Necip Fazıl Kısakürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necip Fazıl Kısakürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Demokrasinin milâdı: 14 Mayıs 1950 -Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı -B. Doğu’dan Demokratlara yaylım ateşi-Demokratlar düşerse, Milletçiler gelir-“Milletçiler” meselesinin hâşiyeleri-M.Latif Salihoğlu

Demokrasinin milâdı: 14 Mayıs 1950

Demokrat Parti, çok ağır bedeller ödeyerek 14 Mayıs 1950’de yapılacak genel seçimlere hazırlanıyordu. 

Kemalistler ise, içinde iktidar potansiyeli taşıyan bu partinin önünü kesmek için iki koldan vargücüyle çalışıyorlardı.

Bu kollardan birini İsmet Paşanın etrafında görünen Halkçılar teşkil ediyorlardı.

Diğeri ise, Fevzi Paşanın etrafında toplanmış bulunan milliyetçi-muhafazakâr kadrolardan müteşekkil idi.

13 Haziran 2013 Perşembe

Necip Fazıl’ın çıkış sebebi-Çocuk, bu sesi nereden buldun?-Mehmed Niyazi

Necip Fazıl’ın çıkış sebebi

Bütün insanların Hz. Adem’in çocukları olduğunu, hepsinin “tarak dişi” gibi eşitliğini ilan eden İslamiyet, yalnız iki insanın farklılığına işaret ediyor; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İslamiyet’in ilk  dönemlerinde Müslümanlar ilimleri birbirlerinden ayırmıyorlardı; sonradan “tabii bilimler” olarak nitelendirilenler de Allah’ın azametini bizlere anlattıkları için diğerleri gibi değerliydiler.

    Endülüs’teki aydınlık, Avrupalıların gözlerini kamaştırdığından öğrencileri buraya akmaya başladılar. Kuzey Afrika ile Avrupa’nın güneyindeki milletlerin, bilhassa İtalyanların ticarî ilişkileri fazlaydı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten Roma’ya göç eden Bizanslı alimlerin gayreti de bunlara katılınca, Batı’da müspet bilimler nüvelenmeye başladı.

    Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe İncillerdeki maddî hatalar anlaşılır oldu. Zamanla bu maddî hataların çokluğu fark edilince, ilim adamlarıyla kilise mensupları karşı karşıya geldiler. Ortaçağ boyunca ilim dünyasıyla kilisenin kanlı mücadelesi sürüp gitti. Müspet bilimler geliştikçe, Avrupalı aydınların pek çoğunun nezdinde din önemini yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Oysa hırsı, ihtirası frenleyen en ciddi fenomen dindir. Giderek iyice cılızlaşan manevi değerler, gelenekler, Avrupalı’nın artan hırsı, ihtirası karşısında duramaz oldular. Maneviyatın, geleneğin bulunmadığı yerde dejenerasyonun baş göstermesi tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın getirdiği açlık, kıtlık ihtiraslarını olabildiğine kamçılayınca, aşınan manevî değerler, onlara bağlı olarak gelenekler iyice güçsüzleşti; kural tanımazlık alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

İki büyük fetih, iki büyük fatih: Fatih Sultan ve Necip Fazıl-Yusuf Kaplan


'Eğer İstanbul fethedilmeseydi ve Osmanlı güçlenerek tarih sahnesine çıkmasaydı, İslâm medeniyeti sanki yok olmanın eşiğine gelmek üzere gibiydi.'
Bu tespit, bizden birine değil, Batılı bir tarih felsefecisine, Arnold Toynbee'ye ait.
FATİH SULTAN VE NECİP FAZIL: İKİ ÖNCÜ HAKİKAT MEDENİYETİ YOLCUSU
Bizden birinin, İstanbul'u fetheden Osmanlı'nın, genelde insanlık tarihi, özelde ise Doğu'dan / Moğol sürülerinden ve Batı'dan / Haçlı sürülerinden gelen saldırılar nedeniyle çökme tehlikesi yaşayan İslâm medeniyetinin kaderi açısından ne denli hayâtî bir rol oynadığını bu kadar çarpıcı ve silkeleyici bir dille ifade edebilmesi çok zor gibi geliyor bana. O yüzden, Toynbee, Osmanlı'nın İstanbul'u fethinin, yaşadığımız birinci medeniyet buhranının aşılması sürecinde oynadığı tarihî rolün, hem İslâm tarihinde, hem Avrupa tarihinde, hem de insanlık tarihindeki sonuçlarını -dışarıdan bir gözle- bizden daha iyi farkedebilmiş bir tarih felsefecisidir, diye düşünüyorum.

3 Mart 2013 Pazar

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BAKAN Necip Fazıl KISAKÜREK YAZILARI- (Hücum ve Polemik İsimli Eserden)


FİKİR ÖFKESİ

İnsan başını sıçan kafasından ayıran tek hassa
Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olma­yan fikir!
Kollarımız, kuvveti nasıl sinir cümlemizde bulursa, herhangi bir dünya görüşü de, sinir cümlesini fikir öfkesinde ele geçirir. Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabı cihazı, manivelası, icra müessiridir. Zihin onun sayesinde dinamizmaya kavuşur, yıldırımlaşır, kudrete erer, cansız bir ölçü kalıbı olmaktan kurtulur. Tek kelimeyle fi­kir öfkesi, kıymet hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı… Onsuz fikir, duvarda veya sandıkta, evde veya dükkânda, kalabalıkta veya tenhada, ikide bir ötmekten başka hikmeti olmayan aptal bir guguklu saattir.

