Sömürgecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sömürgecilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2013 Pazartesi

LATİN AMERİKA’DA NELER OLDU? Doç.Dr.Sait Yılmaz*

LATİN AMERİKA’DA NELER OLDU? Doç.Dr.Sait Yılmaz* 

Giriş

Latin Amerika, Batı yarımkürenin İspanyolca ve Portekizce konuşulan alanlarını, yani Meksika’yı, Orta ve Güney Amerika’nın büyük kesimlerini ve Batı Hint adalarının bir bölümünü içerir. 15. yüzyılın sonlarında Avrupalılar bu alanları sömürgeleştirmeye başladığında, ileri derecede gelişmiş üç Kızılderili uygarlığı bulunmaktaydı. Orta Amerika’daki Mayalar ve Aztekler ile Peru’daki İnka uygarlığı ateşli silahları tanımadıkları için Avrupalılara karşı koyamadılar. Bu uygarlıkların İspanyollar tarafından yok edilmesi, dünya tarihinin en trajik olaylarındandır. 1492-1542 tarihlerinde yoğun bir İspanyol kolonileşmesi başlamış ve 300.000 İspanyol yeni dünyaya yerleşmiştir. 17. yüzyıldan itibaren ise özellikle İspanya, Portekiz ve İtalya’dan olmak üzere yaklaşık 20 milyon kişinin Avrupa’dan Orta ve Güney Amerika’ya göç etmiştir1. Bugün Güney Amerika’da yaşayan yaklaşık 50 milyon kişinin kökenlerinin bu ülkelere dayandığı tahmin edilmektedir. Latin Amerika'yı arka bahçesi ilan eden ABD iki yüz yıldır kıta halklarıyla kirli yöntemlerle savaşmaktadır. ABD’nin kıta'da yaşanan yüzlerce askeri darbede doğrudan parmağı oldu2. Bütün bunları gene demokrasi geliştirme ve özgürlükler adına yaptı. Latin Amerikalılar ise ABD’ye karşı kendini savunmak için ya diğer güçlerle işbirliğini denediler ya da içlerinden halk kahramanları çıkardılar.

18 Ağustos 2013 Pazar

MISIR’DA İNGİLİZ SÖMÜRGECİLİK ANLAYIŞI: CROMER ÖRNEĞİ (1883 – 1907) Ahmet YARAMIŞ

MISIR’DA İNGİLİZ SÖMÜRGECİLİK ANLAYIŞI: CROMER ÖRNEĞİ (1883 – 1907)

Ahmet YARAMIŞ∗

ÖZET

Cromer odaklı bu çalışma, 1883 ile 1907 yılları arasında Mısır’daki İngiliz
sömürgeciliğinin bazı yorumlarını sunar. Cromer’in Mısır’daki vazifesi, işgalin
Mısır’da devam ettirilmesi anlamına gelen İngiliz resmi sömürgecilik uygulamasıyla
uyumlu gözükür. Cromer’in politikası, sömürgelerdeki İngilizlerin bazen hükümeti
ikna ederek bazen de kendi başlarına eylemleri gerçekleştirdiğini savunan
Fieldhouse’ın iddiasıyla uyumludur. Onun sosyal, ekonomik ve eğitim alanlarındaki
az çok başarısı, gerçekte, Mısırlıların İngiliz sömürgeciliğine olan hoşnutsuzluğunu
azaltmaya yardım etmiş olmadı.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Güzellik Yarışmaları ya da Burcu Burkut Gerçeği - Naim Özgüner

Güzelseniz, fiziğiniz de kriterlere uyuyorsa güzellik yarışmalarına katılabilirsiniz.Boydan mayolu bir fotoğraf kafidir.Yaşınız önemli değil, bekar olmanız ve de jüri üyelerinin ve seyircilerin iştihalarını kabartacak, ağızlarının suyunu akıtacak, göz banyosu yaptırabilecek ete ve kemiğe sahip olmanız yeterlidir. Yani dişiliğiniz önemlidir.Türkiye de ilk olarak 1930 lu yıllarda Cumhuriyet gazetesi tarafından düzenlenmeye başlayan güzellik

Arkaik Dönem Atina’sında Kölelik Sistemi-Ayşe F. EROL Gazi Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Ankara-TÜRKİYE

ÖZET

M.Ö 7. - 6. yüzyıllarda kolonizasyon dönemiyle birlikte gelişen sanayi ve ticaret ve buna bağlı olarak iş gücüne olan ihtiyaç, dış ülkelerden köle ithalini zorunlu kılmıştır. Çıkarttığı kanunlarla Atinalı vatandaşları köle olmaktan kurtaran Solon döneminde (M.Ö 638-559) iş gücüne olan ihtiyaç, yabancı köle alım sürecini hızlandırmıştır. Köle olmaktan kurtulan ve özgürlüklerine kavuşan Atinalı vatandaşlara siyasal haklar tanınmış, bu da demokrasi fikrinin gelişmesine yardımcı olmuştur. Dolayısıyla bu dönemde Atina’da demokrasi, özgürlük ve kölelik süreci bir arada gelişen kavramlardı. İşlerin köleler tarafından yapılması, Atinalı vatandaşlara kendilerine vakit ayırmalarını ve böylece siyasal ve sosyal hayata katılmalarını sağlamıştır. Atinalı kimliğinin öne çıkarılmasıyla, toplum içinde vatandaşlar arasında bir denge sağlanmak istenildiği, Atinalı bir vatandaşın başka bir Atinalıyı köle yaparak aşağılaması ve ekonomik yönden sömürülmesine izin vermeyen bir sürece girilmesi, Arkaik dönem Atina’sında kölelik sisteminin gelişmesini sağlamıştır.

ESKİ HUKUK SİSTEMLERİNDE KÖLELİK- Dr. Gülnihal BOZKURT

I) GENEL OLARAK :

İnsanların hürriyetlerinden yoksun kılınarak başkalarının
malı sayılmaları kölelik olarak adlandırılabilir. Toplumsal bir olgu
olan kölelik kurumu eski hukuk sistemleri tarafından da düzenlenerek
yasallaştırılmıştır.

Modern hukuk sistemlerinin hemen hepsinde insanlar doğumla
birlikte haklara ehil olurlar. Bugün ilkçağ insanının anladığı
ve uyguladığı şekilde bir kölelik kurumunun kabulünü düşünmek
insanlık için dehşet verici ve imkânsızdır.

14 Temmuz 2013 Pazar

Sömürge valileri, Toplum Mühendislikleri, ‘üstün ırkları!’ Ve Şapkaları ile İngilizler -Sanayi Devrimi’nde insanlık nasıl yanıltıldı? Ahlaksız bilginden doğru bilgi mümkün müdür -Sanayi Devrimi’nin çarpıtılması için İngilizler Antik Yunan’ı parlattı ve yücelttiler -İngilizler Sanayi Devrimi’ni sahiplenmek için hayali bir Yunanistan kurguladılar -İngilizler’in sahiplendiği ‘Sanayi Devrimi’nin gerçek sahiplerini açıklıyoruz -Sanayi Devrimi’nden sonra Coğrafi keşiflerin de gerçek kahramanlarını açıklıyoruz -Coğrafi keşifleri kimler yaptı? Vasco da Gama efsanesi ve Ümit Burnu gerçeği -canmehmet.com

Sömürge valileri, Toplum Mühendislikleri, ‘üstün ırkları!’ Ve Şapkaları ile İngilizler (1)

ü
George Orwell’in belirttiği gibi “ince kafatası” ırksal üstünlüğün bir göstergesiydi ve koloniyel şapka imparatorluğun bir tür amblemiydi.
Bu dizide Dünyanın, tarihi bilgiler çarpıtılarak nasıl aldatıldığı tüm delilleri ile birlikte gözler önüne serilmektedir.  En büyük aldatmaca; “Antik Yunan kültürü“nün Rönesans’ın kaynağı olduğudur.
Yaşananların kavranabilmesi için önce, Toplum Mühendisliği  ve Sömürge valilikleri hakında kısa bir  bilgi verilmektedir.

Türkler ve Yahudiler hangi anlayışla Anglosaksonların değirmenine su taşımaktadır? -Türkler, Yahudiler ve Anglosaksonlar; Bilgi, silah ve altına hükümran olmuştur -Anglosaksonlar Yahudilerden kurtulmak, sırtlarından para kazanmak için onlara bir devlet kurarlar -Anglosaksonlar, sonunda Yahudileri Ortadoğu’nun fokurdayan kazanına atarlar -Koruyucu aileleri olan devletler kimlerin değirmenine su taşımaktadır? Örneğin İsrail -Anglosaksonlar ve Türkler; yolun sonu görünüyor, adım adım Anadolu’ya! -Anglosaksonlar ve Türkler; Lozan’a nereden geldik? “Kutsal Helen toprakları kirletildi!” -Anglosaksonlar veTürkler; Lozan bir zafer mi, bir soygun mu? - canmehmet.com

Türkler ve Yahudiler hangi anlayışla Anglosaksonların değirmenine su taşımaktadır? (1)

Günümüzde gelinen noktada bilgi, silah ve parayı yedeğine almıştır.
Gelinen noktadan anlaşılan, Cengâver Türkler ile Tüccar Yahudiler’in, Anglosaksonların  değirmenine birlikte su taşımakta olduklarıdır. Bilgi, Silah ve Parayı yenmiş midir?
Başlamadan evvel konunun kahramanları hakkında çok kısa da olsa tanınmaları için bilgi verilmektedir.
İkinci bölümden itibaren yaşananlar ve ulaşılan sonuçlar anlatılacaktır. Aşağıda detaylı olarak verilenler özetle;
Türkler, Yahudiler ve Anglosaksonlar kimlerdir?

