya’ya hâkim oldu. Uygurlar devrinde Türkistan tamamen Türkleşti. İranlı unsurlar dillerini bırakarak Türkler arasında eridi. Bir kısmı da batıya çekildi. 840’ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünki Moğolistan’dan sürünce, Doğu Türkistan’a yerleşip Karahanlı hâkimiyetine girdiler. 

Asırlık rekabet İSTANBUL’da sona mı erdi?Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci


Önceleri küçük bir kasaba hüviyetindeki İstanbul, Hırıstiyanlığın ilk zamanlarında Antakya Patrikliği’nin Heraclia (Ereğli) metropolidliğine bağlı bir episkoposluk idi. 37 yılında Havârilerden Aziz Andreas tarafından kurulduğu rivâyet edilir. İstanbul Patrikliği, IV. asırda Roma İmparatoru I. Constantinus tarafından kuruldu. Dinî işlerin yürütülmesinde devletin muhatab aldığı yegâne merci idi. 

ENTARİ giyme alışkanlığımız zamana yenildi-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci


Geçenlerde meşhur bir iş adamının entârisiz yatağa girmediğine dair gazetelerdeki sözleri, okuyanları hayli şaşırttı. Çünkü entâriyi kadın giysisi zannedenler çoğunlukta. Halbuki biz entâri seven bir millet idik. Bizim nesil, babaları en azından çocukluğunda entâri giymiş bir nesildir. Vaktiyle kışın pazen, yazın basma veya patiskadan kırık beyaz entâri giymeyen var mıydı acaba? Hava serinse üzerine bir de hırka, başta ise dışarıda fes, yatakta takke olurdu. İşte size rahat püfür püfür bir erkek yatak kıyafeti... 

16 Temmuz 2013 Salı

Zaaf değil, yeni dünya düzeni-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Padişahların ordunun başında sefere çıkması keyfiyeti XVII. asır sonuna kadar muntazaman devam etti. Daha sonra bırakıldı. Bu bir zaaf olarak görülmemelidir... 

Osmanlı padişahı, başkumandan idi. Çoğu zaman bizzat ordunun başında sefere giderdi. Ancak gitmeyip, serdar-ı ekrem adıyla bir veziri tayin ettiği de olurdu. Padişahın bizzat katıldığı sefere sefer-i hümâyun denirdi. Nitekim Hazret-i Peygamber de bazı seferlerde bizzat ordunun başında bulunmuş; bazılarında kendisi gitmeyip bir başkasını kumandan tayin etmiştir. Birincisine gazve (gazâ); ikincisine seriyye adı verilir. 

YANMAYAN YIKILMAYAN kütüphaneler-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

YANMAYAN YIKILMAYAN kütüphaneler

Tarihimize şâhidlik eden nice kitaplar, evraklar, kültür hazineleri İstanbul’un namlı yangınlarında yok olmuştur. Bundan ibret alan ecdâdımız, yangından müteessir olmasın diye kütüphâneleri hususî tarzda inşa etmiştir. Duvarları bir metre kalınlıktadır. Çatıları, tonoz tuğla kubbe şeklindedir. Pencere kepenklerinde arkadan dayanıklı kol demiri vardır. O zamanlar hâfız-ı kütüb diye anılan kütüphâne memurları, bir yangın çıktığında büyük bir sadakatle ve itinâ ile bu pencereleri kapatırlardı. Böylece mahalleleri yutan yangınlar, kütüphânelere bir zarar veremezdi. Sadece yangınlar değil, zelzeleler bile bu binaları yerinden oynatamamıştır. 

Yaz geldi, seyrâna çıkalım biz...Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Tatilin yaklaştığı şu günlerde mektepler birer ikişer kır gezisine gidiyor. Bu, eskiden kalma bir âdettir. Eskiden mekteplerin yaz başında mesireye çıkışı bir başka âlem idi... 


II. Abdülhamid Han zamanında bütün mekteplilere ziyâfet vermek âdetti.  
Fotoğrafta Mekteb-i Sultani’ye (Galatasaray Lisesi) verilen ziyafetten sonra topluca dua ediliyor. 


Eskiden yaz başında, her mektep kendi civarındaki bir mesireye giderdi. Herkes o günü iple çekerdi. Gün gelince çocuklar mesireye üstü tente ile örtülmüş, defne dallarıyla süslenmiş, içlerine şilteler, yastıklar döşenmiş öküz arabalarıyla giderdi. Gidilen yerde ocaklar yakılarak, kazanlarla etli pilavlar, bademli, sütlü helvalar pişirilip çocuklara yedirilir; oradaki davetlilere ikram edilirdi. 

