Ahmet ANAPALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet ANAPALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2013 Cuma

Harikalar diyarı Osmanlı - Ahmet Anapalı

Osmanlı’da kuş evleri ve vakıf kültürü 
Kaf Dağı’nın ardında, sınırları dünyayı kaplayan geniş ve güzel bir ülke varmış. Bu ülkede herkes mutlu, herkes neşeliymiş. Burada yaşayan çocuklar evlerinin önünde oynarken akşam olup hava kararınca; “evliler evine evi olmayan…..” diye başlayan tekerlemeleri söylemezlermiş. Söylemezlermiş çünkü herkesin evi, altına sığındığı bir damı varmış. Hiç kimse sokakta yatmaz korku içinde sığınacağı tenha bir köşe aramazmış, çünkü dedim ya herkesin bir evi varmış. Kuşların, kedilerin ve köpeklerin bile…
Hiçbir esnaf akşam dükkânını kilitlemez bütün malları olduğu gibi kapı önüne bırakırmış. Bu ülke öyle bir ülkeymiş ki, dışarıda yatan kimse olmaz, açlık nedir bilinmezmiş. Bu ülkede “komşusu açken tok yatan bizden değildir” düsturu tüm gönüllere ve tüm hanelere hakimmiş. Hiç kimse zekât kabul etmez, buna ihtiyaç duyulmazmış. Her sokağın başında ve sonunda bulunan “Sadaka Taşları” ağzına kadar altın akçelerle dolar, ama kimse elini sürmezmiş.  Sağlık meselesi çok ciddiye alınır, hastalanan insan değil sokak hayvanı bile olsa onu tedavi etmek, yaralarını iyileştirmek için devlet seferberliğe geçer ve o hayvanlar için türlü türlü vakıflar, hastaneler yapılırmış.

Bir Vatan Pazarlığı- Ahmet Anapalı

LOZAN: MASADA KAYBEDİLEN VATAN
Tüm yan unsurlara rağmen İngiltere, Lozan masasına hakimâne ve tarihi İngiliz küstahlığı ile oturduğunda esasında çok kötü ve yılgın bir vaziyetteydi. Nitekim bu durum İngiliz askerî ve politik arşiv belgeleri ve o günün savaş bakanlığının raporlarında açıkça belirtilmiş ve “içinde bulunduğumuz bu zor durumu çaktırmayın”6  denmiştir. Bunun yanı sıra İngiliz heyetinin başkanı Lord Curzon, Türkiye’nin içinde bulunduğu zor durumu çok iyi okudu ve kullanmayı başardı.
AHMET ANAPALI

İmzalanmasının üzerinden tam 90 sene geçmesine rağmen o günden bugüne Lozan üzerine çok söz söylendi, çok yazı yazıldı. Bugünlerde bile bir muzafferiyet mi? yoksa bir hezimet mi? olduğu hâlâ konuşulur. Üç beceriksizin gençlik hevesi ve maceraperestliği uğruna yanlış saflarda girdiğimiz büyük cihan savaşından mağlup olarak çıktıktan ve dört senede “evet sadece dört senede” bir milyon ikiyüzbin metrekarelik “yani bugünkü ölçümlerle söylenmesi gerekirse birbuçuk Türkiyelik” toprak kaybettikten sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahideddin Han’a tavsiyesi ve ısrarı üzerine antlaşma masasına oturmak ve Osmanlı haklarını korumak için Limni Adası’nın Mondros Limanı’na gönderilen Rauf Orbay’ın imzaladığı Mondros Ateşkes Antlaşması’nın o berbat maddeleri mucibince, Anadolu toprakları karış karış işgal edilmiş ve düşman çizmeleri tarafından ezilmiştir.

Sadaka ve hamal taşları - Ahmet Anapalı

Atamız Osmanlı, Lale devrinin şiir üstadı Nedim’in ifade ettiği gibi bir tek taşı dünyadaki tüm şehirlere bedel olan bu şehirde, kış ayı yaklaşıp da hastalanmalarından dolayı sıcak bölgelere göç edemeyen leyleklerin kış mevsimini rahatça geçirmeleri için Kasımpaşa semtine bir Leylek hastanesi yaptırmış. Bu ne harikulade bir hareket. Hasta olup da beslenemeyen kediler için “Kedilere Ciğer Verme Vakfı”, yerdeki tükürükleri kireçle dezenfekte etmek için “Sıhhat ve Temizlik Vakfı”, konaklarda çalışan hizmetçilerin kırdıkları eşyaların ücretlerini karşılamak için bir “Tanzim Vakfı” her sokağa tahsis edilen iki doktorun ücretini karşılamak için kurulan “Hekim Vakfı” gibi bugün hiç kimsenin aklına gelmeyecek kadar ufukların ötesinde vakıflar kurulmuştur.
Yoksullara “alan el” olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak için, gayet zarif yardım şekilleri geliştirmiştir. Böylece “alan el” hicaptan, “veren el” de gurur ve riyadan korunmuştur. Yani, her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma vasıtalarından birisi, hatta bir bakıma birincisi, “Sadaka Taşları”dır.

Osmanlı, kan kusan Ortadoğu’yu bir vali ile yönetti - Ahmet Anapalı

Türkiye’de tarih yazmak, tarihin kapsadığı saha ile ilgili söz söylemek hiç de kolay değildir. Çünkü bu saha her zaman “çok bileni” olan bir sahadır. Herkes, neye inanıyor ve neyin doğru olmasını istiyorsa o iddiayı temellendirmek için tarihe ve onun bitmek bilmeyen hafıza sandığına başvurur. Tarih, bugün yapılan ve yaşanan ne kadar günah ve ayıp varsa hepsinin geçmişten gelen bir sebebin sonucu olarak gösterilmek, bu şekilde meşrulaştırılmak için sürekli yine ve yeniden üretilen bir zihinsel geçmiş kurgusudur.  “Tarihi çarpıtarak başka bir süreç inşa etmek” işi ile meşgul olanlar, Osmanlı’nın yaklaşık 300 küsur sene süren Ortadoğu coğrafyasındaki varlığı ve misyonu ile “Tanrıyı kıyamete zorlama” senaryosu gereği İnsanları kan denizlerinde yüzdürmek pahasına Ortadoğu bölgesini işgal eden, Hıristiyan neo-conlar ve evangelistlistlerle, bölgenin tüm zenginlik kaynaklarını vicdansızca ve hayvani bir dürtüyle sömüren Siyonist emperyalistlerin varlık ve misyonunun aynı olduğunu ifade etmektedirler. Bu sömürgeci vahşi mel’unların bölgedeki varlıkları güya Osmanlı ile aynıymış; “bölgeye barışı götürmek, insan haklarını tesis etmek ve bölgeyi diktatörlerden temizlemek gibi”

TÜRKİYE’DE GÜZEL BACAK YARIŞMASI YAPILABİLİR Mİ?.. Ahmet Anapalı

TÜRKİYE’DE GÜZEL BACAK YARIŞMASI YAPILABİLİR Mİ?.. - 1-

Değişirken bozulmak
Resmi olmasa da ilk güzellik yarışması, İpek Film Şirketi tarafından 1926’da İstanbul’daki Melek Sineması’nda yapılır. Fakat bu yarışma ciddiyetten uzak ve amatörce bulunduğundan sonucu ilan edilmez ve geçersiz sayılır.
Cumhuriyietin ilanı ile birlikte herşey, her kavram ışık hızıyla değişir. Eskiye, Osmanlı’ya dair her ne var ise sadece “eski” olduğu için lanetlenir hedef tahtasına konur. Gerilemenin  en büyük sebebi olarak görülür. Bu özden kopuş öyle bir safhaya girer ki, İslam dinini terk edip ülkece Hıristiyanlık dinine girmemiz gerektiği ve ilerlemenin ancak bu sayede gerçekleşebileceği dahi konuşulur.
Konu ile ilgili olarak 13-16 Kasım 1970 tarihli Yeni İstanbul Gazetesi’ndeki neşredilen hatıralarında Kâzım Karabekir Paşa diyor ki;  

Biri bizi gözetliyor- Ahmet Anapalı

MEHMET ŞİMŞEK’İ DİNLEYEN İNGİLİZLER İNÖNÜ’YÜ DE DİNLEMİŞTİ
Mehmet Şimşek’in İngilizler tarafından dinlenmesi, tarih konusunda detay bilgiye sahip olmayanlar için sanki eşi benzeri görülmeyen bir habermiş, skandal bir hadiseymiş gibi algılandı. Hâlbuki Cumhuriyet tarihimizde bu durum daha önce de yaşanmış ve Türk heyetleri İngilizler tarafından dinlenilmiş, gizli telgrafları deşifre edilmiş ve Türk tarafı köşeye sıkıştırılmıştır.