8 Temmuz 2013 Pazartesi

İngilizce nasıl dünya dili oldu? Cemal Demir

 
“Dilimizin hazinelerini yabancı sahillere gönderebilir miyiz? Batı ufkunda henüz tanımlanmamış ülkelere, bu en büyük gururumuzla ulaşabilir miyiz? Oraları bizim aksanımızla güzelleşir mi?”

Samuel Daniel’in 1590’lı yıllarda yazdığı şiirinde sorduğu bu soruların cevabını alamadan öldü. Aksan kısmı dışında rüyaları gerçek oldu. Bugün, batı ufkunda beliren dünyanın süper gücü İngilizce konuşuyor. Dünyada ana dili İngilizce olan 400 milyona yakın insan var. Çince ve İspanyolca’dan sonra üçüncü sırada ama etkisi onlarla kıyaslanmayacak derecede fazla. Yeryüzünde İngilizce bilen insan sayısının 1,5 milyarı aşkın olduğu tahmin ediliyor. 2020 yılında İngilizce konuşan ya da öğrenen insan sayısı 2 milyarı geçecek ve bunların sadece yüzde 15’ini anadili İngilizce olanlar oluşturacak

21 Mayıs 2013 Salı

Son viraj-Değişim-Kim gidecek-Özel kuvvet!-Fötr şapkalı geldi!-Ergün Dİler


Son viraj


İnternet ve telefonun çağı değiştirdiğini, dünyayı küçük bir köy haline getirdiğini kabul ederiz. Zamanın yenildiğini, mesafelerin ortadan kalktığını, teknolojiyi üreten AKLIN her şeye hakim olduğunu reddetmeyiz! Ama konu Türkiye olunca dünya üzerinde YALNIZyaşadığımızı düşünürüz.
Sorunlarımızı ve fırsatları hep içeri açılan pencereden değerlendiririz!
DIŞ etkiyi kabaca geçip, farkında olmadan gizli gerçeğin açığa çıkmasını engelleriz!
Oysa Türkiye, artık dünyanın merkezi olduğu tartışılmayan Ortadoğu'nun en önemli ülkesi!
Sonuca tesir edebilecek tek güç!
Böyle olduğu içindir ki derdimiz hiç bitmez!
Kanla acıyla yaşadığımız son 60 yılın özeti içeride iki parça olmamızdır!
Söylenmese de siyaset, ekonomi, ordu ve MİT hep iki parçaydı!
Ankara, vatandaşın bilmediği bu tek parça olamama hali nedeniyle kaderini belirleyecek hiçbir karara el atamadı! Gelişmeleri uzaktan izleyen ve faturayı ödeyen oldu!
Oysa dünya küçük bir köydü!
Gören gözler için gizli saklı diye bir şey yoktu!
Paraya hükmeden BARONLAR, dünyanın bu küçülmüş halini yeterli görmüyordu! Bölünmesini düşündükleri devletleri ufak parçalara ayırmak istiyorlardı.
Bu gücün doğum yeri Amerika'ydı.
Ama oradaki herkes paradan para kazananlar gibi düşünmüyordu!
Sınırları ve devletleri önemsiyordu.
İşte görmek istemediğimiz savaşın asıl nedeni buydu!
Bu mücadelenin de gelip düğümlendiği yer Ortadoğu'ydu!

3 Mayıs 2013 Cuma

Sömürgeciliğin öncüsü misyonerler-Aziz Üstel


Ne bir insan ne de bir devlet, tanımadığı bir toprakta, ahlak ve geleneklerini bilmediği bir kavim arasında uzun süre barınamaz. Çünkü tarih bize körü körüne işgal edilen topraklarda uzun süre kalmanın çok zor hatta imkansıza yakın olduğunu kanıtlamıştır. İşgal ettiği topraklarda uzun süre kalmanın ötesinde, o toprakları da halkını da sömürmenin nasıl yapılacağını dünyaya en iyi İngiltere göstermiştir.
Haritada İngiltere’ye baktığımız zaman, orta boy bir ada görürüz. Dünyada bir dönem 450 milyon kişiyi bu adaya kul köle eden Büyük Britanya İmparatorluğu’nun askeri gücü, donanması mıdır sadece? Hayır. Misyonerler Cemiyeti olmasa İngiltere böylesi dev bir imparatorluk kuramazdı. Salt dinsel anlamda değil ticaret ve servet birikiminde de misyonerler çok başarılı olmuştur. Misyonerler, Halid Bin Vermeke’nin oğlu Fadl’ın “akıllı kişi elindekini koruyan ve de bu günün işini yarına bırakmak gafletinde bulunmayandır” sözünü belleklerine kazımış ve bundan bir milim sapmamışlardır ömürleri boyunca.

1 Nisan 2013 Pazartesi

130 çocuklu padişahlar olduğu doğru mu?-Kölelik ve cariyelik sistemi-Batı’da kölelik sistemi-Yavuz Bahadıroğlu


130 çocuklu padişahlar olduğu doğru mu?

“Hay başınıza 130 kiloluk taş düşesi!..” diyesi geliyor insanın…
Bunu kim bilebilir ki?..

Kim girmiş hareme, kim saymış, hangi kaynakta isim isim sıralanmış?
Biri atmış, öbürü tutmuş, hikâye budur!

Yoksa hareme girip isim isim not eden hiç kimse yok. Böyle bir şey de zaten mümkün değil.

3 Mart 2013 Pazar

AB ve "White Man's Burden"-Ayşe Hür


Rudyard Kipling'in 1899'da yayınlanan şiirinden alınan ve "Beyaz Adamın Külfeti" diye çevrilebilecek bu terim Avrupalı sömürgecilerin dünya halklarını "medenileştirme" projesini, yani emperyalist ideolojiyi simgeler.

Rudyard Kipling'in 1899'da yayınlanan şiirinden alınan ve "Beyaz Adamın Külfeti" diye çevrilebilecek bu terim Avrupalı sömürgecilerin dünya halklarını "medenileştirme" projesini, yani emperyalist ideolojiyi simgeler. 2002 başlarında Çek felsefeci V. Belohradsky, "Eğer Avrupa sömürgeci geçmişi ile yüzleşmezse, insan hakları ve dünya vatandaşlığı yolundaki bu muhteşem proje büyük yara alır ve AB Anayasası kağıt parçasına dönüşür" mealinde bir açıklama yapmıştı. Belohradsky ve pek çok kişi hayal kırıklığına uğramış olmalı, çünkü 29 Ekim'de imzalanan AB Anayasası'nda bu karanlık tarihe tek bir atıf yapılmadı. Anlaşılan Londra Üniversitesi'nde tarih profesörü olan P. Lyon'un dediği gibi "Sömürgeci geçmiş, değişik yerlerde ve değişik biçimlerde kendini göstermeye devam ediyor." Adını ülkemizdeki Anamur Burnu'ndan alan uluslararası yardım komitesi Cap Anamur'un kurucusu Dr. R. Neudeck daha da ileri gidiyor ve AB'yi oluşturan ülkeleri Afrika'da eski sömürge ilişkilerini canlandırmaya çalışmakla suçluyor. Neudeck'e göre, örneğin Fransa'nın eski sömürgesi Fildişi Sahili'ne, hükümet karşıtı isyancıları bastırma gerekçesiyle 1,500 asker göndermesini AB eleştirmedi. Belçika'nın AB'nin dönem başkanlığına gelir gelmez ilk işi eski sömürgesi Kongo'nun başkenti Kinşasa'ya gidip ilişkileri tazelemeye çalışmaktı ve AB ülkeleri Afrika'da ABD politikalarına tam destek veriyordu.

