Serdar Kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serdar Kaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2013 Pazar

Peygamberlere İmanın Zihinsel Temelleri -Serdar Kaya

Peygamberlere İmanın Zihinsel Temelleri (1)

Serdar Kaya
Dünyada bugün itibariyle (takriben) 2.2 milyar hıristiyan, 1.5 milyar müslüman, 1 milyar hindu ve 500 milyon Budist yaşıyor. Bu dört inancı taşıyanlar, dünya nüfusunun takriben dörtte üçüne karşılık geliyor. Diğer bütün dinlerin mensupları, geriye kalan dörtte birlik kısmın (yine takriben) yarısına sığıyor. Dörtte birlik kısmın diğer yarısında ise, ateistler, agnostikler, deistler ve bir yaratıcıya inansalar da herhangi bir dine bağlı olmayan teistler var.
Bu tablo, zaman içinde değişmiyor değil. Ancak değişimler, büyük ölçüde, nüfus artış ve azalışlarının bir sonucu. Din değiştirmeler ise, çok küçük bir yüzdeye karşılık geliyor. Bir başka deyişle, insanların ezici çoğunluğu, etkileşimin fazla olduğu yerlerde bile, ailelerinin dinini benimseme ve ölene dek bu dine bağlı kalma eğiliminde. Dahası, insanlar, zaman içinde dindarlık seviyeleri azalsa ve hatta dini inançlarını kaybetseler dahi, yeniden dindarlaşmaları durumunda bunu kendi dinlerine dönerek yapıyorlar.

22 Mart 2013 Cuma

Türkiye’de bir toplum yok-Serdar Kaya


Türkiye’de bir toplum yok
Bahçeşehir Üniversitesi’nde görev yapan Profesör Yılmaz Esmer’in geçtiğimiz günlerde yayınlananTürkiye Değerler Atlası 2012 başlıklı çalışması, Türkiye’nin dünya üzerinde insanların birbirlerine en az güvendikleri ülkelerden biri olduğunu ortaya koydu. Bu, Türkiye adına yeni ortaya çıkmış olan bir gerçek değil. Zira ilgili data yıllardır toplanıyor ve Türkiye toplumundaki güven seviyesi (diğer ülkelerdekine nispeten) eskiden beri çok düşük. Örneğin, İskandinav ülkelerinde on kişiden altısı insanların çoğuna güvenilebileceğini söylerken, Türkiye’de bu rakam altıdan bire iniyor. Bu, önemsiz bir veri değil. Aksine, bu veri, Türkiye toplumu hakkında ciddi imalar içeriyor.

6 Şubat 2013 Çarşamba

Biz Türk Değildik, Sonradan Olduk-Arnavut + Gürcü = Türk-Serdar Kaya

Biz Türk Değildik, Sonradan Olduk
Milliyetçilik, 1800′lü yıllardan itibaren imparatorlukları ortadan kaldırarak yeni devletler kurdu. Yıkılan çok etnisiteli imparatorlukların halkları, bu süreçte tek bir milli kimliğe asimile edildiler. Örneğin, Fransız İhtilali gerçekleştiğinde, halkın yarısı bile Fransızca bilmiyordu. Ancak zaman içinde bütün “Fransızlar” Fransız kimliğine asimile oldular ve “dil birliği” sağlandı.


Benzeri bir süreç başka ülkelerde de yaşandı. Örneğin, İtalyan yarımadasında yer alan çok sayıdaki şehir-devlet, 1800′lü yıllara yayılan bir birleşme süreci sonucunda tek bir siyasi yapıya entegre oldu. Milliyetçi lider Massimo d’Azeglio’nun “İtalya’yı ortaya çıkardık, şimdi de İtalyanları ortaya çıkarmamız lazım” şeklindeki sözü, millete göre devlet değil, devlete göre milletinşa etmeye yönelik milliyetçi gayretlerin birinci elden bir özeti gibidir.

Muhteşem Yüzyıl-Serdar Kaya


Tarihteki herhangi bir dönemi ele alan hiçbir film ya da dizinin,muteber kaynaklara dayanmak suretiyle gerçeği bire bir yansıtabilmesi mümkün değildir. Herşeyden önce, hiçbir tarihi dönem hakkında herşeyi biliyor değiliz. Bildiğimizi düşündüklerimiz ise, çoğu zaman farklı şekillerde yorumlanmaya müsait. Bu da, aynı dönemi ya da olayları farklı şekillerde sunan eserleri mümkün ve doğal kılıyor. Dolayısıyla, tarihi bir dönemi ele alan herhangi bir yapımı izlemeden önce, ilgili çalışmanın bir noktadan sonra yorumlar ihtiva etmesinin kaçınılmaz olacağını baştan bilmek gerekli.
Konunun bir diğer yönü ise, sahnelenen her metnin ciddi ölçüde dramatizasyon içermek durumunda olması. Sahne sanatlarının niteliği ile ilgili olan bu durum, hakkında detaylı bilgi sahibi olunan olayları dahi belgesellere özgü bir formatta aktarmayı imkansız kılar. Gerçeklik iddiasında olan filmlerin bile gerçekleri bire bir yansıttıklarını değil, yaşanmış olaylara “dayandıklarını” (based) ya da yaşanmış olaylardan “mülhem” (inspired) olduklarını belirtmekle yetiniyor olmalarının nedeni de bu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ali Kemal Bey’in Sonu -Milli Mücadele Döneminde Ali Kemal Bey -Ali Kemal Bey’in Sözde Suçları-Ali Kemal Bey ve Ahlak Yoksunu Siyasi Kültürümüz -Korku Cumhuriyeti’nin İlk Ayak Sesleri-Serdar Kaya


Bundan tam 90 yıl önce, 5 Kasım 1922 Pazar sabahı, Ankara Hükümeti, İstanbul polisine bir telgraf çekti. Konu, gazeteci Ali Kemal Bey‘di. İki ay önce İzmir’de zafer kazanmış olan Ankara Hükümeti, Milli Mücadele süresince sert eleştirilerine maruz kaldığı köşe yazarı Ali Kemal Bey’i Ankara’ya getirtmek ve “yargılamak” istiyordu. Ancak İstanbul halen işgal altındaydı. Dolayısıyla, böyle bir “yargılama”nın yapılabilmesi için, Ali Kemal Bey’in gizlice Ankara’ya kaçırılması gerekliydi.
Telgraf üzerine, İstanbul emniyet müdür muavini, dört polisini bu işle görevlendirdi. Polisler, sivil kıyafetlerle Ali Kemal Bey’in (Galatasaray Lisesi’nin arka tarafındaki) evini gözetlemeye başladılar. Ali Kemal Bey, öğle vakti evinden çıktı, tramvaya bindi ve Yeşilçam sokağı yakınlarında tramvaydan atlayarak bir berber salonuna girdi. Sivil polisler, Ali Kemal Bey’i orada yakaladılar ve Marmara Denizi üzerinden İzmit’e getirdiler. Ancak Ankara trenine binmelerinden önce Sakallı Nurettin Paşa‘nın Ali Kemal Bey’i görmek istemesi, olayların seyrini bir parça değiştirdi.
Sakallı Nurettin Paşa
1. Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa, Milli Mücadele’nin önde gelen isimleri arasındaydı. 9 Eylül’de ordusunun başında İzmir’e girmiş ve zaferin ardından şehrin gayrimüslim mahallelerinin yakılması işini bizzat yönetmişti. Paşa, İzmir Rum Ortodoks Kilisesi Metropoliti Hrisostomos ile de kişisel olarak ilgilenmişti.

Hrisostomos’un suçu, Yunan işgalini desteklemekti. Ancak konunun kişisel bir yönü de vardı. Şöyle ki, Paşa ile Hrisostomos, 1919 başlarında bir tören vesilesiyle karşılaştıklarında, Hrisostomos, (İttihatçıların 1914′ten beri Ege ve Karadeniz’de sürdürmekte oldukları Rum katliamlarını nazara vererek) Paşa’ya ellerinden Yunan kanı damladığınısöylemiş ve bu gerekçeyle onun elini sıkmayı reddetmişti.
Nurettin Paşa, zaferden hemen sonra Hrisostomos’u yakalattırdı ve öfkeli bir güruha linç ettirdi. Gözleri oyulup, burnu ve kulakları kesilen, ardından da bir arabaya bağlanarak yerlerde sürüklenen Hrisostomos, korkunç bir şekilde can verdi.
İzmit
Sakallı Nurettin Paşa, 9 Eylül’deki İzmir zaferinden takriben bir ay sonra ordusuyla birlikte İzmit’e yerleşmiş ve Kasr-ı Hümayun Sarayı‘nı karargahı haline getirmişti. 6 Kasım sabahı Ali Kemal Bey saraya getirildiğinde, Paşa kendisini, “Artin Kemal denen herif sen misin?” gibi sözlerle tahkir etti. Sonra da, “Bunu Divan-ı Harb’e gönderiniz” diyerek saraydan çıkarılmasını emretti.

