Mehmed Niyazi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmed Niyazi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Hayata açılan kapımız-Mehmed Niyazi

Hızır Bey

Hayata açılan kapımız

Tarihçilerimizin pek çoğu sanki yabancıların değirmenine su taşımakla görevlidirler; milli olduklarını iddia edenler bile genellikle sadece askeri ve siyasi başarılarımızdan söz ederler.
Halbuki dönemin ilimlerinde üst seviyede bulunmayan milletlerin askeri ve siyasi başarıları mümkün değildir. Toplumlarda birleşik kaplar kanununun geçerli olduğundan habersiz gençlerimizin şöyle sorularıyla karşılaşıyoruz: “Biz aptal mıyız? Niçin dünya literatürüne geçen bilim adamı yetiştiremedik?” Tabii gençlerimiz Batılıların hoşgörü, tarafsızlık perdesi altında korkunç bağnaz olduklarını bilmiyorlar. Literatürü onlar düzenliyor, istediklerini listeye alıyorlar. Bilim adamlarımız da Batılıların yazdıklarını tekrar ettiklerinden gençlerimiz ceddimizin ilim ve irfanda yaptıklarını nereden bilsinler?

Sahte Mesih-Mehmed Niyazi

Sahte Mesih

Lise yıllarımızda rahmetli Mahir İz gibi değerli hocalarımızdan “Sabatay Sevi ve Dönmeler” hakkında bazı şeyler duyardık. Ne hikmetse son yıllarda bu konu popüler hale geldi.
Sabatay Sevi ve dönmelik hakkında üretilen efsaneler birbirini takip etti. Devletin başına gelenlerin, etkili konumda bulunanların dönme oldukları söylendi; zenginlerin varlıkları dönmelikle izah edildi. Soyunu sopunu yakından bildiğimiz zenginlerin de basında dönme veya Sabataycı olduklarını okuyunca, ister istemez biz bile “Acaba?” demek zorunda kaldık. İş o noktaya geldi ki, bu topraklarda dönme olmayan zengin olamaz, devletin ciddi bir mevkiine gelemez kanaati yaygınlaştı. Sanki devletimiz, milletimizin değil de, kendisini gizleyen bir zümrenin olduğu intibaı uyandı. Söz konusu telakki adeta milli birliğimizi berhava edecek dinamite dönüştü. ‘Sabatay Sevi kimdir?’, ‘Dönmelik nedir?’ soruları ciddi ciddi zihnimizi kurcalamaya başladı. Tarafsız, yetkili bir insanın kaleme aldığı bir kitap da görünürlerde yoktu.

Keşfini bekleyen hazine-Batılılaşmak ve çağdaşlaşmak-Hayatın üç ana kavramı-Mehmed Niyazi

Keşfini bekleyen hazine

Dünyanın bütün ciddi fikir ve sanat adamları Avrupa ile Asya hakkında kafa yormuşlardır.
Mesela Paul Valery, İslam, Hint ve Çin olmak üzere Asya’da üç tane Doğu bulunduğunu söylemekte, Avrupa’yı da Asya’nın küçük bir burnu olarak görmektedir. Victor Hugo konuya idrakten ziyade duyguyla yaklaşır: “Ben her zaman Doğu’ya karşı bir şair sevgisi duydum. Uzaktan orada yüksek bir şiir parladığını gördüm. Bu öyle bir kaynak ki ne zamandır oradan hararetimi söndürmek istiyorum.” Thibaudet ise yaşantıyı esas alıp şöyle demektedir: “Avrupa’yı ancak hayat tarzıyla tarif etmek mümkündür.” Suares’in “Avrupa ruh, Amerika makinedir.” deyişini Hintli Tagore daha gerçekçi bir duruma oturtur: “Asya ruh, Avrupa makinedir.”

13 Haziran 2013 Perşembe

Necip Fazıl’ın çıkış sebebi-Çocuk, bu sesi nereden buldun?-Mehmed Niyazi

Necip Fazıl’ın çıkış sebebi

Bütün insanların Hz. Adem’in çocukları olduğunu, hepsinin “tarak dişi” gibi eşitliğini ilan eden İslamiyet, yalnız iki insanın farklılığına işaret ediyor; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İslamiyet’in ilk  dönemlerinde Müslümanlar ilimleri birbirlerinden ayırmıyorlardı; sonradan “tabii bilimler” olarak nitelendirilenler de Allah’ın azametini bizlere anlattıkları için diğerleri gibi değerliydiler.

    Endülüs’teki aydınlık, Avrupalıların gözlerini kamaştırdığından öğrencileri buraya akmaya başladılar. Kuzey Afrika ile Avrupa’nın güneyindeki milletlerin, bilhassa İtalyanların ticarî ilişkileri fazlaydı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten Roma’ya göç eden Bizanslı alimlerin gayreti de bunlara katılınca, Batı’da müspet bilimler nüvelenmeye başladı.

    Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe İncillerdeki maddî hatalar anlaşılır oldu. Zamanla bu maddî hataların çokluğu fark edilince, ilim adamlarıyla kilise mensupları karşı karşıya geldiler. Ortaçağ boyunca ilim dünyasıyla kilisenin kanlı mücadelesi sürüp gitti. Müspet bilimler geliştikçe, Avrupalı aydınların pek çoğunun nezdinde din önemini yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Oysa hırsı, ihtirası frenleyen en ciddi fenomen dindir. Giderek iyice cılızlaşan manevi değerler, gelenekler, Avrupalı’nın artan hırsı, ihtirası karşısında duramaz oldular. Maneviyatın, geleneğin bulunmadığı yerde dejenerasyonun baş göstermesi tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın getirdiği açlık, kıtlık ihtiraslarını olabildiğine kamçılayınca, aşınan manevî değerler, onlara bağlı olarak gelenekler iyice güçsüzleşti; kural tanımazlık alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.

30 Nisan 2013 Salı

Sanat eserinin oluşması-Mehmed Nİyazi


Bir sanat ürünü olaylarla beraber insani özelliklerle dokunmalıdır. Yaşanılanlarda zaman, kullanılan eşya, ekonomik düzey, coğrafya ve benzeri hususlar etkilidir. Mesela elli yıl önce ülkemizde köy romanları revaçta idi; ama artık o köyler yok; söz konusu ortamlarda geçen olaylar da hayattan silindiler; tabii bunlara oturan romanlar, hikâyeler de kayboldular.

İki seviyeli kitap-Mehmed Nİyazi


Necdet Bayraktaroğlu “Tarihimizde Muhteşem Mektuplar” adında bir kitap yazdı. Kitap, Mete Han’ın dul kalan Çin Kraliçesi Lü’ye yazdığı mektupla başlıyor.