4 Kasım 2012 Pazar

Siyonist sömürgeciliğin karakteri - Akif Emre


Türkiye İsrail arasında yaşananlar açıkça sadece iki ulus devlet arası bir gerginlik meselesini aşan anlama sahip. Bu durum her şeyden önce İsrai'in yapısal konumundan ve dünya sistemi içinde var olduğu kabul edilen "merkezi ve de gizli" konumundan kaynaklanıyor.
Ama olayın Türkiye boyutu da bir o kadar önemli. Müslüman ülkeler arasında İsral'i ilk tanıyan ülke olmakla başlayıp, resmen ilişkilerin düşük olduğu dönemde bile süren gizli görüşmelere uzanan şizofrenik bir ilişkiden bahsediyoruz.
İsrail'e karşı hükümetin aldığı kararın bu denli büyütülmesi bir yanda Türkiye'deki elitlerin özgüven sorunu ile alakalı olduğu kadar İsrail'e dünya sistemi içinde atfedilen anlam/dokunulmazlık ile de yakından alakalı.
Türkiye'de dış politika yapım ve karar süreçleri devletin en seçkinci yanını yansıttı bu güne dek. Dış politika seçilmiş hükümetlerin bile sınırlı düzeyde etkili olduğu seçkinci, batıcı toplumdan kopuk yüzünü temsil etti.
İsrail'in uluslar arası sistemdeki konumu, 'Kudüs acısı' yok sayılarak anlaşılamaz. İsrail sorunu Kudüs sorunudur nihayetinde. İsrail kendi efsanelerini gerçek gibi tüm dünyaya hem de seküler dünyaya dayatırken, Kudüs acısından bahsetmenin dini fanatizm olarak yorumlama yüzsüzlüğüne destek çıkanlar da az değil bu memlekette.
İsrail bu denli pervasızlaşmasının, saldırganlaşmasının arkaplanında teolojik kimlikleriyle tarihsel tecrübeleri arasında yaşadıkları derin çelişkinin payı büyüktür. Seçilmiş millet olmak gibi ırkçılığı besleyen inançla, tarih boyunca hakir görülmelerinin ortaya çıkardığı çelişkinin Yahudi kimliği üzerindeki travmatik etkinin bugünkü Siyonist sömürgeciliğin şekillenmesinde önemli payı olmalı.
İsrail'in Türkiye açısından travmatik etkisi de gözardı edilmemeli. Türk dış politikasında karar vericiler batı dünyası ile, dünya sistemi ile ilişkinin İsrail üzerinden geçmesi gerektiğine o kadar inandırılmış ve bunu içselleştirmişlerdi ki, bir dönem 'Türkiye'nin İsrailleşmesi' süreci ortaya çıkmıştır. Yani bölgesine yabancı, varlığı gayrımeşru bir devlet olarak kan ve göz yaşı ile kurulan İsrail'in işgal ettiği toprakların kadim sahipleriyle kurduğu ilişki Türkiye'ye model olarak dayatıldı. Türkiye'yi, adeta İsrail'in peşine takmaya çalışanlar Yahudilerin yaşadığı travmatik ilişkiyi tersten bize yaşatmayı denediler diyebiliriz.. Yani bu coğrafyanın yerli unsuru olarak tarih boyunca kurduğumuz ilişki biçimine tezat İsrail tarzı ilişki ve meşruiyet tarzına zorlanmak....
Bölgeye yabancılaştırıldık, hatta bölgedeki Müslüman ve Hıristiyan hatta yerli Yahudilerle bile İsrail üzerinden ilişki kurma garabetine düşüldü. Bunu da batılılaşma ve batılı sisteme entegre olma adına yapıldı.
Bu travmatik ilişkinin bir de stratejik boyutu vardı. İsrail'in Amerika'yı yönettiğine, en hafifinden Amerika'nın sonuna kadar arkasında olacağı önkabülü... Bu tümüyle yanlış bir varsayım olmasa da her şeye muktedir bir güç algısına dönüştüğü muhakkak... Üstelik İsrail hiç de küçümsenecek bir yapı değildi...
İsrail sıradan bir ulusdevlet değil. Bilinen anlamda nüfusu ve sınırları belirlenmiş modern bir ulusdevlet değil... Bu sınır belirsizliği siyonizmin efsanelerini seküler dünyaya kabul ettirerek meşrulaştırdı, Türkiye'nin kendi halkına karşı da bunu model alması adeta empoze edildi. Özellikle postmodern darbe sonrası stratejik tercihe dönüşerek, pekiştirildi.
Sanılanın aksine İsrial'in sınırlarının belirsizliğini meşrulaştıran siyonist ideoloji sadece Arapları, Filistinlileri ilgilendirmiyor. "Vaad edilmiş topraklar" gerekçesiyle Nil'den Fırat'a uzanan alanı kendilerine sunulan ilahi hak olarak görmeleri ile ile Akdeniz'deki pervasızlıkları benzer psikolojiden besleniyor.
Türkiye daha önce de birkaç kez diplomatik ilişkilerini ikinci katip düzeyine indirmişti. Ne var ki bu kez Akdeniz'deki hareketleri Türkiye'nin canını yakacak boyutta ilgilendiriyor. Hem toprak gaspını hem deniz korsanlığını tüm insanlığın gözünün içine bakarak haklı gösteren bir yüzsüzlükle karşı karşıyayız.
Ne var ki Ortadoğu'da da hem iç dengeler hem uluslar arası dengeler değişmektedir. İsrail bu değişimi zorla da olsa sürdürmekten yana. Bu anlamda Mavi Marmara saldırısı eski düzenin zorla da olsa sürdürme girişimi olarak, Türkiye'ye olduğu kadar başta ABD olmak üzere uluslararası camiaya karşı bir meydan okuma olarak okunabilir.
Bu noktada İsrail'in her ne pahasına olursa olsun ABD politikalarını da rehin alan tavrının sınırlarına geldiği söylenebilir. Amerika'nın, tümüyle gözden çıkarmasa bile İsrail'in yükünü eskisi gibi taşıma lüksü yok artık.
Siyonist sömürgeciliğin sonuna gelmeden önce her anlamda çatışma kaçınılmaz olacak.

23 Ekim 2012 Salı

Sömürgecinin kırk türküsü vardır. Kırkı da armut üzerinedir-canmehmet.com


Sömürgecinin kırk türküsü vardır. Kırkı da armut üzerinedir. (1)


Ham yün ihraç eden İngilizlerin sağ eli kesilirdi.