13 Şubat 2013 Çarşamba

Necip Fazıl'dan Sabahattin Ali'ye kadar şairler hep bu hanıma âşıktı-Murat Bardakçı


GEÇENLERDE "efemera"ya yani belge toplamaya meraklı bir dostumun evinde akşam yemeğinde idik...

Yemekten sonra içeriden bir yerlerden orta boyda, mukavva bir kutu getirdi, sehpanın üzerine koydu, "Bunları yeni aldım. Aç, bak ve çatla!" dedi.
Açtım ve şaşkınlıktan donakaldım!
Kutuda 20. yüzyıl edebiyatımızın, özellikle de 1930'lar sonrasındaki modern Türk Edebiyatı'nın çok önemli bazı isimlerinin imzalı kitapları, kartvizitleri ve kendi elyazıları ile mektupları vardı.
Mektupların tamamı eski harflerle idi ve işin tuhaf tarafı, hepsi aynı kişiye gönderilmişti: Bir hanımefendiye!

Hanımefendi, İstanbul'un "salon sahiplerinden" idi. Yani evini sanatçılara açmış, onlar için sık sık davetler vermiş, bazılarını maddî bakımdan desteklemiş, kitaplarını çıkarmalarına bile yardım etmiş ve kimi ile daha yakın ilişkiler içine girmişti.
 


POSTACI, GERİ GÖTÜRMÜŞ
Şairler, hikayeciler ve romancılar yeni çıkmış kitaplarını imzalayarak hanımefendiye yolluyorlar ve hanımefendi ile edebiyat konusunda mektuplaşıyorlardı.

11 Şubat 2013 Pazartesi

A­ta­türk de mi A­ta­türk düş­ma­nı­dır?Yavuz Bülent Bakiler

De­ğer­li ta­rih­çi­miz Yıl­maz Öz­tu­na, ge­çen cu­mar­te­si soh­be­tin­de yaz­dı: “Mus­ta­fa Ke­mal Pa­şa, Vah­ded­din’in ha­yır du­ası­nı ala­rak Sam­sun’a çık­tı...” Öz­tu­na, dos­doğ­ru ya­zan ta­rih­çi­le­ri­miz­den­dir. 
Öz­tu­na’nın açık­la­ma­sın­dan son­ra, sev­gi­li Ra­him Er kar­de­şim de, ken­di kö­şe­sin­de he­pi­mi­ze bir so­ru yö­nelt­ti. “Ne­cip Fa­zıl’ın su­çu ney­di?. Çün­kü Ne­cip Fa­zıl 35 yıl ka­dar ön­ce, Sul­tan Vah­ded­din üze­ri­ne bir ki­tap yaz­mış, ora­da, ay­nen Yıl­maz Öz­tu­na’nın tes­pi­tiy­le de­miş­ti ki: “Mus­ta­fa Ke­mal, Sam­sun’a Vah­ded­din’in iz­niy­le çık­tı!” 
Ha­tır­lı­yo­rum: Bir­ta­kım çev­re­ler­de, âde­ta, kü­çük kı­ya­met kop­muş­tu. Sav­cı­la­rı­mız, ha­kim­le­ri­miz, bi­lir­ki­şi­le­ri­miz... yel-ye­pe­lek işe ko­yul­muş­lar­dı. So­nun­da, Ne­cip Fa­zıl, Ata­türk’ün aziz ha­tı­ra­sı­na neş­ren ha­ka­ret­ten bir bu­çuk yıl hap­se mah­kûm edil­miş­ti. Olur muy­du? Ne­cip Fa­zıl, na­sıl böy­le bir id­di­ada bu­lu­nur­du. Ata­türk gi­bi bir bü­yük va­tan­per­ver, Vah­ded­din gi­bi bir va­tan ha­ini­nin iz­niy­le-em­riy­le Ana­do­lu’ya çı­kar mıy­dı? Ger­çek­ten de, Prof. Dr. Ay­han Son­gar’ın, Ne­cip Fa­zıl’ın sağ­lı­ğıy­la il­gi­li ra­po­ru ol­ma­say­dı, Ne­cip Fa­zıl, öm­rü­nün son ay­la­rı­nı ha­pis­ha­ne­ler­de ge­çi­re­cek zin­dan­da öle­cek­ti.

26 Ocak 2013 Cumartesi

Necip Fazıl ve sinema-M. Nedim Hazar

Hep böyle oluyor nedense. Nicedir bilinen, vaktiyle tartışıla tartışıla suyu çıkarılmış birtakım hakikatler, birilerinin keyfine göre ortaya atılıyor, başka birileri bundan yola çıkarak saçma sapan bir itibarsızlaştırma kampanyasına girişiyor. Merhum şair Necip Fazıl Kısakürek’in, Menderes döneminde örtülü ödenekten para aldığı haberiyle böyle bir süreç başlatıldı. İş kısa sürede, bir dergi sahibinin iktidardan para alması boyutundan çıkıp bambaşka bir haysiyet cellatlığına dönüştürülmeye çalışıldı.

17 Ocak 2013 Perşembe

Necip Fazıl ve örtülü ödenek-Mehmed Nİyazi


Son günlerde  Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Necip Fazıl’ın örtülü ödenekten para aldığı gazete ve televizyonlarda polemik konusu yapılmaktadır.