Geçen hafta bomba gibi bir haber, skandal niteliğinde Türkiye’nin gündemine düşüverdi. Ülkelerarası politika sınırları dâhilinde, yenilir yutulur cinsten olmayan bu habere göre, İngiltere istihbaratı 2009 senesinde Londra’da gerçekleştirilen G20 toplantılarına giden Türkiye Cumhuriyeti’nin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve beraberinde bulunan bürokratları gizlice dinlediği, raporlar düzenlediği ve bu bilgileri arşivlediği ortaya çıktı. Maliye Bakanı Şimşek, bu skandal iddianın Türk Dışişleri ve istihbaratı tarafından incelendiğini ifade etti.

Ahmet Anapalı Ahlâksızlığın Ve Rezaletin Başkenti Taksim-Ahmet Anapalı

Bölgede yaşayan Levantenlerin “Grande Rue de Pera” dedikleri Beyoğlu’ndaki renkli ve gayri ahlâki hayatı Osmanlı, 19. yy. ortalarından sonra tanıdı ve bu caddeye “Cadde-i Kebir” büyük cadde ismini verdi. 16. yy. başından itibaren canlı bir hayata sahip olan “Pera” kendi kabuğuna sığamaz hale geldi ve tepenin sırtlarına doğru yayılmaya başladı. Tepe olmasından dolayı Roma İmparatorluğu zamanından kalma sarnıç-barajda toplanan suyu çevre semtlere dağıtması için 1730’lu yıllarda Sultan 1. Mahmut tarafından caddenin girişine konulan ve suyu taksim etmeye yarayan “Maksem”den ötürü bölgeye “Taksim” denmeye o günlerde başlandı.

Kurtuluşun faturasını ödeyen adam-Ahmet Anapalı

Sultan Mehmed Vahideddin Han’ı, Sevr Antlaşmasını imzalamasından ötürü “Vatan Haini” olarak lanse edenler, lütfen bir zahmet Sevr Antlaşmasının üstüne baksınlar ve padişahın imzasını bulup bana da göstersinler. Gösteremezler çünkü yoktur. Çünkü; Sultan Vahideddin Han, Sevr paçavrasını imzalamamıştır.
 
Bizim tarihimizde hain yoktur.

Büyük Bozgun ve Balkan Savaşları Açlık, ölüm ve sefalet- Ahmet Anapalı

Hatıralara en çok yansıyan aksaklık, ordunun yoğun bir şekilde siyasete müdahil olmasıdır. Böyle olunca rakiplerin bir şekilde tasfiye edilmesi gerekmektedir. Siyasetin kendi doğasında ilerlemeyip, silah zoruyla ilerlemesi ya da şekil alması, hataları da beraberinde getirmiştir. Bu hatalar savaş öncesi yapıldığı gibi savaş boyunca da aynı şekilde devam ettirilmiştir.
Milliyetçiliğin hasat mevsimi olan Balkan Savaşları sonucunda Osmanlı Devleti, Rumeli’deki hâkimiyetini tam manasıyla kaybetti. Balkanlar’daki her bir ulus artık müstakil bir devlet haline gelmişti. Bu durum Balkan milliyetçiliğinin Osmanlı zamanındaki doyum noktasıdır. 100 yıl içerisinde (1353-1453) İslam kimliğine giren Rumeli toprakları, 13 ay gibi kısa bir sürede de İslam medeniyetinden ve kimliğinden arındırılmaya çalışıldı. Bu taviz, savaştan çok kısa bir süre önce Balkan ittifakını kuran hükümetlerin eline verildi. Rusya’nın ve büyük güçlerin de desteği ile 8 Ekim 1912’de I. Balkan Savaşı Osmanlı ve Karadağ arasında başlamış oldu. Daha sonra Sırp, Yunan ve Bulgarların da savaşa dâhil olmasıyla Balkan Savaşlarının hacmi genişledi.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

“Büyük kartal öldü” Ahmet Anapalı


Allah’ına Kavuşmasının 532. senesinde Büyük Hünkâr Fatih Sultan Mehmed Han.... 

Savaştan savaşa, cepheden cepheye koşarak tüketilen 49 senelik bir ömrün ardından 3 Mayıs 1481’de İtalya üzerine yaptığı sefer sırasında Gebze’deki Hünkar Çayırında 49 yaşında birkaç senedir düçar olduğu “Gut” hastalığı sebebiyle vefat etti. Bu vefatın normal bir vefat olmadığı, özel doktoru Yahudi kökenli Yakup “jakop” Paşa tarafından ilaç gibi zehir verilerek öldürüldüğü ve ölüm sonrasında bu doktorun Vatikan’daki Papalığa üç kelimelik bir mektup gönderdiği söylenir. Bu mektup şöyledir; “BÜYÜK KARTAL ÖLDÜ.”

Meclisi Vahideddin mi açtırdı?-Kurtuluşun faturasını ödeyen adam-Ahmet Anapalı






Meclisi Vahideddin mi açtırdı?


Padişahımız, kalbimiz size karşı sadakat ve bağlılık duygusu ile dolu olarak, tahtınızın etrafında her zamankinden daha sıkı bir sadakatle bağlanmış bulunuyoruz. Toplantısının ilk sözü padişahına bağlılık olan bu Meclis’in son sözünün de bundan ibaret olacağını yüce kapılarına en büyük ve alçak gönüllükle arz eder.






Her şey, 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Ateşkes antlaşması gereği, 15 Mayıs 1919 Perşembe günü İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali ile başladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün hatıralarından ve Nutuk’tan anladığımız kadarıyla Mustafa Kemal Paşa’nın paravan bir vazife ile Samsun’a çıkması ve bu vazifenin Padişah Mehmet Vahideddin Han tarafından bilinmesi ve devrin Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa tarafından onaylanması artık herkes tarafından bilinen bir hakikat…

30 Mart 2013 Cumartesi

Genç Adam, Sen Kimsin Biliyor musun? Ahmet Anapalı


                                                                 DİNLE EY GENÇ ADAM… 
Genç adam, üstad Necip Fazıl’ın ifade ettiği gibi; son damla terine ve pazusundaki son gücüne kadar mukaddes emanete sahip çıkma iddiasında bir genç isen, bahtiyar ol. Çünkü senin ruh hamurunda;
Atını boğazına kadar Atlas Okyanusuna sokup, gökyüzüne hiddetle parmağını kaldırdıktan sonra “--- Sen Şahidim ol yarab. Önüme bu denizi koymasaydın ben bütün cihanı Müslüman yapacaktım…” diyen Tarık Bin Ziyad’dan parçalar var.
SEN; Mute Savaşında kendisini savaşmaktan alıkoyan yarısına kadar kopmuş ve kılıcını sallarken canını acıtan parmağını, atından inip, ayağının altına koyup Allahuekber dedikten sonra çekip kopartan Abdullah Bin Revaha ile, aldığı 90 kılıç ve ok yarasından sonra Allah’ına uçarak kavuşan Cafer-i Tayyar ile aynı yoldansın

