Prof. DR. B. Gültekin ÇETİNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. DR. B. Gültekin ÇETİNER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2013 Salı

Yıkılıyor-Firdevs çağlayan














Yıkılıyor!

Kendi dişleri tarafından öğütülen sömürü düzeni, yine kendisini kendi imha edecektir.
Dünyada bir avuç elitin kurduğu, yönettiği ve sömürdüğü kölelik düzeni hakimdir. Tarihçesine girmeyeceğim. Özü şu ki ülkelerin hiç biri bağımsız değil, hem de uzun zamandır. Sadece özgür oldukları, bağımsız oldukları ön kabulüyle davranılıyor. Bizim ülkemizde de durum aynı.

Neden mi?

Borca Dayalı Para Sistemi ve Kısmi Rezerv Sistemi n de bu doğal sonuçtur.
Mantık basit; Paranın sahibi kimse devlet odur…!
Peki Paranın sahibi kim ?

Şunu diyeniniz çoktur “ben değilim” çünkü ülkemizde borçsuz birilerini bulmak çok zor/ ya da imkânsız.
Peki ülkece Kime borçluyuz?

22 Mart 2013 Cuma

BDPS ve Petrodolar Savaşları-Prof. Dr. B. Gültekin Çetiner


BDPS ve Petrodolar Savaşları
Ülkeleri içinden çıkamayacakları borç batağına sürükleyen küresel krizlerin ana nedeni durumundakiBorca Dayalı Para Sistemi (BDPS)’nin küreselleşmeye başladığı 1970’li yıllar ve bu para sisteminin yerleştirilmesiyle ilgili mücadeleler ilgili araştırmacılarca titiz şekilde araştırılmalı.

Bir ülkedeki kanunların ne olduğundan bağımsız olarak parayı basma ve kontrol etme yetkisinin o ülkeyi kontrol altına almak için yeterli olduğunu çok iyi bilen uluslararası bankacılar ABD devlet bankasını kontrol altına almak için ABD başkanlarıyla yaptıkları mücadeleyi 1913 yılında kazandılar.
Andrew Jackson’un “I killed the bank” sözünün ardından yaklaşık 100 yıl sonra ABD’de 1913 yılında senatörlerin çoğu Noel tatilindeyken Woodrow Wilson tarafından çıkarılan Merkez Bankacılığı kanunu ile ismi Federal (devlete ait) ama tamamen özel bankalardan oluşan ABD Merkez Bankası kurulmuş oldu.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Sürdürülebilir Kampüsler*Prof. DR. B. Gültekin ÇETİNER