İçerikte ülkemizin içerisinde yaşadığı sorunlar ve kaynağını açıklanmaktadır. Görülmektedir ki 18’inci asırdan itibaren başımıza örülen çorapların benzerleri, hayret edilecek benzerlikte; Bolivya, Şili, Arjantin, Küba gibi ülkelerinde başına örülmüş ve o gün bu gündür sadece sömürünün araçları değişmiştir. İlk takılan kelepçe; serbest ticaret anlaşmaları ve borçlandırmadır. Sonrası mı? Kendiliğinden gelmektedir.
Bu bölümde; Yabancı sermayenin, ilgili ülkelerdeki bazı uygulamaları başlıklar halinde verilecek ve devam eden süreçte detaylandırılacaktır.
* * *
Başlangıçta, İngiliz endüstrisi henüz rekabet edebilecek düzeyde değilken, ham yün ihraç eden İngilizlerin sağ eli kesilirdi. Aynı suçu tekrar işleyenler ise asılırdı. Cesetler gömülmeden önce, rahip kefenin İngiliz malı olup olmadığını kontrol etmek zorundaydı.
* * *
“Latin Amerika’nın yabancı sermayeye imtiyazlardan bahsedildiği olmuştur. Ama ABD’nin başka ülkelerin sermayesine imtiyaz tanıdığından bahsedildiğini duymazsınız. Onlara imtiyaz tanınmaz, ” diyordu 1913’te Başkan Woodrow Wilson ve bir ülkenin;
-“Oraya yatırılan sermayenin kesin egemenliği altına girdiğini” belirtiyordu. Haklıydı…
* * *
-“Yoksullukla savaşmak isteyen herkes bir dilenci öldürsün, bu iş tamamdır!”
Burada Lyndon Johnson’ın (ABD) ünlü sözünü hatırlatalım: “Nüfusun artmasını önlemek için yatırılan beş dolar, ekonomik gelişmeyi sağlamak için yatırılacak yüz dolardan daha verimlidir.”
Dwight Eisenhovver’ın teşhisi ise büsbütün telaşlandırıcıydı: “İnsanlar bu tempoda üremeye devam ettikleri takdirde, sadece devrim tehlikesi artmakla kalmayacak, bizim ulusumuz da dahil olmak üzere bütün ulusların hayat düzeyinde bir düşüş meydana gelecektir.”
Kendi sınırları içindeki nüfus patlamasından katiyen endişe duymayan ABD, aile planlamasını dünyanın dört bir bucağında uygulatmak için cansiperane bir şekilde çabalamaktadır.
Sadece hükümet değil, Ford Vakfı ve Rockefeller da.
Güneydoğu Asya’da doğum oranını düşürmek için dağıtılan gebelik önleyici hap ve araçlar, bomba ve mitralyözlerle rekabet ediyordu. Latin Amerika’da ise gerillaları dağlarda ve sokaklarda değil de rahimlerde öldürmek hem daha temiz, hem daha kolay oluyor.
* * *
İspanyolların (Sömürgecilerin yerlilerin direncini kırabilmek için) yerli kadınları giymeye zorladığı elbiseler, Endülüs, Extremadura ve Bask köylülerinin yerel giysilerinden alınmıştır. Saçların ortadan ikiye ayrılmasını da Toledo Valisi buyurmuştur…
* * *
Fiyatların düşürülmesi yöntemine ilginç bir örnek, Union Carbide’ın (ABD), selobant üreten Brezilya fabrikası Adesite’e el koyuşudur. Merkezi Minnesota’da bulunan ve dünyanın her yanında şubeleri olan ünlü Scotch firması, kendi ürünlerini Brezilya piyasasında giderek daha ucuza satmaya başladı. Adesite firmasının satışları düşünce bankalar krediyi kestiler.
Scotch fiyatlan düşürmeye devam etti. Fiyatlar önce yüzde 30, daha sonra yüzde 40 oranında düşürüldü. Union Carbide burada devreye girerek Brezilya firmasını komik bir fiyata satın aldı. Daha sonra da, piyasayı yan yarıya paylaşmak üzere Scotch’la anlaştı. Bunun üzerine fiyatlar ortak kararla yüzde 50 oranında artırıldı.
* * *
Brezilya’da 1964’ten beri birbirini izleyen askerî diktatörler. Devlet şirketlerinin kuruluş yıldönümlerini kutlarken yakında özelleştirileceğini duyuruyor ve buna kalkınma adını veriyorlar.
6 Temmuz 1965 tarih 56570 sayılı yasayla devlet tekeline alınan petrokimya endüstrisi, aynı tarihli ve 56571 sayılı yasayla özel sermayeye açılmıştı. Bu yasaya dayanarak, Dow Chemical, Union Carbide, Phillips Petroleum ve Rockefeller şirketleri doğrudan ya da devletle ortaklık kurarak en ballı iş kolu olan petrokimya endüstrisine el atmışlardı.
İki yasanın çıkarılışı arasında geçen birkaç saatte neler olmuştu?
Oynayan perdeler, koridorlarda hızlanan adımlar, bir kapıyı çaresizce yumruklayan eller, havada uçuşan yeşil banknotlar gürültülü bir karmaşa; Shakespeare’den Brecht’e, kimler düşlemek istemezdi ki bu sahneyi?
Bir bakan açıkça itiraf etti: “Devletin ve şerefli bazı istisnaların dışında Brezilya’da güçlü olan yalnızca yabancı sermayedir. Hükümet kuzey Amerikan ve Avrupa firmaları için tatsız olabilecek her tür rekabeti ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmaktadır.
Yabancı sermayenin imalat sektörüne yoğun biçimde girişi ellili yıllarda başladı ve Başkan Juscelino Kubitschek döneminde uygulanan Metas Planı (1957-1960) ile hızlandı. Büyümenin en hızlı olduğu yıllardı bunlar.
* * *
Castelo Branco diktatörlüğünün ekonomi uzmanı Roberto Campos, 1965’te şöyle buyuruyordu: “Romantizm kokan karizmatik önderler çağı, yerini teknokrasiye bırakmaktadır. “Amerikan büyükelçiliği, Joâo Goulart hükümetini deviren darbeye doğrudan katılmıştı.
Tarz ve amaçlan bakımından Getulio Vargas’ın izleyicisi olan Goulart’ın düşüşü, halkçılığın bir yana bırakılması anlamına geliyordu.
Askerî darbenin başarıyla sonuçlanmasından birkaç ay sonra, bir arkadaşım Buenos Aires’ten “Yenilmiş, fethedilmiş, yıkılmış bir ulus olduk, ” diye yazıyordu.
Brezilya’nın ulusallaşma anlayışından uzaklaşması, halkçı olmayan koyu bir diktatörlük dönemine girilmesini gerektiriyordu. Kapitalist gelişme, artık halkın Vargas gibi önderlerin peşinde harekete geçirilmesiyle bağdaşmıyordu. Grevleri yasaklamak, sendika ve partileri feshetmek, tutuklamak, işkence etmek, öldürmek, şiddet yoluyla işçi ücretlerini düşürmek ve böylece yoksulların yoksulluğunu iyice artırarak enflasyonun önüne geçmek gerekliydi.
* * *
Yoksul ülkelere yapılan yardımın çeşitli nedenleri vardır. İlerleme için İttifak’ın yöneticisi Teodoro Moscoso, bunu açıkça belirtmekten çekinmemiştir: “
…ABD’nin, BM ya da Amerikan Devletleri Örgütü’nde şu ya da bu ülkenin oyuna gereksindiği olur. Bu dun Bu durumda, söz konusu ülke, soğuk diplomasinin geleneklerine uyarak, karşılığında bir şey ister.”
1962 Punta del Este konferansında, Haiti delegesi yeni bir havaalanı karşılığında oyunu sattı. ABD de böylelikle Küba’yı Amerikan Devletleri Örgütünden atmak için gerekli çoğunluğu sağlamış oldu.
Guatemala’nın eski diktatörü Miguel Ydigoras Fuentes, ABD’nin ülkesinden daha fazla şeker almasını sağlamak için, ilerleme İçin İttifak konferanslarında oyunu satmayacağı tehdidinde bulunmak zorunda kaldığını açıklamıştı.
Fidel Castro, Küba devriminin ilk yıllarında Batista’nın diktatörlüğü döneminde erimiş olan döviz rezervlerini yenileyebilmek için Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu’na başvurduğunda. Bu iki kuruluş kendisine önce bir istikrar programı kabul etmesi gerektiğini bildirdiler. Bütün ülkelerde olduğu gibi, istikrar programı devletin parçalanması ve yapısal reformların felce uğratılma anlamına geliyordu.
Dünya Bankası ve IMF sıkı bir bağlantı içinde, aynı amaç doğrultusunda çalışırlar; ikisi de aynı tarihte Bretton woods’da kurulmuşlardır. Dünya Bankası oylanın dörtte biri ABD’nin elindedir. Yirmi iki Latin Amerika ülkesinin oyları, toplamın onda birinden azdır.
Dünya Bankası, ABD’yi, gök gürültüsünün şimşeği izlediği gibi izler.
* * *
Uruguay’da yüz bin polis ve askerin dışında yüz bin de muhbir bulunaktadır. Muhbirler sokaklarda, kahvelerde, otobüslerde, fabrikalarda, liselerde, işyerleri ve üniversitede çalışırlar. Yüksek sesle hayat pahalılığından yakınan biri kendini hapishanede bulur. Suçu,
“Silahlı kuvvetlerin manevi değerine yönelik bir suikast” düzenlemiş olmaktır ve cezası üç yıldan altı yıla kadar hapistir.
18. Ocak 1978’de yapılan referandumda Pinochet diktatörlüğünde
-“Evet” oyu, Şili bayrağının altına bir çarpı işareti çizerek,
-“Hayır” oyu ise, siyah bir dikdörtgenin altına çarpı işareti çizerek veriliyordu.
Sistem kendini vatanın yerine koymayı amaçlıyor. Resmî propaganda gece gündüz yurttaşlara sistemin vatan demek olduğunu haykırıyor. Sistemin düşmanı da vatan haini oluyor.
Adaletsizliğe karşı çıkmak ya da değişimden yana olmak ihanet kanıtı kabul ediliyor. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde, göç etmemiş olanlar kendi topraklarında sürgün hayatı yaşamakta. Bununla birlikte, Pinochet zaferini kutladığı sırada, diktatörlük Şili’nin her yerinde teröre karşın patlak veren grevleri “toplu iş bırakma” olarak kabul ediyordu.
Arjantin’de kaçırılan ve kaybolanların çoğu, sendikal etkinlikte bulunmuş olan işçilerdi. Halkın bitmez tükenmez hayal gücü sürekli olarak yeni mücadele biçimleri aratıyor. Dayanışma, korkuyu kovmak için yeni yollar buluyor kendine.
Resim; intermedkom.com
Kaynak; Latin Amerika’nın kesik damarları. Eduardo Galeano (Bu kitap, Sergio Bagü, Luis Carlos Benvenuj to, Fernarvdo Cararmona, Adicea Castillo, Alberto Couriel, Andre Gunder Fank, Rogelio Garcıa Lupo, Miguel Labarca, Carlos Lessa, Samuel Lichtensztejn, Juan A. Oddone, Adoifo Pereiman, Artur Poerner, Germân Rama, Darcy Ribeiro, Oriando Rojas, Juiio Rossielio, Paulo Scliling, Karl-Heinz Stanzick, Vivian Trı’as ve Daniei Vidart’ın katkıları sayesinde var olabilmiştir. Demektedir; Kitabın yazarı Eduardo Galeano, 1970)

Sömürgecilere, krallık ve başkanlık, sömürgelere cumhuriyet mi yakışır? (2)

Sömürgecilere, krallık ve başkanlık, sömürgelere cumhuriyet mi yakışır? (2)
Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!