Devlet başkanlarımızdan diğer devlet başkanlarına, Akşemseddin gibi âlimlerin öğrencileri Fatih gibi devlet adamlarına yazdıkları mektuplar geçmişe doğru önümüzü aydınlatmaktadırlar. Bu mektuplar sadece araştırmalar bakımından önemli değildir; tarihi yapan insanların ruh yapılarını, seviyelerini anlamamızda da çok etkili rol oynamaktadırlar. İnsan psikolojik bir varlıktır; tarihe mal olmuş kişilerin hangi saikle, niçin o işleri yaptıklarını anlamamızda bu mektuplar paha biçilmez değerdedirler. Büyük emeklerle gün ışığına çıkardığı kitabının kapağına Bayraktaroğlu, Şeyh Edebali’nin “Geçmişini iyi bil ki geleceğe sağlam basasın” cümlesini koymuş. Bilgelerimiz tarihin millet hayatındaki önemini eski dönemlerde kavramışlar, bunu çok sık dile getirmişlerdir. Fakat yapılan çalışmalara bakınca, ceddimizin altın harflerle yazılacak sözlerinin şuuruna erdiğimizi söyleyemeyiz.

Eyyubi’den öğreneceklerimiz-Mehmed Niyazi


Ülkemizde son yıllarda tartışılan en hararetli konu kesinlikle “Kürt sorunu”dur. Ne yazık ki bu hususta bir tek ilmi makale okuduğumu hatırlamadığım gibi, ciddi bir tartışmaya da şahit olmadım. Kürt, Türk kimdir?

Önce bunların ortaya konması lazım. “Kürt” kelimesi bile Türkçedir; onlar kendilerine Kürt demezler. Ayrı harflerden oluşan Türk ve Kürt kelimelerinin birbirleriyle tarihi, sosyolojik ilişkileri bulunmuyor mu? Kimileri “Türk” diye etnik bir grup yok; bütün Turanî kavimlerin ortak üst adıdır; Çin, Hint gibi diyorlar. Oğuzlar, Kıpçaklar, Peçenekler, Uzlar ve diğer Turanî kavimler kuşatıcı kavramla Türk olarak anılırlar; Kürtler de Turani’dir; nerede Türk varsa, orada Kürt vardır; bu ad onları da kapsamaktadır. Kimileri de söz konusu iddianın Kürtleri ikna etmek için uydurulmuş bir yalan olduğunu ileri sürmektedirler.

Batı medeniyeti üniversal midir?Batı’nın çıkmazı-Aydınımızın yabancılaşması-Mehmed Niyazi

Batı medeniyeti üniversal midir?
Batı medeniyetinin Hıristiyanlık, Roma hukuku, Yunan felsefesine dayandığı çok sık ifade edilmektedir. Bunların yanında 16. yüzyıldan itibaren müspet bilimler de yer almıştır.

Giderek Batı’da fonksiyonunu artıran müspet bilimler, ortaçağın kaderciliğinin yerine determinizmi, “Üstad dedi ki”ye karşı tenkit melekesini geliştirmişlerdir. Bunların doğurduğu Rönesans’ın Batı’ya şunları mal ettikleri ileri sürülmektedir; din konusunda hoşgörü, siyaset alanında demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Kanaatlerince Batı’yı maddeten ve manen kuvvetli yapan bu değerlerin üniversal olduğunu şöyle ifade etmektedirler: “Ortaya çıkan bu değerlerin hedefi Hıristiyanlık veya İslamiyet, Alman veya Bulgar, doğulu veya batılı, köylü veya şehirli, hükümdar veya tebaa değil, doğrudan doğruya insan ve insanlıktır.”

26 Mart 2013 Salı

'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'-Mehmed Niyazi

'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'

1916’nın başlarında Teşkilat-ı Mahsusa, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ve oğullarının İngilizlerle dirsek temasında bulunduklarını haber alır.

Millî Marş’ımız-Mehmed Niyazi

Savaşta askerimizi şevklendirmek, barış zamanında da gençlerimizi moral bakımından hazırlamak için müziğe, marşa tarihimizin ilk dönemlerinde rastlıyoruz. Gerek Kutadgu Bilig’de gerekse Dede Korkut Kitabı’nda gaza sırasında gümbür gümbür davulların çalındığını okuyoruz.

4 Mart 2013 Pazartesi

Tarihimizde iki ekol-Ziya Nur Aksun’un tarihçiliği-Mehmed Niyazi

Tarihimizde iki ekol
Modern anlamda, sebep ve sonuç ilişkilerini ele alarak Osmanlı tarihini ilk yazan Hammer’dir.

Hammer, belgelere ve inanılır bulduğu eserlere dayanarak kitabını kaleme almıştır. Yani metodu ve olayları kendi zihniyetine göre değerlendirdiğinden dolayı yorumları da Batılıdır. Ondan sonra, gerek yerlilerin, gerek yabancıların telif ettikleri bütün Osmanlı tarihleri Hammer’in etkisiyle yazılmışlardır. On ciltlik “Osmanlı Tarihi” esas alınmış, ya ona bir şeyler ilave edilmiş ya da ondan bir şeyler çıkarılmıştır. Zinkeisen’in, Jorga’nın, Uzunçarşılı’nın, İsmail Hami Danişmend’in, Öztuna’nın Osmanlı tarihleri hep böyle gün ışığına çıkmışlardır. Elbette ki aralarında telakki farkları vardır; Uzunçarşılı’ya Batıcı, Öztuna’ya milli, Danişmend’e ırkçı telakki hakimdir.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Yusuf bin Hammer-Mehmed Niyazi


Sayın Akif Emre’nin “Viyana’da Tenha Bir Mezar” yazısını zevkle okudum. Zaten kaleme aldığı her konuyu seviyeli bir tarzda işliyor, okuyanın damağında tat bırakıyor. Hammer’in mezarı hakkında verdiği bilgiler doğrudur; fotoğraflarla da yazısını belgelemiştir.

Aziz dostum Senail Özkan’ın aslınsa sadık kalarak nefis bir üslupla tercüme ettiği “İstanbul ve Boğaziçi” kitabında Hammer, Çamlıca tepelerini, oraya nasıl çıkıldığını, kaynak sularını,  İstanbul’un diğer semtlerini resim çekercesine çok güzel anlatmıştır. Belli ki adım adım dolaşmış, ayrıntılarına varıncaya kadar not alıp yazmıştır. Wiedling’deki mezarı da aynen Emre’nin anlattığı gibidir. Emre, Hammer’in oryantalist olduğu için Osmanlı tarihiyle ilgili yazdıklarına soğuk ve önyargılı baktığını söylüyor; mezardaki İslamî şekli görünce, ayetleri ve “Ziyaretten murad, ancak duadır / Bugün bana ise, yarın sanadır.” Türkçe beyitini okuyunca, zihinsel savunma mekanizmalarının sona erdiğini, Osmanlı tarihine dair kaleme aldığı sayfaların ona açıldığını ifade ediyor. Bundan sonra yazacaklarımın sayın Akif Emre ile ilgisi yoktur; görüşlerine saygı duyuyor, Hammer’i  değerlendirmeme fırsat hazırladığı için de kendisine teşekkür ediyorum.

Roman ve din-Mehmed Niyazi


Bizde roman yazılırken işin metafizik boyutunu hesaba katmak sadece dinin veya dinsizliğin propagandasını yapmak zannedilmiştir. Tabii bu, roman sanatını anlamamak, onu propaganda vasıtasına dönüştürmekten başka bir şey değildir.

Şiirde telkin mi tebliğ mi bulunmalı konusu tartışılmış, önemli olanın telkin olduğu, tebliğin şiiri öldürdüğü hükmüne haklı olarak varılmıştır. Zaten insan okurken aldığı hazda bu iki unsurun farkını derinden hisseder. Aynı şey roman için de geçerlidir. Romanda dinin ele alınması herhangi bir şekilde onun propagandasını yapmak için değildir; olaylar incelenirken, kahramanların ruh portreleri çizilirken, dinin hayata kattığı derinlik, insan şahsiyetinin ve vicdanının oluşmasındaki önemini göz önünde bulundurmaktır. Bazıları romanın Hıristiyanlıktaki günah çıkartılırken yapılan itiraflardan doğduğunu iddia ederek, romanın Hıristiyanlığa has bir sanat ürünü olduğunu belirtmektedirler. Hatta meseleyi burada noktalamayıp daha ileriye götürerek, dinimizde böyle bir şeyin olmamasının romanımızı güdük bıraktığı kanaatini de ileriye sürerler. Belki bu iddia romanın tarihinde çıkış sebebi olarak doğrudur; fakat romanın seviyesini etkileyici bir unsur olarak görmek kesinlikle mümkün değildir.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Sakıncalı asker- Mehmed Niyazi


Sayın Şaban Çobanoğlu dil bilimci, aynı zamanda askerdir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bünyesinde askerî öğretmen olarak  görev yaptı, binbaşı rütbesiyle emekli oldu. Hangi görüş ve düşüncede olursa olsunlar, askerler genellikle ocaklarına toz kondurmazlar.

Haksızlığa uğrayıp ordudan atılsalar bile, yine de bir kulpunu bulur, olayı anlaşamadığı veya ayrı fikirden olduğu bir kumandanın üzerine yıkarlar; Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kurum olarak tertemiz takdim ederler. Buna ister meslek ahlakı, ister ocak dayanışması diyelim; ama gerçektir; hem de saygı duyulması gereken bir davranıştır. Zira ordunun yıpranması, sıradan bir kurumun tahrip edilmesi değildir; milli varlığımızın dinamitlenmesidir.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Mehmed Akif’in şiirindeki özellikler-Mehmed Niyazi


Edebiyatımızın sosyal muhtevayı Namık Kemal’le kazanmaya başladığı belirtilmektedir.

Namık Kemal’in eserlerine dikkat edersek, bunlardaki  sosyal muhtevanın vatan ve onun korunmasında lüzumlu olan kahramanlıkla sınırlı kaldığını görürüz. Tevfik Fikret de sosyal muhtevaya tamamen bigane değildi; fakat onda bir çeşniden öteye gitmemiştir. Sosyal meselelerimizi edebiyatımızın asıl konusu yapan şüphesiz Mehmed Akif’tir.

Babası Balkanlar’dan gelmiş bir alimdi; buralar uzun zamandan beri yakılıp yıkılmaktaydı; evde anlatılanlar körpe dimağında yer ediyor, onu vatan ve millet konularında hassas duruma getiriyordu. Çocukluk yılları da eskilerin “93 Harbi” dedikleri Osmanlı-Rus savaşının dramlarıyla geçti. Zaten birbirini takip eden harpler ülkeyi harabeye çevirmişti. Bir de bu son savaşın getirdikleri felaketi katmerleştiriyordu. Nereye baksa aç, sefil, hasta, çaresiz görüyor, Allah ona öyle bir yürek nasip etmişti ki “bana ne” diyemiyordu.

Çeşitli memurluklarda hizmet veren Mehmed Akif’in en etkili görevi, ilk mecliste Burdur milletvekili olarak bulunduğu dönemiydi. Milletimizin kaderini değiştirebilecek bir konuda hiçbir zaman bulunmadı. Bunun için “Aczimin giryesidir bence bütün asarım” mısraıyla kendisini ifade etmektedir. “Millet-i merhume” dediği halkımızı harekete geçirmek için onun biricik silahı kalemi, sanatı idi. O, “Sanat sanat içindir” tezinden, sanatın gayesinin bizatihi kendisi olduğunu anlamazdı, aslında anlardı da anlamsız bulurdu. “Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim” diyerek yazdıklarını kuvvetlendirip vicdanları harekete geçirmek  istiyordu. Şiiriyle toplumun derdine çare bulmanın, yani sosyal faydanın peşindeydi. Onun şiiri “Rezail-i içtimaiyyemizi” göstermek esasına dayanıyordu. Küfe, Meyhane, Seyfi Baba, Kocakarı İle Ömer, Mahalle Kahvesi, Köse İmam bu cümleden sayılabilecek şiirlerinden bazılarıdır.

Akif samimi bir insandı; şiirinin, nesrinin, hitabetinin etkisi de  buradan gelmektedir. Elbette ki şiiri ve nesri çok güçlüdür; ama unutmamak gerekir ki, başka güçlü kalem erbabları da vardır; yalnız Akif kadar etkili bir sanatkar fani dünyamızdan pek az gelip geçmiştir. Ülkemizde doğan çocuklara verilen adların başında “Mehmed Akif”in gelmesi etkisinin açık delilidir.

Sözün bir başkasına etkisi sınırlıdır; genellikle “güzel söz” deyip geçilir. Fakat ortaya konan bir hayatsa, etkisi başka olur. Bunun için doğru bilinenin yaşanması lazımdır. Akif sadece yazdıklarıyla değil, hayatıyla da şairdir.

Yaşadığı dönemde ceddin yüreğini, ruhunu taşımak milletin selameti için yeterli değildi; Batılı’nın ilmini almamız da gerekiyordu. Fakat o sıradaki Osmanlı aydınları yarım yamalak Fransız materyalizmini tanımışlardı. Din hakkındaki görüşlerini açıkça ifade etmeseler de Batı’nın etkisiyle dinin terakkiye engel olduğuna inanmaktaydılar. Daha önce de Ziya Paşa aynı dertten muzdaripti; “İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakkî/ Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı./ Milliyeti nisyân ederek her işimizde/ Efkâr-ı Frenk’e tebaiyyet yeni çıktı.” Akif, “Al ilmini, irfanını” diyerek feryad ederken hayatlarını benimsemezsek, galiplerin ilmini, irfanını alamayız diyorlardı. Dünyamızı cehenneme çeviren matematik, fizik, kimya gibi bilimlerdi. Bunların yaşantıyla ne ilgileri vardı?

Ona göre edebiyatın kökü “edep”ten gelmekteydi. Nitekim edepsizliğin başladığı yerde edebiyatın bittiğine inanırdı. Dolayısıyla edebiyat kökünün özelliklerini mutlaka taşımalıydı.

Edebiyatın milliyeti ve vatanı olduğuna da inanırdı. Bunun için hiçbir ülkenin edebiyatını milletimize mal etmek istemezdi. Fakat bu başka milletlerin edebiyatından faydalanmamak anlamına gelmezdi. Hatta o, her şeyde olduğu gibi edebiyatta da Doğuluların Batılılardan geri kaldığını sık sık vurgular, ileri edebiyatlardan faydalanmamız gerektiğini belirtirdi.

Kanaatince edebiyatta dil de çok önemliydi; bunun için Safahat’inde halkın kendisi konuşmaktadır.

Mehmed Akif hayatını milletine vakfetmiş, onun nabzı olmuş bir şairdir. Şiiri de çökmekte olan bir toplumun, elden kayıp gitmekte olan bir vatanın ağıtıdır.

17 Ocak 2013 Perşembe

Necip Fazıl ve örtülü ödenek-Mehmed Nİyazi


Son günlerde  Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Necip Fazıl’ın örtülü ödenekten para aldığı gazete ve televizyonlarda polemik konusu yapılmaktadır.

Bu konu Yassıada Mahkemesi’nde de mesele edilmişti. Hatta aldığı miktar sorulduğunda Necip Fazıl, “Hayır” deyip daha fazla aldığını söyleyerek kadirşinaslık örneği göstermişti. Mahkeme Başkanı Salim Başol’un “Hangi hizmete mukabil aldınız?”  sorusuna da şöyle cevap vermişti: “Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, Eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım. Ve bunların hiçbirisini yapmadım.” dedikten sonra mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlakçı bir idealin bu topraklarda yetişmesi için para aldığını söylemişti. Başkan karşı çıkıp; “Üniversite gençliği süt gibi temizdir. Onlar sizi gerici buluyorlar; zaman zaman protesto etmişlerdir.” deyince Üstad’ın cevabı şöyle olmuştu: “Üniversite gençliğinin bana gerici diyen kısmı, sesi fazla duyulan ve önde görünen kısmı. Üniversite gençliğinden on binlerce gencin benim idealime bağlı olduğunu; fakat sesini yükseltemediğini yakinen bilenlerdenim.” Bunun üzerine başkan idealinin ne olduğunu sorunca, Üstad şu çarpıcı cevabı verdi: “Garb’ın bütün müspet bilgilerini Rönesans anlayışı içinde almak ve Şark’ın ruhunu aynen muhafaza etmek, dinin parlaklığını ve saffetini, asaletini, Garb’ın büyük kafasında tekâmül ettirmek ve bu ruha tatbik etmektir.” Bu izahtan sonra herhalde dut yemiş bülbüle dönen Başkan’ın; “Sizden fazla alan gazeteci var mı?” sorusuna jurnalciliği kendisine yakıştıramadığı için şu cevabı verdi: “Onu bilmem; şunu bilirim ki ilk Türk gazetesi olan Takvim-i Vekayi’den bugüne kadar fikre müstenit bir tek gazete mevcut değildir ki, şu veya bu şekilde hükümetten yardım görmesin.”

    Mahkeme başkanı veya bu konuyu mesele edinenler zır cahil değillerse fikir, sanat ve bilim insanlarının dünyanın bütün ülkelerinde korunduklarını bilmelidirler. Yüksek seviyede fikir ve sanat eserleri, ilmî zihniyetle yazılmış kitaplar geniş kalabalıkları ilgilendirmezler; ama cemiyetin ufkuna düşen güneş gibidirler; kalabalıklar onların ışığında yol alırlar. Ülkemizin bu hususta özel bir durumu vardı. Harf devrimi yapıldı; zaten az olan okur sayısı adeta sıfırlandı. Hükümetlerin asli görevlerinden birisi milletin kültür seviyesini yükseltmektir. Bunun için tek parti döneminde imkânsızlıktan dolayı ilaç ithal edilemezken gazete çıkarmak için matbaa makineleri getirmek isteyenlere döviz tahsis edilmiştir. Yine bu dönemde Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Behçet Kemal gibi sanat ve ilim insanları milletvekili yapılarak adeta koruma altına alınmışlardır.

    Büyük sanatkârlar, mütefekkirler, şalgam gibi istendiği zaman yetişmezler. Bunun şuurunda olan cemiyetler bunlardan en fazla nasıl yararlanacaklarını düşünürler. Goethe, ardında 57 eser bıraktı. Ama Goethe maaşlarını altınla ödediği 15 bilim insanıyla beraber çalışıyordu. Yazdıkları, en son dil aliminin onayından geçmeden matbaaya gitmezdi. Goethe sırtını Weimar Devleti’ne dayamasaydı, Alman milletinin kültür seviyesini etkileyen eserlerine imza atamazdı. Onu finanse eden Weimar Devleti’ni mi suçlayalım, yoksa sırtını ona dayayan Goethe’yi mi?

    Gazetede yazmak yazar için imkândır; fakat basınımız yakın zamana kadar tek zihniyetin hegemonyasındaydı; kendilerinden saymadıklarına yazdırmazlardı. Necip Fazıl uzun süre bir gazetede çalışamadı. Gazete yazılarından ne geçimini temin, ne de fikrine hizmet edebildi. İnancı onu hizmete zorluyordu. Kültür seviyesi düşük ülkelerde desteksiz bir dergiyi yaşatmak imkânsızdır. Hiç değilse bir dergiyi çıkarabilmek için başını taştan taşa vurdu.

    “Bir Adam Yaratmak” piyesini Shakespeare’ın eserleri arasına katıp, yine Shakespeare’ın uzmanına sorulsa, “Hayır, bu onun değildir” diyemez, kanaatimce Sheakspear’ın eserlerinin arasında yıldız gibi parlar; hatta ben farklıyım diye bağırır. O eserinden Üstad kaç kuruş kazanmıştır? Weimar Kralı gibi bir adam çıkıp Üstad’ı destekleseydi, o da dehasını kitaplarına verseydi ne olurdu? İnanıyorum ki yalnız bizim değil, bütün Şark’ın kaderi değişirdi. Her gün para derdiyle boğuşan biri ne yazabilirdi? Ölümüne kadar kirada oturması milletçe ayıbımız değil de nedir? Bu vesile ile milletimizin mazlum evladı Menderes’i de rahmetle anıyorum. 
   

22 Aralık 2012 Cumartesi

Roman ölüyor mu? -Roman ve toplum- Mehmed Niyazi


Roman ölüyor mu?