29 Ocak 2013 Salı

Yalan Söyleyen Tarihçiler Utansın...Ahmet ANAPALI

Ahmet ANAPALI

Bizim ülkemizde iki tür tarihçi  ve tarih anlayışı vardır.  Biri sistemi kutlamak, kutsamak, baş tacı etmek uğruna cumhuriyet öncesi var olan her düşünceye ve her gelişmeye mesafeli ve eleştirel durmayı tarihçiliğin ve davaya sadakatin bir gereği gibi görenler, diğeri ise sistemin doğru kabul ettiği ve kitaplara koyduğu her bilgiyi ve her hadiseyi yanlış kabul edip alternatifini üretenler…

12 Ocak 2013 Cumartesi

Allahım, Ümmetin Suskunluğunu Sana Şikayet Ediyorum...Bu Şarapçı Noel Baba Kimin Babası?-Ahmet Anapalı


"İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?"      (A’râf 155)  
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı,
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
"Yandık!"diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun! 
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ? 
  Zâlimleri adlin, hani öldürmedi halâ!  
  Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm! 
  Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm? 
Mâdem ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın... 
 Yaksaydın o mel'unları... Tuttun bizi yaktın!  
  Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi. 
  Binlerce cevâmi yıkılıp hâke serildi! 
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar, 
  Bir yürekte bin ailenin mâtemi çağlar!  
  En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından, 
  Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan! 
İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok... 
 Nâ-hak yere feryâd ediyorsun, âcize hak yok!  
  Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? 
  Ağzım kurusun yarâb! yok musun ey adl-i İlâhî! 
                                      Mehmet Akif Ersoy. 
    Allah’ım… Rahim ismiyle ümmete sığınak, korunak, barınak, tutamak, dayanak olan yüce Allah’ım… Siyonist köpeklerin, ırkçı faşist Yahudilerin,  kan emen Aron’ların, bebek katili Şaronlar’ın, Kur’an Kerim’de “Belhum Adâl- hayvandan daha aşağı” diye tarifi edilen Netenyahular’ın, kirli maşaların maymunu Esed’bu gözü dönmüşlüğünden  “KAHHAR” ism-i şerifine sığınıyorum.  Kahreyle, Kahreyle, kahreyle Allah’ım…    
    Bize “sabredin” dedin. Biz seni anlamadık. Sabrı boyun bükerek beklemek zannettik. Anlamadık seni Allah’ım. Anlamadık, sabredin derken mücadele edin ve direnin demek istediğini. Ferasetimizi arttır Allah’ım…   
    Biz bir ümmet değil miyiz?... Sevgilin olan efendim bu dünyadan senin yanına göç ederken bizi birbirimize, ümmeti ümmete emanet etmedi mi?... ümmet bir vücut gibi olmalı demedi mi?... Biz bunu da anlamadık Allah’ım. Tefrikaya düştük. Bölündük, parçalandık, binpâre olduk, Şii olduk, Sünni olduk, Tarikatçı olduk, Selefi olduk, Arap olduk, Türk olduk, Kürt olduk. Ama bir türlü ümmet olamadık affet bizi Allah’ım, affet bizi yüce efendim, sevgili peygamberim…   
    Ümmetin bu durumundan da en çok,  bebek, kadın, yaşlı, hasta, sakat, genç, silahlı, silahsız ayrımı yapmaksızın katliamlarına devam eden kahpeler istifade etmektedir.  Ümmetin bu suskunluğu en çok onlara yaramaktadır. 
22 Mart 2004'te, 67 yaşında, sabah namazına giderken bir İsrail füzesiyle şehit edilen, ve hayatının büyük bir bölümünü İsrail hapishanelerinde geçirmiş, gözleri görmeyen, felçli, tekerlekli sandalyeye mahkum Filistinli lider rahmetli Şeyh Ahmet Yasin şehit edilmeden birkaç ay önce ümmetin bu aymazlığını, bu umursamazlığını Allah’a şikayet etmiş ve şöyle demişti; 
         Allah'ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Ben ki, kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!  Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrümün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim! Tek isteğim, benim gibi Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!   
        Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler! Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak? Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken!  
        Omuzlarımıza el verecek ve göz yaşlarımızı silecek bir bakış! Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilâtları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı? Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye. 'Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mü'min kullarına yardım et!' diye çağıramaz mı? Buna da mı gücünüz yetmiyor? Yakında bizim kitleler halinde ölümlerimizi duyacaksınız. O zaman alınlarımızda şu yazılacak: 
        “Bizler direndik, ileri atıldık ve kaçmadık.”
         Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek! Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız! Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın, dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin! Temennimiz Allah'ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır! Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın! Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları…  
          Allah'ım,
         Sana şikâyette bulunuyorum... Sana şikâyette bulunuyorum... Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı Sana şikâyet ediyorum. Sen mustazafların Rabbisin... Sen bizim Rabbimizsin... Bizi kime bırakıyorsun? Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı? 

         Allah'ım!
         Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına, sana şikâyette bulunuyorum. Sana şikâyette bulunuyorum…
  

        Gücümüz dağıldı... Birliğimiz bozuldu... Yollarımız ayrıldı... Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini sana şikâyet ediyorum..." 
        Yarabbi, atının ayağınınn değdiği her yere adaleti, iyiliği, insan haklarını, ve barışı götüren Osmanlı'nın torunları olarak bize atalarımıza layık olmayı sen nasip et. Biliyorum ki bu ümmetin toparlanması ve yek vücut olması tekrar Osmanlı'nın torunlarının islam şuuru ile şuurlanmasına bağlıdır. Sen bize İslâm şuuru ile şuurlanmayı nasip eyle Allah'ım...
        Selâm, Allah’ın ipine topluca ve sımsıkı sarılan ve bunu imanî bir mevzu gibi görenlerin üzerine olsun… 

Bu Şarapçı Noel Baba Kimin Babası?