Bu konu Yassıada Mahkemesi’nde de mesele edilmişti. Hatta aldığı miktar sorulduğunda Necip Fazıl, “Hayır” deyip daha fazla aldığını söyleyerek kadirşinaslık örneği göstermişti. Mahkeme Başkanı Salim Başol’un “Hangi hizmete mukabil aldınız?”  sorusuna da şöyle cevap vermişti: “Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunların hiçbirisini yapmadım.” dedikten sonra mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin bu topraklarda yetişmesi için para aldığını söylemişti. Başkan karşı çıkıp; “Üniversite gençliği süt gibi temizdir. Onlar sizi gerici buluyorlar; zaman zaman protesto etmişlerdir.” deyince Üstad’ın cevabı şöyle olmuştu: “Üniversite gençliğinin bana gerici diyen kısmı, sesi fazla duyulan ve önde görünen kısmı. Üniversite gençliğinden on binlerce gencin benim idealime bağlı olduğunu; fakat sesini yükseltemediğini yakinen bilenlerdenim.” Bunun üzerine başkan idealinin ne olduğunu sorunca, Üstad şu çarpıcı cevabı verdi: “Garb’ın bütün müspet bilgilerini Rönesans anlayışı içinde almak ve Şark’ın ruhunu aynen muhafaza etmek, dinin parlaklığını ve saffetini, asaletini, Garb’ın büyük kafasında tekâmül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir.” Bu izahtan sonra herhalde dut yemiş bülbüle dönen Başkan’ın; “Sizden fazla alan gazeteci var mı?” sorusuna jurnalciliği kendisine yakıştıramadığı için şu cevabı verdi: “Onu bilmem; şunu bilirim ki ilk Türk gazetesi olan Takvim-i Vekayi’den bugüne kadar fikre müstenit bir tek gazete mevcut değildir ki, şu veya bu şekilde hükümetten yardım görmesin.”

    Mahkeme başkanı veya bu konuyu mesele edinenler zır cahil değillerse fikir, sanat ve bilim insanlarının dünyanın bütün ülkelerinde korunduklarını bilmelidirler. Yüksek seviyede fikir ve sanat eserleri, ilmî zihniyetle yazılmış kitaplar geniş kalabalıkları ilgilendirmezler; ama cemiyetin ufkuna düşen güneş gibidirler; kalabalıklar onların ışığında yol alırlar. Ülkemizin bu hususta özel bir durumu vardı. Harf devrimi yapıldı; zaten az olan okur sayısı adeta sıfırlandı. Hükümetlerin asli görevlerinden birisi milletin kültür seviyesini yükseltmektir. Bunun için tek parti döneminde imkânsızlıktan dolayı ilaç ithal edilemezken gazete çıkarmak için matbaa makineleri getirmek isteyenlere döviz tahsis edilmiştir. Yine bu dönemde Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Behçet Kemal gibi sanat ve ilim insanları milletvekili yapılarak adeta koruma altına alınmışlardır.

    Büyük sanatkârlar, mütefekkirler, şalgam gibi istendiği zaman yetişmezler. Bunun şuurunda olan cemiyetler bunlardan en fazla nasıl yararlanacaklarını düşünürler. Goethe, ardında 57 eser bıraktı. Ama Goethe maaşlarını altınla ödediği 15 bilim insanıyla beraber çalışıyordu. Yazdıkları, en son dil aliminin onayından geçmeden matbaaya gitmezdi. Goethe sırtını Weimar Devleti’ne dayamasaydı, Alman milletinin kültür seviyesini etkileyen eserlerine imza atamazdı. Onu finanse eden Weimar Devleti’ni mi suçlayalım, yoksa sırtını ona dayayan Goethe’yi mi?

    Gazetede yazmak yazar için imkândır; fakat basınımız yakın zamana kadar tek zihniyetin hegemonyasındaydı; kendilerinden saymadıklarına yazdırmazlardı. Necip Fazıl uzun süre bir gazetede çalışamadı. Gazete yazılarından ne geçimini temin, ne de fikrine hizmet edebildi. İnancı onu hizmete zorluyordu. Kültür seviyesi düşük ülkelerde desteksiz bir dergiyi yaşatmak imkânsızdır. Hiç değilse bir dergiyi çıkarabilmek için başını taştan taşa vurdu.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesini Shakespeare’ın eserleri arasına katıp, yine Shakespeare’ın uzmanına sorulsa, “Hayır, bu onun değildir” diyemez, kanaatimce Sheakspear’ın eserlerinin arasında yıldız gibi parlar; hatta ben farklıyım diye bağırır. O eserinden Üstad kaç kuruş kazanmıştır? Weimar Kralı gibi bir adam çıkıp Üstad’ı destekleseydi, o da dehasını kitaplarına verseydi ne olurdu? İnanıyorum ki yalnız bizim değil, bütün Şark’ın kaderi değişirdi. Her gün para derdiyle boğuşan biri ne yazabilirdi? Ölümüne kadar kirada oturması milletçe ayıbımız değil de nedir? Bu vesile ile milletimizin mazlum evladı Menderes’i de rahmetle anıyorum. 
   

16 Ocak 2013 Çarşamba

Yazar ve şair dediğin hep parasızdır ve iktidardan da her zaman nemâlanmıştır-Murat Bardakçı


Edebiyatımızın önemli isimlerinin bir zamanlar hükümetten para almasını tartışan Türkiye, bir gerçeği gözardı etti: Parasızlık ve sıkıntı okur-yazar takımımızın değişmez kaderi idi ve çekilen sıkıntıları az da olsa hafifletmenin yolu ise her zaman için devlet büyüklerinin himayesine sığınmak olmuştu.




ABDULLAH Kılıç'ın Necip Fazıl'ın Başbakan Adnan Menderes'e yazdığı mektupların Habertürk'te yayınlaması üzerine, Türkiye günlerce 1950'li senelerde hükümetten para almış olan yazarları konuştu...
Sanki bu iş sadece o devirde yapılmış, devletin şairlere, yazarlara ve sanatçılara herhangi bir şekilde para vermesi âdetini Adnan Menderes başlatmış ve bu işin öncülüğünü de Necip Fazıl yapmış gibi...
Parasızlık ve sıkıntı, okur-yazar takımının değişmez kaderi ve parasızlığı az da olsa hafifletmek için devlet büyüklerinin himayesine sığınmak da sadece bugün değil, geçmişte de her zaman vârolmuş bir kaidedir. En meşhur şairden en tanınmış yazara, fikirleri yığınları etkilemiş düşünürlerden tek bir manşeti yahut makalesiyle hükümetler deviren bir zamanların güçlü gazetecilerine çok kişi, az bir istisna ile bu yolu, yani iktidardan birşeyler istemeyi denemiştir.
Bugün bu sayfada yayınladığım edebiyat ve basın tarihimizin önemli isimlerine ait olan ve şimdi hususî arşivimde bulunan bazı belgeler mâlûm işin geçmişte hep böyle olduğunu gösteriyor:   


* PADİŞAHA MAKBUZ YOLLUYORDU: 1849 ile 1913 arasında yaşayan, edebiyat ve basın tarihimizde yazarlığının yanısıra matbaası ve yayıncılığı ile de önemli bir yeri olan gazeteci Ebuzziya Tevfik Bey'i, Sultan Abdülhamid aylığa bağlamıştı. 
Ebuzziya Tevfik, 1881 senesi Mart ve Nisan ayları için kendisine bağlanan maaşı için verdiği makbuzda "...Hazine-i Hassa-i cenâb-ı mülûkâneden tahsis ve ihsân-ı humâyûn-ı hazret-i pâdişâhî olan şehrî iki bin sekiz yüz kuruş maaş-ı âcizânemi işbu doksan sekiz sene-i maliyesi Mart ve Nisan aylarına mahsuben hazîne-i celîle-i müşârileyhâdan ahzimi mübeyyin işbu senedim takdîm kılındı..." diye yazıyor ve bugünün Türkçesiyle de, özetle şöyle diyordu:
"Padişah hazretlerinin ihsanı olarak Hazine-i Hassa'dan verilen 2 bin 800 kuruş tutarındaki Mart ve Nisan aylıklarımı aldığımı belirten bu senedimi takdim ediyorum...".







Geçimimin sağlanması için Babıalî'ye kadar gitmiş olduğunuzu her zaman minnetle hatırlarım. Brüksel'den İstanbul'a geldikten sonra bir sene işsiz kaldım. Yeniden bir elçiliğe gönderilmemi istedimse de, mümkün olamayacağı anlaşıldı. Sonunda, Senato'ya tayin edildim. Fakat aldığım aylıkla hem hayatımı devam ettirmemin, hem de borçlarımı ödememin mümkün olamayacağını görüyorum. Yani borcumu verecek olsam karnımı doyuramayacağım, karnımı doyuracak olsam da borçlarımı ödeyemeyeceğim. Kısacası, berbat bir haldeyim... Dolayısıyla ya bir sefarete gönderilmeyi veya bir diğer göreve getirilmeyi yahut malî kuruluşlardan birine tayin edilmeyi, bunlar da olmazsa aydan aya ödenmek üzere dört-beş yüz lira borçlanmam yoluyla olsun imdadıma yetişmenizi istirham ediyorum...







Bendeniz kalbinde şu iştiyâkı (hasreti) taşıyanların en zayıf ve en fakîri fakat bilâ-şüphe en samimisiyim. Huzûr-ı irfânınıza çıkarken, başımın mahcubiyetten eğilmesine mânî olacak bir sermâye-i liyakat (lâyık olacak bir sermaye) ve zekâ maalesef yoksul bir dimağda mümkün değildir. O sebeple tamamen gıll u gışsız olan arzu-yı kalbimi (kalbimin kinden ve hileden arınmış arzusunu) kendi gözlerim bile azîm bir küstahlık kadar galîz görüyor. İnâyetinizin füshatini(Yaptığınız iyiliklerin büyüklüğünü) pek hürmetle bilirim. Ancak müktesebât-ı vazîamın eb'âdını(Sahip olduğum son derece kıymetsiz bilgilerin genişliğini) pek küçük bulduğum için senelerce sizin bir mütehassîr girizânınız hâlinde (Size hasret içerisinde ama kaçarak) ve sizden âdetâ kaçınarak isrâf-ı faaliyet (yaptığım işleri harcadım) ettim. Eğer Nuri ve Mahmud Beyefendiler'in teşcîât-ı müşfîkânesi (müşfik cesaretlendirmeleri) imdadıma yetişmese idi, şu sahîfe-i tasdîin dahî nazar-ı mürüvvetiniz önüne ferşi (rahatsızlık veren şu satırların bile cömert bakışlarınızın önüne yayılması)mümkün olmayacaktı!