Sömürgeciliği meslek edinen İngiltere’den bizlerin öğreneceği çok şey bulunmaktadır. İngiltere, dünyada ilk parlamenter demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeleri uygulayan ülkedir. İlginç olan; İngiltere’de 1651 yılında krallık devrilir ve parlamento ile Cumhuriyet kurulur. Ancak, ne hikmetse! 6-7 yıl sonra sürgündeki kral 2. Charles, krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet edilir. Özetle; Ele talkını verirken, kendileri salkımı yutmuşlardır!
İngiltere;
-“Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!” ifadesinde olduğu gibi; Başkalarına, kendisinin inanmadığı ve yapmadığı öğütleri kolayca vermesiyle tanınmaktadır.
Bununla ilgili çok ilginç bir örnek verelim. Kazım Karabekir paşa günlüklerinde anlatmaktadır;
-“27.12.1919, İngiliz kaymakamı (Albay) Rawlison gece Erzurum’a geldi. 4.sonrada daireye beni ziyarete geldi. İki saat konuştuk. Cumhuriyet (yönetimi) taraftarı imiş.” (1)
Acaba Kazım Karabekir Paşa, özel görevli İngiliz Albay Rawlison’a demiş midir;
-“Bizde bir söz vardır; ‘Ele verir talkını, kendi yutar salkımı!’ Siz neden hala Cumhuriyet yönetimine geçmiyorsunuz?
-Veya ne kötülüğünü gördünüz de, bu kadar uzun süren devlet hayatınızda sadece altı (6) yıl cumhuriyeti denedikten sonra tekrar Kralı çağırdınız ve monarşiye geçtiniz?
Albay Rawlison kimdir?
-“Itilaf Komiseri sıfatıyla Kafkasya ve Doğu Anadolu 'da faaliyetlerde bulunan Albay Rawlinson bir İngiliz subayıdır. İtilaf Komiseri olmasının yanında, İngiltere’nin Türkiye ve Kafkasya siyasetini yönlendirmek gibi bir misyonu da üstlenmiştir. 1919-1921 yıllarını kapsayan bu dönemde Rawlinson askeri ve siyasi olmak üzere iki misyon üstlenmiş, siyasi misyonu gizli tutulmaya çalışılmıştır. İngiltere’nin TBMM Hükümeti ile uzlaşma çabalarına da müdahil olan Rawlinson, İstanbul’un işgali üzerine gözaltına alınmış 1921 Ekim ayı sonunda Malta Sürgünleri ile mübadele edilerek Türkiye’den ayrılmıştır.” (2)
Biraz da Kazım Karabekir Paşa;
-“Kazım Karabekir Paşa, 2 Mart 1919'da Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanlığı'na atanmış ve Eylül 1920'de, 1878'de 93 Harbi sırasında Rus Çarlığına kaybettiğimiz Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum'u kurtarmış, sevilen ve çok değer verilen bir komutandır.” (3)
-Paşa, Kasım 2009’da yayınlanan günlüklerinde, “Önce İsmet Paşa’ya arkasından da Mustafa Kemal Paşa’ya, İşgal Kuvvetlerine karşı savaşmak üzere Anadolu’ya geçmelerini önerdiği de açıklamıştır.
Peki, İngiltere nasıl sömürgeciler kralı olmuştur?
-“18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılda İngiltere, sömürgelerden gelen hammaddeleri işleme ve bunlara pazar bulma ihtiyacı sayesinde büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü haline gelen bir ülkeydi. 19. yüzyılın başlarında Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika’daki bazı gelişmemiş, güçsüz; fakat hammaddesi bol devletlerle, Antil Adaları ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğu kurulmuştu. Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında İngiltere dünyanın en büyük gücü durumuna geldi…
Çalışan nüfusun %40'ını sanayi kollarındakiler oluşturur… Endüstrinin yanında tarım ikinci plandadır. Çalışan nüfusun ancak %5'i tarım alanındadır. Gerçekte doğal koşullar da tarıma pek elverişli değildir…
İngiltere'nin önemli gelir kaynağı eskiden bu yana ticaretti. Sömürgelerden ve geri kalmış ülkelerden alınan hammaddeler işlenerek yine bu ülkelere satıldığından ekonomik zenginlik büyük boyutlara ulaşmıştı. Sömürgeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bu durum değişmiştir.
Bununla birlikte çok uluslu İngiliz şirketleri (British Petroleum, Imperial Chemical Ins. ve Shell gibi) ve büyük bir ticaret filosu ticaret dengesini ülke lehine destekleyici etmenlerdir. Ancak gene de ülke ekonomisi zaman zaman bunalıma düşmekte, bu da toplumsal sorunlara yol açmaktadır. Dolayısıyla İngiltere giderek eski ekonomik gücünü yitirmektedir…. (4)
* * *
Biraz da İngiltere’de; monarşi, demokrasi, cumhuriyet ve hukukun üstünlüğü….
-“Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, gibi çeşitli adlar alabilir. Bir monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Cumhuriyetlerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir.
Birçok ülkede toplumsal ve siyasal gelişim, özellikle 18. yy. sonların­da, «meşrutî» adı verilen yeni bir tür monarşinin doğmasına yol açtı. Bu monarşi tipinde hükümdarın yetkileri, yazılı bir Anayasa ile tanımlanmış ve sınırlanmıştır. Bu monarşi genellikle «parlamenter»dir ve demokrasiye pek yakın olabilir: Kral devletin simgesi olarak kalır, ancak yürütme yetkisini bir hükümete bırakır; hükü­met de halk tarafından seçilmiş bir millet meclisinin kararlarına uyma­ya zorunludur.
Hollanda, Danimarka, İngiltere, Japonya, İsveç ve Belçika'da durum böyledir Avrupa'da mutlakiyetçi kraliyet rejiminden parlamenterizme geçiş, İngiltere'de başlamıştır. Kıran kırana geçen siyasi mücadelenin sonucunda İngiliz soylular, Kral Yurtsuz John'a 1215 yılında Magna Carta (Magna Karta) adı verilen bir fermanı kabul ettirerek, parlamento yönetimini kurdular. Buna göre:
1. Kral halkın onayını almadan vergi toplayamayacaktı.
2. Kanuni dayanağı olmadan kimse tutuklanamayacak, hapis ve sürgün edilemeyecekti.
3. Ülkeye giriş ve çıkış serbest olacak, tam ticaret serbestliği tanınacaktı.
Parlamenter sistem bazen işletilerek, bazen askıya alınarak, 17. yüzyıla gelinmiş olundu. Bu yüzyıl Mutlakiyetçilerle, Özgürlükçü hareketlerin mücadelesine sahne olmuştur.
Kral I. Charles'ın parlamentoya danışmadan İspanya ve Fransa'ya savaş ilan etmesi ve bu savaşların maliyetini karşılayabilmek için vergileri arttırması üzerine, İngiliz Parlamentosu 1628 yılında Haklar Bildirisi (Petition of Rights) adı verilen belgeyi yayınladı. Bu bildiride, kralın yetkileri sınırlanarak hukuksal süreçten geçmeden kralın kimseyi suçlayamayacağı, cezalandıramayacağı ve orduyu halka karşı kullanamayacağı belirtiliyordu.
Kral buna tepki göstererek parlamentoyu dağıttı. Ancak, vergi izni alabilmek için 1640 yılında parlamentoyu tekrar toplanmaya çağırmak zorunda kaldı.
Aradan geçen kırk yıllık süreç sonunda, 1689 yılında İngiliz Parlamentosu'nun Haklar Kanunu (Bill of Rights) yayınlamasıyla, egemenlik parlamentonun denetimine geçmiştir. Bu bildiriye göre;
1. Parlamento seçimleri serbestçe yapılabilecektir.
2. Parlamento üyeleri tam bir ifade özgürlüğüne sahip olacaktır.
3. Parlamentonun kabul ettiği kanunlar kral dahil herkesi bağlayacaktır.
4. Parlamentonun izni alınmadan asker ve vergi toplanamayacaktır.
Bu kanun ile parlamenter demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeler Avrupa'da ve tüm dünyada ilk önce İngiltere'de uygulanmıştır Temsili demokrasiler içerisinde Parlamenter rejimin temel özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
-Parlamenter rejimde yasama ve yürütme organları hukuken birbirinden bağımsızdır, ancak aralarında bir takım işbirliği ve etkileşim mekanizmaları vardır.
-Bu rejimde yürütme iki-başlıdır.
-Devlet başkanı, yürütmenin sorumsuz başını oluşturur.
-Yürütmenin sorumlu organının başında ise başbakan bulunur. Başbakanın parlamenter olması şartı bulunmaktadır; buna karşın bakanların parlamenter olması şartı aranmamaktadır.
-Devlet başkanının siyasal açıdan sorumluluğu bulunmamaktadır.
-Bakanlar kurulunun parlamentoya karşı sorumluluğu bulunmaktadır
-Devlet başkanı hükümet etmez.
-Devlet başkanının uzlaştırıcı ve uyarıcı bir rolü bulunmaktadır.
-Yürütmenin diğer başını oluşturan Bakanlar Kurulu, yasama organına karşı sorumludur.
-Parlamenter sistemlerde çoğunluk ilkesi genel olarak esastır. Mecliste çoğunluğu sağlayan parti hükümet eder ve bu partinin başkanı başbakan olur.
-Hükümet yasama organına karşı sorumludur.
-Parlamenter sistem tek meclisli ya da iki meclisli olabilir.
-Parlamenter sistemde yasama ve yürütme arasındaki ilişki, işbirliği ve karşılıklı etkileme mekanizmasına dayanır.
-Yasama, yürütmeyi çeşitli yollarla denetler ve gözetim altında bulundurur. Meclise güvensizlik oyu vererek hükümeti düşürebilir. Meclis güvensizlik oyu vererek hükümeti düşürebilir. Buna karşılık, yürütme de meclisi feshetme olanağına sahip bulunmaktadır. Fesih yetkisi, parlamenter sistemde, istikrarın sağlanmasında önemli yeri olan bir kurumdur.
Yukarıda özetlediğimiz özelliklere sahip parlamenter rejim halen çeşitli ülkelerde uygulama olanağı bulmaktadır. Parlamenter rejimin doğduğu ve halen uygulandığı tipik örnek İngiltere’dir. İngiltere’deki parlamenter rejime “Westminster Modeli" adı da verilmektedir.
İngiltere’de uygulanan bu modelde yasama erki halkın temsilcilerinin oluşturduğu yasama organında vücut bulur. Bu erk başka hiçbir kurum tarafından paylaşılamaz. Üstelik, serbest ve hakça seçimlerle temsilcilikleri tescil olunmuş bulunan milletvekilleri halk adına siyasal karar alma yetkisine meşru olarak sahip olan tek heyettir.
Çünkü, egemen olan iradeyi temsil yetkisi meşru olarak tescil edilmiş olanlar onlardır. Halk (seçmenler) bu gücü onlara seçildikleri yasal süre boyunca kullanmak üzere devir ve teslim ettiğini seçim işlemiyle tescil etmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla, halkın (seçmenin) temsilcisi konumunda bulunan parlamento (uygulamada alt-meclis konumundaki Avam Kamarası üyeleri) her türlü konuda metru otoriteye dayalı karar alma yetkisine sahiptirler.
Onlar, ancak seçim döneminde halka siyasal kararları dolayısıyla hesap verirler. Halk (seçmen) bunları onaylamıyorsa, onlara oy vermemek suretiyle tercihini belirtir. Bu kararların kaldırılması veya yerine yeni kararların alınması bir dönem sonra seçilecek olan temsilcilerin görevidir. Bu uygulamada halkın siyasal sistemin yönetimine doğrudan doğruya bir etkisi yoktur; halk kararları ancak dolaylı olarak etkiler.
İngiltere'deki parlamenter rejim uygulamasında dikkati çeken başlıca özellikleri de sıralamakta yarar bulunmaktadır:
-Yasama organı iki meclisli olup alt meclis siyasal egemenliğin kullanıcısı durumundadır.
-Parti hükümeti esastır ve yürütme gücünü kullanan başbakan ve bakanlar kurulu, aynı zamanda yasamayla kaynaşmıştır ve onu etkisi altında tutar.
-Bu rejim iki partili bir parti sistemine dayalı olarak çalışır.
-Sağ-sol ayırımı sosyal sınıf esasına dayalı tek bir boyuttan ibaret bir yalınlık içerir.
-Merkezi ve üniter bir yönetim sistemi egemendir. Yazılı olmayan, hatta bazı düşünürlere göre mevcut olmayan, bir anayasaya göre, tamamen yasama egemenliğine ve münhasıran temsili olan bir demokrasi anlayışına göre yönetim Westminster sisteminin esaslarını içerir.
Teknik anlamıyla düşünecek olursak Westminster modeli bir demokrasinin birbirleriyle ilişkili bazı temel unsurlara sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Söz konusu modelin ilk önemli unsuru yürütmenin gücünün bir noktada toplanmasıdır.
Bu modelde hükümetin en güçlü organı kabinedir. Ve kabine genellikle mecliste çoğunluğu elinde tutan partinin üyelerinden oluşur. Kabine çok ezici olmayan bir çoğunluğa dayalı, onun çıkarlarını gözeten ve onun temsilciliğini yapan bir kimlik taşır. Azınlık ise iktidarın dışında kalarak muhalefet rolünü oynar.
İlk unsurla yakından ilişkili olan ikinci unsur iktidarın birleşmesi ve kabinenin üstünlüğüdür. Kabinenin üstünlüğü çoğunluk ilkesinin mantıksal bir uzantısı olarak görülebilir. Sistem her ne kadar parlamenter bir sistem olarak bilinse de kabineyi oluşturan parti parlamentonun da çoğunluğunu teşkil ettiğinden yasama ve yürütme bir anlamda birleşmiş olmaktadır.
Duverger’in de belirttiği gibi gerçekte İngiliz rejimi bir güçler dengesi sisteminin bütünüyle tersidir. Parlamentoda salt çoğunluğu elinde tutan parti, dolayısıyla da hükümet başkanı sınırsız yetkileri elinde bulundurur…
Westminster modeli demokraside parti sisteminin bir başka özelliği ise tek boyutlu olmasıdır. Politik partileri birbirinden ayıran şey sağ ve sol yelpaze uyarınca sosyo-ekonomik politikaların ne olacağı hususudur. Örneğin İngiltere’de işçi partisi ortanın solundaki tercihleri muhafazakar parti ise ortanın sağındaki tercihleri simgeler.
Politik partilerin sosyo-ekonomik politikalarına göre farklılaşmasının temelinde etnik, dinsel ve benzeri konulardaki görüş ayrılıklarının politik bir öneme haiz olmayacak bir mahiyete sahip olmaları yatmaktadır…
Westminster modeli demokrasinin önemli unsurlarından birisi de meclis egemenliği ilkesidir. Yine İngiltere örneğine bakılacak olursa parlamentonun gücü açık bir şekilde görülebilir. İngiltere’de parlamentoyu denetleyecek bir organ yoktur.
Hukuki açıdan yasama gücüne konulmuş hiçbir sınır yoktur. Parlamento anayasal nitelikli kuralları da aynı adi yasalar gibi koyar veya kaldırır. Parlamentonun dikkate aldığı tek etken kamuoyudur.
Öte yandan İngiltere’de parlamentonun gücünü sınırlandırma işlevini görebilecek yazılı bir anayasanın olmaması kamuoyunun önemini daha da arttırmıştır. Bu bağlamda Westminster modeli demokrasinin temelinde özgür bir kamuoyu ve bu kamuoyuna duyarlı olmayı içerisinde barındıran bir politik kültürün olduğu söylenebilir.
Bu politik kültür nedeniyledir ki İngiltere’de muhalefetin iktidarın baskı ya da zorbalığından korkmasına gerek yoktur. Herhangi bir hukuki ve kurumsal güvence olmamasına karşın İngiliz halkındaki özgürlük duygusu en büyük güvencedir.
Duverger, hoşgörü ve liberalizm geleneklerinden yeteri kadar payını almamış diğer ulusların Britanya kurumlarını tehlikesizce benimseyemeyeceklerini ve bu ulusların aslında Britanya kurumlarında bulunmayan ama bu kurumlardan türemiş bazı benzer rejimlerde görülen frenleri ve güçler dengesini de birlikte kabul etmeleri gerektiğini ifade ederek liberal politik kültürün çoğunlukçu demokrasi modeli açısından önemini vurgular. (5)
* * *
Kıssadan hisse;
-Çok açık olarak ve bize anlatıldığı gibi Avrupa ilmi gelişmelerden çok sömürü nedeniyle zenginleşmiştir.
-Başta Fransa olmak üzere, Avrupalılar diğer milletlere Cumhuriyeti dayatırken, kendileri monarşide kalmışlardır.
-Özgürlük bir talep işidir. Devlet isimli kurum, babasının hayrına kimseye özgürlük vermemektedir.
-Anlaşılmaktadır ki, Halk bilinçli olunca, sistemin adının A-B-C olması çokta önemli değildir.
-Bizdeki “Kuvvetler ayrılığı” Kocamaaannn bir yalandır.
-Bizim gibi ülkelerde, “Kuvvetler ayrılığı”
-Kuvvetlerin ağırlığına! Dönüştürülmüştür.
-Ülkede seçim yapılmakta, seçilenler hükümeti kurmakta, meclis kanun çıkarmakta, ancak; çıkardığını kanun, halkın seçmediği birileri tarafından her ne hikmetse ve gücünü nereden alıyorsa rahatlıkla iptal edebilmektedir.
-Eğer, seçilmiş hükümet bu duruma direnmeye kalkarsa, halkın yarısının oyunu alan bir siyasi parti, çok rahat bir şekilde kapatılmaktadır.
-Bu nedenle; çocuklarını, kendisini, ülkesini ve geleceğini düşünenler;
-Sömürge olmamak, olmuşsa farkına varmak, birileri tarafından ninnilerle uyutulmamak için günde üç öğün yediği yemeğin yanında özellikle çeşitli kaynaklardan okumak suretiyle bilgi sahibi olmak;
-Ya da, belki de farkında bile olmadan sömürge haline gelmiş bir ülkede yaşamaya razı olmak durumundadır.
Sömürgeciler ve sömürülenler devam edecektir….
Resim;habervitrini.com
(1)Kazım Karabekir Paşanın günlükleri. YKB, Kasım 2009)
(2) (http://dergiler.ankara.edu.tr/. Ankara üniversitesi Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 29-30, Mayıs-Kasım 2002, s. 57-73)
(3-4-5) Vikipedi

Kapitalistler, emperyalist ve faşist aracıları sistemden çıkarıyorlar. (3)

Kapitalistler, emperyalist ve faşist aracıları sistemden çıkarıyorlar. (3)
Sorgulamak için önce durumunun farkında olmak..

Bugünkü sömürü düzenine nasıl geldiğimizin kısa bir özetini verirsek; 16’ncı yüzyıldayız. Martin Luther, Kilisenin yanlış uygulamalarına karşı bir tavır sergiler ve mevcut durumu sorgulamaya, taşların yerinde oynatmaya başlar. Bu uyanış önce Katolik-Protestan ayrışmasını, peşinden de, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğuna bağlı prensliklerin farklı gruplara bölünerek savaşmasına yol açar. Savaşın sonunda; Fransa güçlenmiş, Almanya İmparatorluğu ve Habsburg hanedanı zayıflamıştır.
İlerleyen zamanda İngiltere, başlattığı sanayi devriminin getirisiyle sömürgecilik alanında da Fransa ile birlikte epey yol alırlar. Ancak Almanya yeni düzenden pay alamaz. 18’inci yüzyıla gelindiğinde; İngiltere ve Fransa daha da güçlenir. Ancak, Almanya’nın durumunda hala iyiye doğru bir düzelme yoktur. Bu nedenle Almanya yeni düzenden pay almak bir kavga için bahane aramaya başlar.
Huzursuzlukların savaşa dönüşmemesi için taraflar, 1815 yılında yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa’ya ve geniş anlamda dünyaya yeni bir statü getirir ve aralarında yeni bir güçler dengesi oluştururlar. Bu düzen Kırım savaşına kadar (1853) devam eder.
Ancak Ruslar ve Osmanlılar arasında yapılacak Kırım Savaşı'nın (1853-1856) sonuçları itibariyle bu dengeyi, Rusya lehine değiştireceği endişesi; İngiliz ve Fransızların, aralarına Osmanlı İmparatorluğunu da alarak ve birlikte Haçlı Seferleri'nden sonraki en önemli ittifakı kurarak, Ruslara karşı savaşırlar.
Ve Ruslar savaşta yenilir ve yenilginin sıkıntılarını, 1917 Devrimi'ne kadar hissetmeye devam ederler.
Ancak bu savaş, Osmanlıya ilk dış borcunu aldıracak ve belki de o borç, Osmanlının sonunu belirleyecektir.
Bu savaşın diğer bir sonucu da ; Almanya ve İtalya’nın birliklerini kurması sonucu; “Büyük devletler arasında biz de varız " demeleridir.
Bundan böyle bir tarafta; İngiltere-Fransa, diğer tarafta; Alman-İtalya liderliği vardır. Ve Viyana Kongresinde 1815’te kurulan denge bozulmuştur.
Tarafların gruplaşması beraberinde karşılıklı silahlanma yarışı getirecek ve bu ara dönemde gerginlik yerini bir süreliğine “silahlı barış dönemine” bırakacaktır.
Artık Bloklar bıçaklarını bilemiş, bir dünya savaşına, yeni bir düzenin kurulmasına hazır bir şekilde bir bahane, bir kıvılcım beklemektedirler.
Ve çok geçmeden aranılan bahane bulunur ve çıkarılan her iki dünya savaşında yaklaşık, 70 milyon insan sömürgelerden daha fazla pay kapmak uğruna ve adeta göz göre katledilir.
......
Bu arada Osmanlı ile ilgili küçük bir tespitte bulunursak;
Osmanlı İmparatorluğu, çıkarılacak bir dünya savaşını ve kendisi ile ilgili yapılmakta olan paylaşım hesaplarını bilmektedir.
Bu nedenle o dönemde işbaşındaki İttihatçılar, önce bir ortaklık için İngiliz-Fransız’lara giderler.
Giderler ancak; bu tarihten yedi yıl evvel, (1907) İngiltere ve Rusya bir anlaşma yapmış ve Osmanlı topraklarını önceden paylaşmışlardır. Bu nedenle Osmanlıya ortaklık için ret cevabı verirler.
Artık İttihatçıların önünde tek seçenek vardır; Almanlarla yapılacak bir ortaklık ve onlara savaştan evvel peşin olarak teslim olmak.
Ancak burada günümüzde de halen aydınlamamış karanlık noktalar vardır.
Gerçekte;
-Dış güçler, (İngiltere-Fransa-Ruslar) O dönem yaptırılan bir ihtilal ile iktidarı, İttihatçılara teslim ettiler ve onları yenilmesi kesin görülen bir ortaklığa mı yönlendirdiler? Bu nedenle mi, 2.Abdülhamit iktidardan uzaklaştırılmıştır?
Bu konu ve soruya biraz açıklık getirmesi için “Türkiye’nin yeniden doğuşu” isimli kitaptan küçük bir alıntı.;
Kitabın yazarı, Amerikalıdır. Mustafa Kemal Paşa ile de röportaj yapma imkânı bulmuştur.
-“İstanbul’daki Enver Paşa Hükümeti’nin savaşa girmesinden üç hafta önce bir İngiliz Hint tugayı İran Körfezi’ndeki Bahreyn Adası’na yerleşti ve Alman deniz subayları, (Yıl, 1914) Odessa’yı top ateşine tutarak Enver Paşa Hükümeti’ni, savaşa girmeye zorlayınca olaylar, tam (İngiliz) Dışişleri Bakanlığı’nın istediği gibi gelişti.
-Bahreyn’den harekete geçen tugay, derhal Basra’ya hücum etti ve Sir Edward Grey, Çarlık Rusya’sı ile beraber 1907 yılında tasarlandığı gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya başladılar.
-Çarlık Rusya’sı, İstanbul’u ve doğu illerini teslim alacaktı. Dışişleri Bakanlığı, Cape – Kahire Kalküta programını gerçekleştirecekti ve Osmanlı İslam Halifeliği, yok edilecekti..."
......
Burada ki ilginç husus;
-İngilizlerin, Almanların (görünüşte Osmanlıların) Rusların Odessa şehrini topa tutacaklarını önceden haber almışlar gibi birliklerini İran Körfezine göndermiş olmalarıdır.
-Bunun için herhalde İttihatçılar veya Almanlarla bir şekilde irtibatlarının olması, içeriden bilgi almaları gerekmektedir.
* * *
Ve 2. Dünya Savaşı sonunda kurulan yeni dünya düzeninde;
-Amerika, iki dünya savaşında ürettikleri ve sattıkları malzemelerin getirisiyle yenidünyanın efendisi olmuştur.
-Almanya, tekrar 16’ncı yüzyıldaki zayıf konumuna düşürülmüş ve bu kez kontrol altına alınmıştır.
-Japonya ve Kore gibi ülkeler batının yeni (gönüllü!) sömürgeleri arasına katılmıştır.
-İngiltere-Fransa-Rusya yaptıkları hesap doğrultusunda güçlenerek çıkmışlardır.
-Tarihin en büyük imparatorluklarından birisi olan Osmanlı paylaşılmış ve bir daha yeniden; Ayağa kalkmasına yardımcı olabilecek tüm değerleri elinden alınmıştır.
* * *
Ancak, bu arada batılılar (Avrupa-ABD) akıllanmıştır. Bundan böyle ancak sömürgelerden çok zayıf olanlar (Afganistan-Irak vb) fiili işgal edilecek, diğerleri, asker ve malzeme kaybı yaşanmadan, yapılacak ince planlarla gönüllü sömürgeler olarak kullanılacaktır.
Artık kapitalistlerin yeni parolası; “Daha az kayıp, daha fazla getiri” anlayışıdır.
Kapitalistler (çokuluslu şirketler), Yeni düzende; İngiltere-ABD gibi Emperyalistler ülkeleri, Hitler benzeri faşistleri devreden çıkararak, sömürülerini şirketleri aracılığı ile yapmaya karar verirler.
Peki, ülkeler fiili işgal edilmeden nasıl sömürülecektir?
-Önce (sempati kazanmak için) karşılıksız yardımlar yapılır. Hastaneler, okullar açılır;
-Arkasından hedef ülkelere yatırımlar yapılır;
-IMF ve Dünya bankası krediler verir;
-Verilecek kredilerin başına siyasi ve ekonomik danışman atanır;
-Kurulacak gümrük ve siyasi birlikler de sistemi çalıştırır...
-"Aaa... Avrupa Birliği şey mi olmakta?"
Devam edecek…
Resim;stargazete.com

Yeni nesil sömürgecilere örnek; Birleşik Avrupa imparatorluğu (4)

Yeni nesil sömürgecilere örnek; Birleşik Avrupa imparatorluğu (4)
Modern sömürgeciler, kölelerinin ellerini zincirlerle değil, beyinlerini TV'lerle bağlamaktadır.