70 civarındaki üniversite sayısı son birkaç yılda neredeyse 170 rakamına ulaştı. Kendi Yağıyla Kavrulabilen Sürdürülebilir Kampüs Modelleri de önem kazandı.
Pek çok ülkede devlet tarafından üniversitelere gereğince finans tahsis edilmesi gittikçe daha güç hale gelmektedir. Bu yüzden üniversiteler belli eğitim standartlarını karşılayabilmek ve dünyadaki diğer üniversitelerle yarışabilmek için daha çok zorlanmakta ve bütçelerini dengelemeye çalışmaktadırlar.
Tahminlerimize göre dünyada pek çok üniversite veya kampüs devasa alanlarıyla, yurtlarıyla, spor faaliyetleriyle, maliyetli yaşam tarzlarıyla artık çok daha zor ayakta kalır hale geleceklerdir. Hatta pek çok özel üniversitenin kapanacağını ya da hastane, otel gibi işletmeler veya konutsal yapılara dönüşeceğini söylemek kehanet olmasa gerek.
Şu andaki eğilimler değişmezse 2020 yılına kadar özel eğitimin yarısından çoğunun çevrimiçine dönüşerek uzaktan eğitimin ağırlıklı öğrenme yöntemi olacağı tahmin edilmektedir.
Ülkemizde, bir zamanlar 70 civarında olan üniversite sayısı son birkaç yıl içinde hızla artarak neredeyse 170 rakamına ulaşmıştır. Bunların içinde kısıtlı bütçelerle ayakta kalmaya çalışan pek çok vakıf üniversitesi bulunmaktadır.
Yeni açılan çok sayıda devlet üniversitelerine gelince; bünyelerindeki öğrenci ve personel başta olmak üzere gittikçe artan nüfus ve sayılarıyla, yeni kampüs alanları bulunarak inşa edilecek kampüs ve diğer yatırım çalışmalarıyla önümüzdeki yıllarda üniversitelere ayrılan kaynakların oluşturacağı sıkıntıdan sıkça bahsedilmesi beklenmektedir.
Öte yandan 1,700 bin civarında sınava giren öğrenciye baktığımızda pek azının yükseköğretime geçiş yapabilmesi, onların içinde de istediği alanlarda öğrenim görme imkânı bulunanların azınlıkta olması yeni üniversiteler açılmasını zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’de yükseköğrenime devam etmek isteyenler için henüz yeterince arz oluşturulamamıştır. Yani mevcut üniversite veya yükseköğrenim kurumları sayısı yetersizdir.
Devletimiz genç nüfusu bir an önce eğitmek ve bu amaçla yükseköğretime erişim oranını kısa sürede yükseltmek zorundadır. Hatta, “2023 için yükseköğretim vizyonu” yazısında bahsedildiği üzere yükseköğretimi parasız gerçekleştirebilecek tedbirleri de alacak şekilde üniversite sayısını arttırmaya devam etmelidir.
Peki, bunca değirmenin suyu nereden gelecek? Yeni açılmakta olan üniversitelere akademisyen yetiştirilmesi bir tarafa buralarda çok sayıda akademisyen nasıl istihdam edilecek? Araştırmacı ihtiyacı nasıl karşılanacak? Yeni yatırım giderleri yanında akademik ve diğer personel ücretleri başta olmak üzere araştırma yapabilmek için gerekli laboratuarların açılması, yönetimi, sürekli yeni cihazların alınması gibi harcamalara nasıl kaynak ayrılacak?
Daha yeni kurulmuş, kampüs hayatına geçmemiş sadece 2-3 bin öğrencili mütevazi bir üniversitenin yalnız elektrik ve ısınma giderleri bile yıllık 500 bin lirayı buluyor. Çok sayıdaki bu durumda olan üniversite kısa sürede asgari 10-20 bin gibi öğrenci rakamlarına ulaştığında ne olacak?
Kendi Yağıyla Kavrulabilen Sürdürülebilir Kampüs Modelleri
Yeni kurulan/kurulacak üniversiteler tüm bu soruların cevabını şimdiden araştırarak kendilerini sürdürülebilirlik çerçevesinde yapılandırmak suretiyle devlete bağımlılıklarını asgariye indirmeyi amaçlamalıdırlar.
Bu hamur çok su kaldırsa da aşağıdaki birkaç hususun sürdürülebilir kampüslerin nasıl oluşturulabileceği konusuna ışık tutacağını umuyoruz.
Şüphesiz sürdürülebilirlik dendiğinde akla ilk olarak yeşil kampüsler gelmektedir.
Yeşil kampüsler dünyanın pek çok yerinde artan şekilde konuşulmaktadır. Özellikle gelişmiş ülkelerde köklü üniversitelere ait mevcut kampüs alanlarını yeşil kampüs haline dönüştürme, yenileri tamamen yeşil kampüs ilkeleriyle oluşturma fikri ve faaliyetleri oldukça revaçtadır.
Bu tür kampüsler söz konusu olduğunda sadece sürdürülebilirlik değil, üniversiteler için bunun bir sosyal sorumluluk görevi şeklinde anlaşılması gerektiği açıktır.
Bilgiyi üreten ana kurumlar olarak üniversiteler endüstrideki pek çok teknolojinin üretilmesine zemin hazırlamışlardır. Bu teknolojiler sayesinde de mevcut küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi, doğal kaynaklar ve biyolojik çeşitlilikteki azalma, hava kalitesinin bozulması ve diğer pek çok kritik çevre sorunları ortaya çıkmıştır.
Tabiattaki dengeyi bozan bu durum üniversitelerin öncülüğüyle oluşturulacak sürdürülebilirlik şuuru, toplumsal bilgilendirme ve en önemlisi rol modelliği sayesinde düzeltilebilir.
Yapılanmalarını tasarruf ve gelir üretme gibi iki temel üzerine oturtmaya çalışan bu tür sürdürülebilir yeşil kampüsler konunun genişliği nedeniyle ilerideki bir yazıya bırakıldı.
Uluslararasılaşma, üniversitelerin finansal sorunlarını azaltmada diğer bir faktör olabilir. Yabancı öğrencilerpek çok gelişmiş ülkede yükseköğretimi finans etme açısından önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yabancı öğrencilerin harçlarının yerli öğrencilere göre çok daha yüksek olması ve diğer başka nedenlerle yabancı sayısını artırmak için dünyada büyük bir küresel rekabetin olduğu görülmektedir.
Bazı üniversitelerde yabancı öğrencilerin harçları normal öğrenci harcına göre 10 katına hatta daha fazlasına çıkmaktadır. Pek çok üniversitenin ana gelir kaynaklarının başında öğrenci harçları olduğunu düşünürsek; Pareto prensibi çerçevesinde olay incelendiğinde, %20’sinin yabancı öğrencilerden oluştuğu bir üniversite finansal açıdan diğerlerine oranla %80 gibi bir finansal iyileşme sağlayabilir. Kısa vadede uluslararasılığı sağlamamız ve eğitim ihraç eden ülkeler seviyesine çıkmamız zor gözükse de şimdiden milli bir planlama yapmak gerekmektedir.
Üniversite sanayi işbirliği yıllardır söylenegelen ama halâ yeterince başarılı olamadığımız konusunda pek çok kimsenin mutabık olduğu bir husustur. Bunun önemli nedenlerinden birisi kanaatimizce YÖK’ün ve üniversitelerin yükseltme kriterleri arasında sanayide yapılan çalışmaların pek ehemmiyet arz etmemesidir.
“A” kalite dergide yapılan yayına verilen puanı sanayide çözülen bir problemle (özellikle mühendislik gibi alanlarda) eşdeğer kabul etmedikçe kopukluk devam edecektir. Pek çok fikrin daha ürüne dönüştürülmeden uluslararası dergilerde yayımlanmasının teşvik edildiği ve yükseltilmeler için en önemli kriterlerden sayıldığı yükseköğretim sisteminde üniversite ve sanayi arasında işbirliği geliştirmenin zor olduğunu düşünmekteyiz.
Üniversiteler, bulunduğu yerlerde etkileşimli şekilde toplumu dönüştürücü ve geliştirici bir rol oynamaktadırlar. Buna rağmen örneğin rektör seçimlerinde yereldeki önemli kişi ve kuruluşların her hangi bir söz söyleme hakkı bulunmamaktadır.
Üniversitelerin yerel diğer kurumlarla stratejik işbirlikleri yapması sayesinde dönüştürücü ve geliştirici rolünü kullanarak sürdürülebilirliği sağlaması daha kolay olacaktır. Hemen hemen tüm üniversitelerde bulunan sürekli eğitim merkezleri de bu sayede daha işler hale gelecektir.
Bunlar ve sürdürülebilirlik çerçevesinde geliştirilecek diğer fikirlerin uygulanmasıyla üniversiteler kendi ayakları üzerinde durabildikleri ölçüde özgür olabileceklerdir.
Özellikle yeni kurulmakta olan üniversiteler devlete bağımlılıklarını ne kadar aza indirgeyebilirlerse, yani kendi yağıyla kavrulabilecek hale gelirlerse, ileride o derece diğer üniversitelerle rekabet etme şansına sahip olabileceklerdir. İşin henüz başında olmaları nedeniyle yapılanmalarını sürdürülebilirlik çerçevesinde gerçekleştirirlerse diğerlerine göre önemli bir üstünlük sağlayacaklardır.