Ancak, bu bir oyundu. Paşa, (Hrisostomos’a yaptığına çok benzeyen) bir tertip hazırlamıştı. Sarayın hemen dışındaki Saat Kulesi‘nin altında elleri taşlı ve sopalı bir kalabalık Ali Kemal Bey’in dışarı çıkmasını beklemekteydi. Ali Kemal Bey, İzmit’in meşhur Saray Kapısı‘ndan çıkarıldıktan kısa bir süre sonra, bu kalabalık kendisini taş yağmuruna tuttu. Bunun üzerine, Ali Kemal Bey geri dönüp saraya girmek istedi. Ancak, Saray Kapısı kapatılmıştı ve dolayısıyla da kaçabileceği bir yer yoktu. Bir noktada, kalabalığın içinden biri, Ali Kemal Bey’i belinden bıçakladı. Acı içinde yere yıkılan Ali Kemal Bey, orada linç edildi. Kafası taşlarla ezildikten sonra, yüzüğü, saati ve hatta elbiseleri dahi talan edildi. Sonrasında da, ayağına bir ip bağlanarak yerlerde sürüklendi.
Bütün bu yaşananlar, Ali Kemal Bey’i İstanbul’dan getiren polisler için de bir sürpriz olmuştu. 1. Ordu’nun İzmir fatihi Kurtuluş Savaşı gazileri ise, müdahale etmeyip olayı izlemişlerdi.
Hayaletlerle Dolu Bir Tarih
“Hrisostomos”, “Artin”, “linç” ve “talan” gibi kelimeler, ister istemez bazı tarihi gerçekleri çağrıştırıyor: (1) Nurettin Paşa’nın karargahı haline getirdiği Kasr-ı Hümayun Sarayı, İstanbul dışındaki tek Osmanlı sarayıydı ve Ermeni Mimar Karabet Amira Balyan tarafından inşa edilmişti. (2) İzmit’in en büyük sembolü olan Saat Kulesi de, yine Ermeni bir mimar olan Mihran Azaryan‘ın eseriydi. (3) Aynı Nurettin Paşa, şehirdeki Aya Pandeleimon Manastırı‘nı (İzmit Körfezi’nden açtırdığı top ateşi ile) yıktırmıştı. (Hrisostomos’un sözünü ettiği katliamlarbaşlamadan önce, İzmit’te 40.000 Rum yaşıyordu.) (4) Ali Kemal Bey’in linç edildiği Saray Kapısı‘nın hemen önünden geçen Saray Yokuşu, bu cinayetten sadece yedi sene öncesine kadar takriben %17′si Ermeni olan İzmit’in Ermeni mahallesinin başladığı yerdi.

Sonsöz
Ali Kemal Bey’in ölü bedeninin yerlerde sürüklendikten sonra bırakıldığı yerde bugün bir Atatürk Heykeli var. İlgili heykel, kültürleri, tarihi eserleri ve muhalifleri sistemli olarak yok etmiş olan bir rejimin ne inşa ettiğinin bir sembolü gibi. Eğer geçmişiyle yüzleşebilmiş bir toplum olabilseydik, bugün orada Ali Kemal Bey’in heykeli olurdu.


Milli Mücadele Döneminde Ali Kemal Bey



Ali Kemal Bey’in hayatını incelediğimizde, çok sayıda farklı (ama birbirleriyle ilişkili) kimlikle karşımıza çıktığını görüyoruz. Şair,üniversite hocasıdergi yayıncısıgazete yayıncısıköşe yazarı,eğitim bakanıiçişleri bakanı gibi kimlikler, bunlar arasında ilk akla gelenler. Ne var ki, Ali Kemal Bey günümüzde bu gerçek kimlikleriyle değil, Cumhuriyet’in üzerine yapıştırdığı “hain” kimliğiyle tanınıyor.
Bir Osmanlı Liberali
Ali Kemal Bey, pek çok muasırının aksine, İttihatçı değildir. Hatta, İttihatçılığın kardeşi kardeşten ayıran bir “veba” olduğunu söyleyebilecek kadar İttihatçılıktan uzaktır.
I. Dünya Savaşı’nın ardından Türk milliyetçileri Anadolu’nun farklı yerlerinde yeniden örgütlenmeye başladıklarında, İttihatçılığa şüpheyle bakan herkes gibi o da bu oluşuma mesafe alır. O ve onun gibi düşünenler, Milli Mücadele’yi İttihatçıların yeni bir macerası olarak görmekte ve bu maceranın sonunda Osmanlı’nın Sevr’den daha ağır şartlar altına girmesinden korkmaktadırlar. Bu nedenle, Ali Kemal Bey, içişleri bakanı olduğu dönemde, bütün valilere, ilgili örgütlenmelerin ve eylemlerinin bastırılması emrini verir. O, bu emri verirken, bir yandan da İngilizlerle görüşmeler yapmakta ve Yunanların İzmir dışına çıkmamalarını temin etmeye çalışmaktadır.
Yunanlar İzmir dışına çıkarak batı Anadolu’da ilerlemeye başladıklarında ise, Ali Kemal Bey Milli Mücadele’nin başarılı olabileceğine ihtimal vermez. Bakanlıktan istifa etmesinin ardından, bu yöndeki düşüncelerini köşe yazılarında ifade eder. Bu karşıt tavrında, kuva-yı milliyenin işlediği suçlar da belirleyici olur. Eleştirilerinde, üç nokta öne çıkar: (1) Vahdettin tarafından bölgedeki gayrimüslim azınlığa yönelik katliamları soruşturmak üzere Karadeniz’e gönderilen Mustafa Kemal’in ilgili katliamlara devam etmesi, (2) kuva-yı milliye çetelerinin, mücadelelerini yağmacılık ve soygun gibi suçlarla finanse etmeleri, ve (3) İstiklal Mahkemelerinin kanunsuz yargılamalarla insanları idam etmesi.
Bu çerçevede, Mustafa Kemal’den “zorba” ve “cani” gibi sıfatlarla söz eden Ali Kemal Bey, Anadolu halkı ile İttihatçılar arasında bir “uçurum” olduğunu ifade eder. Ona göre, Anadolu halkı “saf ve inançlı” iken Anadolu’daki İttihatçılar “dinsiz ve ikiyüzlüdürler” ve “gaddarlıkları ve haydutlukları nedeniyle Anadolu halkının can düşmanı olmuşlardır”.
Bu eleştirilerin hedefinde, İttihatçıların her sorunu kaba kuvvetle çözme eğilimi vardır. İttihatçıların Osmanlı Devleti’ni kurtarma adına ülkeyi hariçte savaştan savaşa sürüklerken, dahilde de halka dayatmalarda bulunmaları, Ali Kemal Bey’in yazılarının temel çıkış noktasını oluşturur. Bu yazılarda sunulan alternatif ise, (tıpkı diğer mağlup ülkeler gibi) siyasi kanalları kullanarak İngilizlerle uzlaşı arayışında olmaktır.
Zafer
Milli Mücadele başarılar kazanmaya başladığında, Ali Kemal Bey, bu başarıları (1922 ortalarından itibaren) takdir etmekten çekinmez. Zaferin kazanılacağı belli olduğunda ise, Yunanları Anadolu’dan çıkarmanın mukaddes bir görev olduğunu, Ankara’ya muhalif olanların da bunu daima istediklerini ve şimdi bu muradları gerçekleştiği için sevindiklerini söyler. Ancak, bu durumun İttihatçıların yıllardır yaptıkları hataları ve neden oldukları sorunları gözardı etmeyi gerektirmeyeceğini belirtmeyi de ihmal etmez.
İzmir’in kurtuluşunun ardından yazdığı 10 Eylül 1922 tarihli ve “Gayeler Bir İdi ve Birdir” başlıklı son yazısında ise şunları söyler:
“Muhalif ve muvafık bütün Türklerin gayeleri birdir. … bizi günegün felaketlere uğratanların aksine muhaliflerin görüşü bu amacı barış ve siyaset yoluyla elde ederek ülkeyi savaşlarla yeniden maceralara sürüklememekti. Çünkü defalarca gördüğümüz gibi bu maceraların sonucu zarar, gene zarar, daima zarar olmuştu. İtiraf etmeliyiz ki Anadolu’nun son zaferleri, kuvvetimize kılıcımıza dayanarak ulusal davayı, hayat hakkımızı ve bağımsızlığımızı kazanmak görüşünün doğruluğu, büyük özverilere mal olsa da gerçekleşmiş gibidir. … Yurdunu ve ulusunu seven muhaliflere düşen -başka konularda görüşlerini korusalar bile- bu konuda yanıldıklarını itiraf etmektir.”
Sonsöz
Ali Kemal Bey (elbette) bir hain değildi. O dönemde onun gibi düşünen diğer yazarlar da, kuva-yı milliye çetelerinden yaka silken Anadolu halkı da, İstiklal Mahkemelerinin idam ettiği sözde asker kaçakları da hain değildi. Bu insanlar kabahatli dahi değildiler. Aksine, haklıydılar ve mağdur edildiler.
Sorun, bu insanlarda değil; onlar hakkında onyıllardır söylenegelenleri hiçbir zaman hakkıyla sorgula(ya)mamış olanların algılarında.