12 Ocak 2013 Cumartesi

Üstad rahmet istiyormuş.- Taha Kıvanç


Allah’ın insanı sınadığı hemen her günahtan tatmıştır Üstad... Yaşadığı yıllar boyunca tanıdığı siyaset adamlarıyla inişli-çıkışlı —bazen yalvaran, bazen kükreyen— münasebetleri olmuştur: Atatürk’ten İnönü ve Menderes’e, Demirel’den Erbakan ve Türkeş’e kadar...
Bunları Habertürk ifşa ettiği için biliyor değiliz; Necip Fazıl nefsinin peşinde koştuğu günlerde işlediği yanlışları kitaplarında yazdığı için biliriz. Hikâyelerinde anlattığı ‘hasta kumarbaz’ kendisidir... Asmalımescit günlerinde müptelâsı olduğu ‘beyza hanım’ (esrar) ile maceralarını ‘Bâbıâli’ anılarında kendisi anlatmıştır... ‘Benim Gözümde Menderes’ adlı siyasi anılarını okuyanlar ‘Büyük Doğu’yu çıkarmak için katlandıklarından da haberdardır...
Cehalet böyle bir şey işte... Cumhurbaşkanı ve Başbakan ‘Büyük Doğu’ ekolünden olduklarını söylüyor, Necip Fazıl’dan şiirler okuyorlar ya... Onları —ve tabii öteki ‘Büyük Doğucuları’ da— ne zaman rahatsız etmek isteseler, Üstad’ın tövbe ettiği günahlarına ve parasızlıktan bir batıp bir çıkan dergisi için Menderes’ten destek dilenen mektuplarına sarılıyorlar...
Üstad’ın geçmiş kusurlarını niçin gizlemediğini, onları kitaplarında neden andığını sorgulayanlar çıkmıştır ‘Büyük Doğucu’ bilinenler arasından; herhalde onlar da arası sıklaşan bu tür yayınlardan sonra sebebi anlamışlardır. Ya bir de gizleseydi?
Saldıranların bilmediği, bizlerdeki ‘Üstad’ sevgisinin onun ‘kusursuz’ bir insan, âdeta bir melek olmasından kaynaklanmadığıdır; tam tersine, onda ‘eksik’ olarak gösterdikleri yanlışlıklar içerisinden gelerek sevenlerinin hayran olduğu ‘Üstadlık’ pâyesine erişmiştir Necip Fazıl... Günahlar onu küçültmemiş, o günahları küçülterek ve hepsini geride bırakarak büyümüştür.
Vaktiyle Nazım Hikmet‘Putları deviriyoruz’ kampanyası açmış ve kendisi gelene kadar edebiyatımızda yer etmiş kimler varsa hepsini, çıkardığı derginin kapaklarında üzerlerine çarpı işareti koyarak, yok etmeye kalkışmıştı. Saldırdığı edebiyatçıların çoğu bugün de seviliyor ve okunuyor...
Geçmişe sünger çekme çabası her devirde kendini gösteriyor. Üstad’ın Menderes’e yazdığı mektuplar şimdiye kadar kimbilir kaç kez gündeme geldi.
Bildiklerimi sayayım: Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı Yassıada’daki ‘örtülü ödenek’ davasında... Yassıada zabıtları Celal Bayar’ın torunu Emine Gürsoy Naskali tarafından yayınlanıyor; ilk cilt ‘örtülü ödenek davası’ ile ilgilidir.
Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan’ın 6 Eylül 2006 tarihli yazısı “Necip Fazıl’ın Menderes’e Mektubu ve Türk Sağı” başlığını taşır. Kürşat Bumin mektuplarla ilgili birden fazla yazı kaleme almıştır Yeni Şafak’ta. En son Hürriyet’te, “1960 dönemi belgeleri darbe komisyonunda” başlıklı haberde de geçti mektuplar...
Hürriyet haberinin ilgili bölümünü okuyun isterim: “NECİP FAZIL’A ÖDENEN PARA-
Örtülü Ödenek Davası: Necip Fazıl Kısakürek’e para verilmesi ile ilgili görevi kötüye kullanmalarına dair suçlama. Necip Fazıl Kısakürek’in Adnan Menderes’e yazdığı talep mektupları. Yusuf Ziya Ortaç’ın Adnan Menderes’e yazdığı mektuplar ve aldığı paralarla ilgili vesikalar.”
Evet, Hürriyet, haberi, Habertürk’ten tam 1,5 ay önce böyle vermişti.
Türk basınının ilklerinden (1869) ‘Basiret’ gazetesi hem Sultan Abdülaziz’den, hem Sadrazam Âli Paşa’dan hem de Alman Şansölyesi Bismark’tan alınan paralarla kurulmuştur. Bizde matbuat nasıl kurulduysa öyle de devam ediyor...
Necip Fazıl’ın küçük bir tekneyle kocaman gemilere karşı mücadele verdiği ‘Büyük Doğu’ yıllarında, yeni yayınlanmaya başlamış bir gazetenin makinaları sağlayan Burla Biraderler şirketinden mülhem ‘İsrail sermayesi’ ile, bir diğerinin de sahibinin aile kökenine bakılarak ‘Şah desteği’ ile kurulduğu ciddi ciddi söylenirdi.
Yanlış-doğru sorgulanmadan, aynı yıllarda, ‘sol’ çizgideki yayın organlarının ‘Moskova parası’ ile desteklendiğine inanılırdı.
Demek Büyük Doğu dergisi de Menderes’e yazılan mektupların zuhuratıyla çıkarılıyormuş...
Mektupların üslubu? Yüksek makamlardan talebi olan biri, ne bileyim hani hassas gönüllü bir sahib-i irşad, farklı bir üslupla yazmıyordur mektuplarını...
Çok tuhafıma gitti bu yayın, çoook...