25 Kasım 2012 Pazar

Yazar Eyüp Can'a cevap -Cemal Adem


Radikal gazetesi yazarlarından Eyüp Can beyefendi geçen gün köşesinde ABD’nin ‘cömert’ zenginlerinden bahseden bir yazı kaleme aldı.
A.B.D’nin en zengin yatırımcılarından Warren Buffett liderliğindeki zenginler kulubü servetlerinin yarısını bağışlamışlar.
Yazarımız da bunu Türkiye’de yapacak kaç baba yiğit var diye merak etmiş?
Maalesef, yazarımızın para babalarının paralarını kazandığı sistemin kendisinden pek haberi yok gibi...
Ne demişler bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp..
***
Ders 1: 1970’lere kadar paranın ölçüsü ‘altın miktarı’ idi. Dünyadaki tüm paralar dolara, dolar ise altının değerine bağlıydı. Yani ABD’nin piyasada dolaşan dolarlarının karşılığı olarak kasada altın tutması gerekiyordu.
Ders 2: ABD, 1971’de, özellikle Vietnam savaşı sırasında artan borçlarını ödeyecek yeterli altını olmadığından altın ve dolar arasındaki bağlantıyı kopardı. Bu ne demekti?
Dolar artık bağımsızdı, karşılığında altın verilmesi zorunluluğu kalmamıştı. Yani dilendiği kadar para basılabilirdi..
Ders 3: Peki dünyanın en güçlü parası ‘dolar’ı kimler basıyor?
Devlet değil!!! Devlet doları FED’den (ABD Merkez Bankası) borç olarak alıyor.
FED devletin değil mi?
Hayır, değil. FED özel bankaların katılımı ile meydana gelmiş bir karteldir. Bu bir komplo teorisi, paranoya da değildir ayrıca. Bütün detaylara FED’in internet sayfasından ulaşabilirsin.
Ayrıca Edward Griffin’in ‘The Creature from Jekyll Island’ kitabını okumanı tavsiye ederim.
Hatta Osmanlı’ların son dönemlerindeki borçlarının izini sürersen yine aynı yere çıkarsın. Bkz. Osmanlı bankasının kuruluşu...
Kısacası, FED adlı merkez bankası özel bankaların merkezidir, devletin maliyesinin değil.
Özel bankalar ile devlet arasındaki ‘borç’ akışını sağlar. Bir nevi bankacıların elçisidir.
Unutmamalı ki para babalarının en büyük müşterileri devletlerdir.
Özellikle de devamlı savaşan, saldırgan devletler. Zira savaşan devletin paraya ihtiyacı olacaktır. Böylece özel şahıslar faizle bol bol borç verebilecekler..
Peki bu borcu nereden verecek?
Eyüp Can, ben sana gelsem borç istesem nereden verirsin?
Elbette yazarlıkta vakit harcayıp alın teri dökerek kazandığın ve birçok nefsi arzuna rağmen harcamayıp biriktirdiğin paradan..
Hem alın teri dökmüşsün..Hem de arzularına karşı sabır edip biriktirmişsin..İki yönlü bir emek mevcut..
Peki ya bankalar nasıl borç veriyor?
Ürettiği yani elektronik ortamda darphane gibi bastığı para ile...Kazandığı, alın teri döktüğü değil!!! Ve bastığı, kazanıp haketmediği para üzerinden faiz kazancı sağlıyor..
Çoğu kişi bankaların kredileri müşterilerin hesaplarından verdiğini zanneder ama hakikatte durum farklıdır.
İşte Buffett gibi özel şahıslara ait bankalar, halkın emeğini, vergisini bu yolla topluyorlar. Zira devletler bankalara borçlanıyor, topladıkları vergilerle de bu parazitlerin yaşamlarını sağlıyorlar..
Yani halk devlete değil, devlet yoluyla bankacılara vergi ödemiş oluyor..
Kısacası sevgili Eyüp Can, parayı özel bankalar basar. Piyasadaki paranın en az yüzde 90’ını.
Şimdi senin sorman gerekir kendine..
Bu haksızlık, zulüm değil midir diye..
***
Günümüzde kağıt paradan çok elektronik para kullanıldığından hakikat kolaylıkla gizlenmekte. Herkes de parasını çekmek için aynı anda bankaya gitmediğinden bankalar da oyunlarına (düzenbazlıklarına) devam etmekteler.
Ders 4: İşin mekaniğine girmeyeceğim. İnternette, ‘Prof. Mete Gündoğan’, ‘Prof. Güntekin Çetiner’, ‘BDPS (Borca Dayalı Para Sistemi)’, ‘Bankalar ve Örümcekler’ diye ararsan paranın özel şahıslar tarafından nasıl basıldığına bakakalabilirsin..
Özetle, sen ve ya ABD’li çiftçi Joe bankadan kredi istediğinizde paranız diğer müşterilerin hesabından verilmez.
Peki nereden gelir?
Banka, Joe’nun hesabına bilgisayardan rakamları girer ve para ‘üretilmiş’ olur. Emek harcamadan ürettiği paradan da faiz kazancı sağlayarak, zenginleşir de zenginleşir.
Kısacası sevgili Eyüp Can, bankalar birer fabrikadır, mamülleri ise ‘para’dır.
***
Lafı fazla uzatmaya gerek yok.
Dünyanın en zenginleri olan bankacıların (Warren Buffett’in hangi bankada ne kadar hissesi olduğunu bir araştır) bağış yapmaları neye benzer biliyor musun?
Bir eve hırsız girer ve ailenin 100 milyarını çalar.
Sonra bizim hırsız, iş adamı olarak kendini tanıtarak mağdur aileye 50 milyar bağışladığını ilan eder.
İşte senin övdüğün insanların durumu budur? Sen de herşeyden habersiz mahalle sakinlerinden birisin.
Hikayedeki iş adamı kılıklı hırsıza alkış tutuyorsun, gıptayla bakıyorsun..
Tuhaf değil mi?
***
Peki gelelim Türkiye’mize...
Elbette bunu yapacaklar listesi bellidir. Özellikle banka sahibi olan Koç, Sabancı, Şahenk aileleri gayet kolay bu bağışı yapabilirler.
Lakin onlar için farketmez. Zira zaten ülkenin parasını onlar basıyorlar.
Herşeyden habersiz cahiller de onları alkışlar, bağırlarına basarlar.
Bir çeşit Stokholm sendromu ama daha beter.
Çünkü adam tecavüze uğradığının bile farkında değildir.
***
Sözün özü: Elimde bir para basma makinası olsa ve onunla para basıp bağış yapsam sonra da ortaya çıkıp kendimi yardımsever olarak tanıtsam bana ‘Kapitalizmin peygamberi mi’ dersin yoksa ‘insanları kandırmaya çalışan şarlatanın teki mi?
Söylesene Eyüp Can, sen buna ne dersin?