Ali Kemal Bey’in Sözde Suçları

Demokrasiler, yapıları gereği, farklılıkları doğal kabul etme eğilimindedir. Hatta, demokrasilerde siyasetin kendisi de zatenfarklı tercih ya da talepler arasında bir uzlaşı arama çabasına karşılık gelir. Bir başka deyişle, demokrasilerde, ortada bir farklılık yoksa zaten siyaset de yoktur.
Totaliter rejimler ise, tek bir siyasi anlayışı merkeze alır ve idealize ederler. Bu ideal, hem devlet hem de vatandaşlar için “en iyi olan”ı temsil eder. Herkesten, hayatını ve düşüncelerini ilgili ideal doğrultusunda şekillendirmesi beklenir. Bu idealden “sapma” gösteren insanların, ülkelerine cephe aldığı düşünülür. Dolayısıyla, demokrasilerin muhalifleri, totaliter rejimlerin ise hainleri vardır.
Ali Kemal Bey bir muhalifti. Onu bugün dahi hain addetmek, aslında bir türlü demokrat olamamanın bir ifadesi.
Bazı Sorular
Ali Kemal Bey, İttihatçıların önceki maceraları gibi, Milli Mücadelenin de hezimetle neticeleneceğinden korkuyor ve Ankara’daki örgütlenmeye şüpheyle bakıyordu. O dönemde onun gibi düşünen ve benzeri endişeleri taşıyan çok sayıda insan vardı.
Bu noktada sorulması gereken ilk soru şu: Milli Mücadelenin nasıl sonuçlanacağı baştan bilinemeyeceğine göre, 1919 yılında herkesin Milli Mücadele konusunda aynı tavrı sergilemesi mümkün müydü? Böyle bir şey mümkün olmadığına göre, herşey olup bittikten ve netice belli olduktan sonra, öngörüsü isabetli olmayan insanları (1) hain ilan etmek, (2) ülkeden kaçmak zorunda bırakmak, (3) kaç(a)mayanları vatandaşlıktan çıkarıp sınırdışı etmek, (4) Lozan’ın koyduğu 150 sınırı nedeniyle sınırdışı edilemeyenlere ise hayatı zehir etmek, nasıl bir siyasi tavra karşılık gelir? Muhaliflere böyle şeylerin yapılması nasıl siyasi rejimlerde görülür?
Kaldı ki, benzeri bir durum bugün dahi yaşansa, alınacak doğru tavrın diplomasiyi reddetmek ve ortaya çıkan direnişi desteklemek olacağı baştan iddia edilemez. Zira, geçmiştekine çok benzer şartlarda ortaya çıkan süreçlerin dahi bugün nasıl sonuçlanacağını öngörebilmek kolay değildir. O halde, benzeri gelişmeler bugün yaşansa ne yapacağız? Bu önemli bir soru. Şöyle ki, bugün benzeri bir savaş ya da direniş olasılığı karşımıza çıkacak olsa, kamuoyunun bir kısmının bunun lehinde, diğer kısmının da aleyhinde tavır alması ve bu iki tarafın birbirleriyle siyasi bir mücadele içine girmesi gayet doğal ve hatta kaçınılmazdır. Peki bugün böyle bir savaş sona erdiğinde gücü elinde bulunduran kişi, ilgili süreç zarfında kendisine muhalefet edenlerden intikam almaya kalkarsa, bunu kabullenecek miyiz? Peki ya ilgili intikamcı, sınır dışı etmelerden suikastlere, düzmece idamlardan keyfi sürgün ve ev hapislerine dek pek çok suç işleyecek kadar aşırıya giderse?
Böyle uygulamaları bugün de mazur görmeye devam etmek, ancak Cumhuriyet’in siyasi geleneğini sahiplenmeye devam etmekle mümkün. Halbuki bu, insanlık dışı bir gelenek. Aynı fikirde olmadıkları meslektaşlarına bugün bile “Ali Kemaller” ya da “mütareke basını” gibi isimler yakıştıran gazetecilerindavranışlarını da, içinden geldikleri bu gelenek şekillendiriyor.
İtham
Nureddin Paşa, kendisini linç ettirmeden kısa bir süre önce Ali Kemal Bey’e, “Sizin bu vatanı kurtaranlarla ne alıp veremeyeceğiniz var?” diye sorar. Ali Kemal Bey ise cevaben orduya ve komutanlarına saygısı ve güveni olduğunu belirtir ve “Siyasi bir içtihadım vardı” der.
Bu cümleyi, bugünkü lisanla, “Farklı düşünüyordum” şeklinde okumak mümkün. Yani, (şayet konuyu demokrasi çerçevesinde değerlendireceksek) ortada değil bir ihanet, bir suç, hatta bir kabahat bile yok. Söz konusu olan, çocuklarına zengin bir kütüphane dışında pek bir şey bırakmamış olan ve daha da önemlisi, elinde silah değil kalem bulunan bir insanın, sırf İttihatçı paşalardan farklı düşündüğü için ağır bir bedel ödemiş olması.
Bu ağır bedelle dahi tatmin olamayanlar, 90 senedir Ali Kemal Bey’i itham ediyorlar.
Sonsöz
Konunun bir diğer yönü daha var: Bir sürecin nasıl sonuçlanacağını öngörememiş olmak, o sürece dair her eleştiriyi haksız kılar mı? Mesela, Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanmış olması, ilgili süreçte (gerek sivil müslüman halka gerekse gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarına) yapılan herşeyi mazur kılıyor mu? Ya da, Milli Mücadele zaferle sonuçlandı diye, Ali Kemal Bey’in ve başkalarının kuva-yı milliye çetelerinin ve İstiklal Mahkemelerinin işlediği ciddi suçlara getirdikleri eleştiriler değerini yitiriyor mu?
Görünen o ki, biz İttihatçının savaş kazananını seviyoruz. Savaşı kazandıktan sonra diktatöryel bir konum ve devasa bir servet edinmiş, gerekli gördüğünde kendi halkını bombalatmış, kadın ihtiyar bebek demeden toplu imha emirleri vermiş, bizim için çok da önemli değil.
Ali Kemal Bey ve Ahlak Yoksunu Siyasi Kültürümüz
Ali Kemal Bey, 6 Kasım 1922 tarihinde İzmit’in Saray Kapısı önünde linç edildi. Cinayetin azmettiricisi 1. Ordu Komutanı Nureddin Paşa, linçin sona ermesinin ardından yeniden sahneye çıktı ve bir darağacı kurulmasını emretti. Emir yerine getirildi ve darağacı (yine o muhitteki) tren istasyonunun hemen yanındaki köprünün üzerine yerleştirildi. Ali Kemal Bey’in ölü bedeni bu darağacına asıldı, bir çarşafa sarıldı ve üzerine “Hain-i din ü vatan Artin Kemal” yazılı bir levha asıldı. Bu mizansen, Lozan görüşmelerine katılmak üzere Ankara’dan trenle yola çıkmış bulunan ve o günün akşamında İzmit’te mola verecek olan heyet için hazırlanmıştı.
Ziyafet Öncesinde Ceset Şovu

Lozan heyetinin seyahat ettiği Ankara treninde bulunanlardan biri de, (Ali Kemal Bey ile şahsi ahbaplığı da bulunan) Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal (Beyatlı), yıllar sonra yayınlanan Siyasi ve Edebi Portreler adlı kitabında, o gün heyet üyelerinin İzmit istasyonunda trenden indikten sonra yaşadıklarını aktarır:
Nureddin Paşa, İsmet Paşa ve diğer heyet üyelerini karşılamak üzere şık bir kıyafetle istasyona gelmiştir. Etrafındakiler ise, “Artin Kemal tepelendi!” diye bağırmaktadırlar. Nureddin Paşa, heyet üyelerini önce Ali Kemal Bey’in cesedini görmeye, ardından da belediyede verilecek olan ziyafete davet eder. Yahya Kemal, darağacının yanına geldiklerinde karşılaştıkları manzarayı şöyle tasvir eder: “Cesedin çehresi bir mengene ortasında gibi sıkışmış, birdenbire tanınmaz bir şekildeydi; sol ayağındaki çorap yeni çekilmiş olduğu için, ayak bembeyazdı, bir tarafından biraz kan sızıyordu. Cesedin epey müddet tozda süründüğü anlaşılıyordu.”
İtham ve Şiddet