Önemli bir sanat dalı olan romanın ölüp ölmediği sorusu uzunca bir zamandan beri aydınların, bilhassa romancıların gündeminde yer almaktadır.

Sinemanın, olayları canlı olarak sergilemesi, televizyonun yaygınlaşması bu soruyu daha ciddi boyutlara taşımıştır. Fakat romanda anlatılan incelikler, duygular, örülen atmosfer filmlerde yeteri kadar verilemediği için, sinemanın hiçbir zaman romanın yerini tutamayacağı kabul edilmiştir. Beğenilen bir filmin romanını okumak ihtiyacının duyulması da bu gerçeği doğrulamaktadır. Tabii romanın sinemaya kaynaklık etmesi de, onun yaşamasını lüzumlu kılmıştır.

Sosyal bilimciler olanı incelerler; olabileceklerin hakkında tahmin yürütürler. Fakat hayatı yoğuran hırslar, kinler, kıskançlıklar gibi çeşitli insani duygular onların konusuna girmez. Sanatçı, olaydaki bu duyguları ele alırken meselenin asıl muharriklerine dikkati çeker. Balzac yaşadığı dönemdeki Fransız toplumunu, onun nasıl oluştuğunu romanlarında ortaya koymuştur. Marx, Balzac’tan çok şey öğrendiğini söylerken bir ideoloğun, bir bilim adamının sanatçıdan neler alabileceğini ifade etmektedir. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy Rus insanını, Rusya’da olup bitenleri anlattılar. Onların çizdikleri tablolara, belki onların düşünmedikleri, hatta arzu etmedikleri yerlerden bakan komünist ideologlar, kendilerini haklı gösterecek malzeme bulmakta güçlük çekmediler. Bu itibarla romanların ilim adamlarına, ideologlara kaynak, aynı zamanda ışık olduklarını rahatça söyleyebiliriz.

    Olayların gerçek müsebbibi insandır; hiçbir sosyal bilim roman kadar insanı ele almaz; ondaki arazları, üstün vasıfları günışığına çıkarıp kişileri düşünmeye zorlamaz. Dünyayı kana bulayan, insanlara mazarrat olan iblislerin ruh hallerini Dostoyevski, Peyami Safa kadar hangi bilim adamı gözler önüne serebilmiştir? Dolayısıyla problemlerin çözümünde hiçbir sosyal bilim roman kadar etkili değildir.

    İnsanı kültür yoğurur; dünyada değişik kültürler bulunduğundan, farklı insanların oluşması tabiidir. Fakat değişik kültürlerin insanlarında ortak yönler vardır; hırs, acıma, cimrilik, gaddarlık gibi. İnsanın bu duygularını ele alıp işleyen roman, kültürlerin farklılaştırdığı insanı bütünleştirmektedir. Bunun için Balzac, Dickens, Goethe, Tolstoy, Dostoyevski milli sınırlar içinde kalmamış, insanlığa mal olmuşlardır. İnsanlığa ortak bir kalbi ancak romancılar yerleştirebilir.

    İlmi eserler olayları analiz yapar, sonuçlarına işaret ederken insanlığa doğru yolu da göstermiş olurlar. Fakat bilimler idraklere hitap ettikleri için insanlığı roman gibi sarsmazlar, vicdanını duyurup onları harekete geçirmezler. Mesela dünyanın bir bölgesinde açlık hüküm sürüyorsa diğer insanları sadece vicdanları harekete geçirir. Bu noktada da romanın işlevi karşımıza çıkar.

    Giderek teknolojinin hayatımızda daha çok etkili olacağı açıktır; çünkü insanın tabiatla mücadelesinde yardımcı oluyor; ona rahat bir hayat sağlıyor. Fakat teknoloji beraberinde küresel ısınma gibi bazı problemler de getiriyor. Menfaatinin peşinde olan, insanlığı tehdit eden tehlikeyi umursamaz. Bu tip insanlara ilimler çok fazla şeyler söylemezler.

    Teknoloji dünyamızı küçülttükçe meselelerimizi büyütüyor; çünkü teknoloji kuvvetlilere güç kazandırıyor; zayıfların hazırlanmasına zemin hazırlıyor. Milletlerin arasındaki mücadeleler, halkların sömürülmesi insafsız bir hal alıyor. Bu gaddar hayatın önüne geçecek ilaçların başında roman gelir; zira o insana vicdanını duyuracak en etkili faktördür.

    Bir coğrafyada, insanlığın bazı dertlerine ilaç olacak değerler oluşabilir. Yeni değerleri yaygınlaştırmak insanlığı zenginleştirir. Bu konuda da en etkili unsur, yine romandır; çünkü insan düşünmediği, ama canugönülden “güzel” deyip benimseyebileceği çok olayla okuduğu romanlarda karşılaşabilir.

    Bergson’la birlikte bilim dünyasına sezgi girmiştir. Fakat sezginin romanda yeri başkadır. Araştırmaların, ispatların ulaşamadığı yerlere sezgi ulaşır; bu da görünmeyeni insanlığa gösterir; tehlikeleri işaret eder. Bütün bunlar, daha sıralanabilecek hususlar romanın ölmeyeceğini ve ölmemesi gerektiğini bizlere göstermektedir.


Roman ve toplum 

Romancı toplumun meselelerini ele alır; bunu yaparken insanlığın bir eksikliğini giderdiğinin de şuurundadır.

Ne hikmetse on dokuzuncu yüzyıl romanın zirve yüzyılıdır. Bu yüzyılda Fransa’da büyük ihtilal yapacağını yapmış, ardından gelen olaylar ise artçı sarsıntılar gibi olmuştur. Söz konusu dönemde Fransız aydınına pozitivist dünya görüşü hakimdi; toplumun meselelerine bu gözlükle bakmaları tabii idi. Aynı zaman diliminde birkaç büyük romancı karşımıza çıkmaktadır; Balzac, Stendhal, Hugo, Zola… Balzac ve Stendhal toplumdaki üst tabakanın meseleleriyle meşgul oldular; kahramanlarının sorunlarıyla derinliğine ilgilendiler; fakat metafizik taraflarını pek dert edinmediler. Hugo ise “Sefiller” romanını bir papazın faziletine bina etmekle metafiziğin hayattaki önemini vurguladı. “Notre Dame’ın Kamburu”nda tam bir metafizik dram var. Burjuvazinin ördüğü örtünün altında apayrı bir dünya bulunuyor; burada işçiler, fakirler, düşkünler yaşamaktadır. Bunları ele almakla Hugo, Fransız romanını konu bakımından tamamladı. Sartre ve Camus Fransız kültürü azametini kaybederken görünen iki yıldız; Sartre fikre, Camus sanata yatkın; “Veba”, “Düşüş” gibi eserleri göz kamaştırmaktadır.