10 Ocak 2013 Perşembe

Fuzuli’nin ve Necip Fazıl’ın şikâyetnameleri -Fazıl ve Para-Necip Fazıl ve Nazım Hikmet -Yavuz Bahadıroğlu

Fuzuli’nin ve Necip Fazıl’ın şikâyetnameleri
Önce Habertürk Gazetesi’nden Abdullah Kılıç’ı tebrik ediyorum; çünkü gerçekten haber değeri olan bir konuyu haberleştirmiş… Üstelik de alışıla gelindiği gibi, “yargıç” üslubuna kaçmamış… Farklı yorumları görmezden gelmemiş…

Yani işini, yapılması gerektiği gibi, “tarafsız” yapmış. Bugünlerde sık rastlanabilen bir “gazetecilik” türü değil bu…


Gerçi işin erbabı, dönemin bazı yazarlarının Başbakan Adnan Menderes’ten para aldığını biliyordu. Ancak ben dâhil, çoğumuz mektupların tam metnini ilk kez Abdullah Kılıç’ın haberinden okuduk. Tarihe not düşmek böyle olur.



Sözün özü şu: Rahmetli Üstad Necip Fazıl, Peyami Safa, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya gibi “önemli” yazarlar; İbrahim Çallı, Bedri Rahmi gibi “önemli” ressamlar; Yahya Kemal gibi “önemli” şairler ve daha birçok “saygın” isim, devrin Başbakanı (şehit) Adnan Menderes’e “üç kuruş” için yalvar-yakar olmuşlar…



Bu durum pek tabii bugünkü mantığımıza çok ters geliyor. Ne var ki, “yazın dünyası” böyle bir “gelenek”ten geliyor ve korkarım bu gelenek başka biçimde sürüyor…



Söyler misiniz lütfen, hükümetten “nakit” para almakla, hükümeti yıkmaya çalışan “balyozcu”lara kitap yazıp cemseler dolusu dağıtılmasından oluşan külliyetli “telif”i almak arasında ne fark var?



Böyle bir olay 28 Şubat sürecinde, yani daha dün yaşandı. O kitabı yazan da, “cebren ve hile ile” okutanlar ve cemselerle dağıtanlar da sağ... Birileri de keşke bu işin üzerine gitse…



Ama tabii ki “yanlış emsal olmaz”! Her ne şekil ve surette olursa olsun, kalemin “haksız kazanç” sağlama aracı olarak kullanılması, bugünkü mantığa sığmaz! Ancak böyle bir geleneğin olduğu da inkâr edilemez: Osmanlı döneminde ne kadar ciddi şair, yazar, hattat ve her anlamda “sanatçı” varsa, hemen hemen hepsi devlet tarafından desteklenmiş, yazdıklarını ve yaptıklarını kimi zaman padişaha, kimi zaman sadrazama, vezirlere, valilere sunarak maişetlerini temin etmişlerdir.



Malum: O dönemde sanat eserini başka türlü değerlendirecek bir “piyasa” yoktur. Sanat eserinin tek müşterisi saray ve üst düzey yöneticilerdir. Her padişah sanatçıları bir şekilde ödüllendirmiştir.



Meselâ Kanuni döneminde rüşvetin yaygınlığına delil gösterilen, Fuzûlî’nin meşhur “Şikâyetname”si, tahsisatının gecikmesi üzerine yazılmıştır.



Fuzûlî, Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir o tarihte. Kanunî’ye yazdığı bir mektupta geçim darlığı çektiğini bildirmiş ve Necip Fazıl’ın mektubuna benzer bir mektup yazarak, kendisine devlet hazinesinden makul bir tahsisat lütfedilmesini istemiştir.



Bunu dikkate alan Padişah, Fuzûlî’ye bir “berat” göndermiştir. Buna göre, Fuzulî’ye, Bağdat’taki vakıf gelirlerinden makul bir miktar tahsisat bağlanacaktır.



Fuzûlî, beratı alır almaz vakıf idaresine gitmiş, Padişah’ın emri gereğince kendisine tahsis edilen paranın verilmesini istemiştir. Ne var ki, bürokratik engelleri aşamamış, “Bugün git yarın gel”lerin ardı arkası kesilmemiştir. Aradan haftalar, hatta aylar geçmesine rağmen, parayı bir türlü alamamıştır.



Vakıf idaresine birkaç kez gidip her seferinde eli boş dönen şairin sonunda tepesi atmış, “Selâm verdim, rüşvet değildir deyü almadılar/ Hüküm gösterdim, faydasızdır deyü, mültefit olmadılar” (önemsemediler) mısraını da içeren meşhur şiirini işte bu yüzden kaleme almış, o tarihte Kanuni’nin Genel Sekreterliğini yapan Nişancı Celalzâde’ye göndermiştir. Oradan da şiir Kanuni’ye ulaşmıştır.



Bu şiirinde Fuzûlî, bürokrasinin yavaş işlemesinden yakınmakta, özellikle vakıf dairesinde çalışan memurlarla arasında geçen “dedim-dedi” bölümünde, hâlâ aynı havalarda dolaşan bürokratik ahlâki sorgulamaktadır.