Bu yaşananlar (ve benzeri diğer hadiseler), 1920′lerde, (1) düşüncelerinden hoşlanılmayan bir insanın kolaylıkla “hain” ilan edilebildiği, (2) hain ilan edilen bir insanın linç edilmesinin çok zor olmadığı, (3) tepkilerin cinayetle durulmadığı, öldürülen kişinin cansız bedenine dahi şiddet uygulanabildiği, (4) hayatını kaybeden (ve dolayısıyla artık konuşamayacak ve kendisini savunamayacak olan) bir insanın ölü bedeninin dahi yaftalanıp tahkir ve teşhir edilebildiği yönünde bir dizi nahoş ima içeriyor.
Peki 1920′lerden bugüne ne değişti? İnsanların, muhalifleriniikna değil itham etmeye odaklandıkları siyasi kültür hala güçlü mü?
Gazeteci Orhan Karaveli’nin 2009 yılında yayınlanan (ve Ali Kemal Bey hakkındaki sayılı çalışmalardan biri olan) Ali Kemal: “Belki de Bir Günah Keçisi…” adlı kitabı bu konuda bir fikir verebilecek bir içeriğe sahip. Kitap, Ali Kemal Bey’i anlama adına dikkate değer bir çaba sarf ediyor. Kitabın arka kapağında, Mustafa Kemal’in “Kuva-yı Milliye’ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler” şeklindeki sözüne yer verilmesi, konunun birden fazla yönü olduğunun yazarca takdir edildiğinin bir göstergesi gibi.
Ancak, kitabın içeriğine baktığımızda, yazarın, bir Osmanlı liberali olan Ali Kemal Bey’i (muhtemelen hakkında daha fazla şey öğrenme imkanı bulduğu için) ölçülü bir üslupla değerlendirirken, günümüzün “liberal” olarak nitelendirilen yazarları hakkında İttihatçı lisan ile konuştuğuna şahit oluyoruz. Örneğin, yazar, şapka devrimini eleştirenlerin, “kökü kurutulamamış Nurettin Paşa ‘mukallitleri’” olduklarını iddia ediyor, Türkiye’nin “iç düşman“larından söz ediyor, onları “sözde gazeteciler“, “mütareke basınına rahmet okutan sözde aydınlar“, “kukla yazarlar“, “satılık kalemler” ve “medya satılmışları” gibi ifadelerle anıyor ve “gerçek ‘vatan hainleri’[ni] belki de onların arasında” aramak gerektiğini söylüyor.
Belli ki, Türkiye’nin siyasi kültüründe 1920′lerden bu yana çok şey değişmiş değil. Aynı fikirde olmadığımız insanları ihanet içerisinde ya da ikbal beklentisinde olmakla suçlamak ya da bu kimselerin hala “kökleri kurutulamadığı” için hayıflanmak,asgari seviyede bir ahlakın dahi siyasi kültürümüzden uzak olduğu anlamına geliyor.
Sonsöz
“Asgari haysiyete sahip biri için, sözünün ardında gizli gündem yahut kişisel çıkar aramak hakaretlerin en ağırıdır. Namussuzlukla itham etmektir. / Popüler olmayan birtakım fikirleri cesaretle ortaya koyan birine özel çıkar atfetmek terbiyesizliğin uç noktasıdır.” Sevan Nişanyan

Korku Cumhuriyeti’nin İlk Ayak Sesleri


Yahya Kemal Beyatlı, Ali Kemal Bey’i “döneminin en kudretli yazarı” olarak nitelendirir. Köşe yazılarının yayınlandığı Peyam-ı Sabah ise, (muhtemelen sevenleri kadar sevmeyenlerinin de ilgi göstermesi nedeniyle) döneminin en çok okunan gazetesidir. Yine Beyatlı’ya göre, Ali Kemal Bey’in yazılarını hayranlıkla okuyanlar İstanbul’un elit kesiminden insanlardır. Ali Kemal Bey’i zaman zaman gazetedeki odasında ziyaret eden ve kendisine hürmet gösteren bu kimseler, onu “asrının eşsizi” (feridü’l-asr) addederler.
Beyatlı, Ali Kemal Bey’in Türkçeye hakimiyetinden de takdirle söz eder. Ali Kemal Bey’in, Hüseyin Cahit (Yalçın), Namık Kemal, Cevdet Paşa ve Ziya Paşa’nın bile Türkçe yanlışlarını tespit edecek çapta bir Türkçe bilgisine sahip olduğunu belirtir ve Süleyman Nazif’in onun bu yönüne atıfla, “Bu adam bir dahidir” dediğini nakleder. Beyatlı’nın bu çerçevede verdiği bir diğer önemli bilgi ise, Ali Kemal Bey’in ömrünün son yıllarında bir Türkçe lügatı yazmakta olduğudur. Türkçe kelimeleri tarihi metinlerden örneklerle ele alan ilgili lügat çalışması, Ali Kemal Bey’in linç edilmesiyle yarım kalmıştır. Ancak, Beyatlı, bu eserin tamamlanan kısmının dahi yayınlanması durumunda Ali Kemal Bey’in Türkçedeki kudretinin belli olacağını söyler.
İstanbul, 6 Kasım 1922
Ankara Hükümeti’nin bu profilde bir insanı kaçırması, doğal olarak İstanbul’da büyük bir infiale neden olur. Ali Kemal Bey’in arkadaşlarından Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Biraz Da Ben Konuşayım adlı (konu hakkındaki birincil kaynaklardan biri durumunda olan) kitabında kaçırılma hadisesinin ardından İstanbul’da yaşananları aktarır.
Şöyle ki, Ali Kemal Bey’in kaçırıldığının duyulmasıyla birlikte, müslüman ve hıristiyan halktan insanlar, bu gelişmeyi Ankara’daki milliyetçi kadronun artık İstanbul ile hesaplaşmaya başladığı şeklinde yorumlamış ve epey ciddiye almışlardır. Bu nedenle de, (henüz İzmit’teki linç hadisesinden haberdar dahi olmamalarına rağmen) müttefik devletlerin konsolosluklarına sığınmak istemişlerdir. Britanya konsolosluğunun hem binası hem de bahçesi mahşer yerine dönmüştür. ABD konsolosluğunun ise, izdihamdan kapısına yanaşmak dahi mümkün değildir. Zira artık can güvenliklerinin olmadığını düşünen ve evlerine bile gitmekten korkan çok sayıda insan, bir an evvel vize alarak ülkeyi terk etmek istemektedir.
Rıza Tevfik (Bölükbaşı), İngiliz yetkililerin, konsolosluğa sığınan Osmanlı vatandaşlarına engel olmadıklarını da belirtir. Hatta, İngilizler, hayatları birincil derecede tehlikede olan insanları İstanbul’dan Mısır’a götürmek üzere bir gemi de tahsis ederler. Bu gemi, 8 Kasım 1922 tarihinde Sarayburnu’ndan hareket eder. Ankara milliyetçilerinin gemidekilere bir zarar vermeleri ihtimaline karşı, bir torpidobot, Ege’ye varana dek gemiye eşlik eder.
Aradan dokuz gün geçtikten sonra, Sultan Vahdettin de benzeri bir şekilde İstanbul’dan ayrılır. 17 ay sonra, TBMM, Yüzelliliklerlistesini onaylar. Ekserisi siyasiler, bürokratlar, gazeteciler, askerler ve polislerden oluşan 150 kişi vatandaşlıktan çıkarılır. Asıl liste 600 kişiden oluşsa da, Lozan’ın koyduğu 150 sınırı nedeniyle istenilen herkesi Türkiye’den kovmak mümkün olmamıştır.
600 kişilik ilk listeyi hazırlayanların halefleri, bu listede kimlerin yer aldığını Türkiye halkına halen açıklamış değillerdir. Ama, listenin hazırlanması ve 150 kişiyle de olsa uygulamaya konmasının ne anlam ifade ettiği meçhul değildir. İktidara talip olan milliyetçi kadro, eline fırsat geçer geçmez ülkenin kadim siyasi kurumlarını ortadan kaldırmış, ardından da kendisine muhalefet etme potansiyeli olan herkesi mümkün mertebe ülkeden uzak tutmaya çalışmıştır. İlk yapılan bir askeri darbe, ikinci yapılan ise, darbe sonrası dönemler için gayet sıradan olan bir tasfiyedir.
İki Soru
1. Düşünen insanların siyasi nedenlerle ülkelerinden kovulması, kalanların susturulmaları, susmayanların ise öldürülmeleri, bir ülkenin beşeri sermayesini nasıl etkiler? Böyle bir ülkede, meydan kimlere kalır?
2. Türkiye’de, yazarlara ya da düşünürlere değil de askerlere güvenme ve saygı duyma eğiliminin bugün bile güçlü olması ile yukarıdaki siyasi gelenek arasında nasıl bir ilişki olabilir?

17 Eylül 2012 Pazartesi

Beyaz Türk Nasıl Bakar, Ne Görür, Ne Anlar?-Türkiye’nin ‘Beyaz Çöp’leri -İnsan Neden Beyaz Olmak İster? -Serdar Kaya


Beyaz Türk Nasıl Bakar, Ne Görür, Ne Anlar?
Türkiye’de kendilerini “beyaz Türkler” olarak nitelendiren bir kesim var. Bu kesimin mensupları, ekseriyetle, hayat tarzlarının tehdit altında olduğu iddiasıyla gündeme geliyorlar. İdeolojik anlamda homojen değiller. Ancak kimi tavır ve refleksleri, belli bir zihniyet yapısını paylaştıklarını ima ediyor. Belki hepsinden önemlisi de, halkın geri kalanına nazaran daha eğitimli, nitelikli ve görgülü oldukları düşüncesinde olmaları.