    Rus edebiyatını Puşkin’in kurduğu kabul edilir, ama Rus romancılığının temellerini Gogol’un attığını rahatça söyleyebiliriz. Dostoyevski; “Hepimiz onun paltosundan çıktık” dememiş miydi? Gogol çarpıcı eserler vermişse de, ruh dünyasına girmekte yekta olan simsar Dostoyevski’dir. Kimsenin fark edemediği iblisleri teşhis edip ortaya çıkardı. İnsanlık var olduğu sürece o iblisler yaşayacaklar; bunlar sadece belli bir ülkeye ait olmadığı için de Dostoyevski insanlığa mal olmuştur. “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov’a entelektüel geçinen muhitlerimizde sık rastlamıyor muyuz? Parasına tamahen tefeci kadını öldürür; bir insanın kanına girmiştir; kendisinin katil olduğunu bilir; aynı zamanda üstün bir insan olduğuna inanır. Bu ikileme sahip tipler bütün ülkelerde yok mudur? Her çağda yaşamamışlar mıdır?” Karamazof Kardeşler” o dönemin Rusya’sıdır; belki de tüm insanlığın dramıdır. Parlak fikirlerin ortalıkta dolanmasına rağmen ölümlü dünyada son söz metafiziğindir. Dostoyevski, Turgenyev ile mücadele halindedir; Turgenyev Batıcı, Dostoyevski Rus milliyetçisi ve Ortodoks’tur. Turgenyev manevi dünyalarına sırt dönerek romancılık bakımından davayı baştan kaybetmiştir. Çünkü ruhtan mahrum roman kuru olaylar zincirinden öteye geçemez; böyle bir ortamda roman yazmak asfaltta orkide yetiştirmeye benzer. Dostoyevski ise milliyetçi ve Ortodoks olmakla sırtını Rus tarihine ve metafiziğine dayamıştır. Biri “Karamazof Kardeşler”i diğeri “Babalar ve Oğullar”ı yazar. Aralarındaki fark Lut gölü ile Everest tepesi kadar. Tolstoy hem dindar hem de yeni bir din peşindedir; oysa dindarlık teslimiyetle mümkündür. Teslim olan nasıl yeni bir din peşinde olabilir? Bu da onu ölüme götüren huzursuzluk kaynağıdır. “Harb ve Sulh” ile milletinin yaşama gücünü ortaya koydu; “Anna Karenina” ile de ruh derinliğini. Rusya’da çeşitli fikirler mücadele ediyordu. Sonunda materyalizm galip geldi; ruhi bir olay olan sanatı da kökünden biçti. Daha sonra ancak iki romancı yetiştirebilmiştir; Pasternak ve Soljenitsin’dir; ikisi de rejime ters olan metafizikle beslenmişlerdir.

    On dokuzuncu yüzyılda Devlet-i Aliyye’nin temelleri sallanmaktadır. Batı, Osmanlı’nın bilgi bakımından geriliğini vahşice sömürüyordu. Bunu gören Ahmed Mithat Efendi, kurtuluşu ne Batıcılıkta ne de bir başka ideolojide aramadı. Ona göre bir toplum için önemli olan bilgidir. İnancı da “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” düsturunu ortaya koymuyor mu? Batı’nın aldığı mesafenin farkında; oraya göz yummanın intihar olduğunun da şuurundadır. Bundan dolayı yarı Batılı, yarı Doğulu, tipik bir Tanzimat aydını olarak kalmıştır. Halit Ziya, Mehmed Rauf yazdıkları romanlarla Batı’nın değirmenine su taşıdıkları için de arkalarından katıksız Batıcı olan Yakup Kadri ile Halide Edip geldiler. Ahmet Hamdi de Batıcıdır; ama; “Şöyle bir dünya da var” diyerek bizi işaret etmektedir. Peyami Safa, hamlelerimiz için Batı’yı gerekli görmüş; fakat Tanpınar’ın aksine onda asıl olan biziz. “Yalnızız” fikirler geçidi, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” çığlığımız, “Fatih-Harbiye” çarpışan iki dünya. Gönlü Fatih’ten, idraki Harbiye’den yana. Ama idraki gönlü için vardır.

6 Aralık 2012 Perşembe

Sağlıklı cemiyetin şartları -Mehmed Niyazi


Nüfus, ülkenin coğrafi konumu, milletlerin kaderinde çok önemlidir; ama ilim kadar hiçbir şey milletlerin hayatında etkili değildir; adeta varlıklarının nabzı ilimlerde atar.

Bunun için hiçbir beşeri ideoloji İslamiyet kadar âlimi ve ilmi övmemiştir. Hangi kültür havzasında  “Alimin ölümü, alemin ölümü gibidir” denmiştir? Çok yaygın olan bir hadiste de Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Bu dünyayı isteyen ilme sarılsın; ahireti isteyen ilme sarılsın; hem bu dünyayı hem ahireti isteyen ilme sarılsın”. Çünkü ömrü, gücü sınırlı bir yaratık olan insanın kendisiyle mukayese edilemeyecek kadar büyük işler görmesi, yere göğe hükmetmesi ilim sayesindedir. İnsanın kudreti, refahı, sıhhati, hatta şahsiyeti ilimle çok yakından ilgilidir. Fakat ilim dinle bağını koparırsa, büyük felaketlere yol açar. Âlim yeterli vicdana sahip değilse, nasıl canavarlıklara sebep olduğuna Hiroşima ve Nagazaki’de şahit olduk. Bir günahsızı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir, gerçeğine inanan, böyle bir cinayeti işleyecek silahı nasıl yapar? Nitekim Osmanlı’da padişah, ona sunulan topaca benzer bir şeyin mahiyetini sorar, cevapta “Sultanım, bu atıldığı yerde patlar; oradakileri öldürür” denince, “Kaldırın bunu, biz insanları öldürmekle değil, yaşatmakla memur edilmişiz” dediği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.

İlimle dînin kopukluğu sadece insanların felaketlerine sebep olmakla kalmaz; cemiyeti kahredici bir dejenerasyona da sürükler. Mesela kitleleri yönlendiren bir Fransız aydını olan L. Blum’un kız kardeşle evlenmede zarar görmemesi, onun hükmünün kız kardeşle eşi ayırmayan fizyolojiye dayanmasından ileri geldiği şüphesizdir. Evet, fizyoloji ilmine göre eş ile kız kardeş aynı özelliklere sahiptirler; fakat bu bütün moral değerleri dinamitleyecek, cemiyeti ahlaki kurallardan mahrum bırakacak bir hadisedir. Kaldı ki daha sonraları yakın akraba evliliklerinin ne problemler doğurduğunu da ilim ispat etmiştir. İnananlar için din hikmetlere dayanır; ilim geliştikçe bazı hikmetlerin sebeplerinin gün ışığına çıktığına burada da şahit oluyoruz.