20 Eylül 2012 Perşembe

Çevrilen Filmler ve İslamofobi - Prof. DR. B. Gültekin ÇETİNER

Bu tür filmler ne ilk ne de sondur. Bunları yapanların bağlantılarına baktığınızda finanse edenlerin kimler olduğu aşağı yukarı ortaya çıktı. Yine küresel BDPS'ci elitler. Peki neden yapıyorlar? İslamofobyayı sürekli diri tutmak ve provokasyonları artırarak çıkacak tepkiler üzerine İslam hakkında algıları yöneterek İslam’ı Dünya insanlarının öcü olarak gördükleri bir din haline getirmek için.

Önceki çevrilen filmlerde olduğu gibi bu filmle Müslümanların tepkisini çekmeyi başardılar. Nasıl başarmasınlar? Hangi Müslüman canından ve en çok sevdiklerinden daha fazla sevmesi imanının gereği olan peygamberine hakarete tahammül edebilir?

Milyonlarca insan haklı olarak sokaklara döküldü. Tüm bu tahriklerden sonra gösterilerin artması ve Müslüman kitlelerin galeyana gelerek daha büyük şiddete dönüşmesi. Zaten istedikleri bu. “Müslümanlar teröristtir” algısını iyice yerleştirmek. İslam’ı zihinlerde korkulan araştırılması bile düşünülmeyecek bir din haline getirmek.

En çok istedikleri tahrik olan Müslümanlarca birilerinin öldürülmesi bir yerlerin yıkılıp dökülmesi. Müslümanlar bunu yapmazsa zaten finansman gani. Tetikçi bulmak kadar kolay şey yok. Çünkü parayı üreten kendileri.
Libya’lı yetkililerin ABD’yi günlerce önceden uyardığı halde önlem alınmaması ilginç gelmiyor mu? Neticede film olayıyla küreselciler başarıya ulaştılar diyebiliriz.

Protesto olaylarıyla ve gösterilen tepkilerle olayın doğal şekilde reklamı yapıldı. Bu filmi şahsen hiç merak edip izlemedim. Ancak Müslümanlar arasında bile merak edip izleyenlerin çok olduğuna eminim.

Tüm protestolara rağmen Google filmin Youtube’dan kaldırılması isteğini sürekli reddediyormuş. Yahudilerle ilgili bir film yapılsın bakalım. Antisemitizm adına nasıl o günü kaldırıyorlar filmi. Yapanları da cümle aleme rezil etmek için ellerinden geleni yaparlar.
Peki başka dinler değil de neden İslam’ı bu kadar büyük düşman olarak görüyorlar?
Artık AB gibi birliktelikleri ve içindeki ulus devletleri teker teker ortadan kaldırmaya başlayan adı konulmamış Gizli Dünya Devletinin ya da namı diğer Yeni Dünya Düzeninin ilan edilmesine ramak kaldı. AB’de yoksulluğa itilmiş 400 milyon insan dizlerinin üzerinde sürünerek gelin Yeni Dünya Düzeninizi kurun noktasına doğru gidiyor. Batı borcunu bizim gibi gelişmekte olan ülkelere özellikle Arap Baharı adı altında İslami coğrafyaya transfer ederek borç yükünü azaltmaya çalışıyor.
Azınlık bir grup nasıl tüm Dünyayı bu şekilde köleleştirebildi sorusunun cevabını verebilmek için paranın üretim mekanizması sorgulanmalı ve Issız Ada Hikayesinde anlattıklarımız iyice anlaşılmalıdır.