Beyaz Türklerin daha nitelikli olma iddiaları, zihinlerinde hem kendilerine hem de başkalarına dair belli imgeler taşıdıkları anlamına geliyor. Tabii bu imgelerin, kendilerine dair olanlarının yüceltici, başkaları hakkındakilerin ise küçültücü öğeler içerdiğini tahmin etmek zor değil. Beyaz Türklerin nisbeten daha açık sözlü olanları, başkalarını nasıl gördüklerini zaten zaman zaman açıkça dile getiriyorlar… “Göbekli ayı”, “bidon kafalı”, “uzun kollu kısa bacaklı” gibi imgeler, bu konuda ilk akla gelen örnekler.
Bir neandertal resmine karşılık gelen bu tasvirler, işin içinde küçümsemenin yanısıra öfkenin de varolduğunu ima ediyor. Bu öfkenin nedenlerini de, yine aynı kesimin yazdıklarında ve söylediklerinde görebilmek mümkün. Beyaz Türkler, özetle, küçümsedikleri kimselerin (1) kendilerinden sayıca daha fazla olmalarından, (2) ekseriyetle AKP’ye oy vermelerinden ve (3) sosyal alanda eskisine nazaran daha görünür hale gelmiş olmalarından rahatsızlık duyuyorlar. “Ayaklar baş oldu” şeklindeki yakınmalar da zaten bu gibi rahatsızlıkların bir ifadesi.
Bütün bunlar karşısında ilk akla gelen soru, böylesine kaba bir imgenin gerçeğe ne derece tekabül ettiği… Son Türkiye seyahatimde söz konusu “neandertal”lerle biraz zaman geçirme fırsatım olduğundan, bu soruya cevap teşkil edecek birkaç gözlemde de bulundum. Bu gözlemler arasından önemli bulduğum bir tanesini aktarmak istiyorum:
Bir sivil toplum örgütünün daveti üzerine Çemberlitaş’ta bir konuşma yapmıştım. Konuşma sona erince yanıma gelen bir grup okur, kısa bir sohbetin ardından beni bir akşam Küçükçekmece’deki mahallelerinde “çayla börek yemeye” davet etti. Gittim. Evde yenip içilen yemek, çay ve böreğin ardından, mahalledeki derneğe geçtik. Orada bizi bekleyenlerle kısa bir tanışmanın ardından, davet sahiplerinden Rüştü Hacıoğlu, gün içerisinde şahit olduğu bir hadiseyi merkeze alan kısa bir giriş konuşması yapmak üzere derneğin konferans salonunun sahnesine geçti. Rüştü’nün şahit olduğu hadise, bir polis memurunun, bir şeyler izah etmekte olduğu vatandaşın omzuna elini koyarak ona yaslanmış ve onunla o şekilde konuşmuş olmasından ibaretti. Rüştü, rastladığı polis memurunun o vaziyetinin, otoritenin vatandaşa yukarıdan bakan tavrının tipik bir yansıması olduğunu söylüyordu. Ancak bu konuşmayı benim için ilginç kılan asıl nokta, Rüştü’nün, sırf bu sahneyi dinleyicilere aktarabilmek için, civardaki bir giyim mağazasından bir vitrin mankeni ödünç almış olmasıydı. Rüştü, bunu yapmasının nedenini, “Buradaki hiçbir arkadaşımı rol icabı da olsa öyle bir duruma sokmak istemedim” diyerek açıklamıştı.
Açıkça belliydi ki, otoriteyi ciddi bir şekilde sorgulayan, ancak bunu reaksiyoner bir tavırla değil, kendilerinin ve etrafındakilerin birer birey olduğu bilinciyle yapan insanların arasındaydım. Öyle görünüyordu ki, bu kişiler, devletin (ve belki de tıpkı devlet gibi kendilerini merkezde konumlandıran bazı kesimlerin) onlara davranış şekillerinden bıkmışlardı ve artık bu durumu daha fazla sineye çekmek istemiyorlardı.
Orada yaptığım konuşmanın ardından soru-cevap kısmına geçtiğimizde, mahalle (ya da kendi ifadeleriyle “periferi”) sakinlerinin düşünsel anlamda monolitik bir yapıya sahip olmaktan uzak olduklarını da gördüm. Mesela, içlerinden bazıları ekonomik kaygılarla sosyal devlet yanlısı bir pozisyon alırken, bazıları da sadece düşünce özgürlüğü gibi konulara odaklanıyordu. Kimileri iktidar partisine daha yakın dururken, kimi diğerleri ise partinin bazı uygulamalarına sert eleştiriler getiriyordu. İçlerinde, adını dahi duymadığım yazarlardan alıntılar yapanları da yok değildi.
Beyaz Türklerin “baskıcı” olmakla da itham ettiği “mahalle”lilerin söylediklerine bakılırsa, artık Türkiye’nin hemen her şehrinde ve İstanbul’un hemen her semtinde bu şekilde bir araya gelen insanlar, kimi zaman kendi aralarında kimi zaman da çağırdıkları konuklarla, ortaya çıkmasını istedikleri daha güzel bir Türkiye’yi konuşuyorlarmış. Bu durum, ayağındaki prangalar artık bir parça gevşemiş olan Türkiye halkının, her demokraside son derece sıradan olan bu gibi faaliyetlerle yeni yeni tanışmaya başladığı anlamına geliyor – ki bu da, demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olan sivil toplumun örgütlenmesi adına son derece olumlu bir gelişme.
Bunun bir neandertal manzarası olmadığı herhalde herkes için yeterince açıktır. Ancak aynı derecede açık olan bir diğer şey var ki, o da, mahallelinin, kadınıyla erkeğiyle, beyaz Türklerin yolda görünce selam vermek bir yana, yüzlerini dahi ekşittikleri kimseler oldukları… Bu tavrın hangi şekilci nedenlere dayandığı herhalde herkesin malumudur. Öyle anlaşılıyor ki, beyaz Türkler, insana özgü “önce görüp sonra kategorize etme yerine, önce kategorize edip sonra görme eğilimi”ni çok aşırı bir uca taşımışlar. Zaten beyaz Türklerin halkı tanımamalarının da, sevmemelerinin de, Türkiye adına hep yanlış öngörülerde bulunmalarının da nedeni bu.
-Türkiye’nin ‘Beyaz Çöp’leri
“Beyaz Türk” ifadesi, kendisini beyaz Türk olarak gören biri tarafından ortaya atıldı ve yine kendilerini beyaz Türk olarak görenler tarafından benimsenerek kullanılmaya başlandı. Konunun bu yönü önemli. Zira bir insanın içinde bulunduğu kesimi böyle bir sıfatla yüceltmesi, halkın geriye kalanının ülkenin zencileri olduğu yönünde bir ima içeriyor.
“Biz sizden üstünüz” vurgusunun dahi ötesine geçen bu ima, sınırları böylesine kesin bir çizgiyle çizilen bu hiyerarşik üstünlüğün hangi gerekçeye dayandığı sorusunu akla getiriyor. Bu sorunun cevabını alma adına beyaz Türklerin yazdıklarına ve söylediklerine bakıldığında, kendilerini “eğitimli”, “kültürlü”, “açık fikirli” ve “kimi nezih zevklere sahip” kimseler olarak gördükleri ortaya çıkıyor. Ancak bu imgenin gerçeklikle ilişkisi bir parça sorunlu.
Herşeyden önce, “beyaz” sıfatı ırkçı bir geçmişe sahip ve eskiden olduğu gibi bugün de dünyada sadece ırkçılar tarafından sahipleniliyor. Siyasi uygulamalar söz konusu olduğunda ise, “beyaz” sıfatının çağrıştırdığı ilk şey apartheid rejimi – ki bu da, beyaz Türklerin kimi tavırları hatırlandığında fazlasıyla rahatsız edici bir örnek. Zira Güney Afrika’da 1948 ile 1993 yılları arasında yürürlükte olan apartheid rejimi, ülkede sömürgeci bir geçmişe sahip olan beyaz azınlığın siyah çoğunluğu yönetmesi esasına dayanan, siyahların vatandaş bile sayılmadığı ırkçı bir rejimdi. Apartheid rejiminde, siyahlar sadece beyazların onlar için belirledikleri müstakil yerleşim bölgelerinde ikamet edebiliyorlardı. Diğer bölgelere geçmeleri yasaktı.
Bu noktada sormak gerekli: Kendilerine yakıştıra yakıştıra dünyada sadece bu gibi ırkçı bağlamlarda kullanılan bir sıfatı yakıştıran beyaz Türkler, kendilerini Türkiye’deki çoğunluğu yönetme hakkına sahip olan aristokrat bir azınlık olarak mı görüyorlar? Türkiye’deki çoğunluk, onların gözünde ikinci sınıf insanlardan mı oluşuyor? Nişantaşı gibi semtlerde başörtülü bir genç kız görünce, “Buralara kadar geldiler!” diye tepki göstermelerinin nedeni bu mu? Başörtülüleri, Kürtçe konuşanları ve diğerlerini belli semtlerde tecrit etmeyi mi tercih ederlerdi?
Şayet bu soruların cevabı “Hayır” ise, yani beyaz Türkler kendileri için böyle bir sıfat seçmiş olmalarına rağmen aslında eşitlikten yana olan insanlarsa, o zaman kullandıkları kelimelerin bağlamlarından (ve dolayısıyla da dünyadan) pek fazla haberdar değiller demektir. Böyle bir durumda da, beyaz Türklerin ciddi bir cehalet problemiyle karşı karşıya olduklarını kabul etmemiz gerekiyor.
Haktan ziyade imtiyaz arayışında olan bir toplum olageldiğimiz için belki yeterince üzerinde durmuyoruz; ama fark etmemiz gereken bir gerçek var: İyi okullarda okumuş olmak, yüksek bir gelire sahip olmak, sevimli semtlerde oturmak ya da çoğu insan için epey pahalı sayılabilecek olan yerlerde alışveriş ediyor olmak insanı demokrat ya da eşitlikçi kılmaz. Aksine, bütün bunlar, aynı donanım ve imkanlara sahip olmayan başkalarını adam yerine koymamayı ve hatta dehümanize etmeyi dahi kolaylaştırabilir. Unutmamak gerekli ki, Güney Afrika’daki beyaz İngilizler de, halkın geri kalanından daha yüksek bir ortalama gelire sahiplerdi. Nisbeten daha iyi muhitlerde oturuyor, daha iyi okullara gidiyor, daha konforlu bir hayat yaşıyorlardı. Ama sahip oldukları hayat tarzı, ayrımcı bir rejim içerisinde yaşadıkları, çoğunlukları itibariyle bu rejimin neden olduğu acıları görmezden geldikleri ve basbayağı ırkçı oldukları gerçeğini değiştirmiyordu.
Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Batılı ırkçılar, ayrımcı bir ideolojiye saplanmış olsalar da, kara cahil kimseler de değillerdi. İçlerinde sanatçılar, yazarlar, sosyal bilimciler, felsefeciler vardı. (Mesela Martin Heidegger bir Nazi Partisi üyesiydi.) Dahası, üstün ırk düşüncesi Nietzsche, Yahudi düşmanlığı ise Martin Luther gibi dünyayı etkilemiş ciddi fikir adamlarının metinlerine de dayanan bir süreklilik içerisinde ortaya çıkmıştı. Yani ortada asırlarca geriye giden köklü bir tarihi arkaplan da vardı.
Buna karşılık, Türkiye’de kendilerine beyaz Türk diyen ve başkalarını aşağılamayı meslek edinen insanların içinde dünyayı etkilemek bir yana, ciddi bir birikime sahip olan pek kimse dahi yok gibi. Aslında bu durum, gözler önünde olduğu halde çoğu zaman fark edilmeyen basit bir gerçeği tek başına ifşa ediyor: Beyaz Türkler aslında öykündükleri beyaz Batılıların ucuz bir kopyası durumundalar. Yani “beyaz Türk” dediğimizde, Türkiye’nin düşünen kesimini değil, bizzat özgür düşüncenin karşısında cephe alan, “şartlar” gerektirdiğinde Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Atilla Yayla gibi insanları hedef göstermekten dahi geri durmayan bir tipolojiden söz ediyoruz. Başkalarına “bidon kafa” diye hakaret ederken, anagramlardan analiz devşiren, “Cumhuriyet’in ‘Seks’eninci Yılı” gibi tespitlerde bulunan yazıları ciddi ciddi yazabilen ve karşılığında “Büyük Yazar” diye takdir ve ilgi görebilen insanlar bunlar. Bir asırdır, beyaz olduklarına inanmak ve bizi de inandırmak istiyorlar.
Onlar hakkındaki en iyi hükmü, ABD’de beyaz ırkın cahil kesimi için kullanılan “beyaz çöp” (white trash) ifadesine atıfta bulunarak Perihan Mağden vermişti: “Ben bunların siyasi olarak da “white trash” kültürünü ürettiklerini düşünüyorum. Bunlar kendilerini çok üst orta sınıf olarak farz etmemizi istiyorlar. … Ait olmadıkları bir sınıfı pazarlamak için başı gözü dağıttılar. … bunlar ‘white trash’ kültürünü Türkiye’ye taşımaya çalıştılar ve işte “bu laiktir, biz güzeliz, biz beyazız” diyorlar. Hayır siz beyaz değilsiniz siz ‘white’ değilsiniz siz ‘white trash’sınız.”
Hadise budur.
İnsan Neden Beyaz Olmak İster?
Pamuk Prenses masalındaki kraliçe, sihirli aynasının karşısına geçerek “Ayna ayna söyle bana, en güzel kim bu dünyada?” diye sorar. Almak istediği cevabın, “Sizsiniz kraliçem” olduğu malumdur. Zira insanlar başkalarınca övülmek, takdir edilmek ve neticede bir şekilde kendilerini önemli hissetmek isterler. Kendilerini içten içe değersiz hissettikleri zamanlarda, başkalarının takdirlerine olan ihtiyaçları daha da artar. Tabii bu bir parça problemli bir durumdur. Çünkü, kişinin kendisinde hissettiği bir eksikliği başkalarından gördüğü ilgi ve beğeni ile kapatmaya çalışması pek anlamlı değildir. Dahası, böyle bir çaba, (diğer zararlarının yanı sıra) insanı kimliksizleştirir. Çünkü asıl derdi başkalarının dünyasında makbul bir yer edinmek olan bir insan, davranışlarında öncelikle başkalarının düşüncelerini ölçü alacağından, zamanla kendisi olmaktan uzaklaşır. Zaten masaldaki “güzel” kraliçenin sürekli aynadan teyit almaya ihtiyaç hissetmesinin nedeni de budur.
Bu duruma gelmiş olan bir insan tehlikelidir; ne yapacağı belli olmaz. Örneğin, masaldaki kraliçe, aynadan korktuğu cevabı alınca, öfkeden deliye döner ve Pamuk Prenses’i öldürmek ister. Kendisini önemli hissetmek isteyen insanlar da böyledir. Onlar da benzeri amaçlar uğruna olmadık işler yaparlar. Bu olmadık işlerden biri, herhangi bir etik sorgulama yapmadan, itibar gören insanlarla aynı yerde durmaya çalışmaktır.
Sosyal psikoloji alanındaki kimi çalışmalar, bu konuda bazı ipuçları sunar. Mesela sosyal kimlik teorisine göre, insan, kendisi hakkında olumlu düşüncelere sahip olma istek ve eğiliminde olan bir varlıktır. Bu nedenle de, mensubu bulunduğu gruplara olumlu özellikler atfetmek ya da sosyal statüsü yüksek olan gruplara girmeye çalışmak gibi davranışlar sergiler. Çünkü, insan, muteber bir grubun kimliğini taşımanın, ayrıcalık hissini de beraberinde getireceğinin farkındadır.
Ancak böyle bir çaba da problemsiz değildir. Şöyle ki, itibar arayışının birincil amacı, ego tatminidir. Erdem, denklemin dışındadır. Dolayısıyla, kişiye itibar kazandıracak olan grubun erdemli bir amaca hizmet etmesi ya da erdemli insanlardan müteşekkil olması gerekmez. Zaten tam da bu yüzden, tarih, bir dönem muteber olsa da bugün antipatik bulunan sosyal ve siyasi gruplarla doludur. Bu türden grupların, popülaritelerinin zirvesinde iken çok sayıda insanı cezbedebilmiş olması bu nedenle şaşırtıcı değildir.
Peki ya Türkiye özelinde durum nedir?
Türkiye’ye ve ülkenin tarihine baktığımızda, insanların itibar arayışıyla edinmek istedikleri grup kimliğinin uzun bir süredir hep Batılı hayat tarzı ile bir şekilde ilişkili olageldiğini görüyoruz. Bu, başarılı olanın taklit edilmesi ile ilgili olan anlaşılabilir bir durum. Bu nedenle de, başlangıcının Osmanlı’nın gerileme yıllarına denk gelmesi şaşırtıcı değil. Yani, hakim kanının aksine, Batılılaşma dediğimizde, kökleri Cumhuriyet’ten çok daha öncesine dayanan, aşağı yukarı 300 senedir sürmekte olan uzun bir süreçten söz ediyoruz. Mesela, Fatma K. Barbarosoğlu’nun Moda ve Zihniyet adlı kitabındaki harikulade örneklerden de görülebileceği gibi, II. Abdülhamid dönemi (1876) ve sonrasına gelindiğinde Batı kültürüne ait öğe ve pratikler giyim kuşamdan ev dekorasyonuna kadar pek çok alanda hayatın içine girmiş ve birer statü aracı haline gelmişti.
Batılılaşma konusunda Cumhuriyet’in yaptığı ise, zaten yaşanmakta olan bir kültürel değişimi devlet eliyle körüklemeye çalışmak ve Batılı hayat tarzını benimsemeyi makbul vatandaş olmanın temel kriteri olarak dayatmak oldu. Devletin hayatın her alanına (Meşrutiyet Dönemi’nde olduğundan çok daha ileri bir seviyede) hakim olduğu bu yeni dönemde kimlerin adam yerine konup kimlerin dışlanacağı, halka fazlasıyla belli edilmişti. Bir başka deyişle, halihazırda Batı karşısında kendisini zaten ezik hisseden bir halkın önünde “adam olma” adına başka bir açık kapı bırakılmamıştı.
Bu şartlar altında, Atatürkçülüğe angaje olmak, takdir görmenin ve kendini önemli hissetmenin yeni (ve tek) aracı haline geldi. Cumhuriyet’in okullarında eğitilen öğrencilerin ağızlarından dökülen “Şapka giydik, gülünç olmaktan kurtulduk” gibi cümleler, bu dönemin ürettiği yeni insan tipinin duyduğu derin itibar kaygısının ve bu kaygıyı gidermeye karşılık gelen Batılılaşma çabasının bir özeti olarak görülebilir.
Cumhuriyet tarihine damgasını vuran bu tipoloji, hala son derece canlıdır. O günlerin “asri” insanlarının ardılları, artık kendilerini “beyaz Türkler” olarak nitelendiriyorlar. Ancak ne var ki, o günün Batısı ile bugünün Batısı aynı olmadığı gibi, o günün makbul değerleri ile bugününkiler de aynı değil. Bu nedenle, Atatürkçü hayat tarzı da, Atatürkçülüğün bizzat kendisi de, günümüzde bir insanın ciddiye alınması adına artık geçer akçe değil.
Bu gerçekle karşılaşan beyaz Türkler, sihirli aynadan umduğu cevabı alamayan kraliçeyi hatırlatan tavır ve davranışlar sergiliyorlar. Ayna onlara çirkin olduklarını söylüyor. Onlara, eleştirilmesine bile tahammül edemedikleri ideologlarının, Kürtlere, gayrimüslimlere, dindar müslümanlara karşı işledikleri insanlık suçlarını gösteriyor. Ezilenin karşısında ezenin yanında durarak iyi olunamayacağını söylüyor. Ama onlar bunları duyunca, aynaya kulak vermek yerine giderek daha da öfkeleniyorlar.


14 Eylül 2012 Cuma

Musul’u Alan Afyon’u Da Alamaz Mıydı? - Serdar Kaya


Lozan Anlaşması, Türkiye-Irak sınırının nereden geçeceği konusu karara bağlanmadan imzalanmıştır. Anlaşmanın üçüncü maddesi, sınırın Britanya ile Türkiye arasında yapılacak görüşmeler sonucunda dokuz ay içinde belirleneceğini, tarafların bir uzlaşmaya varamaması durumunda ise, konunun Milletler Cemiyeti konseyine intikal edeceğini söyler.
Lozan’dan böyle bir sonucun çıkmış olmasının nedeni, görüşmeler esnasında ne Türklerin ne de İngilizlerin Musul konusunda geri adım atmaya yanaşmamış olmalarıdır. Hatta, İngilizler, Musul konusunda taviz vermeyeceklerini net bir şekilde ifade etmişler, işin o noktaya gelmesi durumunda Musul için savaşmaktan çekinmeyeceklerini dahi söylemişlerdir!
19 Mayıs 1924 tarihinde (yani Lozan’dan 10 ay sonra), Britanya ve Türkiye heyetleri Musul konusunu görüşmek üzere İstanbul’da bir araya gelir. Ancak görüşmeler sonrasında taraflar herhangi bir uzlaşıya varamazlar. Bu nedenle de, konu, (Lozan’da belirlendiği üzere) Milletler Cemiyeti konseyine intikal eder.
Milletler Cemiyeti’ndeki gelişmeler, (o tarihte henüz cemiyete üye dahi olmayan) Türkiye’nin lehine olmaz. Bir yıldan fazla süren müzakerelerin ve ilgili bürokratik sürecin sonucunda, 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanır. Türkiye, Musul’u vermeyi kabul etmiştir. Anlaşma, Türkiye’ye 25 yıl süreyle Musul’un petrol gelirlerinden %10 pay alma hakkı tanımış, ancak müteakip yıllarda Türkiye’nin bu miktarı tam olarak tahsil etmesi dahi mümkün olmamıştır.
Başka Türlü Olabilir Miydi?
TBMM, Lozan’ı onayladıktan (takriben) altı ay sonra, hilafeti kaldırdı. Hilafetin kaldırılması, ülkenin doğusunu Ankara’dan (ve bir ölçüde de, ülkenin geri kalanından) uzaklaştırdı. Ortaya çıkan en büyük tepki, Şeyh Sait İsyanı oldu. On binden fazla insanın katıldığı isyanı, devlet iki ay boyunca bastıramadı. (Müteakip yıllarda da isyanlar sona ermedi. Mustafa Kemal’in ölümüne dek Kürt isyanı yaşanmayan tek bir yıl bile olmadı.)
Musul müzakereleri, böyle bir atmosferde gerçekleşti. Türkiye, Musul için İngilizlerle savaşmayı zaten göze alamazdı. Ama artık kendi sınırları içinde düzeni sağlamakta dahi zorlanan bir devlet için böyle bir savaş hepten düşünülemez hale gelmişti. Dolayısıyla, başından beri Musul konusundaki tavrını açıkça ortaya koymuş olan Britanya “Vermiyorum” dediği müddetçe, Türkiye’nin Musul’u alabilmesi pek mümkün değildi. Bu nedenle,Mustafa Kemal’i (ya da TBMM’yi) Musul’u verdiği (ya da İngilizlerden alamadığı) için suçlamak çok makul değil. Bu türden suçlamalarda bulunanlar, gerçek dışı bir anlatıyla Mustafa Kemal’i bir tür süpermen olarak sunanlarla aynı noktada buluşuyorlar.
Mustafa Kemal Musul’u alamadı, çünkü alamazdı. Dahası, İngilizler Musul dışında bazı yerleri isteselerdi, Musul’u olduğu gibi oraları da baştan işgal ederlerdi – ve sonrasında, ne Mustafa Kemal ne de başkası onları oradan çıkaramazdı.
Resmi söylem, Mustafa Kemal’in şahsı etrafında inşa ettiği lider kültünü güçlü kılabilme adına bu gibi gerçekleri halktan gizler. Zira, içinde Musul’un bulunduğu bir tabloyu “yedi düveli dize getirmek” olarak nitelendirebilmek pek mümkün değildir.
Toprak Var, Toprak Var…
Britanya’nın zengin petrol kaynakları nedeniyle Musul’u istemesi (ve alması), Türkiye’den neden başka yerleri istemediğini (ve almadığını) da ortaya koyar. Zira, (Türkiye’deki hakim kanının aksine) bir toprağın arzulanması için, herhangi bir toprak parçası olmanın ötesinde bazı özelliklere sahip olması gerekir.
Ne var ki, 1699 ile 1926 yılları arasında sürekli toprak kaybetmiş olmanın ezikliğini bugün dahi yaşayan Türkiye halkı, bu gerçeğe karşı bir parça körleşmiş gibidir. Bütün dünyanın gözünün Türkiye’de olduğu ya da Sevr’de Anadolu’nun paylaşıldığı gibi iddialara halkın bugün dahi inanabiliyor olmasını mümkün kılan da budur.
Böyle iddialar karşısında İngilizlerin (sözgelimi) Afyon’u alıp da ne yapacaklarını sormak, Türkiye’de pek kimsenin aklına gelmez. İngilizler Afyon’u alıp oradaki Türkleri idare mi edeceklerdir? Yoksa oradaki bütün Türkleri öldürecek (ya da sürecek) ve ardından şehre İngilizleri mi yerleştireceklerdir? Böyle tuhaf bir şey yapmak ne işlerine yarayacaktır?
Resmi söylemin gerekirse bir karış toprak için dahi ölmeyi telkin ettiği insanlar, bu denli basit soruları dahi soramaz hale gelmişlerdir – ki insanlara bundan daha büyük bir kötülük yapmak zordur.
Bir Soru
İngilizler, TBMM’nin Lozan’ı onaylamasının ardından İstanbul’u terk ettiler. Ama o tarihte aynı zamanda Musul’da da bulunuyorlardı ve Musul henüz Türkiye’den ayrılmış değildi. Bu durumda, İngilizler geldikleri gibi gitmiş oluyorlar mı?

7 Eylül 2012 Cuma

Kraliçe ve Padişah - Serdar Kaya


"Halkçıyım" Diyenden Korkacaksın! 
Bir ülkenin resmi adında yer alan ifadeler, çoğu zaman o ülke hakkındaki gerçekleri yansıtmaz. Geçen Pazarki yazı bu konuya değiniyordu. Ancak o yazıyı yazmadan önce konu hakkında yapılmış sistemli bir araştırma bulunup bulunmadığını merak etmiş ve internet üzerinde yaptığım küçük bir aramadan sonra Carnegie Mellon Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Brendan O’Connor’ın 2007 yılında blogunda yayınladığı basit ama ilginç çalışmayı görmüştüm.
Geçen haftaki yazıda verdiğim bilgiler, O’Connor’ın çalışmasını 2011 rakamları ile tekrarladıktan sonra elde ettiğim sonuçlara dayanıyordu. Konunun diğer detayları ise aşağıda.
Özgürlük ve Ülke İsimleri
Günümüz ülkelerinin resmi adlarında herhangi bir rejime atıfta bulunan altı farklı ifade bulunuyor: cumhuriyetdemokratik,halkçıİslamikrallık ve sosyalist. Peki resmi adlarında bu ifadelerin yer aldığı ülkeler özgürlük konusunda ne durumda? Mesela resmi adı demokrasiye atıfta bulunan ülkeler diğerlerine göre daha mı demokratik? Ya da monarşik isimlere sahip olanlar daha mı otoriter?
Her yıl Freedom House tarafından yayınlanan Freedom of the World raporuna bakarak bu konuda bir fikir edinmek mümkün. Dünya üzerindeki bütün ülkelere siyasi haklar ile sivil özgürlükler konusunda 1 ila 7 arasında bir demokrasi skoru veren rapor, bu skorlar doğrultusunda ülkeleri “özgür”, “kısmen özgür” ve “özgür değil” olmak üzere üç grupta kategorize ediyor.
Krallık Gibisi Yok!
Freedom House’un 2011 yılı raporu ülke resmi adları bazında tasnif edildiğinde, özgürlük ortalaması en yüksek olan ülke kategorisinin krallıklar olduğu görülüyor. Krallıkların özgürlük ortalaması, dünya ortalamasına çok yakın. Bunun nedeni, hem dünyanın en özgür ülkeleri arasında olan Avrupa krallıklarının hem de dünyanın çeşitli yerlerindeki diktatörlüklerin aynı kategoride yer alması.
Cumhuriyetlerin özgürlük ortalaması ise, (krallıklara göre bir parça daha düşük olsa da) yine dünya ortalamasına yakın. Ancak cumhuriyetler, krallıklara nisbeten daha geniş ve eşit bir dağılıma sahip. Yani “özgür”, “kısmen özgür” ve “özgür değil” kategorilerinin her birinde ciddi oranda cumhuriyete rastlamak mümkün. Dolayısıyla da, bir ülkenin isminde “cumhuriyet” ifadesinin yer aldığını bilmek, bize o ülkedeki muhtemel özgürlük seviyesi hakkında çok fazla fikir vermiyor.
Tabii aynı şey krallıklar için de geçerli. Yani bir ülkede monarşinin varolması da özgürlük seviyesi üzerinde belirleyici değil. Başka yerlerde olduğu gibi krallıklarda da belirleyici olan, hukukun üstünlüğü ve demokrasi. Bu nedenle de, anayasal monarşi ile mutlak monarşi arasındaki ayrım çok önemli.
Diğer dört kategoride yer alan ülkelerin özgürlük seviyesi ise, dünya ortalamasından belirgin bir şekilde daha düşük. Mesela, resmi adında “demokrasi”ye yer veren dokuz ülkenin beşi “özgür değil” iken, üçü “kısmen özgür”. Bu ülkeler arasında “özgür” kategorisinde yer alan tek ülke, Batı Afrika açıklarındakiSao Tome ve Principe Demokratik Cumhuriyeti.
İsminde İslam dinine atıfta bulunan dört ülkeden Pakistan “kısmen özgür” iken, Moritanya, Afganistan ve İran “özgür değil”. Bu kategoride özgür bir ülke bulunmuyor. (Resmi adında “İslam” ifadesi geçmediği için bu çalışmada incelenmeyen, ama müslüman bir nüfusa sahip olan ülkeler içerisinde sadece Endonezya “özgür” kategorisinde yer alıyor. Türkiye ve Senegal ise “kısmen özgür” ülkeler arasında. Yani Türkiye’de yaygın olan “Türkiye’nin dünyadaki tek müslüman demokrasi olduğu” argümanı gerçeği yansıtmıyor.)
Sosyalist üç ülkenin üçü de “özgür değil” kategorisinde. Ancak dünyada, resmi adında sosyalizm ifadesi yer almasa da anayasası sosyalizme atıfta bulunan Nepal ve Bangladeş gibi “kısmen özgür” ülkeler de var.
Son olarak, halkı en az özgür olan ülkeler, halkçı olduğunu iddia edenler! Bu kategoride özgür bir ülke yer almadığı gibi, özgürlük skorları da minimuma yakın seviyede. Galiba Türkiye’de olduğu gibi dünyada da kural aynı: “Halkçıyım” diyenden korkmak gerek!
Merak edenler için çalışmanın diğer detayları şurada.
Sonsöz
Bu sonuçlara bakınca insan, “İyi ki 1923′te sadece ‘cumhuriyet’ ilan etmişler” demeden edemiyor. Eğer “cumhuriyet” ile yetinmeyip Kuzey Kore gibi “demokratik halk cumhuriyeti” falan ilan etseler, kim bilir halimiz nice olurdu…

Kraliçe ve Padişah

Kanada’daki üniversitemizde öğrencilere zaman zaman KraliçeII. Elizabeth‘i soruyoruz… Malum, II. Elizabeth, halen Kanada’nın da içlerinde bulunduğu 16 ülkenin kraliçesi. Dolayısıyla da, Kanada devletinin başında bir cumhurbaşkanı değil, kraliçenin temsilcisi olan bir Umumi Vali (governor general) bulunuyor. Zira pek çok Batı ülkesi gibi Kanada da bir anayasal monarşi. Ve yine pek çok Batı ülkesi gibi, aynı zamanda günümüz dünyasının en ileri demokrasilerinden biri.
Kanada ileri bir demokrasi olduğu için, bizler de öğrencilere özgür bir şekilde, “Sizce Kanada Kraliçe’ye bağlı kalmaya devam etmeli mi? Yoksa tam bağımsızlığını mı ilan etmeli?” gibi sorular sorabiliyoruz. Onlar da bize ne düşünüyorlarsa söyleyebiliyorlar.
Herhalde ne demek istediğim anlaşılmıştır: Bizler aramızdan çoktan ayrılmış olan bir siyasi liderin ilkelerini terk etmeyi onlarca yıldan sonra bile hala korka korka teklif edebilirken, onlar hayatta olan, hükmü halen süren ve 300 yıllık köklü bir gelenekten gelen kraliçelerine bağlılıklarını sona erdirme konusunu özgürce ve sakince tartışabiliyorlar.
Söz konusu tartışmanın “kraliçe yanlıları” ile “kraliçe karşıtları” gibi herşeyi siyah ve beyazlardan ibaret gören iki grup arasında gerçekleşmiyor olması da ayrıca önemli. Şöyle ki, öğrencilerin bir kısmı, Kanada’nın kraliyet ailesine artık ihtiyacı olmadığını ve devletin başında bundan böyle Kanada içinden birinin de bulunabileceğini ifade ederken, diğerleri ise, kraliyet ailesinin temsil ettiği köklü siyasi geleneğin önemini (convention) vurguluyor. Ancak her iki tarafta bulunanlar da, ekseriyetle karşı tarafın argümanlarındaki doğruluk payını takdir etmekten çekinmiyor.
Siyasi Gelenek
Kraliçe söz konusu olduğunda siyasi gelenek vurgusu yapanlar, bir noktada illa ki, “Kraliçe olmasa da bir başkası aynı görevi yerine getirecek. Öyleyse zaten tanıyıp güvendiğimiz kraliçenin devletin başında bulunmasının ne mahsuru var?” şeklinde bir argümanı da dile getiriyorlar. Bu argüman, bir yönüyle gayet muhafazakar. Ancak diğer yandan da, hem yerleşik kurumların ve onlara atfedilen mananın önemini vurguluyor, hem de işlevselliğe atıfta bulunuyor olması itibariyle son derece gerçekçi.
Şöyle ki, bizler alışageldiğimiz için çoğu zaman yadırgamasak da, sistemin içindeki pek çok kurum ve uygulama, aslında etiği tartışılmaya müsait olan çok sayıda öğe barındırır. Örneğin, “seçim yapmak” ve “oyları saymak” gibi sistemin en temel uygulamaları dahi, sorgulanmaya epey müsait olan kimi varsayımlar üzerine kuruludur. (Mesela, Etyen Mahçupyan, liberalizm eleştirilerinde bu konularda önemli sorgulamalar yapar.)
Benzeri sayısız örnekten bir diğeri de cumhurbaşkanlığı makamıdır. Bizler, hükümetin başında zaten seçilmiş bir liderin bulunduğu pek çok ülkede aynı zamanda bir de devleti temsil ettiği söylenen ve sembolik ve seremonik bir görev ifa eden bir cumhurbaşkanının varlığını öyle alışageldiğimiz içinyadırgamayız. Ancak, bu makam kendiliğinden değil, bir süreç sonrasında ortaya çıkmıştır ve büyük ölçüde saltanat/kraliyet makamından mülhemdir.
Özetle, geçmişi terk etmek zannedildiği kadar kolay değildir. Dahası, bugün yaşanan sorunlar, büyük ölçüde, geçmişten bugüne yaşanan değişimin ne şekilde ortaya çıktığı ile ilgilidir.
Padişah ve Travma
Padişahlar ya da padişahlık makamı söz konusu olduğunda Türkiye’de sakin ve nitelikli bir tartışma yürütmek zordur. Zira tepkiler duygusal, hatta histeriktir. “Padişah” kelimesi telaffuz edildiği an, kimileri şartlı refleks sergileyerek derhal burnundan solumaya başlarken, kimi diğerleri de savunma psikolojisi içerisine girer. Dolayısıyla, değil fikir alışverişi, sağlıklı bir tartışma dahi yaşanamaz.
İnsanların birbirleriyle sakin bir şekilde konuşabilmelerine dahi izin vermeyen böylesine çatışmacı bir siyasi kültürün oluşmuş olmasında, ülkenin siyasi dönüşümlerinin hep cebir ile gerçekleştirilmiş (ya da engellenmiş) olmasının payının olmadığını söylemek zordur. Bu siyasi kültürün izini, III. Selimsuikastinden (sözgelimi) 27 Mayıs‘a ve bugüne dek uzanan uzun bir hat üzerinde sürebilmek mümkündür. Bu tarihi tecrübelerin her biri, ayrı travmalar doğurmuştur.
Spesifik olarak padişahlığın bu denli hassas bir konu haline gelmiş olması ise, herşeyden önce, halkın önemli bir kesiminin saltanatın kaldırılış şeklini içine sindirememiş olması ile ilgilidir. Bu, Batıdaki monarşi tecrübelerinden çok farklıdır. Örneğin, Avustralya’da 1999 yılında yapılan referandumda halkın %54,4′ü ülkenin Kraliçe II. Elizabeth’e bağlılığının sürmesi yönünde oy kullandı. Tabii söz konusu referandumda daha farklı bir sonuç da elde edilebilirdi. Ama her iki durumda da, bu, Türkiye tecrübesinden çok farklı olurdu.
Sonsöz
Bizim son padişahımız VI. Mehmed‘di. VI. Mehmed, sürgün edildikten dört yıl sonra 1926 yılında İtalya’da yokluk içinde öldü. Cenazesi günlerce kaldırılamadı. Kendisi şu an Şam’da gömülüdür. Kanadalılar, II. Elizabeth hakkında özgürce ve sakince konuşabilirler. Ama biz, bunca yıl sonra bile VI. Mehmed hakkında rahatça konuşamayız.