MÜSLÜMAN MEMLEKETTE ŞARAPÇI NOEL BABA  
    Benim bir zamanlar Dede Korkut’um vardı. Pir Sultanım, Karacaoğlan’ım, elindeki kılıcını dağlara doğru kaldırarak Bolu beyine Türkçe meydan okuyan Köroğlu’m vardı. Sırtını dağlara dayayan Dadaloğlu ile dertleşir, Yunus’umla Allah’ı arar, gölü mayalamaya çalışan hocam Nasrettin’le gülerdim. Kaygusuz’ la Kerbelâ şehidi gönüllerin reyhanı Hz. Hüseyin’e ağlar, Dursun Fakıh ile Osman Gazi’nin Bizans elindeki cihatlarını konuşurduk  Seyyid Battal Gazi Baba’dan İstanbul’u, koç yiğit Malkoçoğlu’ndan Macaristan’ı. Tarık Bin Ziyad’dan İspanya’yı dinlerdik. Ahmet Yesevi “Evlat” derdi bana… Hacivat’  la Karagöz   dünyasının “pişekârıydım” ben. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçemizin bekçisiydi.   
    On yıllar var ki, buralara uğramaz oldular. Önce kırmızı burunlu, şişko, utancından değil içtiği şaraplardan yüzü kızarmış evlere kapı yerine bacalardan giren densiz sarhoş Noel Baba geldi Semtimize, Sonra onun nereden peydahladığı bilinmeyen şımarık, züppe torunları volta attılar şehir meydanlarında… Çağdaşlaşıyor muyduk bilmiyorum ama yozlaşıyorduk.
    Hipermarketler, shopping center’ler, trendler, inler-autlar showlar, cafeler, duplexler, triplexler, agualandlar, mediumlar, larclar, xlarclar, djler-vjler, mauslar, klâslar, fastfoodlar, fast-lovelar, net booklar, rezervasyonlar, transverler, defanslar ve daha niceleri dilimize girdi. Âşık olduğumuz insana önce “ I Love You” , Sonra “Always Love You” demeye başladık. Adımız Ahmet’ti, Mehmet’ti, Ayşe’ydi, Fatma’ydı. müslüman ananın müslüman babanın evladıydık. Ama İngilizce düşünüp, “Turkche “ konuşup, kırmızı kukeletalarla, takma sakallarla güya eğleniyorduk.
    Nasrettin Hoca’mın fıkraları ile güldüğüm, Yunus’umun şiirleriyle eridiğim, Aşık Veysel’in sözleriyle piştiğim, Köroğlu’nun isyanı ile coştuğum, Fatih’ten, Yavuz’dan bize miras bu Müslüman memleketin sokaklarında bu bize yabancı, başkalarının babası geyikçi sarhoş “Noel Baba’nın” ! ne işi var.
    Müslüman genç kendine ilham arıyorsa dışarıda değil kendi özünde aramalı;
    ABDULHAMİD HAN’IN TORUNU MÜSLÜMAN GENÇLİK,   
 Dini Mizacını                             ; SÜLEYMAN ÇELEBİ’de 
   Mavera Hummasını                    ; YUNUS EMRE’de 
  Kahramanlık Hayalini                 ; BATTAL GAZİ’de 
  Yiğitlik ve meydan okumayı        ; SELAHATTİNİ EYYÜBİ’de 
  Allah resulüne itaatini                ; HZ: EBUBEKİR’de 
  İslam Adaletini                          ; ÖMER BİN HATTAB’ta 
  Tepki ve İsyan Ruhunu               ; KÖROĞLU’nda 
  Nükte ve Hicvini                        ; NASRETTİN HOCA’da 
  Halk Duygu Kumaşını                  ; KARACAOĞLAN’da 
  Sosyal Adalet ve Yardımlaşmayı   ; AHİ ERVAN’da.. 
 Hassasiyet cevherini                   ; FUZULİ’de 
  Eda ve Estetik Ruhunu               ; BAKİ’de 
  Kuru Mantık ve Aklını                  ; NABİ’de 
  Belagat ve Hırçınlığını                 ; NEFİ’de 
  Şive ve Zerafatini                     ; NEDİM’de 
  İrfan ve İnceliğini                      ; ŞEYH GALİP’te 
  Usul ve Sistemini                      ; KÂTİP ÇELEBİ’de 
 Tarih Ölçüsünü                         ; NAİMA’da 
  Nas ve Kalıp Bilgisini                  ; EBU SUUD EFENDİ’de 
  Görgü ve Merakını                     ; EVLİYA ÇELEBİ’de 
  Vefa Duygusunu                                ; SUDANLI ZENCİ MUSA’da ...
  İlmi Tahayyülatını                      ; ERZURUMLU İBRAHİMHAKKI’da 
  Dekor ve Zevkini                        ; YESARİ ASIM’da 
  Plastik Fikrini                             ; MİMAR SİNAN’da 
 Fonetik Fikrini                            ; DEDE EFENDİ’de 
  Çanakkale Ruhunu                      ; MEHMET AKİF’te 
  Yaşama Zevkini                         ; YAHYA KEMAL’de 
  Allah Uğruna Cihadını                  ; NECİP FAZIL’da 
  Dik Duruşu ve Asaleti                  ; OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ’de 
  Osmanlılık Şuurunu                     ; YAVUZ SULTAN SELİM’de 
  Pes Etmeden Cihadı                   ; FAHRETTİN PAŞA’da 
 Allah Uğrunda Ölmeyi                  ; ÜRDÜNLÜ HATTAB’da...
 Allah Düşmanıyla Çarpışmayı        ; ÇEÇEN ŞAMİL BASAYEV’de    

Bulduktan ve bu hususiyetleri gönül bahçesinde yeşerttikten sonra, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koyup bir gün  Türk Bayrağını yeniden şahlandıracaktır.
SURDA BİR GEDİK AÇTIK MUKADDES Mİ MUKADDES,
EY KAHPE RÜZGÂR ARTIK NE YANDAN ESERSEN ES...

1 Ocak 2013 Salı

Sistemin Menemen Uydurması-Derin Tezgah-Kubilay Şehit midir? Derin Darbe-Menemen Derin Devletin Provokasyunudur 3... Ahmet ANAPALI


Sistemin Menemen Uydurması-Derin Tezgah 1


Büyük Devrim Balonu Menenen...
    Cumhuriyet tarihinin devrim sayfasında çok mühim bir yere sahip olan “Menemen Vakası”Esasında neydi?. Nasıl başladı? ve bu isyan en çok kimlere yaradı?. Devrim şehidi(!)Kubilay’ın başını kesen şarapçı, ayyaş, zalim Derviş Mehmet esasında kimin adamıydı? Bu insanlık dışı vahşeti kimin emriyle yaptı.ve gerçekten derviş miydi?  Ayaklanmayı bastırmak için görevlendirilen Asteğmen Kubilay’da niçin silah yoktu?, askerlerinin tüfeklerinde niçin mermi yoktu? Olaylar patlak verdiğinde jandarma karakolundan niçin takviye yardım gitmedi? Ve niçin karakolun kapısı penceresi kilitlendi? Bu sorulara verilen cevaplar bir turnusol kâğıdı vazifesi görecek ve tarihi şahsiyetlerin iç yüzünü ortaya çıkartacak.
Bu yazı dizimiz, Menemen özelinde bir millet ve tarih sosyolojisi çalışması olacak ve soğukkanlılıkla bir tarih sorgulaması şeklinde hadiselere yaklaşacaktır. Önce bir hakikati tespit etmek gerekiyor; Resmi tarihin ve onun yeminli murakıplarının iki yalan, bir küfürle karışık yazdıkları dışında, elimizde Menemen olayını tarafsız bir biçimde aktaran kaynak yok denilecek kadar az. O dönemdeki savcı iddianameleri ve mahkeme zabıtları bile buram buram ideolojik taraftarlık kokuyor. Bu iddianamelerde seçilen kelimeler ve kullanılan ağız dahi, sanki bir hakim ve savcının ağzı değil de, bir CHP genel sekreteri ağzı.
Menemen vakasından az bir süre önce, dış ülkelerde Türkiye’deki rejim ve idare sistemindeki tek partili yönetimden dolayı, “Diktatörlük” yakıştırmalarını bertaraf etmek için  Atatürk’ün emriyle yakın arkadaşı Fethi Bey’e kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası girdiği tüm belediye başkanlıkları seçimlerinde CHP’yi ezici bir üstünlükle yendi.(1) Bu durum parti teşkilatında şok etkisi yarattı. Bu sonuçlar en çok Atatürk’ü etkiledi. Çünkü bu senaryonun yazarı oydu ve sonuç tam da “kurduğu tuzağa düşmek” deyimini hatırlatıyordu.(2)  Bu yüzden Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın halk için bir umut haline gelmesinden, CHP’yi iktidardan etmesinden telâşlanmıştı. Meselâ seçimle başa geçen Serbest Fırkalı Samsun Belediye Başkanı Ahmet Bey’den istifa edip yerini CHP’li başkan adayına bırakmasını istemişti. Ahmet Bey, bu isteğe rağmen istifa etmemekte direnince, halk oyuyla geldiği belediye başkanlığından zorlaindirilecektir.(3)
Derken partinin, Atatürk’ün isteği ile başına geçen Fethi Bey, yine O’nun isteği üzerine liderliği bıraktı ve partiyi kapattı. Oyunun sonuna gelinmiştir. Oyunu başlatanlar Fethi Bey’e oyunu bitirmesini emrederler.(4) Parti kapatılınca mensup milletvekilleri sap gibi ortada kalır.Sıra en büyük cürüm sahibi olan halkı cezalandırmaya gelmiştir. Zaten Serbest Fırkanın kuruluş gerekçesi de halkın nabzını yoklamak, Kazım Karabekir’in kurduğu ve halkın müthiş iltifatı ile CHP’yi derinden sarsan ve en nihayet İzmir Suikasti bahane edilerek kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan sonra “adam olup olmadığını” kontrol etmek değil midir? Amaç gerçekleşmiş halkın halâ adam olmadığı ortaya çıkmıştır. Ancak bir bahane lazımdır. Halkı uslandırmak ve “adam etmek” için bir bahane. Bu bahane öyle bir bahane olmalıdır ki, bir taşla birkaç kuş birden vurulmalıdır. Aradığı bahaneyi iktidara verecek olan bir oyun tezgâhlanır. Oyunun sahnelendiği yer yediden yetmişe CHP’ye inat Serbest Fırka’yı destekleyen, belediye seçimlerinde Serbest Fırka adayını kazandıran ve Mustafa Kemal Paşa’nın adamlarını“yuhalayan”  Menemen’dir. Fakat bu oyunda kullanılacak bir piyona, bir figürana ihtiyaç vardır. O da bulunmuştur. Kendisini “MEHDİ” olarak ilan eden Giritli Mehmet.  İşte bu sözüm ona derviş piyon Mehmet, Manisa’nın Arpalan semtinden, çevrede “serseri” ve “esrarkeş”olarak bilinen biri. Onun esrarkeş olduğunu onu yargılayan Sıkı Yönetim Mahkemesi belgeliyor. İşte savcının mütalaasından pasajlar:
“Giritli Mehmet’in emriyle köy civarındaki çamlıkta bir kulübe inşa ediliyor. Bu kulübede tam bir hafta esrar içilmek suretiyle zikre(!) devam eden sanıklar 1930 yılının aralık ayının 23. Salı günü Menemen’e gitmek üzere yola çıkmayı kararlaştırıyorlar.”(5)
“Sanıklar Menemen kenarına geldiklerinde zeytinlikte biraz durup dinlendikten ve burada Giritli Mehmet avenesinin hepsine çifter çifter esrarlı sigara dağıtıp verdikten sonra hepsi dumanlı ve sarhoş kafalarla Menemen’e giriyorlar.” (6)
        O gün kü mahkeme raporları ile de esrarkeş bir yarı kaçık olduğu sabit olan Giritli Mehmet’in cebinde kalan bir miktar esrar, olay günü makineli tüfekle taranıp öldürüldükten sonra üzerinde bulunup Sıkıyönetim Mahkemesinde suç delilleri arasındaki yerini alacaktır. Buna rağmen sahibinin sesi Hakimiyet-i Milliye gazetesinin Giritli Mehmet’in “esrarkeş ve meczup”olmadığını söylemesi, üstelik bir de ayyaş Mehmet’e “Derviş” sıfatını uydurması yazılan senaryoda hangi kesimlere çamur atılacağını göstermesi açısından manidardır.
        Menemen olayının diğer failleri de Giritli Ayyaş Mehmet’in meşrebinden.
Sütçü Mehmet, saf, aciz, kendi halinde mahallede süt satarak geçimini temin eden biri.
Şamdan Mehmet, budama mevsiminde bağ budayarak geçimini temin eden ve geri kalan zamanlarında kahve köşesi bekleyen bir zavallı.
Nalıncı Hasan, daha 18’ine girmemiş. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir delikanlı. O da diğerleri gibi cahil ve hercai.
Küçük Hasan, henüz daha çocuk, kimsesiz ve sahipsiz. Karnını kim doyurursa onun kulu.
Mehmet Emin, çevrede ahlâksızlığıyla tanınan bir serseri.
Çırak Mustafa’nın kahvesi, Manisa’da çok meşhur bir kahvedir. Çünkü burası esrarkeşlerin ve ayyaşların kahvesi olarak bilinir. Giritli Mehmet’de bu kahvenin müdavimlerindendir. Giritli Mehmet burada sık sık kendisi gibi ayyaşlarla buluşup esrar partileri yapmaktadır.(7)
Menemen olayından bir ay evvel sakalsız ve bıyıksız olan Ayyaş Mehmet ve adamları sanki bir yerden emir almışçasına sakal ve bıyık bırakırlar. Genelkurmayın hazırlattığı bir kitaba göre, bu esrarkeşlerin durumu Manisa Zaptiyesinin de dikkatini çeker ve birgün bu esrarkeş takımı ortadan ansızın kaybolur. İşin daha ilginci ailesi bu durumu hükümete haber vermesine rağmen, hükümet hiçbir teşebbüste bulunmadığı gibi  civar ilçelerinde dikkatini çekmemiştir.
Esrarkeşler ortadan kaybolduktan sonra bir müddet dağlarda dolaşırlar. Bu sırada Giritli Ayyaş Mehmet “mehdiliğini” ilan eder. Yanlarına Ashab-ı Kehf’in köpeğinin adı olan “kıtmir” ismini verdikleri  bir de köpek alırlar. Kıtmir ayyaşın mehdiliğinin delilidir. 23 Aralık 1930 günü Giritli Mehmet’le birlikte Menemen’e isim ve özellikleri daha önce ifade edilen 5 zavallı daha gelir.
Menemen şirin ve dindar bir Batı Anadolu ilçesi. İzmir’e  30 kilometre  . İlçedeki dindarlığın kaynağı tasavvuf. Serbest Fırka oyunu biteli henüz bir ay olmamıştır. Menemenliler, Mustafa Kemal’in partisini yuhalamanın kendilerine kaça mâl olacağından henüz habersizdirler.
Esrarkeş mehdi ve ekibi sabah namazını Müftü camii’nde cemaatle birlikte kılıyorlar. Namaz biter bitmez cemaat henüz yerlerinden dahi kalkmadan Nalıncı Hasan camideki Yeşil Sancağı alıyor. Giritli Mehmet “mehdiliğini” burada ilan ediyor. ve buna delil olarak da kıtmir adını verdikleri yanındaki köpeği gösteriyor.(8)
Camiden çıkıp belediye meydanına varmadan bu şuursuz ve maşa olan kafileye beş kişi daha katılır ve meydana ulaşırlar. Camiden alınan yeşil sancak bir çukur kazılarak meydanın ortasına dikilir.
Bu garip heyetin Menemen meydanının ortasına bir sancak diktiğini öğrenen jandarma yazıcısı Ali Efendi meydana gelerek Giritli Ayyaş Mehmet’ten ne istediklerini sormuş, Giritli de; “Git kumandanına söyle o gelsin. Bana top, kurşun işlemez” cevabını vermiştir.  Ali Efendi durumu amiri yüzbaşı Fahri’ye haber verir. Yüzbaşı olay yerine gelir.
“- Ne istiyorsunuz? Buradan derhal dağılın” der. Giritli Mehmet cevaplar;
“- Ben mehdiyim! Şeriatı ilan ediyorum! Bana kimse karşı koyamaz! Çekil karşımdan!
Yüzbaşı sessiz ve uysal bir şekilde çekilir. Alaydan asker istemekle yetinir. Alay da askerliğini yapmakta olan öğretmen Kubilay’ı çok küçük bir müfreze ile gönderir. Gönderir fakat,KUBİLAY’DA SİLAH, ASKERLERİNDE MERMİ YOKTUR.. kurbanlık koyun gibi adeta ölüme sürülürler.
Birinci Bölümün Sonu.
        İkinci Bölümde; Bu ayaklanmaya niçin acemi asker Kubilay’ın emrinde bir manga acemi asker gönderilir? Ve genel kurmay kaynaklarında niçin Kubilay’ın ismi Koplay olarak geçmektedir. Koplay ne demektir?...
        ahmetanapal@gmail.com
Kaynaklar; 
1-     Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 514.
2-     Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, s.723
3-     Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, 7/ 5-6.
4-     Adalet Ağaoğlu, Serbest Fırka  Hatıraları, s. 90-91.
5-     Kemal Üstün, Menemen Olayı ve Kubilay, s. 59-71.
6-     Kemal Üstün, a.g.e., s. 65
7-     Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genelkurmay Yayınları, s.362-363, Yeni Asır Gazetesi, 24 Aralık 1930 sayısı.
8-     Askeri Savcının Mütalaasından, Kemal Üstün, s.65

Kubilay Şehit midir? Derin Darbe 2...