Padişaha dokunulmaz mıydı?Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Bugünlerde cumhurbaşkanının dokunulmazlığı konuşuluyor. Anayasada açık bir hükmün olmaması da hayli kafaları karıştırdı. Kral hata yapmaz! Bu, Avrupa’da bir anayasa kaidesidir. Kanun-ı Esasî’deki “Zât-ı akdes-i padişahî mukaddes ve gayrı mesuldür” ifadesi acaba ne mânâya gelir? 

Padişahın dört türlü mesuliyetinden bahsedilebilir: 

Dünya müsamahanın ne olduğunu Fatih Sultan Mehmed’den öğrendi-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Dünya müsamahanın ne olduğunu Fatih Sultan Mehmed’den öğrendi

Sultan Fatih, tarihçiler tarafından yalnızca Türk tarihinin değil, İslâm hatta, dünya tarihinin en büyük devlet adamlarından biri kabul edilir. Askerlikte ve siyasette, ilim ve kültürde, sanat ve edebiyattaki derinliğiyle, benzeri bugün bile çok azdır. Böylece Rönesans hükümdarlarının modeli olarak gösterilmiştir. Osmanlı Devleti’ni, gerek toprak ve gerekse teşkilat bakımından imparatorluk hâline getiren, O’dur. 

13 Haziran 2013 Perşembe

Bir OSMANLI kardeşliği: TÜRKLER VE ARAPLAR-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Yakında yaptığım bir Orta Doğu seyahatinde, Başbakan Tayyip Bey’in Davos’daki tavrı sebebiyle Türkiye’nin Araplar nezdinde itibarının arttığını müşahede ettim. Daha önceki senelerde uzun müddet Arap ülkelerinde yaşadım. Tahsil yaptım. Arapları hasbelkader tanıma imkânım oldu. Ekserisinin Türklere karşı sempatisinin bulunduğunu gördüm. Osmanlı devrini hasretle anıyorlardı. Temiz, görgülü, misafirperver insanlardı. O zamana kadar Araplar aleyhinde işittiklerimin ne derece yanlış olduğunu da yine böylece anlamış oldum. 

EL-EMEL Fİ TÜRKİYE 
Arap dünyasında bilhassa iki Osmanlı padişahının müthiş itibarı vardır. Birisi İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuşmuş olan Fatih Sultan Mehmed; ikincisi de Filistin’i ne pahasına olursa olsun Siyonistlere teslim etmeyen Sultan Abdülhamid. Bilen bilir, Orta Doğu’da Filistin meselesi daima aktüeldir. Cuma hutbelerinde Filistin’in anılmadığı, dolayısıyla Sultan Hamid’den minnetle bahsedilmediği gün neredeyse yoktur. 

Sakarya Nehrini İstanbul'a bağlamak Sultan III. Mustafa Han'ın projesiydi-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Sultan III. Mustafa, tabiri caizse Osmanlı tarihinin en talihsiz hükümdarlarındandır. Teknik Üniversite’nin kuruluşu gibi çok mühim hizmetler yapmışsa da; Ruslara karşı yaşanan ilk ağır mağlubiyet ve İstanbul’un tarihte gördüğü en büyük zelzelelerden biri bu padişah zamanına rast gelmişti. Bu sebeple hayırlı işleri unutulmuş; hep felâketlerle anılmıştır. 

Osmanlı tarihinin en parlak sayfası sayılan Lale Devri hükümdarı Sultan III. Ahmed’in oğludur. Ancak tahta çıkabilmek için iki amcazadesini beklemiştir. 
1757 yılında tahta çıkan padişah, babası gibi sulhsever bir hükümdardı. Ancak hâdiseler istendiği gibi gelişmedi. Ruslar, bir denge unsuru olan Polonya’yı işgal etti. Lehliler, Podolya’yı verme karşılığında padişahtan yardım istedi. Padişah tereddüt içinde iken, Rusların Osmanlı sınırını geçip Müslüman halkı kılıçtan geçirmeleri harbi kaçınılmaz kıldı. 1769 başında başlayan harb, bir sene içinde Rusların lehine döndü. Osmanlı askerinin talimsiz ve isteksizliği ile koordinasyon bozukluklarına, kumandanları kabiliyetli Rus ordusunun sabır ve metaneti eklenince, harbin kaybedilmesi kaçınılmaz oldu. Bu, Ruslara karşı ilk mağlubiyettir. Sefere bizzat çıkmak isteyen padişaha hastalığı mani oldu. 

HÜZÜN VERİCİ BORÇ SENEDİ 

PARAMIZIN SERÜVENİ-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

Para bastırmak, devlet hâkimiyetinin alâmetlerindendir. Paranın kıymeti üzerinde oynayıp hazine açıklarını kapatmak da, her devirde hemen her devletin yaptığı bir iş olmuştur. Halka da “paramız pul oldu” diye feryat etmek düşmüştür 

                                   5 liralık banknot tutan bir telgraf memurunu temsil eden bir kartpostal. 

İslâmiyetten evvel Mekke’de altın ve gümüş para vardı. Bunlar eski Arap, Acem ve Roma pa-raları idi. Hazret-i Peygamber, bu paraları kullandı. İslâm tarihinde ilk para basan Halîfe Hazret-i Ömer’dir. Hicretin 18. senesinde, Acem paralarının şeklinde kısa ve kalın parçalar hâlinde ve çekirdek görünümünde 14 kırat ağırlığında para bastırmıştı. Hazret-i Osman, 28 senesinde altın ve gümüş para bastırdı. İlk yuvarlak gümüş parayı, Mekke’de Abdullah bin Zübeyr (680-692) kestirdi. İslâm devletlerinin çoğu, kendi zamanlarında çeşitli pa-ralar bastırdılar. Belli ağırlıkta basılmış olan altın ve gümüş paralara meskûkât veya sikke denir. 

‘Sultan Türklere Kur’an sultana hükmeder’-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

NÂMEŞRU NESNEYE EMR-İ SULTANÎ OLMAZ! 

Günümüzde hükümetler diledikleri gibi hareket edebilirler. Hatta mecliste de çoğunluk teşkil ettiği için istedikleri kanunu çıkarabilirler. Anayasayı bile değiştirebilirler. Osmanlı padişahı böyle miydi? 


Eski hukukumuzda halkın hükümdara itaat etmesi şarttır. Bu da adalete uymak şartına bağlıdır. Hükümdar, kendisi dışında konulmuş ve asla değiştiremeyeceği kaideler ile çepeçevre kuşatılmıştır. Bunların büyük bir kısmı şer’î prensiplerdir. Bir kısmı da geleneklerle önceki hükümdarların koyduğu kanunlardır. Sultan Fatih’in meşhur kanunnâmesinde, “Bu kanun, atam dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. Evlâdım, nesilden nesile bununla âmil olalar!” diye yazılıdır. 

DİLLERE DESTAN HASSASİYET 

Padişah, şartlar gerektirirse ve kendisinde de bu gücü hissederse, bu kanunları değiştirip yerine kendisi kanun koyabilirdi. Ama şer’î esasları değiştiremezdi. Kanun koyarken de keyfî davranamazdı. Geleneklere çok ehemmiyet verildiği bir devirde, padişahın bunlara aykırı davranması kolay değildi. Padişahların, hukuka ve geleneklere uymak hususundaki hassasiyeti dillere destandır. Öyle ki Sultan Süleyman’a Kanunî unvanının verilme sebebi, yalnızca kanun yapması değil, kanunlara titizlikle riayet etmesiydi. Nitekim bu inceliği sezen bazı Avrupalılar, “Sultan Türklere; Kur’an da sultana hükmeder” demekten kendilerini alamamışlardır. 

İlk tatil talebeler için-Prof.Dr.Ekrem Buğra Ekinci

İslâm tarihinde resmî hafta tatili mefhumuna pek rastlanmaz. Esasen İslâm dini insanın gücü yettikçe çalışmasını tavsiye eder. Cuma bile dinî tatil değildir. Kur’an-ı kerim, Cuma namazı kılınırken alışverişi bırakmayı; namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılarak Allah’ın lûtfundan rızkını aramayı buyurur. Dolayısıyla mecburî hafta tatili, bu mefhum ile pek uyuşmaz. Nitekim tatil, atâlet, âtıl gibi sözlerle aynı kökten gelir. Çalışmamak demektir. 

Ancak hükümetler, ihtiyaç sebebiyle memur ve talebelere ihsan kabilinden haftanın bir gününü tatil edebilir ve etmiştir. Nitekim medrese talebelerine çamaşır yıkamak gibi hususî işlerini yapmaları, koltuk dersleri denilen yardımcı dersleri almaları, kitaplarını temin edip ders notlarını istinsah (kopyalama) ve mütâlaa eylemeleri maksadıyla haftada bir gün tatil verilirdi. Osmanlılarda bu gün Salı idi. Buna sonradan Cuma da eklendi. Bu günlerde ders yapılmazdı. Şeyhülislâm Molla Fenâri buna Pazartesiyi de ilâve etti. Böylece medreselerde haftanın üç günü görünüşte tatil idi. Arap beldelerindeki medreselerde de Cuma bütün gün ve Perşembe öğleden sonra tatil yapılırdı.