“Gördüm ki, sualime cevaptan gayri nesne vermezler ve bu berat ile hacetim (ihtiyacım) reva görmezler/ Nâçar (çaresiz) terk-i mücadele kıldım (mücadeleden vazgeçtim), meyus u mahrum, guşe-i uzletime çekildim” (hiçbir şey elde edememenin karamsarlığı içinde yalnızlığıma gömüldüm).



Necip Fazıl da buna benzer satırlarla rahmetli Menderes’ten “tahsisat” istemiyor mu?


Fazıl ve Para

“Hayatında paraya değer vermeyen iki kişinin adını söyle” deseler, biri mutlaka Necip Fazıl olur…
 
O, parayı değil, kullanmayı severdi. Meselâ arkadaşından borç aldığı yüz liranın altmış lirasıyla gömlek alır, üstünü kasiyere bahşiş olarak bırakırdı…
Konakta doğmuş, “lüks” şartlarda büyümüş birini bunun için muaheze edemezsiniz. Zira şartlar değişir, para zaman içinde biter, ama alışkanlıklar ölünceye kadar devam eder.
 
Dava ve mahpushane arkadaşı rahmetli Osman Yüksel’in (Serdengeçti) Vehbi Vakkasoğlu’dan (Vehbi Bey’in babasına bizzat anlattığı) dinlediğim bir “para” hikâyesi var ki, Üstad’ın para ile ilişkisini çok güzel anlatıyor…
 
Üstad, Yassıada’da sözkonusu edilen meşhur “Örtülü Ödenek Davası”na dayanak oluşturan 147. 000 lirayı almak üzere, Ankara’ya gitmiş. Fakat uzun tren yolculuğu esnasında beyaz gömleğinin yakası kirlenmiş. Yedek gömleği de yok. Yakın arkadaşı Osman Yüksel’den bir gömlek almasını istiyor…
 
Necip Fazıl ne kadar eli açık ise Osman Yüksel o kadar tutumlu. Bir mağazaya giriyorlar. Üstad, fiyatı 60 lira olan en pahalı gömleği seçiyor. Osman Yüksel’den borç aldığı bütün bir yüz lirayı tezgâha koyuyor ve “Üstü kalsın” diyor, “Necip Fazıl verdiği paranın üstünü almaz!”
 
Osman Yüksel’in halini varın siz düşünün: Çünkü o zamanın şartlarında yüz lira, onun için bir aylık geçim parasıdır.
 
Necip Fazıl, yeni gömleğini giyip başbakanlığa gidiyor ve içinde 147. 000 lira bulunan bir çanta ile dönüyor. Yüz liraya içi hâlâ yanan ve yakınan Osman Yüksel’e, “Para dediğin nedir ki Osman?” diyor, çantayı yaya kaldırımın ortasına fırlatıyor. Çanta açılıp paralar saçılıyor. Osman Yüksel’in aklı çıkıyor. Topladığı paraları çantaya tıkıştırıyor. Birlikte Osman Yüksel’in bürosuna dönüyorlar.
 
Yassıada’da işte bu paradan dolayı sorgulanıyor, Necip Fazıl.
“Evet aldım” diyor, “alırken de bir rejim ve hükümet meddahlığı vazifesini üzerime almadım…
 
“Adnan Bey’de, Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu davayı tutmaya müstaid biricik insanı buldum ve yardımını davamın hakkı olarak kabul ettim. Bütün aldıklarımı, mücadelesini ettiğim yolda harcadım. Ve sade harcamakla kalmayıp evimdeki eski koltuk ve halılara kadar da bu uğurda satmaya mecbur oldum. 
“Zira Adnan Bey’in ‘bir kere başla da sonu gelir’ diye ettiği her yardım, Demokrat Parti iktidarının menfi kutbu tarafından engellenince, kendisine bir ev yaptırılmaya başlanıp, birinci katı çıkmadan yüzüstü bırakılan bîçare gibi, elimdeki avucumdakini sarf etmeye, üstelik müthiş bir borç altına girmeye mahküm oldum.
 
“Yani örtülü ödenekten bana verilen paralar, şahsıma bir şey getirmek yerine, benim bütün imkânlarımı yedi, bitirdi ve neyim varsa götürdü. Böylece Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle beni kullanmış değil, asıl ben onu idealim uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş, fakat iradesiz ve sebatsız karakteri yüzünden muvaffak olamamış bulunuyorum.
 
“Benim, bir dava uğrunda bir nevi vergi hakkiyle alabildiğim, reklam parasına bile yetmez, gülünç meblağlara karşılık, kendisinden milyonlar devşirip şimdi gözünü oymaya bakan, Büyük Doğu’yu örtülü ödenek beslemesi olmakla suçlayan ve hesap vermeye davet edilmeyen bazı gazetelerin hali, masumluk ve ulviliğimizin ters tarafından mükemmel bir ifadesidir. İsterseniz bu gazetelerin hesabını yüksek huzurunuzda ortaya dökeyim.
 
“Böyleyken huzurunuzda suçlu sıfatiyle oturan dünün Demokrat Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başvekili Adnan Menderes’e, bize gösterdiği yarım, devamsız ve samimiyet derecesi belirsiz alakadan dolayı minnettar olduğumuzu ve böyle olmakta devam edeceğimizi bildirmek de vazifemdir.”
Bu kadar.
 