Sağ olsun okurlardan birisi “Nasıl köleleştiriliyoruz?” diye bir resim göndermiş. Şekildeki resimde en üstte paranın üretim mekanizmasına dikkat ediniz.
Parayı devletler kendisi basmıyor. Parayı Merkez Bankaları devletleri borçlandırmak suretiyle borç olarak üretiyor. Üzerine belli faizler koyarak bankalara satıyor. Bu miktar piyasadaki fiziksel olarak mevcut paranın ortalama %10’undan daha az. Geriye kalan en az %90 para ise sanal ve KRS’yle borç olarak üretilmiş. Bankalara gidip kredi aldığınızda bankalar aslında birilerinin parasını ödünç vermiyor. O miktar parayı havadan birkaç bilgisayar tuşuna basarak elektronik olarak yaratıyor. Havadan ürettikleri bu para üzerinden faiz veya kar payı alıyorlar.
Kısaca piyasadaki mevcut paranın tümü borca dayalı üretilmiş durumda. Yani borç varsa para var yoksa para da yok.
Kısaca tarif ettiğimiz bu BDPS denilen sistem mütemadiyen devlet ve halkları sömürüyor. Servetleri azınlık bir gruba aktarıyor. Geldiğimiz bu noktada Dünyanın tüm toplam ekonomik büyüklüğü 70 Trilyon Dolarken bankalar aracılığıyla 700 Trilyon Dolardan fazla para ve para türevi üretilmiş. Yalnız faiz borçları 500 Trilyon Doları buluyor.
Yani faizborçları Dünyayı 7 kez satın alıyor.
BDPS’ye karşı en büyük güç İslam ve Müslümanlar
BDPS’ye karşı Dünyada en büyük potansiyel güç İslam ve Müslümanlar olduğu için filmler çevriliyor.
İslam ve Müslümanlar karalanmaya çalışılıyor. Dünya halklarına yapay şekilde İslam korkusu pompalanıyor.
Pekiyi neden İslam ve Müslümanlar bu soygun düzeninin önündeki en büyük potansiyel engel?
Cevabın bazı kodlarını Sedat Laloğlu’nun “BDPS/KRS neden çözülmelidir?” yazısında bulabilirsiniz.
Konuyu açacağız ama önce diğer dinlerdeki durumdan bahsedelim.
Hristiyanlığın sömürüye direnci nasıl kırıldı?
Hristiyanlıkta protestanlaşma hareketinin en önemli işlevi İncil’de haram olan faizin helal hale getirilmesiydi.
Protestanlığın teolojisini oluşturan öncülerden Yahudi John Calvin’in (orijinali Cohen) mücadele sürecine bakıldığında sürecin faizi Hristiyanlığa sokmak olduğu hemen anlaşılacaktır. Martin Luther King’in de Calvin’den etkilenerek faiz savunuculuğuna soyunmasına bakarak Rönesans ve Reform hareketlerinin neden Yahudi finansörlerce desteklendiğini anlamak mümkün.
Aslında Hristiyanlıkta reform hareketinin en büyük başarısı (!) faizi Hristiyanlığa sokmak olmuştur. Bugünkü Hristiyanlık pratikleri içerisinde artık faiz haram sayılmaktan çıkmıştır. Protetastanlıkla başlayan faizin helalleştirilmesi Katolik ve diğer mezhepleri de içine almıştır. Bugün Katolik dünyasının önderi olan papalık faizci kurumların göbeğinde yer almaktadır. Batıdaki usury kelimesi bile İncil’de menfi manaları ve haram olmayı çağrıştırdığı için batıda usury kelimesi yerine yumuşatılmış interest kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır.   
Semavi dinler içerisinde bugün BDPS dediğimiz faizci/rantiyeci düzene en çok direnme ve başkaldırabilme potansiyeline sahip din İslam’dır. İslam hala korunan Kuran’ın kutsal metniyle ve nesilden nesile aktarılan hadis gelenekleriyle hem itikadi hem de ameli noktada bu sisteme karşı koyabilecek yegane Din ve fikriyattır.
Bunu da para üretim mekanizmasını ellerinde bulunduran küreselciler herkesten hatta Müslümanların kendisinden çok daha iyi bilmektedir.
Peki İslam neden dinler arasında tek?
Laloğlu şöyle devam ediyor:
“Bu sistemin  haram olduğunu bilmeyen Müslüman yoktur. Hatta şu ayetleri okumayan Müslüman da kalmamıştır. "Ey inananlar! Allah'tan korkun, inanmışsanız faizden arta kalan hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Rasulüne karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin." (Bakara: 278-279) "Faiz yiyenler, ancak kendilerine şeytan çarpmış kimse gibi (kabirlerinden) kalkarlar. Bu onların: "Alışveriş de faiz gibidir" demelerindendir. Halbuki Allah alış verişi helal, faizi haram kılmıştır. Kim Rabbinden kendine bir öğüt gelip de(faizden)vazgeçerse, geçmişi Allah'a aittir. Kim de tekrar ona dönerse onlar ateşin ehlidir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar." (Bakara: 275) ”