Menemen 1930 ve Devrim Şehidi (!) KOPLAY


Belli mihrakların provokasyon hareketini yerine getirmek için Menemen’e gelen ayyaş ve esrarkeş Mehmet, şehir meydanına diktirdiği sancağın etrafına mehdilik iddiası ile insanları çağırırken bu sıra dışı hadiseyi öğrenen jandarma yazıcısı Ali Efendi meydana gelerek Giritli Ayyaş Mehmet’ten ne istediklerini sormuş, Giritli de; “Git kumandanına söyle o gelsin. Bana top, kurşun işlemez” cevabını vermiştir. Ali Efendi durumu amiri yüzbaşı Fahri’ye haber verir. Yüzbaşı olay yerine gelir.
“- Ne istiyorsunuz? Buradan derhal dağılın” der. Giritli Mehmet cevaplar;
“- Ben mehdiyim! Şeriatı ilan ediyorum! Bana kimse karşı koyamaz! Çekil karşımdan!Yüzbaşı sessiz ve uysal bir şekilde çekilir. Alaydan asker istemekle yetinir. Alay da askerliğini yapmakta olan öğretmen Kubilay’ı çok küçük bir müfreze ile gönderir. Gönderir fakat,KUBİLAY’DA SİLAH, ASKERLERİNDE MERMİ YOKTUR.. kurbanlık koyun gibi adeta ölüme sürülürler.

Hadiseye askeri savcının notlarından devam edelim:
“… İhtiyat zabit vekili Kubilay Bey, süngü takmış askerlerini belediye meydanındaki kahve önünde bıraktıktan sonra, kendisi öne atılarak asilere dağılmalarını söylüyor ve mehdilik taslayan Giritli Mehmet’i kolundan tutarak çekiyor. Buna Giritli Mehmet silah atmak suretiyle karşılık veriyor ve zabit vekili Kubilay Bey’i ağır bir surette yaralıyor.”

“… Yaralı Kubilay Bey’in oraya düştüğünü her nasılsa haber alan mehdi Giritli Mehmet, askerlerin kaçmasından ve halkın el çırpmasından ve bu suretle kendisine gösterilen yardımdan cüret alarak ortalığa bir dehşet havası salmak için bir anda cinai bir rol yapmak istiyor. Sanıklardan Ali oğlu Hasan’ın torbası içindeki bıçağı aldıktan sonra Şamdan Mehmet’le birlikte yaralı Kubilay Bey’in yanına gidiyor. Bıçağı ile bu vazife kurbanı Türk delikanlısını bir koyun boğazlar gibi boynundan keserek başını alıyor.”(1)
Esrarkeş mehdi, zavallı yedek subayın bağ bıçkısıyla başını kesmekle kalmıyor, tam da delilere has bir canilikle avucuna doldurduğu kanı içiyor.

Zavallı asteğmenin kesik başının tepesine geçirildiği bayrak yakındaki bir bakkaldan satın alınan bir iple elektrik direğine bağlanıyor. Mahkemenin adaletine bakınız ki, bu ipin kendisinden alındığı ve bunun dışında hadise ile uzaktan yakından hiçbir alâkası olmayan Yahudi esnaf Hayim oğlu Josef’te idam ediliyor. Bu gayri Müslim vatandaşın ateşli bir Serbest Cumhuriyet Fırkası taraftarı olduğunu, o seçimde tüm yurtta Serbest Fırka’yı destekleyen gayri Müslim azınlığa gözdağı vermek için asıldığını, olayın üzerinden 60 sene geçtikten sonra ancak öğrenebilecektik.
Bu esnada alaydan gelen askeri müfrezeler Menemen’in etrafını sarıyorlar. Menemen’in etrafını sarıyorlar. Olaylara müdahil olan iki de mahalle bekçisi var. Biri çıkan çatışmada başından vuruluyor. Sanki bütün Menemen halkı isyan etmiş gibi şehrin etrafını saran tepelere, toplar, makineli tüfekler yerleştiriliyor. Yani şehir kuşatma altına alınıyor. Dört bir taraftan şehir meydanına ateş başlıyor. Adeta Menemen işgal edilmektedir. Saatlerce ağır ve hafif silahlarla şehir kalbura çevriliyor.

Giritli ayyaş Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet oracıkta makineli tüfeklerle delik deşik oluyorlar. Alnından yaralanan asi Mehmet Emin yaralı yakalanıyor. Kafası son çektikleri esrardan dolayı halâ dumanlı olan asi, yarı baygın bir halde ipe sapa gelmeyen laflar ediyor:
“…Beni ateşe atsanız da İbrahim Peygamber gibi yanmam ulan. Ölen arkadaşlarım dirilecek, hayatımızı Kıtmir kurtaracak!”(2)

İşte meşhur “Menemen Olayı” mahkeme zabıtlarına göre budur.
Olay bu kadardır ama sonuçları bu kadar değildir. Olayların hemen arkasından korkunç bir zulüm fırtınası başlar. İstanbul’dan Sarıkamış’a, Van’dan Kayseri’ye kadar bütün bir yurtta terör estirilir. Olayla uzak yakın hiçbir alâkası olmayan insanlar tutuklanarak Menemen’e getirilir. Olayın mağdurlarının başında ünlü Nakşi şeyhi Esad Efendi gelmektedir.

Olaydan bir hafta sonra 1 Ocak 1931 tarihinde TBMM’de Başbakan İnönü resmi açıklamayı yapar. Açıklamanın içinde geçen “din”, “laiklik”, “Şeriat” kelimelerinden Ankara’dakilerin kimi hedef almak istedikleri anlaşılmıştır. Hedef yine mazlum ve mağdur Müslüman halk ve onun saygı duyduğu dini şahsiyetlerdir.

Yine bildik süreç işler: önce sahibinin sesi olan yarı resmi kalemler tasfiye edilecek kesim ve kişiler hakkında kampanya başlatırlar. İsimler yukarıdan gelmiştir. Onlar hedefi işaretleyip geri çekildikten sonra, yerlerine kolluk güçleri alır. Kolluk güçleri hedef gösterilen isimleri toplayıp mahkemeye sevk eder. Artık son işlem kalmıştır. Zurnanın son deliği olan ideolojik yargı kurumu sürece son noktayı koyar ve muhaliflerin işini bitirir.

Bu bildik süreci başlatan da her seferinde yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesidir. O yaylım ateşine başlayınca, Ankara’ya göbeğinden bağlı basın hep birden hedef gösterilen noktayı dövmeyi bir görev bilirler.

Hakimiyet-i Milliye’ye baktığımızda, Mustafa Kemal Paşa’nın ne düşündüğünü anlarız. Beklenen olmuştur. Resmi ideolojinin sesi olan bu gazete, bu tertip bahanesiyle bütün Menemen halkını hedef göstermektedir:
“… bu trajedinin hareketsiz, sabit seyircileri kimlerdir? Laik, muasır Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları… işte asıl felâket buradadır!”(3)
Siirt milletvekili Mahmut Esat Bozkurt ise provokasyonun asıl hedefini gösteriyor: sufi kesimler. Hakimiyet’i Milliye’deki yazısında diyor ki:
“… Tekkeleri kapattık fakat dervişler yaşıyor”(4)

Mahmut Esad’ın yazdıklarını, daha evvel dile getirdiğimiz malum süreç çerçevesinde anlamak gerekir. Yani yukarıdan belirlenen hedefler önce kiralık kalemşorlar tarafından dövülmektedir. Karar verilmiş, infaz için kılıf hazırlanmaktadır. Bu olay bahanesiyle infaz edileceklerin listesi, daha Menemen olayından iki ay evvel Bursa Adapalas Otelinde kurulan bir içki sofrasının başında düzenlenmiştir. Bu listede Şeyh Esat Efendi ve adamları mevcuttur.

Fakat hadisenin üzerinden tam seksen sene geçmesine rağmen halâ, Genel Kurmay Başkanlığının resmi web sitesinde Devrim Şehidi (!) Kubilay’ın adı neden “KOPLAY” olarak geçmektedir? Ve KOPLAY ne demektir? Bu hadiseden dolayı topyekün Menemen halkı neden cezalandırılmıştır? Yakın tarihlere kadar Menemen memurlar için neden sürgün bölgesi olmuştur? gibi sorular halâ cevaplanmamıştır.

3. Bölümde: Derviş Mehmet ile masum köyleri yaşlı, kadın, çocuk demeden içindekiler ile beraber yakan milli mücadele yıllarında Anadolu halkını haraca bağlayan vermeyi reddedenleri de canlı canlı yakan Çerkez Ethem’in bu sadist ordusu ile bağlantısı var mıdır?