Toplum içinde dayanışmayı, yardımı ilim sağlamaz; ilmi araştırma genellikle daima tek kişinin işidir. Böylece ilim insanları tek kalma psikolojisine alışırlar. Ayrıca meslek sınıflarının doğması cemiyetteki bağları gevşetir. Bu durumda kalabalıklar arasında fertlerin atomize olması, çeşitli sıkıntıları davet etmesi kaçınılmazdır. Söz konusu durumda da panzehir olarak maneviyat karşımıza çıkmaktadır. Din cemaati teşvik eder; bu da paylaşmak, birbirine destek olmakla mümkündür.

Hayatın iki kaynağının olduğunu unutmamalıyız: din ve ilim. Din, bizde vicdan oluşturur; vicdan bize başkasını düşündürür. İlim beynimizi güçlendirir; beyin bize kendimizi düşündürür. Beyni güçlü bir insan, vicdandan yoksun olursa, cemiyete azgın bir domuz onun kadar zarar verebilir mi? Hiroşima ve Nagazaki’nin katilleri başka nasıl yetişebilirlerdi? Din bizde sorumluluk şuuru oluşturur. Bu şuurdan yoksun bir insan midesinde toprağa basar, nefsini düşünür; bütün gücünü sadece tutkularının tatminine seferber eder. Böyle bir kişi üç yumurta pişirmek için bir ormanı yakar.

Toplumdaki acılar idealistleri doğurur; bunlar daha çok dindarların arasından çıkar; merhameti teşvik etmeyen bir din yoktur. Aşırı idealistler kendilerini unuturlar; toplumun kaderiyle kendi kaderlerini bir görürler. Son dönemlerde mazlum milletlerden ne idealistler çıktı; fakat gerekli ilmi donanıma sahip olmadıklarından hareketleri hüsranla sonuçlandı. İdealist bir insan faydalı olmak için kendini, cemiyeti, dünyayı tanımalı, neler yapacağını gayet iyi bilmelidir. Bu da ilimle mümkündür. Bilim yalnız yol göstermekte kalmaz; idealistin ideolojik kapana düşmesini de önler. İdeolojik idrak her şeyi çözdüğüne inanır; yeter ki beynindekileri olaylara tatbik edebilsin. Birkaç sloganın, birkaç düsturun hayata geçmesiyle ortalığın güllük gülistanlık olacağından şüphesi yoktur. İlimden nasiplenen, metoda çok önem verir; hayatın sonsuz boyutlu ve karmaşık olduğunun farkındadır. Olayları analiz eder; çözümlerine dair teşhisler koyar. Bir cemiyet için idealistler ne kadar hayat verici iseler ideolojik tipler de o derece yok edicilerdir.

Her ne kadar kültür ve medeniyet birbirinden ayrılmasalar da ağırlıklı olarak cemiyette kültürü din, medeniyeti ilim oluşturur. Cemiyetin sağlıklı olması bu iki fenomene bağlıdır.

19 Kasım 2012 Pazartesi

Şiir ve şahsiyet - Mehmed Niyazi

                      Arthur Rimbaud (1854 - 1891)


On dokuz yaşında şiiri bırakıp başıboş bir hayat sürmeye başlayan Rimbaud gibi kuyruklu yıldızlar sanat dünyasında çok ender görülür. Onların şiirleri daha ziyade duyguyla örülmüştür, düşünce ve felsefeyi harç olarak kullanmadıkları için birkaç istisnası hariç, köpükte kalmışlardır; zevkle okunsalar bile fazla etkileyici değillerdir.
Yeteneği inkar etmemek kaydıyla sanat şahsiyet ve idrakin ürünüdür. Bunlar gökten zembille inmez; bir ortamda dokunur, eğitim ve öğretimle seviye kazanırlar. Sanatkarı kültür, düşünce, acılar besler; çalışmak ise en önemli özelliğidir. Bunları Yahya Kemal’in şahsında ve şiirinde yakından müşahede etmekteyiz. Gözlerini dünyaya geleneksel Müslüman bir Türk ailesinde açtı. İlk dini terbiyesini ona sık sık, “Oğlum dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimiz’i, bir de Murad efendimizi” diyen annesinden aldı. Her Müslüman’ın gönlünün zirve noktası şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’e aittir. Birinci ve İkinci Murad’ların Balkanlar’daki Türklerin hayatında çok ayrıcalıklı yerleri olduğu için onlara da farklı bakmaktadırlar. Oraların vatan iklimine bürünmesinde bu iki Hakan’ın kanı ve kılıcı çok etkili olmuştur. Yunus’un ilahilerinin, Ahmediye ve Muhammediye gibi kitapların okunduğu bir evde Yahya Kemal şahsiyetini bulmaya başladı. Sekiz-dokuz yaşlarındayken Leskofça muhacirlerinden Hüseyin adında yanık bir Müslüman ona Battal Gazi Destanı’ndan parçalar okuması, Budin, Belgrad türküleri söylemesi şahsiyetinde etkili olmuş, yıllar sonra ona şu mısraları yazdırmıştır: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/ Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırdı ilerle/ Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle”.
    Yüzyıllarca Müslümanlar Balkanlar’da “millet-i hakime” idiler; gün geldi pozisyonlarını kaybetmekle kalmadılar; feci muamelelere muhatap olmaya başladılar. Böyle muameleler lügatlerinde yoktu. Çünkü Hıristiyan, Musevi, hatta ateist olsa bile insan eşref-i mahlukattı; onlar din kardeşleri değilse de “Yaradılışta eşleri”ydiler. Fakat muhataplarının insan anlayışları inançla sınırlıydı; bu da onları derinden yaralıyordu. Gerçi Yahya Kemal’in çocukluğunun geçtiği bölgeye Osmanlı hakimdi; fakat Devlet-i Aliyye eski günlerinde değildi; bu da onları tedirgin ediyordu. Böyle bir ortamda yüzyıllarca her bahar kuzeye doğru dörtnal atlarını süren atalarının özlemini duyup dile getirmesi tabii idi: “Aldım Rokofça kırlarının hür havasını / Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını”.
    O da modaya uyup hürriyet uğruna (!) Fransa’ya kaçtı. Fakülte hayatından ziyade sanat dünyasını tercih etti. Oralarda bohem atmosferi hakimdi. Çocukluğunda dimağı, şahsiyeti sağlam örüldüğünden bu bohem ikliminden sanatı için gerekli olanı aldı. Fakat Batı’nın kültüründen etkilendiği kadar ilminden nasiplenmediğinden vatana dönmesine rağmen idraki yine orada kaldı; aklı oranın ilminde değil, irfanındaydı. Onun da temeli eski Yunan’a dayanıyordu. Onlar gibi olmak için biz de Batı’nın kaynaklarından beslenmeliydik. Onun bakımından kültürümüzün hamle yapmasının biricik yolu “Nev Yunanilik” idi. Kendi dünyamıza sırt dönüp Greko-Romen kültür havzasında yerimizi almalıydık. “Bergama Heykeltıraşları”, “Sicilya Kızları” adlı şiirlerini yazdı; “Bir Kitab-ı Esatir” , “Tiyatro”, “Çamlar Altında Muhasebe” ve benzeri makaleler kaleme aldı. Yahya Kemal’in kumaşında tefekkür ve şiir vardı; yazdıklarında bir seviye bulunmakta idi; Bergama Heykeltıraşları şiirinde şöyle diyor: “İnsan vücudu, bazen açık, bazen örtülü / Her çizgisiyle sanatı canlandıran büyü...” Fakat bu sırada geçimini temin etmek için mutlu bir rastlantıyla tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle mazimize eğilmek zorunda kaldı. İşte o zaman neye veda ettiğini, milli açıdan ne gereksiz şeylerin peşinden koştuğunu idrak etti. Bu hususta en büyük yardımcısı çocukluğunda şahsıyla ilgili aldıklarıydı; kendi tabiriyle “Mektepten eve dönmesini” onlar sağladı. İkliminden aldıklarını nasıl bize verdiğini, Yunanilik dönemindeki yazdıklarıyla mukayese edilemeyecek kadar lirik olan şu mısralarında da şahit oluyoruz: “Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına,/ Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına./ Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Frenk,/ Vur! Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.”