Kendisi pek çok hadisi de zikrediyor.
Bir insan hem uğrunda ölmeyi göze aldığı Yaratıcı’sına ve Kuran’ına iman ettiğini söyleyecek hem de Rabb’iyle harbe girişerek BDPS’nin temel bileşeni olan faize karşı olmayacak.
İslam’ın bu soygun düzenine karşı neden Dinler arasında tek olduğu konusunu elbette sadece faizle sınırlamak yeterli gelmez. Kuran’da devlet kelimesi tek bir ayette geçer. Servetin toplumda dağılımında adalet fikrinin model yapısını oluşturan en önemli uyarıcı âyet de budur: “..Öyle ki mallar sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın.”
BDPS dediğimiz sistemde para üzerine konan her fazlalık (riba) serveti alt gelir gruplarından üst gelir gruplarına aktarıyor. İslam bunu men ediyor. Öte yandan İslam’daki emredilen zekat müessesesi bunun tam tersini yapıyor. Yani servetleri zengin kesimden fakir kesime aktarıyor.
 “Ölçü ve mizanı koruma” konusundaki ayetlerle de ölçü aracı vasfını kaldıran bu sistem reddediliyor.    
Katılım bankalarının kuruluş nedeni
Bu nedenle İslam Dünyasında katılım bankaları denen yapılar ortaya çıkmış ve hile yoluyla Müslümanlar sisteme entegre edilmeye çalışılmaktadır. “Kar payı”,”Sukuk”, “İslami tahviller” gibi pek çok hileli araçların piyasaya sürülmesine, insanların BDPS dediğimiz sistemi anlamamasına ve bu düzmece araçlar lehine pek çok fetva verilmesine rağmen Müslümanlar katılım bankalarına hala kuşkuyla bakıyorsa neden İslam’ın küreselcilerce düşman ilan edildiği anlaşılabilir.
Müslümanlar şu anda paranın nasıl üretildiğini ve bunun üzerinden nasıl bir soygun döndüğünü belki kavramıyor ama Müslümanlar bir kez sorgulamaya başladığında ve Dünyaya anlatmaya başladığında bunun önünde hangi küreselci durabilir?
Müslümanlar her gün kullandığı cebinde taşıdığı parasının neden borçla üretildiğini, bu nedenle toplumun en fakir gruplarından başlayarak üste doğru gelirlerin azınlık gruba aktarıldığını, hem devlet hem de kişisel varlıklarının neden sürekli satılmak zorunda kaldığını, neden ağır vergi yükleri altında ezilmekte olduğunun temel sebebinin paranın ölçü olmaktan çıkarılması olduğunu anladığında nasıl aldatılacak?
Hele Kitabında Ölçü ve Dengede hile yapan kavimlerin helak olduğundan hareketle bu parayı ölçü aracı olmaktan çıkaran BDPS’yi kaldırmadıkça bastığınız parayı kullanmayı reddediyorum derse.
Çevrilen bu filmlere daha etkin nasıl bir tepki gösterilir konusuna gelince... Şehid Malcolm X der ki: “İnsan iyi nişan almalı. kuklayı değil, kuklacıyı vurmalı.”
Eğer tepki gösterirken filmleri çeviren bu tetikçilere yani kuklalara değil de kuklacılara nişan alınsa yani İslam’ın neden hedef alındığını, neden İslamofobi’nin yayılmaya çalışıldığını, kısaca Dünyanın kullandığı para üzerinden BDPS/KRS’ dediğimiz sistemle nasıl köleleştirildiğini anlatsak bırakın sizin Google Youtube’dan bu videoları kaldırmasını istemenizi. Bu çevrilen filmlerin yerini “İslami” filmler alacaktır.
Tabii bu filmlerin de börtü böcek ve Müslümanların çimenlere basmalarının sakıncalarını anlatmaktan öteye gitmeyeceğini söylemeye gerek yok.
İnsanlık medeniyetini toptan ortadan kaldırmakta olan ve köleleştiren bu sisteme direnmek Müslümanlar için itikadi ve ameli sorumluluk gereğidir. Hristiyanlar da özlerine dönerek kaybetmiş olduğu değerleri yeniden bulmalıdır.
Aslında bu bir düzen krizi ve bu düzen değişmelidir. Bu düzene karşı direnen herkes devrimcidir. Sadece dini yapılar değil tüm örgütlü yapılara çok büyük sorumluluklar düşmekte ve içeriklerini değiştirmeden niteliklerini değiştirerek devrimci hale gelmelidirler.
Ayrıca unutmayın. Gerçeklerin söylenmediği ve söylenmeye cesaret edilemediği bir dönemde gerçekleri söyleyen herkes birer devrimcidir.
www.adilmedya.com

19 Şubat 2012 Pazar

Böyle anket sonucu görülmemiş-Prof. DR. B. Gültekin ÇETİNER


Üniversite mezunları arasında yapılan anket

Anketteki herkes paranın devlet tarafından basıldığını zannediyor. Halbuki madeni paralar hariç tüm paralar devlet dışı kurumlarca basılmaktadır.
Kanada’da mesleği ekonomi olmayan üniversite ve üstü mezunu başarılı insanlar arasında bir anket yapılmış. Anketten çıkan çarpıcı sonuca göre hiçbirisi paranın nasıl üretildiğini bilmiyormuş.
Yine ilginç şekilde hepsi parayı devletin bastığını zannediyormuş. Ayrıca paranın büyük oranının (%90) bankalarca havadan “yaratıldığından”* haberleri yokmuş.
Şöyle bir iddia da ortaya atılabilir. Anketi Türkiye için yapalım ve içine ekonomi öğrenimi görmüş olanları da dahil edelim. Çıkacak sonuç pek farklı olmayacaktır. Hatta daha da ileri gidip devletin en üst düzeyinde görev yapan insanların da işin fazlaca farkında olmadığı söylenebilir.
İddiayı destekleyen çok sayıda kanıttan birisi zamanın İngiltere Başbakanı David Lloyd George’un hikâyesi.Diğeri ise Malezya’nın efsanevi başbakanı Mahathir’e ait. Malezya’yı içine sokulduğu 1997 krizinden IMF’ye rağmen çıkarmayı başaran efsanevi liderin krize kadar paranın nasıl üretildiğine dair bilgisinin olmadığının itiraf edilmesi anlamlı. Evdeki doktor kitabında bunu açık yüreklilikle ifade ediyor.
İnsanların bu kadar yoğun şekilde hayatının parçası olmuş para gibi bir ölçü aracının nasıl üretildiğinin öğretilmemesi veya öğrenilememesini hele üniversite mezunu insanların bu konuda bilgisizliğini nasıl izah edebilirsiniz? Özellikle bu bilgisizlik dünya çapındaysa…
Anketteki herkes paranın devlet tarafından basıldığını zannediyor. Halbuki madeni paralar hariç tüm paralar devlet dışı kurumlarca basılmaktadır.
Süreci açıklayalım. Öncelikle ortalıkta dolaşan parayı çeşitlendirmek gerekiyor. Bunlar; çok azını teşkil eden madeni paralar, kâğıt paralar ve bankalar tarafından “yaratılan” diğer para şeklinde. İlk iki kısımdakiler fiziksel olarak elimizde bulundurduğumuz para. Bu kısım mevcut paranın %10’dan az bir kısmını oluşturuyor. Kalan %90’ın üzerindeki kısmı ise kısmi rezerv (fractional reserve) dediğimiz yöntemle bankalar havadan üretmektedirler.
Önce ceplerimizde fiziksel olarak dolaştırdığımız parayı ele alalım. Cebinizden madeni bir para çıkarın (örneğin 50 kuruş ya da 1 TL). Üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti” yazmaktadır. Yani devletin ürettiğini gösteriyor. Bu madeni paralar tüm para içinde çok az bir miktardır.
Gelelim asıl fiziksel meblağa yani kâğıt paralara. Cebinizden rastgele bir kâğıt para çıkarın. Üzerinde “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” yazmaktadır. Dikkat edin “Türkiye Cumhuriyeti” değil zira “Cumhuriyeti” ifadesi devlete aidiyeti belirtir. Oysa “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası A.Ş.” ortaklarını devlet bankaları, özel bankalar ve özel şahsiyetlerin ve kuruluşların oluşturduğu anonim şirkettir. Kâğıt paraları basmada tekel olan tek kuruluş olup yarı özel bir yapıdadır. Eğer ülkelerdeki Merkez Bankalarını devlete ait zannediyorsanız bu anket grubu içindesiniz. Örneğin ABD’deki para basımında tekelleşmiş kuruluş olan FED özel bankaların kendi aralarında kurduğu bir birliktir.
Kâğıt Para Basma İşlemi
Diyelim ki devlet 1 milyar TL’lik para basmak istedi. Ne var canım basıversin diyeceksiniz. Hayır! Öyle kolay değil. Koca devlet baba aynı sizin gibi bir konumda. Borç verecek kurum aramaya başlar. Bu amaçla adına hazine bonosu veya devlet tahvili denen kâğıtlar üretir. Ne olarak isimlendirildiğine ve küçük farklara bakmayın. Devlet tahvili denen şey işlevsel olarak borçlanma senedinden başka bir şey değil. Yani bankadan kredi aldığınızda size imzalatılan senetin benzeri.
Sonra o ülkedeki çeşitli düzenlemelere göre Merkez Bankası, diğer bankalar veya dış ülkeler bu cicili bicili kâğıtları belli faiz geliri elde etme karşılığı satın alırlar. Yani devlete bu faiz yüzdesiyle borç verirler. Devlet, borçlanabildiği miktardaki tahviller karşılığında Merkez Bankasından para basmasını talep eder. Merkez Bankası da bu parayı havadan borca dayalı olarak “yaratır”.
Devlet, borçlanma senedindeki 1 milyar tutarındaki paranın fiziksel karşılığını kâğıt para olarak basan Merkez Bankasından alır ve kullanıma sokar. Sistemin en büyük problemi paranın borca dayalı olarak üretilmesidir. Yani bu sistemde borç eşittir paradır (borç=para). Diğer bir deyişle devletin borcunun tamamını ödemesi piyasadan tüm parayı çekmesi demektir ki ekonominin çöküşü anlamına geleceğinden hiçbir devlet bunu yapamaz. Bu durum “ABD borçlarını neden ödeyemez?” başlıklı yazıda rakamlarla açıklanmıştı.
Burada dikkat edilmesi gereken diğer önemli nokta şu: Devlet borçlanma yoluyla Merkez Bankasının ürettiği kâğıt parayı temin etmekte ancak ödenecek faiz miktarı para sistemde hiçbir şekilde üretilmemektedir. “O adada siz olsaydınız?” yazısını anlayan okurlarımız hiç üretilmeyen bu para tutarında servetin insanlardan vergi gibi yollarla çıkacağını ve mutlaka yeni faiz parasının katlanarak basılması gerektiğini anlamışlardır. Sistemi anlamak için ada hikâyesindeki ilk yıl ada halkından çıkan 50 ada lirasını anlamalısınız.
Paranın %90’lık kısmını bankalar havadan “yaratıyor”

Tedavülde olan ve cebinizde gezdirdiğiniz kâğıt paranın, devlete ait sandığınız yarı özel tekelleşmiş kuruluşu olan “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası A.Ş.” tarafından nasıl üretildiği basitçe anlatıldı. Ancak olayın asıl vahim kısmı buradan sonra başlıyor. Zira geriye kalan çoğunluk durumundaki %90’lık para bankalar tarafından havadan “yaratılıyor”.
Peki, bu %90 para nasıl var ediliyor ve açıklanacağı üzere yok ediliyor? Bu mekanizmanın adına kısmi rezerv (fractional reserve) sistemi deniyor. Diyelim ki bir bankanın elinde 1,000 lira var. Mevcut sınırlamalara göre banka %10’unu tutarak geri kalan %90’ı kredi olarak veriyor. Böylece aşağıda açıklanacağı şekilde olmayan 9,000 lirayı insanlara kredi olarak veriyor ve bundan rant elde ediyor. Tabi Merkez Bankasında olduğu gibi para borç olarak üretilirken faizi hiçbir şekilde üretilmemektedir.
Bu havadan para “yaratma” işlemi sistemin doğal sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Şöyle: Bankanın elinde 1,000 lirası olduğuna göre 100 lirayı tutup bankaya gelen birisine %90’ını yani 900 lirasını kredi olarak verir. Krediyi alan kişi parasını yine bankada tuttuğundan getirip sistem içerisinde ya aynı bankaya ya da başkasına yatırır. Gelen 900 liranın 90 lirası banka tarafından tutulup 810 TL tekrar borç olarak verilir. Bu kez 810 lirayı getirip bankaya yatırırlar. Banka 81 TL tutup 729 TL borç verir. Bu süreç içerisinde banka kendi parası olan 1,000 TL haricinde 9,000 TL’yi havadan “yaratmış” olur (1000+900+810+729+656+590+531+ 478+…..=10,000).
Borç alanların tümü borçlarını ödediklerinde daha önce yoktan var edilen ve üzerinden faiz elde edilen 9,000 lira yok edilir. O yüzden paranın bu havadan -tabir caizse- yoktan var etme ve yok etme sürecini bir bankacının “Ben Tanrı’nın işini üstlenen bankerim” şeklinde ifade etmesi gayet düşündürücü değil mi?
Bu sisteme göre Türkiye’de dolaşımdaki paranın ve bankalardaki toplam mevduatın durumunu hatırlatmakta yarar var. Ülkemizde piyasadaki nakit olarak mevcut para 53 milyar TL. Pekiyi bankalardaki toplam mevduat ne kadar? Bu rakam yaklaşık 606 milyar TL.
Yani paranın %9’undan az bir miktarı mevcut olup diğerleri anlatıldığı şekilde borca dayalı olarak üretilen para.
Pek çok kişi, bankalar ellerindeki parayı kredi olarak veriyor zannederek yanılmaktadırlar. Bankalar olmayan parayı (eldekinin 9 katı) var eder ve üzerinden rant elde ederek borçlular geri ödeme yaptığında otomatik olarak yok ederler. Arada hiç üretilmeyen faiz ise kişilerin servetlerinden bankaya aktarılır. Olmayan parayı borç olarak verip faiz elde etmenin yasal durumunu hukukçulara bırakıyoruz.
Birisine sahte para veya resmi evrak vermeye kalksanız sizi iğfal kabiliyeti kanunundan dolayı içeriye atarlar.
Ya da aynı evi aynı zaman biriminde 10 ayrı kişiye satar veya kiralarsanız hukuk yakanıza yapışır.
Ancak banka iseniz bunu kısmi rezerv yöntemiyle rahatlıkla gerçekleştirebilirsiniz.
Peki, sistemin en zayıf noktası nedir? Mudiler aynı zamanda bankaya gelip paralarını çekmek isterse sistem çöker. Zira sadece %10 paranın fiziksel olarak karşılığı vardır.
Bunu tıpkı sandalye kapmaca oyununa benzetebilirsiniz. Müzik devam ettiği sürece problem yok. Ancak müzik kesilip insanlar bankaya koşturduğunda (bank run) bankaların elinde sadece %10 var olduğundan ödeme yapmaları mümkün değil. Bu nedenle sistemi ayakta tutabilmek için Merkez Bankaları belli rezerv para bulundurmak zorundalar. Merkez Bankalarının rezerv paralarının da hiçbir surette yeterli olmaması nedeniyle İsviçre’de Merkez Bankalarının Bankası denilen “Bank for International Settlements” isimli bir banka kurulmuştur. İşin ilginç tarafı merkez bankaları başta olmak üzere bu bankalarda ağırlıklı şekilde özel şahısların ortaklıkları bulunmaktadır.
Issız ada” hikâyesindeki oyunculara ne kadar benziyor değil mi?
Parayı ölçü olmaktan çıkaran borca dayalı para sistemi denilen bu hile düzeninin neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Hem anayasada hem de yasalarda teminat altına alınan en temel hakları ihlal eden bu yapıyı sorgulayacak hukukçular nerede?
Not: Yaratmak Allah’a mahsustur. Buradaki yaratma kelimesi sürekli tırnak içinde yazılmış olup paranın havadan yani hiç yoktan üretilmesini kastetmektedir.