Ayyaş Mehdi Mehmet ve adamlarının banka hesaplarına iş bitiminde kim ne kadar para yatırmayı vaat etmiştir?

İsyancılar ile konuşup şehri terk eden ve Kubilay’ı asilerle baş başa bırakan Yüzbaşı Fahri’ye bu hareketinden dolayı ceza verilmiş midir?
 
Olayın yaşandığı saatlerde henüz hiçbir askeri birlik olay yerine intikal etmeden hangi gazeteler bir sonraki gün için gazetelerinde Menemen isyanı ile ilgili nasıl başlıklar atmışlardır.?


Olaydan sonra Menemen’e gelen askeri birlik sadece 11 kişi olan isyancılar için bir savaş gibi şehri top mermileri ve makineli tüfeklerle kalbura çevrilmesi delilleri ortadan kaldırmak şeklinde anlaşılabilir mi?
 
Kaynaklar:
1- Kemal Üstün, Askeri Savcının mütalaasından, s. 68-69
2- Milliyet, 26 Aralık 1930.
3- Hakimiyet-i Milliye, 31 Aralık 1930.
4- Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi, s.730.

Menemen Derin Devletin Provokasyunudur 3...

Menemen Rejimin Provokasyonu /mu/ dur?... (3)
Esasında hakikati arayan herkesin sorması gereken sorudur bu. Özellikle baskıya dayalı kapalı rejimlerde iktidarın taraf olduğu her olayın görünen yüzünün arkasında bir de görünmeyen yüzü muhakkak vardır.
Şimdi, maddeler halinde şu ipuçlarından yola çıkarak fotoğrafa ilişkin kimi kareleri tespit edelim:
1) Olayın kahramanları savcı mütalaasından ve zamanın gazetelerinden anlaşıldığı kadarıyla esrarkeş takımındandır. Üstelik Ayyaş Giritli Mehmet, Çerkez Ethem çetesine mensuptur. Çerkez Ethem ve kendisine bağlı bu çetenin ne zalim, ne gaddar, ne psikopat bir yapı sergilediği, cocuk, yaşlı, kadın demeden kaç yüz kişiyi diri diri yaktıkları, Anadolu halkına nasıl kan kusturdukları başka bir yazının mevzuu. Ancak şu kadarı bizim için mühimdir ki; Ayyaş Mehmet bu psikopat ekibin bir ferdidir.
Hal böyle iken rejimin sesi Hakimiyet-i Milliye gazetesi imzasız başyazısında; “Mehmet, meczup ve esrarkeş değil, derviştir.” Diyerek aklı sıra bir şeyler söyleyip faturayı olayla hiç alâkası olmayan bir yöne kesmeye çalışmaktadır. Peki nedir sahibinin sesinin söylemeye çalıştığı şey? Anlaşılan o ki, iktidar olaya her zaman olduğu gibi “şeriatçı kalkışma” damgası vurarak yine tüm memlekette İslamcı muhalif avı başlatacaktır.Fakat bu esrar ve esrarkeşlik, olayı karıştırmaktadır. Çünkü esrarla İslam’ı yan yana koymanın hiçbir inandırıcılığı yoktur. O halde onların esrarkeş olmadıkları tam tersi dini özelliğe hakim derviş tipler oldukları halka empoze edilmesi gerekmektedir. Bu vazifeyi de Hakiniyet-i Milliye gazetesi yapmıştır.
Anlatıldığına göre, yaptıkları işin karşılığı olarak bu esrarkeşler adına 10.000’er lira yatırılmıştır. Olay günü ölü numarası yapıp yaralı olarak yakalanan Mehmet Emin’in şöyle dediğini olaya şahit olanlar nakletmiştir; “Hani bize para vereceklerdi? Bu ne iş?(1)
2) Menemen Jandarma Bölük Komutanı Yüzbaşı Fahri’nin olay karşısında gösterdiği davranış normal midir? Yüzbaşı olay yerine gelip, “Ne istiyorsunuz?” diye sorar.“Benmehdiyim.! Şeriatı ilan ediyorum. Bana kimse karşı koyamaz. Çekil karşımdan”cevabını alır. Birliğine döner ve olaya hiç müdahale etmez. Sadece seyreder. Dahası var. Olaydan bir hafta sonra Milliyette, “Henüz üzerinden kalkmayan şüpheler” başlığıyla yayınlanan bir yazıda bakın nelere dikkat çekiliyor:
“Hadiseyi gören jandarma komutanı elebaşıların yanına gelir. Ne istiyorsunuz? Diye sorar. Asinin “şeriat istiyorum” cevabıyla karşılaşınca makamına dönüyor. (yazının bu kısmını lütfen dikkatle okuyun) maiyetinde bulunan jandarma neferlerini odasına alarak kapıyı ve pencereyi kilitliyor. Pencereden Kubilay’ın başının kesilmesini seyrediyor. Yanındaki bir jandarma neferi dayanamayıp, pencereden olsun ateş etmek istiyor. Kumandan buna müsaade etmiyor. Bu iş sizin bildiğiniz gibi değil diyor. (2)
İşin ilginci, olayın hemen ardından yazılan tüm yazılarda bu subayın cezalandırılması istendiği halde, normal şartlarda Divan-ı Harbe verilmesi gereken Yüzbaşı Fahri, gizli bir takım güçler tarafından korunuyor. Savcı iddianamesinde Kubilay’ın kesilişini pencereden seyredip, olaya müdahale etmek isteyen erlere mani olan bu yüzbaşıyı açıkça koruyor ve “Tam bir asker”, “Hükûmetin şerefine yakışacak surette” Kanunun icaplarına tevessül eden biri” olarak niteliyor. (3) tıpkı bozacının şahidi şıracı hesabı…
Bu subaya ne yapıldığını mı merak ediyorsunuz? Etmeyiniz zira hiçbir şey yapılmıyor. Görev yeri değiştiriliyor o kadar…
3) Olay 23 Aralık’ta oluyor. Bir gün sonra, 24 Aralık tarihli sahibinin sesi Yeni Asır gazetesinin konu ile ilgili haberini okuyalım:
“Manisa’dan birkaç gün evvel çıkarak dağlarda dolaşan birkaç serseri hain, melun maksatlarına ulaşmak için bu sevimli muhite gelerek inkılaba karşı bir hareket uyandırabileceklerini zannetmişler… dağlarda dolaştıktan sonra Menemen’e gelen bu altı serseri kendine mehdi süsü veren Derviş Mehmet ve beş arkadaşı nihayet bir gün sonra iğrenç düşüncelerini tatbike karar vermişler. Recep ayının 15’inde manisa’dan çıkarak ‘Çallık’ mevkiine gelmişlerdir. Burada mevcut bir çardak içinde bugüne kadar kalmışlar ve bir süre yalnızlığa çekilmişlerdir. (4)
Eeee ne var bunda bu adamlar gazeteci ve gazetelerinde doğru haber vermişler diyenler çıkar mı acaba?... Fakat ortada izaha muhtaç çok ciddi bir sıkıntı mevcuttur. Bu bilgiler askeri savcının ancak 2.5 ayda hazırlayabildiği iddianamesinden daha ayrıntılı ve işin garibi hepsi de doğru. Daha iyi ya, gariplik neresinde bunun? diyeceksiniz. Şurasında:
a) bu satırlar olayın hemen ertesi günü bir İstanbul gazetesinde çıkıyor. Bu gazete C.H.P’nin sesi durumunda. Menemen’deki olay öğleye doğru üç Mehmet’in öldürülmesiyle sonuçlanıyor. O tarihte İzmir ile Menemen arasında telefon hattı yok. O günün şartlarında Yeni Asır muhabirini kim haberdar etti? Ne zaman İzmir’den Menemen’e gitti? Bu bilgileri ne zaman toplayıp ‘ki o gün Menemen’de sokağa çıkma yasağı var’ ne zaman İzmir’e dönüp ne zaman İstanbul’a baskıya ulaştırdı? En mühim husus şudur ki; o zamanın tekniği ile gazeteler dizgiye en az bir gün evvelden giriyorlar. Bu da bir şey değil dahası var…