Güçsüz milletlerin; modernlik adı altında Fransız ihtilali ve ABD’nin Wilson prensipleri ile nasıl soyuldukları, Osmanlı İmparatorluğu yok edilirken kullanılan; “Milliyetçilik, Özgürlük” söylemlerinin nasıl tam tersi yapılarak sömürgeleştirildikleri hayret ve ibretle görülecektir. O dönemde, ‘Fransız ihtilali’nin dünyaya nasıl pazarlandığına bakalım;
-“Milliyetçilik, eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik… “
Kelimeler, taşıdıkları anlamlarıyla nasıl da insanın kulağına hoş geliyor değil mi?
Bakalım tarih kitapları, bu hoş kelimelerin hangi karşılıklara denk geldiği konusunda neler yazmaktadırlar?
- Milliyetçilik;
-“Milliyetçilik fikri ilk kez Fransız ihtilali ile ortaya çıkmış, bundan sonra krallık ve imparatorluklar yıkılarak ulus (millet) devletler kurulmuştur. (Osmanlı devletini en çok bu ilkeden etkilemiştir. Çok uluslu bir devlet yapısına sahip olan Osmanlı Devletindeki azınlıklar, dış devletlerin kışkırtmasıyla ayaklanarak birer birer bağımsızlıklarını kazanmışlardır…”
Peki, bu süreçte “Milliyetçilik” anlayışından Osmanlı’dan başka etkilenerek yıkılan (paylaşılan) başka imparatorluk var mıdır?
-İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, İspanya ile Avustralya, Kanada, Japonya’da halen krallık-monarşi devam etmektedir;
-Krallık, Almanya’da 1919, İtalya’da 1946’da kaldırılmıştır. Ancak burada en büyük etken, Almanya ve İtalya’nın dünya savaşlarından ağır yenilgi almalarıdır. Aksi durumda ve diğerlerine baktığımızda, krallık-monarşinin oralarda da devam edeceği anlaşılmaktadır.
-Ve Fransa ile ABD’de de bilindiği gibi yönetim şekli başkanlıktır.
Görünen şekli ile Fransız İhtilalı’nın sonuçlarından Osmanlı’dan başka etkilen pek yok gibidir.
Şimdi de “Milliyetçilik” anlayışının yanında kimlerin “Özgürlüklerine” kavuştuklarına bir bakalım;

Tarihe düşülen notlar da ne denilmekteydi?
-Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu devletlerin parçalanmasında etkili oldu.

Doğru! Osmanlı parçalandı. Ve Ortadoğu, Afrika ve Balkanlardaki diğer milletler bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Gerçeklere bakıldığında;
-Önce; Osmanlının zayıflama sürecine uygun olarak, Ortadoğu ve Afrika ülkeleri, ABD, İngiliz-Fransız ve Ruslar tarafından paylaşıldı.
-Arkasından ikinci dünya savaşında Balkan ülkeleri Almanya tarafından işgal edildi.
-Ancak Almanlar savaşı kaybedince, onların yerini Balkanları bu kez Ruslar alırlar.
-Ve Ruslar Balkanlarda çıkarlar. Çıkarlarda Balkanlar rahata kavuşur mu?
-Sırada Yugoslavya’nın parçalanması vardır. Balkan ülkeleri yine yıllarca kan ve gözyaşı içerisinde kalırlar.
-Ve en sonunda Osmanlıyı parçalayanlar, Tüm Balkan ülkelerini Avrupa İmparatorluğu şemsiyesi (koruması) altına alırlar.
Gitti Osmanlılar, Geldi Avrupalılar….
* * *
Eski sömürgeci İhtilalci Fransızlar, milletleri uyutur da, yeni sömürgeci ABD’liler onlardan geri kalır mı?
Onlar da, sömürgeciler halkasına, ortaya bazı cin fikirler atarak katılırlar. Nasılsa dayatma güçleri de vardır.
Bu niyetle ilk önce , 1918’de ABD kongresi tarafından, “Wilson İlkeleri” olarak anılan bazı kararlar alınır. Bunlardan birisi;
-“Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının egemenliği sağlanacak, fakat Türk olmayan milliyetlere muhtar gelişme imkânları verilecek… “
Dışarıdan bakıldığında, Fransız İhtilal anlayışının getirdiği gibi insani yaklaşımlar vardır. Zayıf milletler bundan böyle kendi yönetimleri kuracak ve kimseye hammaddelerini kaptırmayacaklardır.
-“Aaa…Ne güzel!”
Bakalım devam eden süreçte ne, ne kadar güzel olacak ve zayıf milletlerin başlarına neler gelecektir?
ABD yönetimi, kongrenin kararına uygun olarak ne Afganistan’ı, ne de Irak’ı işgal eder, yönetimlerine el koyar; ne Afrika ülkelerini, elmas ve madenleri için kan deryasında boğar, ne de Latin Amerika’da sabah akşam ihtilal yaptırarak, ülkelerin zenginliklerini sömürür!
“Wilson prensipleri” ne demekteydi? Kim kimi kandırırsa!
* * *
Avrupa açıkça ve yaklaşık 500 yıldır, (son dönemde de ABD) sömürgelerin sırtından zengin olmuşlardır.
Bu anlayışa paralel olarak; İngiliz-Fransız ile Alman- İtalyan gruplaşmasının ve dünya savaşlarının altında yatan en büyük neden sömürgelerin paylaşılamamasıdır.
Ancak, İkinci Dünya savaşından sonra gelinen noktada Avrupa; ABD ve Rusya karşısında ezilmemek, sömürgelerini kaptırmamak için 500 yıldır birbirleriyle düşman olmalarına, savaşmalarına rağmen, ortak çıkarları için bir araya gelmiş ve yeni bir sömürge imparatorluğu kurmuşlardır.
Bu imparatorluğun sevimli ismi! “Avrupa Birliği”dir. Sürükleyicileri de; güçlü Almanya-İtalya’dır. Bundan sonra Avrupa’ya yön verecek olan da bu iki devlettir.
İngiltere şu an, Avrupa ekonomik liginin 3’üncü kümesindedir. Ve İngiliz-Fransız kader ortakları, ekonomik olarak Alman-İtalya ortaklığına yenilmişlerdir.
Bu nedenle ABD’de bizim bölgemizde, kendisine zayıflayan İngiltere yerine yeni bir (güçlü) ortak aramaktadır.
Ancak; Almanya, Çin, Rusya ve Japonya’nın geçmişte yaşadıkları nedeniyle gelecekteki ilişkilerinde, ABD’ye iyi duygular beslediklerini söyleyemeyiz.
Özetle; ABD’nin bundan böyle bölgemizde işi kolay değildir. Son dönemde yaşananları, bu anlayışlarla değerlendirebiliriz.
* * *
Batı tarafından önce Güney Amerika ülkeleri sömürülmüş, buna sonradan Hindistan ve Çin ilave edilmiştir.
Sonra sıra, Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’nın sömürülmesine gelince; buradaki en büyük engel Osmanlı İmparatorluğu, yapılan uzun vadeli şeytani planlarla yıkılmıştır.
Bu noktada, İngiliz-Fransızların (ABD’nin) Osmanlının yıkılma için ortaya attıkları, “Milliyetçilik” anlayışını açıkça bir tuzak olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Ve kuvvetli bir şekilde iddia edilmektedir ki, son 100-150 yıllık tarihimizin siyasi meseleleri üzerinde ağır bir örtü vardır.
İlginçtir, yaygın olarak bilinenlerin aksine; Osmanlılara, “Turancılık” anlayışı Almanlardan, “Cumhuriyet” anlayışı da İngilizlerin önderliğinde gelmiştir.
-“Kazım Karabekir Paşa günlüklerinde anlatmaktadır. 27.12.1919, İngiliz kaymakamı Rawlison gece Erzurum’a geldi. 4.sonrada daireye beni ziyarete geldi. İki saat konuştuk. Cumhuriyet taraftarı imiş…” (YKB yayınları, Kasım 2009)
-“Paşa, İngiliz görevliye sormuştur herhalde; “Bize öneriyorsunuz da, siz niye cumhuriyete hala neden geçmiyorsunuz?”
Anlatılanlar ışığında, ülkesinin dününde gerçekte neler yaşandığını; yarınında kendisini nelerin beklediğini öğrenmek isteyenler, resmi tarihin dışında mutlaka ve çok değişik kaynaklardan tarihimizi yeniden okumak, değerlendirmek ve gerçeği öğrenmek durumundadırlar.
* * *
Sonuçta gelişen teknoloji doğrultusunda nasıl ki, operatörler tarafından kullanılan makineler, insansız, robotlar tarafından kullanılır hale getirilmişse;
Yeni nesil sömürgecilik anlayışında da; zorda kalınmadıkça bundan böyle ülkeler fiili işgal edilmeyecek; yatırımlar, borçlandırılmalar ve birliklerin içerisine alınarak gönüllü köleler olarak kullanılacaktır.
Bunlarda kurtulmanın ve bu tuzaklara düşmemenin yolu;
-Okumak, okumak ve okuyarak bilgi sahibi olmaktan;
-Bilgi sahibi olunduğunda, bu bilgilerden yeni bilgi üreterek, kullanmaktan;
-Bilgi edinirken, farklı anlayıştaki kaynaklara itibar etmekten;
-Bir iddiayı, karşı iddiasını da değerlendirmeden bir sonuca gitmemekten geçmektedir.
Resim;khaos.info