11 Kasım 2012 Pazar

Tarihçiliğimizin sefaleti - Mehmed Niyazi

Araplar, Osmanlı’dan ayrılınca, bir daha yakınlaşmamızın mümkün olmaması için okullardaki tarih kitapları Türk düşmanlığının üzerine bina edilmişti. Güya Osmanlı onları sömürmüş, geri kalmalarına vesile olmuştur. Bizde de ‘Araplar bizi arkadan vurdu’ edebiyatı işleniyordu.

    Televizyonda program yapan bir Alman profesörü, Filistin Kurtuluş Teşkilatı’nın Almanya’daki temsilcisini konuk almıştı. Açılışı yapan Alman profesörü, tarihî Alman-Arap dostluğundan uzun söz ettikten sonra, Arapların aslında kültürlü ve çok yetenekli bir millet olduklarını, fakat bir talihsizliğe uğrayıp Osmanlı’nın hegemonyasında kaldıklarını, Türklerin sömürüsünün sonucunda müşkül duruma düştüklerini söyledi. Sıra Filistin temsilcisine gelince şöyle dedi: “Tarihte Almanlarla Arapların dostluklarına dair bir bilgim yok. Sadece Harun Reşit’in, Şarlman’a bir çalar saat gönderdiğini biliyorum. Osmanlı Sürre alaylarıyla yiyecek gönderiyor, biz yiyorduk; çünkü çölün acımasız hayatında varlığımızı sürdürmeye çalışıyorduk. Gün geldi bize ‘Osmanlı sizi sömürüyor.’ dediniz. Biz de ‘Neyimizi sömürüyor?’ diye düşünemedik. Sözünüze inandık; en sıkıntılı döneminde bazı Araplar onu sırtından hançerlediler. O, gitti; siz Avrupalılar geldiniz. Meğer kumun altında petrol varmış. Sizinle sömürgenin ne olduğunu öğrendik; fakat iş işten geçti.” Bunun üzerine Alman profesör, “Ben tarihçi değilim, konumuza gelelim.” diyerek sözü değiştirdi. Tabii Filistin delegesi Arap aydınlarını kesinlikle temsil etmiyordu; herhalde kendi gayretiyle araştırıp farklı bir düşünceye gelmişti. Okullarında öyle bir Osmanlı-Türk düşmanlığı okutuluyordu ki o bilgileri bir tarafa itip düşünerek, araştırarak doğruyu bulmak her babayiğidin harcı değildi.

    İnsan ne de olsa vicdan taşıyor. Osmanlı’ya yapılan bu haksızlık Arap devletlerinin dışişleri bakanlarını rahatsız etmeye başlamış. Okullarda Osmanlı’ya karşı biraz yumuşak eğitim ve öğretim vermenin lüzumunu duymuşlar. Kitapların hazırlanmasını da Prof. Dr. Muhammed Harb’e vermişler.

    Harb, ciddi bir ilim adamıdır; onun için sempatiler, antipatiler önemli değildi; hakikat önemliydi. Arap kaynaklarından Osmanlı-Arap ilişkilerinin gerçek durumunu günışığına çıkarmanın güçlüğünü görmüş; çünkü Osmanlı’yı karalama esasına dayanan peşin hükümle kaleme alınmışlardı. ‘Türkiye’deki eserlerde hakikati bulabilirim’ ümidiyle buraya gelmişti. Mutlu bir rastlantıyla aynı otelde kalıyorduk. Akşamları sohbet ediyorduk. Harb’in ne kadar sıkıntılı günler geçirdiğini görüyordum. Bir gün şöyle yakındı: “Buraya Osmanlı ile ilgili tarafsız kaynak bulmak ümidiyle gelmiştim. Buradaki tarih kitapları bizimkilerden daha çok Osmanlı’ya karşı önyargıyla kaleme alınmış. Adeta kötüleme yarışına girişilmiş.” O zamanlarda rahmetli Ziya Nur Aksun’un “Osmanlı Tarihi” yayımlanmamıştı; fakat Filibeli Ahmet Hilmi’nin “İslam Tarihi”ne dipnotları yazarak basıma hazırlamıştı. O mükemmel dipnotlarından haberdar olan tarihçilerimizin sayısı bir elin parmaklarını geçmez; ama Harb onları okumuştu. Onlardan istifade edebilmek için izin almak ihtiyacını duyduğundan dolayı Ziya Nur Aksun ağabeyimizi ziyaret etmiştik.

    Akşam geç saatlere kadar müşterek dertlerimizden söz ederdik. Sohbetimizin ana konusu Osmanlı idi; o, dünyanın devlet anlayışını etkilemişti; bu gerçeği ifade etmek Avrupalıların işine gelmezdi; Müslümanların ise ondan haberi yoktu.

    Afganlıların Ruslarla savaştıkları sırada Harb, bir sempozyum vesilesiyle Pakistan’da imiş. Mücahitlerin Osmanlı’yı merak ettiklerini, onu rica minnet sınırın öte tarafına geçirtip, Osmanlı hakkında konferans verdirdiklerini anlatınca çok etkilenmiştim. Ardından da “Ah! Arap çocuklarına Osmanlı’yı anlatabilsek her şey düzelecek.” diye hayıflanmıştı. Gayri iradi gülümsemiştim: “Harb, biz Türk çocuklarına anlatamadık; umud ederim ki siz Arap çocuklarına anlatmakta başarılı olursunuz.”