Şimdi bu konuyu yeniden ısıtıp Necip Fazıl’ı yıpratmaya çalışıyorlar. Başaramazlar: Çünkü biz insanların hatasını değil, hizmetlerini severiz!

Necip Fazıl ve Nazım Hikmet

İttihad ve Terakki kalıntısı Ergenekoncuların âdetidir: Siyaseten yenildiklerinde, halktan intikam alma hevesine kapılırlar ve bu hevesle ya dine ya da tarihe saldırmaya başlarlar…

28 Şubat süreci boyunca dine, dini sembollere ve dindarlara nasıl vahşice saldırdıklarını hatırlayalım…

Buna rağmen siyaseten yenilgileri devam etti. Üstelik geçen zaman içinde “irtica” filan olmadığı, “Balyoz Darbesi”ni gerçekleştirmek için “irtica”yı gündemde tuttukları ayan-beyan ortaya çıktı…

Taktik değiştirip bu kez tarihi karalamaya başladılar. Bunun için de Osmanlı’nın en “muhteşem” dönemini seçtiler: Onu kirletebilirlerse, tarihte kirlenmemiş bir dönem kalmayacaktı.

Yapımcıların niyeti bu muydu bilmiyorum, ama böyle bir niyete hizmet ettiği aşikâr…
Ne var ki, bu kez de “namuslu tarihçiler” devreye girdi ve “Muhteşem Süleyman” dönemine ait belgesel kitaplar bir biri arkasından yayınlandı…
Giderek güçlenen Başbakan da sert çıkınca, hesap tutmadı: O güne kadar “dekolte”siyle meşhur Hürrem Sultan figürünü bile kapatıp namaz kıldırmak zorunda kaldılar…

“Yenilen pehlivan yenilmeye doy-maz”mış ya, bunlar da doymadı: Yine taktik değiştirdiler ve dindar kesimin medar-ı iftiharı isimlere sarktılar…
Bediüzzaman öncelikli hedefti: Ne var ki atılan tüm çamurlar, atanların suratına yapıştı. Çünkü Bediüzzaman, tüm dünyasını küçücük bir bohçaya sığdıracak kadar temiz bir hayat yaşamış, paraya-pula, şöhrete-şana dönüp bakmamıştı…
Bu yüzden iftira bile tutmuyor, anlatılanlar kimseye inandırıcı gelmiyordu.
Saldırılar fiyasko ile neticelenince, Fethullah Hocaefendi’yi hedefe koydular: “Montaj kaset” furyası başladı. İftiralar ekranlarda uçuştu. Aynı zamanda ağlayan “Fadime”ler, baston savuran “Aczimendi”ler ortaya çıktı…

Sınırsız medya gücüne rağmen, hedeflerine ulaşamadılar. Bu gürültü-patırtı eşliğinde bir yandan tatlı ihaleler ve krediler alıyor, bir yandan da bankaları hortumluyorlardı.
“Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” ya, burada da hesap döndü: Askerlerden sonra, hesap verme sırası sivil uzantılarına geldi. Millet, “Önce Dinç Bey mi, Aydın Bey mi, Ertuğrul Bey mi alınacak?..” diye beklerken, Necip Fazıl olayı patladı: Üstad, dönemin Başbakan’ı Adnan Menderes’ten para almıştı…

Hükümetten para alan şair “kötü” ise, Nazım Hikmet neden “iyi?” Üstelik kendi ülkesinin hükümetinden değil, Rus hükümetinden, hem de milyonlarca Kırım ve Kafkas Türk’ünün cellâdı olan Stalin’den para aldı. “Sipariş üzerine” Stalin’i ve komünizmi öven nice şiir yazdı. Hadi durmayın, madem “gazetecilik” yapıyorsunuz, Nazım’ın Stalin’e yazdığı methiyeleri ve bölgesel idarelere yazdığı mektupları da yayınlayın! Merak etmeyin: Sıkışmış bir şairin para talebini biz hoş görürüz.

Eminim ki, Necip Fazıl Demokrat Parti’nin iktidara gelişinde büyük pay sahibi olduğunu düşünmeseydi (bunu düşünmekte haklıydı, zira çok büyük bir mücadele vermişti), Adnan Menderes’ten tek kuruş talep etmezdi.

Nitekim 1945 yılında, “rejimin üçüncü adamı” Recep Peker (Başbakanlık ve CHP Genel Sekreterliği yaptı), üzerinde Merkez Bankası bandajı bulunan para demetlerini masaya koymuş, CHP’sine “biraz ölçülü muhalefet” etmesi karşılığında yüz bin lira teklif etmişti…

O günler Üstad’ın, “çocuklarının süt borcu olan altmış üç lirayı ödemekten aciz” olduğu günlerdi. Buna rağmen, anında reddetti…

CHP Umum Müfettişi,  Maraş ve Kütahya milletvekili Alaattin Tiritoğlu da, CHP’sini eleştirmemesi şartıyla bir matbaa hediye etmeyi teklif etmiş, Üstad yine kabul etmemişti.

Hazır “gazete-gazeteci ve para” ilişkisi söz konusu edildi, söyleyin bakalım, dönemin ekonomiden sorumlu bakanı Güneş Taner’i hangi “gazeteci” arayıp patronunun şirketleri için külliyetli miktar “para” istemişti?..

Bundan sonraki yazım, Necip Fazıl’ın örtülü ödenekten para alması hususunda Yassıada hâkimlerine verdiği ifadeyi kendi kaleminden okuyalım.