b) Ya gazetenin savcının aylar sonra derleyebildiği bilgilere aynı günde ulaşmasına ne demeli? Olayın başından sonuna ayrıntısını bilen ve olayın fiili sorumlusu sadece altı kişidir. Üçü olay yerinde delik deşik olarak can vermiş iki kişi kaçmayı başarmış ancak aylar sonra yakalanabilmişlerdir. Geriye sadece bir kişi kalıyor. O da başından ağır yaralı ve halâ son çektiği esrarın etkisiyle; “ateşe atsanız yanmam”, “hayatlarımızı köpek kurtaracak” gibi ipe sapa gelmez şeyle söylüyor. Bunları söyleyen idrak yoksunu birinden bu kadar sağlıklı ve detaylı bilgiyi almak mümkün değil.
Daha Menemen savcısının dahi bilmediği bu kadar ayrıntılı bilgi, yüzlerce kilometre uzaktan nasıl, hangi araçlarla kimlerden alınıp da aynı gün baskıya verilmiş olan gazeteye nasıl yetişir? Bunun makul olan tek cevabı vardır. O da, bu bilgileri olayı tezgâhlayan kaynağın vermiş olması
Tertibi hazırlayanlardan M. Esat Bozkurt’un olayların ardından yazdığı makaledeki “Tekkeleri kapadık fakat ne yazık ki dervişler halâ yaşıyor” ve “Bu cinayette birinci derecede suçlu ve sorumlu olanlar Mehmet ve arkadaşları değildir. Asıl sebep ve sorumluları daha iyi aramak, bulmak lazımdır.” Sözlerinin altında neyin yattığı şimdi daha iyi anlaşılıyor değil mi?
3) Bir de Genel Kurmay’ın verdiği bilgiler var. Bunlar, okuyanların zihninde birçok soru işareti uyandırıyor. Şimdi bunlara göz atalım: “Suçlular bir süre Manisa’da bir esrarkeş kahvesinde sık sık toplanarak burayı adeta bir tekke haline getirmişlerdir. Son günlerde sakal, bıyık bırakarak büsbütün dikkat çeker bir hal aldıkları halde, bu durum ilçe zabıtasınca bilinmesine rağmen, ortadan birden bire kayboldukları zaman ailelerinin hükümete malumat vermiş olmalarına rağmen, hükümet hiçbir teşebbüste bulunmadığı gibi, civar ilçelerin de dikkatini çekmemiştir.”(5)
Genelkurmay Başkanlığı’nın sunduğu bilgiler, gerçekten de ilginç bilgilerdir. Öyle anlaşılıyor ki, hükümet bu serserilerden haberdardır. Üstelik aileleri durumu yetkili makamlara bildirmiştir. Kolluk güçleri daha başta hadisenin farkındadır. Lakin, sanki hiç haberdar değilmiş gibi davranmışlardır. Neden?
4) Genelkurmay kaynaklarında adından “KOPLAY” olarak bahsedilen asteğmen Kubilay, ellerinde iki silah bulunan bu kişilerin üzerine neden silahsız gönderilmiştir? Askerlerin ellerinde neden içi boş tüfekler vardır? (6) bu bilgiyi veren kişi militan düzeyde bir “Kemalist” söyleme sahip ve olaylara bizzat şahit olmuş Kemal Üstün’ün verdiği bu önemli bilgi, “Bu iş sizin bildiğiniz gibi değil” diyerek yanındaki askerleri odaya kilitleyip pencereden ateş etmelerini engelleyen Yüzbaşı Fahri’nin gizemli hareketleriyle birleştiğinde ne anlama gelmektedir?
Ne anlama geldiği gayet açık; Kubilay’a ağıt yakanlar, onu ölüme yollayanların bizzat kendileridir.
5) Kubilay öldürülüp başı kesildikten çok sonra, tamamı onbir kişiyi bulan bir avuç adam sadece iki basit silaha sahip oldukları halde meydanı kuşatan tabur seviyesindeki askeri birlikçe kıskıvrak yakalanmak yerine makineli tüfek ateşi ile kevgire çevrilmişler ve mermilerle paramparça edilmişlerdir. Bunun adı “delilleri yok etmek” değil de nedir? Bu kişiler neden canlı yakalanmadılar da paramparça edildiler?...
6) Olayda Menemen halkının hiçbir dahli yoktur. Fakat, olayın hemen ardından Cumhurbaşkanına atfen yayınlanan demeç doğrudan Menemen halkını suçlamaktadır. Buna göre olayın Menemen halkı topyekûn suçludur.(7) Fakat, Ankara merkezli birkaç gazete Menemen halkının bu hadisede parmağı olmadığı üzerine yayınlar yapsa da bu muhalif yayınların sesi bir anda kısılacaktır. Artık ortalarda tek bir ses vardır; ÇANKAYA’NIN GÜR SESİ…
Olayın hemen akabinde Ankara’da “Ebedi Şef”, “Milli Şef”, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Meclis Başkanı Kazım Özalp ve bu toplantıda konuşulanları bize hatıralarında anlatan Fahrettin Altay’ın katıldığı bir Menemen gündemli güvenlik zirvesi toplanır.
İşbu toplantıda konuşulanlardan bazılarını, Fahrettin Altay Paşa’nın dilinden aktaralım:
İsmet Paşa; Şeyh ve Halifelerle ne vakit görüşülmüştür? Teşkilatı ele alalım.
Gazi Hazretleri: Politikanın kaynağı umumidir. Esas tetkikat bu olacaktır. Ceza edilmeyen kesif yerler örfen dağıtılmalıdır. Mahkûm olanlar birer ikişer cezalandırılmalıdır. Cezaların hepsi sonraya bırakılmamalıdır. En az kabahati hadiseye seyirci kalmış Menemen halkı işlemiştir. Onlar da Menemen’i bir an evvel terk etmelidir. Tüm menemen halkı suçludur. Son Posta, Yarın gibi gazeteler gibi hükümet aleyhine yayın yapan ne kadar unsur varsa hepsi cezalandırılmalı Yazı İşleri Müdürleri Divan-ı Harbe verilmelidir.  
İsmet Paşa: Fransız neşriyatı ‘Gazi ve İsmet Paşalar Serbest Fırkayı kapatmak için bunu tertip ettiler. Şeklinde yayın yapıyorlar.  
Gazi Haretleri:Kısa zamanda bu işi bitirmeli. Her şey çıkmazsa da(?) zararı yok ayrı bir safha olur. Bunlara müsamaha etmek doğru değildir. Kumandanlar bilmelidir ki bu tarikatlar yok edilecektir. Ve bu tarikatların siyasi bağlantıları aranacaktır. Hiçbir yerde kutup ve kutbu’l aktab bırakılmamalıdır.
Ve bu toplantıyı aktaran Fahrettin Altay toplantıyı şöyle özetliyor:
“Menemen ve malum köyler ahalisinin tümüyle yerlerinden sürülmesini Gazi Paşa çok şiddetle ileri sürüyordu” (8)
Ve bu hadisede varılan sonuç her hadisede varılan sonuçla aynı şekilde İnkılap Tarihi arşivlerindeki kayıtlara düşmüştür:
“MENEMEN HADİSESİ PLANLI, İRTİCAİ VE TÜM YURDU KAPSAYAN NİTELİKTE BİR YOBAZ KALKIŞMADIR… (9)
Sevgi ve muhabbetle…
Kaynaklar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, s. 144-145
2- Milliyet Gazetesi, 30 Aralık 1930.
3- Mahkeme Zabıtlarından, s. 67-68.
4- Yeni Asır Gazetesi, 24 Aralık 1930.
5- Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar,
s.362,363.
6- Kemal Üstün, Menemen Olayı ve Kubilay, s. 26
7- Cumhuriyet Gazetesi, 25 Aralık 1930.
8- Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, s. 434-437
9- Cumhuriyet Gazetesi, 28 Aralık 1930