7 Ağustos 2013 Çarşamba

Saldırganlık-nefret ilişkisi-Mustafa Ulusoy

Saldırganlık-nefret ilişkisi

Nefret, insanı yıkıcı bir varlık yapan en temel duygulanımdır. Kişinin kendisine veya sevdiklerine yönelik hakiki bir fiziksel ya da psikolojik yıkım tehlikesine karşı gösterilen kızgınlık ve öfke tepkisi, ani olarak başlayıp tehdit unsuru ortadan kalkana kadar sürmesine karşın, nefretin temelindeki bilişsel yapı kronik ve inatçıdır. Çoğunlukla da kişiliğe gömülüdür.

Nefret hissiyle dolu kişi hakiki/reel bir tehdit olmadığı halde bu hissin içinde hapsolmuştur. Karanlık bir hücrenin içinde yaşar gibi yaşanan nefret, çoğunlukla kişiliğin bir parçası haline gelmiştir.
Nefret dolu bir kişinin/öznenin en önde gelen amacı, nesnesini yok etmektir. Ama işin en ilginç yönü, yok edilmek istenen nesne, en derinlerde; hem gereksinim duyulan, hem de arzulanandır. Yok edilmesi de eşit derecede gereklidir ve arzulanır. Nefretin anlaşılmasında bu paradoksun akılda tutulması çok önemlidir.
En aşırı haliyle nefret, nefret edilen nesnenin: (a) Fiziksel olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir (cinayetler gibi); (b) nesnenin kökten değersizleştirilmesi, bir yıkıcılık ve yok etme eylemi olarak nefreti bir başka dışavurumu olabilir; (c) bazen de, nefretin yıkıcılığı nesnelerin simgesel olarak yıkılması şeklinde genelleşebilir. Örneğin, kendisi için önem taşıyan diğer insanlarla olası tüm ilişkilerin yıkılması, başkalarına ait simgelerin aşağılanması ya da değersizleştirilmesi nefretin yıkıcılığının bir göstergesi olabilir.
Hasedin nefretle ilişkisi
Klein, hasedi arzulanan birşeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygu olarak tanımlar. Haset eden kişi kendi istediğinin bir başkasında olduğunu gördüğünde acı duyar ve istenen o şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. Haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar. Ancak başkalarının sefaleti haz verir ona. Bu yüzden de hasetli kişiyi tatmin etmeye yönelik her türlü çaba nafiledir. Çünkü hasedi kendi içinden kaynaklanmakta ve böylece her zaman yönelecek bir nesne bulmaktadır.
Klein, hasedin yedi büyük günahtan biri sayılmasının çok haklı psikolojik nedenleri olduğunu vurgular. Chaucer’ın Vaizin Öyküsü kitabından yaptığı şu alıntı ilginçtir: “Haset, hiç kuşkusuz, en büyük günahtır; çünkü bütün öbür günahlar sadece bir erdeme karşı günah işler, oysa haset her türlü erdeme ve bütün iyiliklere karşıdır.”
OttoKernberg ise nesneye duyulan haset ile nefretin bir şekilde birbiriyle kaynaştığını yazmakta; özellikle doyurucu insan ilişkileri kurma ve bundan değerli şeyler öğrenme potansiyelini yok etme çabası şeklinde ortaya çıkan ilkel nefretin altında o nesneye duyulan bilinçli ya da bilinçdışı hasedin yattığını vurgulamaktadır.
Hem kişiye hem de ondan gelebilecek herhangi iyi bir iyiyi yok etme ve kirletme gereksiniminin altında, başlangıçta nefret edilen ve aynı zamanda gereksinim duyulan nesneyle özdeşlemenin yatması hayli ilginçtir.
Max Scheler kişi eğer yalnızca başkasının iyi bir şeye sahip olmasından hoşnut değilse, bu duygunun kişiyi çalışarak, satın alarak, şiddet yoluyla ya da çalarak elde etmeye teşvik edebildiğini; hasedin ise kişi böyle yapamadığında, kendisini güçsüz hissettiğinde ortaya çıktığını vurgular. İmrenilen değerler elde edilemez olduğu ve üstelik kişinin kendisini başkalarıyla kıyaslayamayacağı bir alanda yer aldığı zaman, haset, Scheler’in özellikle tercih ettiği bir kavram olan ‘resentment’a (hınç, nefret) yol açar.
En manidarıysa, haset edilen nesneye yönelik nefretin, genellikle nesnenin yıkıcı potansiyelinden duyulan korku şeklinde akılcılaştırılmasıdır. Nefret eden, nefretin utancından ancak böyle sıyrılabileceği sanısına kapılmıştır.
İnsan nasıl o insan olmuştur? 
Bu sorunun başka başka cevapları olabilir. Okuduğum bir kitapta rastladığım Karl Jasper’e ait insanın eylemlerinin nedenine vurgu yapan şu sözünü, zihnimde evirip çevirdim geçen hafta boyunca.
“Bir insan neyse, kendisine malettiği o neden sayesinde bu hale gelmiştir.”
Kalbi kırık bir çocuğun gizli duası
Şu günlerde Bediüzzaman’ın  Mesnevî-i Nuriye’sinden (Nesil Yayınları) okuduğum şu parça bana derin bir ümit aşıladı.
“Ve mızrakçığıyla bir sivrisineğin hücumu, kibrinden başı göklere değen şu insanın rahatını kaçırır da onu sinekle savaşmak zorunda bırakır.
Ve, derin denizin ortasında kırık bir tahta parçasına tutunmuş kalbi kırık bir çocuğun gizli bir duasıyla, denizin gazabı söner, fırtınaların öfkesi diner, soğuğun şiddeti geçer.

Ona cevap veren, ancak öyle yüce bir saltanat sahibidir ki, hem kalbin ve sırrın hatıratını işitir, hem de Güneş’in ve Ay’ın harekâtına hükmeder.”

Hiç yorum yok: