İskender Pala etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İskender Pala etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Kiloları değil kemalimizi artıralım-İskender Pala

Kiloları değil kemalimizi artıralım

Bir dalın dikeni de gülü de aynı topraktan ve sudan gıda alarak büyüyor. Aldıkları gıda birine diken özelliği kazandırırken diğerine güzel renkler, güzel kokular, kadife dokunuşlar veriyor. Denizde inci yapan istiridyeler de, kış uykusundan uyanan yılanlar da nisan yağmurlarından nasipleniyorlar. Yağmur taneleri birinde parlak inciye dönüşürken diğerinde zehir kesiliyor. Soru şu: Gül mü olmak istiyoruz, diken mi? İnci mi isteriz zehir mi?
 “Efendiler Efendisi buyuruyor: “Açlık, Allah’ın sıddıklarına ziyafetidir.” Dikkat buyurun, “sıddık” deniliyor. Demek ki açlığa hükmedebildiğimiz ölçüde, bizzat  hazine değerindeki bir sıfatımız olacak: Sıddık!..  

Hoş geldin Sultanım!-İskender Pala

Hoş geldin Sultanım!

Yıllar yılıydı… Kutlu zamanların saadet çağıydı... İnsanlık sancıdan, insanlar acıdan kurtulmadaydılar birer birer…
Yaratılanların en şereflisine ayların en şereflisi verilmişti. Şifa diye, gufranımız, bağışlanmamız için; vefa diye biraz da aşkın ateşine yanmamız için… Yıllar yılıydı… Zaman akmıştı ve sevgililerin en sevgilisine ayların en sevgilisi verilmişti. Kardeşliğimizi hatırlayalım, küskünsek barışalım diye; yoksula yardım edip meleklere karışalım diye…  Yıllar yılıydı… Zamanlar akmış ve güzeller güzeline ayların en güzeli verilmişti. Selamımız salavatımız olsun diye; kurtuluşumuz beratımız olsun diye… Çoban çeşmeleri gibi yolumuza rahmet rahmet akmak üzere; aramızdan kini ve nefreti süpürüp atmak üzere… İşte o geldi, manevi susuzlukların ırmak olduğu günlerimize; o geldi, bin kerre rahmete susamış gönüllerimize. Bir sultan gibi; bir ferman gibi, Rahmet rahmet üzerimize yağmak için; hasret hasret ufkumuza doğmak için o geldi.

Uzak ülke- İskender Pala

Uzak ülke

Bir zamanlar … diye bir yer vardı. Yine var, ama artık o benim bildiğim … değil. Orada insan uçsuz bucaksız bahçelerin içinde neler görürdü neler. Hatırımda kaldığına göre ağızda eriyen dutlar, dudaklara değer değmez çatlayan iri çavuş üzümleri, kütür kütür erikler, top gibi yarma şeftaliler olurdu. İneklerini sağan kadınların sütü köpüklenmiş bozaya benzettiklerini, çayır çimen gezen besili kazları hindi niyetine güttüklerini hatırlarım mesela. Yoncalar biçildiğinde buram buram tabiat kokar, domatesler tarlayı dalga dalga ıtırlandırır, çağıl çağıl akan ırmağın kıyısında gölgeler, koylar ve asude zamanlara yansımış hasretlikler olurdu. Su pınarının başında komşu kadınlar buluşur, söyleşir, gençleri çekiştirir, birbirilerine yakıştırırlardı.

Vasiyet ölüm getirmez - İskender Pala

Vasiyet ölüm getirmez

Doğrudur, “Vasiyet ölüm getirmez”, lakin hüzün getirir. Yürek yakan vasiyetler vardır mesela, yahut geride kalanların halini, onların ölüyü nasıl anacaklarını düşündüren vasiyetler?
Gidenlerin ardından kalan sözler, insanların ölüyü anarken kullandıkları sıfatlar, iyi kötü dualar… Gidenlerin söyledikleri… Gitmeden dünyaya söylenecek son sözler… Giderken söylenen sözler ve geride kalanlar için tembih sözleri…  Herkes Yunus değil ki,

Haram ile helal - İskender Pala

Haram ile helal

Seherde aç havalanıp akşama tok dönen kuşları düşündüğünüz olur mu hiç?
Tarladan mahsul alabilmek için tohum eken elleri? Meyve devşirmek üzere ağaca uzanan kolları? Ağını dolu çıkarmak için düğümlerini bağlayanların emekleri ve arıların damla damla ballarına kucak açan petekleri? Ya bir lokma uğruna terleyen alınlar ve evine ekmek götürmek için çırpınan canlar? Maksat için yürünen yollar, geçim derdiyle boyun eğilen kullar?
    Rızık… Ah rızık!.. Elhazer haramdan ve illa helalden…
    Soru şu: Haramdan mıdır rızkımız, helalden mi?.. Ekmeğimiz sağlam mıdır, şüpheli elden mi? Hani alırken yığın yığın, bütün bütün de; hesabı doğru mu çocuğumuza içirdiğimiz sütün? Rızkımızda masum musunuz, değil mi; şeker mi çiğnemekteyiz, kil mi?

Sabır, sebat, sebatkârlık-İskender Pala

Sabır, sebat, sebatkârlık

Bekir Sıtkı Erdoğan’ın güftesiyle ne güzel bir türküdür: “Dağlar taşlar şu hasretlik derdinde/Sabır sebat etmez gönül yurdunda …”
Gönül bu, sabır ve sebat istemez. Peki hiç sorduk mu hangisini istemeli? Sabır mı iyidir, sebat mı?
    Doğrusu kalıp halinde (sabr u sebat) kullanılırken her iki kelime de sanki anlamdaş veya yakın anlamlı gibi duruyor. Sabrın, “katlanılması zor olan olumsuz haller (sıkıntı, acı, hastalık vb.) için gösterilen tahammül gücü”nü anlattığını ve tasavvufta önemli bir düstur olduğunu biliriz. Hani gönüller sultanı Cüneyd der ya; “Sabır, yüzünü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmektir cancağızım.”

13 Haziran 2013 Perşembe

Ekmaamızı yiyem! İskender Pala

Bilmem farkında mısınız? Son günlerde insanlar ekmeği tartışır oldular. Beyaz ekmek, kepekli ekmek, has un, unlu mamuller, nişasta, pasta vb. sık sık duyduğumuz kelimeler arasına girdi.
Diyetisyenler, hekimler, sağlıklı beslenme uzmanları, spor meraklıları, alternatif tıp düşkünleri, hepsinin derdi ekmek... Belli yaştan sonra ekmek yememek gerektiğini söyleyenler, günde bir dilime müsaade edenler, kepekli olursa zararsız diyenler vs. vs.    

Şehrin fethi-İskender Pala

İstanbul, Bizans’tan alındığı vakit adı gibi ruhu da Konstantinopol idi. Fatih yeni bir şehrin sahibi olmuştu ama o şehri henüz sahiplenememişti

Genç zihnindeki olgun fikirlere göre bir şehri ele geçirmekle fetih tamamlanmış olmuyordu. Bunun için şehrin ruhunu fethetmek, Konstantinopol olan adını İstanbul diye andırmak gerekiyordu. Bunu başarmanın yolu da ancak o şehre kendi ilmini, kendi sanatını, kendi kültürünü, kendi hayat sistemini, kendi yerleşimini, kendi estetik değerlerini, kendi töresini yansıtmaktan, kısacası oraya bir kimlik vermekten geçiyordu. Fatih medreseleri bunun için kurulmuş ve bize göre asıl fetih o zaman gerçekleşmişti.

4 Mart 2013 Pazartesi

Endülüs’ün harika çocuğu-Endülüslü uçan adam-Endülüslü Robinson Crusoe-Endülüslü aykırı adam-Endülüslü seyyah-Endülüslü astronom-Endülüslü Musa-Endülüslü şair-Endülüslü haritacı-İskender Pala

Endülüs’ün harika çocuğu

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir. Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir.

Kültür ve tarih-İskender Pala


Son yıllarda kültürün önem kazanmasına paralel olarak tarih de sık konuşulanlar arasına girdi. Artık dünya bunun bir moda mı, yoksa popülerleşme mi olduğunu tartışıyor.

13 Şubat 2013 Çarşamba

İskender Pala: Barbaros’un türbedarıydım!/ MURAT TOKAY


11 Şubat 2013 / MURAT TOKAY
Yeni romanı Efsane’de Barbaros Hayreddin Paşa’yı anlatan İskender Pala, kahramanlarını gençlere rol model olabilecek tarihî şahsiyetlerden seçtiğini belirtiyor. “Bu çağın edebî ürünü roman.” diyen Pala, Barbaros’tan sonra İstanbul’un manevi mimarı Eyyûb El Ensarî’yi yazacağını söylüyor.

Yazdıkları yüz binlere ulaşan bir romancı, divan edebiyatını genç nesillere sevdiren bir yazar, akademisyen, kültür adamı… İskender Pala’yı anlatırken isminin önüne birçok vasıf yazabiliriz.  Ama o son yıllarda romancılığı ile öne çıkıyor.  İlk romanı “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk”tan sonra ‘Katre-i Matem’, ‘Şah Sultan’ ve ‘Od’ romanlarını yayımladı. Kitapları çok geniş okur kitlelerine ulaştı. Roman kahramanlarını tarihten seçen İskender Pala, yeni romanı Efsane’de de Barbaros Hayreddin Paşa’yı anlatıyor. Romanın ana çerçevesini 16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartlar, Akdeniz ve çevresinde yaşanan olaylar, Osmanlı’nın Endülüs çağını geri kazanma gayretleri ve bir ‘aşk’ hikâyesi oluşturuyor. Efsane, Barbaros’un anlattıkları çerçevesinde, ait olduğu devrin ruhunu bugüne taşıyor. Pala ile yeni romanını ve romancılığını konuştuk.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Sanat kahvehanesi-İskender Pala


Bir şehrin imarı yüksek binalardan değil yüksek fikirlerden geçer. Asil bir şehrin harcını taş ve çimentoyla değil, ancak  kültür ile karabilirsiniz.

Hacı Bayram dervişin “Nagehan bir şara vardım / Ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi bile yapıldım / Taş u toprak aresinde” dediği noktadır burası ve madde (taş ve toprak) ile mananın (kültür ve iman) cazip ölçülerde harmanlanmasıyla ideal bir şehir meydana getirilebilir. Taş ile toprak arasında şehre ruh katan ve şehirle adeta bütünleşen, taşa toprağa anlam veren ise insanlar ile o insanların gönüllerinden yansıyan eserlerdir. Tarih ve kültür zengini hangi şehre baksanız o şehri anlatan, konuşan, yorumlayan sanatçılarla karşılaşırsınız bu yüzden. Kendileri ölüp gitmişlerdir ama eserleri ve ruhaniyetleri oradadır. Paris’i Paris yapan, yalnızca Haussmann’ın mimari tasarımı değil, ondan daha ziyade Zola veya Hugo’nun, Baudelaire yahut Malerme’nin, haydi diyelim Verlaine veya Maupassant’ın kelimeleri; Charpentier, Debussy yahut Bizet’nin ezgileri, belki biraz da Duffy, Sisley, Monet, veya van Mour’un fırça darbeleridir. Çünkü şehirler ancak sanatçısıyla yaşar ve sanatçı ancak kendi dil ve katmanında konuşanlar arasında gelişerek eserini üst katmanda üretebilir.

28 Aralık 2012 Cuma

Kalbin anlamı -İskender Pala


Dilin genel anlamlı kelimeleri vardır; mecaz-ı mürsel yoluyla dışı söyleyip içi anlatır ve zihinde katmanlar halinde sıralanır. “Göz” kelimesini ele alalım: İlk bakışta kirpikler arasında yer alan organımız olduğunu söyleyebiliriz.

Lakin onu tanımlarken kirpiklerden hiç bahsetmez, bir beyazlık ile onun ortasındaki siyahlığı (veya başka rengi) anlarız.  Göz kelimesine görme eylemini yüklediğimizde ise yalnızca gözün içindeki yuvarlaktan (gözbebeği) bahsetmiş, beyazlığı zihnimizden çıkarmış oluruz. Daha ileri gidip gözün ışığından bahsettiğimizde artık iris tabakasından dem vuruyoruz demektir. Oysa dilimizde bu dört ayrı anlamı tek kelime ile karşılar, bu dört katmanın tamamını birbiriyle ilintili ve bütün sayarız. Dıştan içe doğru her tanım kendisinden sonra gelen tanımı kuşatır ve sonuçta bütün bu tanım katmanları fiilen görme eylemini gerçekleştiren göz olur.  Hani “ev” deriz de sonra sırasıyla bir evin avlusu, evin binası, evin içindeki yerleşim (misafir odası, mutfak, salon vs.) ile nihayet bu yerleşim içinde kendi oturduğumuz odayı anlarız veya bademden bahsederken önce bademin yeşil kabuğunu, ardından sırasıyla iç kabuğu, bademin içi ve bademin yağını birlikte anmış oluruz. Işıktan bahsedeceğimiz vakit bir kandili anıp sonra sırasıyla kandilin yağ haznesini, haznedeki yağı, yağın içindeki fitili ve fitilin ucundaki alevi kast etmek gibi. Şimdi maksada gelelim; şark milletleri, “kalb” deyince  de onun içinde ve dışındaki tabakaları birlikte anmış olurlar. Tirmizi’nin tasnifine göre[1] bu katmanlar dıştan içe “sadr, kalb, fuad, lüb” şeklinde sıralanmaktadır. Tasavvuf geleneği, sanki fuad yerine gönül, lüb yerine de süveyda kelimelerini tercih etmiş ve insanı  öyle tanımlamıştır. Sırasıyla açalım:

    Sadr kelimesi “göğüs, sine, bağır” gibi anlamlar taşır. Beyin hariç tutulursa insanın hayati organlarının biriktiği bölgedir. Kalbin göğüste yer almasından dolayı da mecaz anlamıyla insanı ifade eder (kalb = insan yahut insan = kalb)  ve “bir şeyin başı, en yüksek yeri, başköşe, başkan, reis (sadrazam)” anlamlarını yüklenir. Sadr, göze göre kirpik,  eve göre avlu, ışığa göre kandil, bademe göre dış kabuk mesabesindedir.  Kuruntu ve tehlikeler kalbe buradan girer. Evdeki asli ihtiyaçların dışındaki şeylerin avluya konulması, kandilin üzerine tozların konması veya badem kabuğunda kurt ve tırtıl yürümesi gibi… En dıştaki bu küçük tehlikeleri önemsiz görmek, sadra  sessizce giren kinlere, nefretlere, arzu ve ihtiraslara aldırış etmemek sayılır ki, ileride bunların kalbi istila etmeleri kaçınılmaz olur.  Sadr, bilginin evidir. Öğrenilen her şey sadırda saklanır (satırda değil). Eğer sadrı korumaz, oraya nefsin yerleşmesine müsaade edersek ihtiraslar ve kinler kalbi esir alır, orada sevgiye ve güzelliklere yer kalmaz.

    Kalb kelimesi maddî anlamıyla (yürek) demek ise de sadırdan sonraki hissediş mekânı olarak göze göre beyazın içindeki kara, eve göre evin binası, bademe göre iç kabuktur... Her türlü hissin bulunduğu, istiflendiği, tasnif edildiği veya harmanlandığı mekân yani.  İnanç, bilgi ve niyetler oradan sadra çıkar. Halka göre hükümdar ne ise, insana göre kalb odur. Kalbin bozuk olması insanın da bozuk olmasına, kalbin düzgün olması insanın da düzgünlüğüne işarettir.  Ev güzel olmalıdır ki oturanlar huzur bulsun, kandil iyi olmalıdır ki ışığı bol olsun, badem sağlıklı olmalıdır ki lezzeti çoğalsın…  

    Gönül kelimesi kalbin manevî yönünü temsil eder. Sevgi ve nefret, iyi ve kötü bütün duyguların kaynaklandığı yerdir.  Aşkın ve sevginin kaynağı burasıdır. Sadr bir göl ise, kalb o göle akan ırmak, gönül de o ırmağın suyu kabul edilebilir. Bu durumda gönül, göze göre gözbebeği veya ona görme eylemini sağlayan güç,  eve göre oda veya ona mekân özelliği kazandıran mesken,  kandile ışık taşıyan fitil yahut bademin zarı sayılır. İnsanın öğrendiği her şey gönle gelir, orada analiz edilir, iyi veya kötülük bilgisi haline dönüşerek insan davranışlarını yönlendirir.

    Süveyda kalbin içinde, kan dolaşımının başlangıç ve bitiş noktasını teşkil eden bir kan damlasıdır ki kalbe ait her şeyin hareket noktasını oluşturur. Bütün tecelliler oradan güç bulur. Kandilin içinde gizlenmiş olan ışık,  gözün içinde var olan nur, evin içinde oturan insan, bademin ise içidir. Yaratıcı ile insan arasındaki bağ süveyda ile sağlanır ve süveyda insandaki yetkinlik ve otoriteyi temsil eder. Aşkın hissedildiği yerdir. Ona insan denen mekanizmanın en makbul, en yetkin ve hassas parçası diyebiliriz. Çünkü insanlığımızın ölçüsü süveydayı kuşatmak üzere kalbimizin içine koyduklarımızın iyilik ve güzelliğiyle doğrudan alakalıdır. Sırlar, inanışlar, sevgiler ve bilgelikler hep süveydadaki aşk için kalbe girerler. Bu kıymetinden dolayıdır ki onu önce rahmani olan gönül, ardından fuad olan kalb, sonra bilgiye hükmeden sadr (göğüs kafesi) ve nihayet kutsal emanet olan insan bedeni sarıp sarmalamıştır. Velhasıl insan süveydadan ibarettir ve insanın aşk üzre yaratıldığını söyleyenler haklıdır.

[1] Beyanü’l-Fark, (trc. Ekrem Demirli, Kalbin Anlamı), Hayy Kitap, İstanbul, 2009, s.15 vd. 

18 Aralık 2012 Salı

Hangi Mevlânâ -İskender Pala


Zannımca iki Mevlânâ vardır. Şems’ten önceki bilgin ve Şems’ten sonraki şeyh.

Şems gelmeden evvel Mevlânâ saygın bir kişidir ama aklını önceleyen bir kimliğin sahibidir. Şems’ten sonra gönlünün peşine takılıp gider.  Onun bu tutumu halkın, bilgin olmasına alıştıkları Mevlânâ’daki değişikliğe bir karşı tavır oluşturmalarıyla sonuçlanır. Dolayısıyla Konya sokaklarını bir akıl ve gönül çatışması sarar. Halk, benimsedikleri bilgin Mevlânâ’dan sorularına cevap, dertlerine çare, yoksulluklarına teselli istemektedir. Oysa gönül adamı Mevlânâ madde eksenli hayata akılcı çözümler üretmek yerine mana iklimlerinde kanat çırpan bir Anka’ya dönmüştür. Halk için yadırgatıcı bir gelişmedir bu ve belli çevrelerden itirazlar başlar.  Şems’in  müdanasız, tekellüfsüz ve  riyadan perdesiz kişiliği de bu itirazların yüksek sesle yapılması için yeterli sebeptir. Söylediklerine göre bir gün ne idüğü belirsiz, siyahlara bürünmüş uzun saçlı bir adam gelmiş, ellerindeki Mevlânâ’yı alıp değiştirivermiştir. Konya, akıl adamı Mevlânâ’nın gönül adamı olmasını kaldıramamış, kutuplaşmalar başlamıştır. Üstelik Moğol istilasının, kuraklıkların, üst üste yaşanan şiddetli kışların ve bozulan insan ilişkilerinin, düşmanlıkların, kinlerin harmanladığı, yoksullukların pençesinde kıvranan ve bu yüzden birkaç kuruş için ölen veya öldüren bir Konya’dır burası. Şems ve Şems’ten sonraki Mevlânâ, iki gönüldaş, böyle bir ortamın mide açlıklarını bırakıp yerine gönül açlıklarını doyurmayı önemsemişlerdir. Yazık ki Konya’daki bozulan düzenin insanları, çözümsüz binbir dertlerinden bıkmışken, bir de bu iki zarif adamın tavırlarını dert edinmişlerdir. İçlerinden hakikati görenler, akıllarının emrettiği maddeyi ve zenginliği elde edemediklerine üzülmeyi bırakıp Mevlânâ’nın vaazlarına ve sohbetlerine koşarak gönüllerini zenginleştirme yoluna gittiler. Bir tür teselli… İşin ilginci, bu teselliyi arayanların sayısı her gün çığ gibi büyüyor,  onun vaaz ettiği camiler dolup taşıyor, sohbet ettiği meclislerde iğne atılsa yere düşmüyordu. Çarşıda, pazarda, sokakta, sarayda artık onun sevgi, dostluk,  gülümseme, hoşgörü gibi erdemleri anlattığı insanın manasını önceleyen anlayışı vardır. Üstelik buna dil, din, ırk, soy veya sosyal statü ayrımlarını karıştırmıyor, “Ne olursan ol” veya “Kim olursan ol yine gel!” diyordu. O kadar ki düşman Moğollar bile kapısına geliyor, kendilerini onun cazibe alanından uzakta tutamıyorlardı.

    On üçüncü yüzyıl Konya’sındaki sancılar günümüz dünyası için de geçerlidir ve sanki insanlık aynı madde ile mana çatışmasını kabuk değiştirmiş olarak yeniden yaşamaktadır: Akıl, moda, sermaye ve lüks bir yanda; gönül, sevgi, gelenek ve yardımlaşma diğer yanda. “Tut, çek, kavra, al, götür” gibi fiiller dillerde, “sev, paylaş, gülümse, elini uzat, dostluk kur” gibi kelimeler lugatların açılmayan sayfalarında. Durmadan maddeyi talep eden ve sahiplenenler (açgözlülük) ile maddeye ulaşamayan veya ulaştırılmayanlar (yoksulluk) arasında üreyen materyalizm bakterileri, dünyayı tedavisi olmayan obezite ile tedavisi önemsenmeyen açlık ölümlerinin pençesine atmış durumda. Sadece bedenler değil, ruhlar da hasta artık. Madde o derece yüksek bir değer ifade etmeye başladı ki mana (gönül, ruh, iman, duygu vb. soyut kavramlar bütünü) unutuldu.  Sonuçta insanlık, sevgisiz ve aşksız bir kalabalığa dönüştü. Oysa mana değeri taşıyan her duygu, her inanış, her tavır, her bakış ancak sevgi ve aşk ile hayat bulur. Mevlânâ’nın aşkı bu derece önemsemesinin ve maddeden kaynaklanan açlıkların (açgözlülüklerin) karşısına mana doygunluklarını koymasının altında yatan sebep bizce budur. O halde Mevlânâ’yı yalnızca Şeb-i Arus (Şeb-i Aruz değil) törenlerinde bir Fatiha ile anmak yetmez; belki kitaplarını okuyarak gidişatımızı gözden geçirmek, onun rehberliğiyle hayatımızın manaya açılan kapılarından girmek gerekir. Çünkü o, eserleriyle, sözleriyle gelip bize tekrar rehber olabilir, bize aşkı yeniden tanıtabilir, yaşatabilir. Değil mi ki bir şiirinde,      “A gönül, satrancı öyle oyna ki, yedi yüz yıl sonra mat diyebilesin!” buyurmuştu...

8 Aralık 2012 Cumartesi

Kâbe'nin yolları -İskender Pala


Geçtiğimiz hafta Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı ile Samanyolu-Mehtap TV'nin müşterek umre organizasyonu vesilesiyle özlediğimiz topraklara kısa bir seyahat gerçekleştirdik. Harem'de olmak hakkında ne diyebilirim?!.. Olun da görün...
* * *

Konumuz Medine'nin ve Mekke'nin hızla değişiyor olması. Özellikle Mekke'de şantiyeler durmadan çalışıyor, şehir başka bir çehreye bürünüyor. Bence geç kalınmış bir dönüşüm. Dünyanın Müslüman olan her yanında, neredeyse her dakika bir hac veya umre başvurusunun yapıldığı şu zamanda Harem'deki tavaf mekanlarının genişletilmesi kaçınılmaz olmuş durumda. Tabii mekansal her iyileştirmenin bir bedeli var. Kâbe çevresindeki bütün iyileştirmeler de tarihen bizi ilgilendirir. Daha önce Ecyad Kalesi'nin göz göre göre buharlaşıp gittiğini hatırlayınız. Şimdiki genişlemede ise Kâbe'yi ilk halkada kuşatan Osmanlı revakları yerinden sökülecek.

Söz konusu revaklar Mimar Sinan'ın planlarına göre yapılmış. Büyük usta, her zamanki zarif mimari anlayışıyla buradaki revakları Kâbe yüksekliğini geçmeyecek şekilde tasarlamış. Planların uygulanması daha sonra (1590) Mimar Mehmet Ağa'ya nasip olmuş. İki usta mimardan, toplam 500 küçük kubbe ile tam bir Osmanlı estetiği.

Şimdi soru şu: Bu yıkıma ne diyeceğiz?

Kâbe'nin çevresindeki ilk yıkımlar Efendiler Efendisi'nden hemen sonra, hicretin on yedinci, ikinci dalga yıkım ise yirmi altıncı yılında yapılmış. Ashab-ı Güzin'den pek çok kişinin evleri Kâbe tavaf alanı olarak ortadan kaldırılmış. Yani ki ihtiyaç olunca Ashab-ı Güzin bu tür yıkımlara hiç itiraz etmemiş. Buna kıyasla denilebilir ki, eğer Kâbe'de tavaf alanı genişleyecek ve hacıların daha kolay ibadet etmeleri sağlanacaksa Osmanlı revaklarının yıkılmasına asla karşı çıkılamaz, çıkılmamalıdır. Her geçen gün hac ve umre talebinin arttığı bir dünyada insanları eziyetten kurtaracak böyle bir girişim ancak şükranla karşılanır. İlla ki bu yıkımda karşı çıkılması gereken bir husus vardır: Hoyratça bir tahrip veya yoz bir anlayış... Suud hükümetinin yapacağı yıkımın henüz nasıl ve ne yöntemle yapılacağı açıklanmadı. Şimdilik ne olacağını bilemiyoruz. Revaklar yıkılıp moloz mu olacaktır? Mermer sütunlar buldozerlerle sökülüp bir kenara mı atılacaktır? Mekke'deki Kâbe Müzesi'nde olduğu gibi birkaçı saklanıp diğerleri kayıp mı olacaktır? Belki de tarihi eser niteliğinde farz edilip usulüne uygun bir yıkım gerçekleşir; bilemiyoruz.

Bana kalırsa, sonunda hayıflanmamak için, Türkiye'nin şu sıralarda devreye girmesi gerekiyor?

Mesela Kültür Bakanlığı uygun bir diplomasi hamlesi yapıp revakların söküm işine maddi-manevi ortak olabilir; her bir parçanın hasarsız sökümünü gerçekleştirebilir. Suud hükümetinin böyle bir teklife menfi yaklaşacağını zannetmiyoruz.

Mesela finans kurumları, holdingler, İTO gibi kurumların sponsorluğunda bu tarih yadigarı hasarsız söktürülüp Türkiye'ye nakliyesi yapılabilir.

Peki Türkiye'ye nakledilip ne olacak derseniz?

Neler olmaz ki!..

Bence bu revaklar söküldüğü biçimde yeniden kurulmalı, kültür mirası olarak saklanmalı, milli park tarzında kültürel maksatlı kullanıma açılmalı veya kültür merkezi yapılmalıdır. İçinde konferans salonu, müze, mabet, gösteri merkezi vb. ruhuna uygun yapıların bulunduğu bir kültür havzası. Hatta içinde kurallara uygun bir düğün salonu bile olabilir. Böyle bir kültür mirasını her nereye kursanız tam bir merkeze dönüşeceğinden şüpheniz olmasın.

Üsküdar'a "Kâbe toprağı" denildiğini ve orada zaten bir Harem (semti, iskelesi, ruhu) olduğunu hepimiz biliriz. Sayın Başkanımız Mustafa Kara'ya duyurulur, belki de bu Harem revakları en ziyade yine Harem semtine ve Üsküdar'a yakışır. Ama mesela ben olsam bu tarih mirasını bir Anadolu şehrine götürür, oradaki hayatın canlanmasına imkan tanırdım. Hani mesela bu vesileyle hemşerilerime de duyurmuş olayım. Uşak Valimiz Özdemir Çakacak ile Uşak Belediye Başkanımız Ali Erdoğan ortak irade beyan etse, Hazim Sesli de sponsor olsa..

18 Kasım 2012 Pazar

Kaya üzerindeki toprak - İskender Pala


Doğu medeniyeti insana fevkalade önem verir. Bir doğulu için insan, et ve kemikten ibaret değildir; belki bir sevgi ve saygı odağıdır. Bir doğulu için insan maddeden ziyade mânâ, dıştan ziyade içtir (Bir ben vardır bende benden içerü).
Bu yüzdendir ki Doğu, yüzyıllarca biriktirdiği anlayıştan insan merkezli bir kültür ve yine insan merkezli bir tefekkür oluşturmuş, insana yatırımı amaç edinen vakıf sistemleri, sosyal kurum ve kuruluşlar, beşeri münasebetler ortaya koymuştur. Cami, çeşme, han, hamam, şifahane, imarethane, daruşşafaka, darulaceze... Hepsi devlet ve millet dayanışmasının neticesi olarak yüzyıllarca yaşamış kurumlar. Öte yandan binek taşları, mola taşları, sadaka taşları, yitik taşları, kuş evleri, hayvan barınakları, sulaklar, yalaklar... Sosyal devlet anlayışının millet eliyle hayata geçirilen biçimi...
Bir düşünün; bu millet daha iki nesil evvel başka bir millet idi sanki. Büyük dedelerimizden biri, bir pazar veya sokak başında, bir kahve veya cami köşesinde, bir topluluk veya cemaat içinde yüzündeki hüzün ve çaresizlik ile kendini gizlemeye çalışan, bir derdi var iken bunu söyleyemediği her halinden belli olan, utancından ve iffetinden dolayı başı yere düşmüş bir kişiyi görse, hiç tanımadığı biri dahi olsa, yanına yaklaşır, belki elini omzuna koyar, sıcak ve sevgi dolu bir sesle, "Arkadaş, galiba bir derdin var, belki sana yardımcı olamayabilirim de, ama hiç olmazsa paylaşırım, biraz ferahlarsın, o her ne ise, anlatmak ister misin?!" kabilinden cümleler sıralar, ona madden veya manen yardım edebilmenin bir yolunu arar, buna mukabil o kişi yine de içini dökemez, derdini söylemeye çekinirdi. Şimdiki zamanda ise işler tamamen tersine dönmüş durumda. Bırakınız tanımadığımız birisini, en yakınlarımızdan bir dost veya akraba, çaresizlikten kıvranarak bize gelecek; gizlice, utanarak ve sıkılarak da olsa bizden bir şey isteyecek veya bir derdini açacak olsa, biz hemen tavır alıyor ve derdinin bizi ilgilendirmediğini yüzüne karşı hem de ithal bir medeniyet kavramıyla "That is your problem!" diyerek anlatıyor, o dostumuzu geri çevirebiliyor, ondan küçük bir yardımı bile kıskanıyoruz. Şimdi düşünelim; nerede iki kuşak önceki zarif adamlar, nerede bizim kabalığımız? Biz nasıl bir millet iken ne hallere düştük? Hayatımızda, örfümüzde, kültürümüzde olması gereken yardımlaşma gibi, sadaka gibi gelenekleri nasıl ortadan kaldırdık ve gerçek ihtiyaç sahiplerini tanımakta, bulmakta, tespit etmekte nasıl sıkıntı çekmeye başladık? Kapımıza gelen, yolumuzu kesen, peşimizden yürüyen bir dilencinin o pervasız isteyişine karşılık hiç sesini çıkaramayan, sesini çıkardığı vakit sesine karşılık bulamayan, karşılık bulursa da daha sonradan başına kakılıp mahcup edilen insanlar nasıl oldu da aramızdan ayrılıp gittiler? Oysa biz onları buldukça, onları yaşattıkça bir millet olacak değil miydik? Biz içimizdeki kimsesizlere, yoksullara, ihtiyaç sahiplerine el uzattıkça bir medeniyetin parçası olacak değil miydik? Herkesin tek başına yaşadığı devasa bir kalabalık olmaktan böyle kurtulup kendi kimliğimizi böyle kazanmayacak mıydık?
Çevrenize bir bakınız, toplum hayrına, insan merkezli, yardımlaşma amaçlı tarihi eser bakımından dünyada hiçbir ülke Türkiye'miz kadar zengin olamaz. Ama hedefimiz, tarihi gururla seyredebilmek mi, yoksa o tarihin güzelliklerini devam ettirebilmek midir? Bunlar bizim anlayışımızın, tarihimizin, sanatımızın, felsefemizin, kimliğimizin, topyekun geleneğimizin temelleridir. Geleneğini (gelene-ek) yitiren bir toplum, millet olmaktan çıkar. Biz gelenekten pek çok şeyi yitirdik, ama çok şükür ki hâlâ o eski medeniyeti yaşatacak, maddeden ziyade mânâya yönelik düşünebilecek, ve mesela fakirin ve yoksulun elinden tutacak bir parça asaletimiz vardır. Bize bu asaleti veren ruh ise Kur'an'dan gelir:
"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lutfu geniştir, O her şeyi bilir.
Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.
Bir tatlı dil, güler yüzle bir karşılık ve kusurları bağışlamak, sonradan gönül inciten, insandaki sadakatin ve kemâlin ifadesi olan sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir, yarattıklarına muhtaç değildir, kudretli, âdil ve müsamahakârdır, fırsatlar ve imkânlar tanır.
Ey iman edenler başa kakarak, yüze vurarak, gönül inciterek imanda sadakatinizin, hayırlarınızın boşa gitmesine sebep olmayın. Allah'a, Allah'a imanın gerektirdiği esaslara ve âhiret gününe inanmayıp da insanlara gösteriş için malını harcayana benzemeyin. Böylelerinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz bir kayaya benzer. Sağanak halinde bir yağmur isabet edince onu çıplak bir kaya haline getirir. Böyle kimseler, yaptıkları iyiliklerden dolayı hiçbir menfaat elde edemezler. (Bakara, 261-264)"
Şimdi soralım:
Yedi başak taşıyan bir dal ve her başağın içine gizlenmiş yüz tane... Yani bire yedi yüz mükâfat, bire yedi yüz bereket! Kim istemez?
Sadaka veren ve başa kakmayan bir mümin!.. Hangimiz?
Bir komşuya hiç tanımadığı halde günaydın demek, bir arkadaş veya akrabaya onu sevdiğini söylemek, insan münasebetlerinde olumlu ve yapıcı davranmak, kısacası tatlı dilli ve güler yüzlü olmak... İşte size sadaka!.. Hem de parayla pulla olmayacak kadar yüksek bir sadaka!.. Kim buna gönüllü?
İnsanlar bizden uzak duracak kadar nobran ve olumsuz bir hayat yaşıyorsak, değil fukaraya yardım, bütün servetimizi de dağıtsak; işte ayet, nihayet kaya üzerinde bir toprak gibi savrulup gideceğiz..

Kur'an - İskender Pala


Arab'ın putperest şâirlerinden Velid bin Mugire, Nahl Sûresi'nin 90. âyetini Peygamberimizden dinlediğinde duygularını şöyle dile getirmişti:
"Vallahi onun okuduğu sözden daha üstün söz olamaz! O, bir nurdur. O'nun öyle bir tatlılığı var ki, sanki kökü çok verimli toprakta, bol sulu bahçelerde, yükselen dalları etrafa gür salkımlı bir hurma ağacı O. Çünkü O, öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki..."
Vaktiyle bir Arap şairi de, bir sayfa yazıda bütün edebî sanat inceliklerini göstermiş ve konu bütünlüğünü bozmayacak şekilde metnin arasına bir hadîs-i şerif ve bir de ayet-i kerime yerleştirmiş. İslâm'dan ve Kur'an'dan haberi bulunmayan, ama Arabî bilgisi kuvvetli olan birkaç kişiye "Bunlar bir şairin sözleridir." diyerek okutmuş. Okuyan kişilerin hepsi hadis-i şerife gelince durup "Bu bölüm yukarısına benzemiyor, burada sanat daha yüksek." demişler. Sıra ayete gelince ise hepsi hayretler içinde "Burası hiçbir söze benzemiyor; mana içinde mana yüklü, hepsini anlamaya imkân yok." demek zorunda kalmışlar.
Üç ayların başladığı şu günler aslında Kur'an-ı Kerim'in 1400. yılının da geçip gitmekte olduğunu bize gösteriyor. Ne devlet olarak, ne üniversite, ne STK, ne de kişisel gayretlerle hemen hiçbir şey yapamadığımız 1400. yıl. Birkaç gönüllü mü'minin büyük gayretleriyle başarılan küçük organizasyonlar da olmasa herhalde Kur'an bize küserdi. O Kur'an ki edebî inceliklerini lâyıkıyla anlayabilmek için pek çok ilim dalında vukuf kesp etmek gerekiyor. O Kur'an ki kelamını anlamaya yalnızca lügat, sarf, nahiv, mantık ve tefsir ilmi değil, çok çok da bedî, beyan, maanî ve belâgat anlamak gerekiyor. Bütün bunlar bilinince belki bir ayetin edebiyat sanatı ve dil açısından künhüne vâkıf olunup mucizevî manası ile yüz yüze gelinebilir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in mucizelerinden biri ve başlıcası lisanında gizlidir. Kur'ân lisanının dış musikisi yumuşak seciler, yarım kâfiyeler, iç kâfiyeler ve aliterasyonlarla sağlanmış görünür. Birçok âyetlerin ortasında yumuşak bir kolaylıkla sıralanmış seciler, Kur'ân-ı Kerim'in sesini musiki sanatındaki ses tekrarlarıyla birleştirir. Kevser, İhlâs ve Nâs sûreleri gibi kısa sûrelerdeki aliterasyon ve kâfiyeler kadar Rahman Sûresi'ndeki türden bir nakarat saltanatı içinde indirilmiş sûreler, bu musikî hamlelerinin açık örnekleridirler. Bütün bu özellikleriyle Kur'an bir mucize, bir kelam, bir nazm-ı İlahî'dir ki ona bu sebeplerden dolayı biz yalnızca Kitap deriz. Başka kitaplar için cins ad olan kelime burada özel ad olur ve bütün kitapları temsil eder. Çünkü o kitap adının içinde kutsal bir anlam mevcuttur ve kitapla ilgili diğer bütün kelimeler bu kutsallık içinde anlam kazanırlar. Nitekim kitap ehli (semavi dinlere inanan), kitaba el basmak (Kur'an üzerine yemin etmek), kitapta yeri olmak (bir meselenin Kur'an hükümlerine uygun bulunması), kitap açmak (bir fal-i hayr için Kur'an'dan tefe'ül etmek), kitapsız (küfür üzere bulunup Kur'an'a inanmayan kişi), kitab(ın)a uydurmak (bir meseleyi hile-i şer'iyye ile Kur'an hükümlerine yatkın hale getirmek) gibi bütün deyimlerde kitap adı Kur'an için kullanılmıştır.
Kur'an, 1400 yıl evvel insanlığın edebini yitirdiği bir zamanda gelmiş, insanlığa hem edep, hem medeniyet getirmişti. Nitekim sonraki zamanlarda ortaya konulan bütün sanatlar Kur'an'dan ilham aldığı ölçüde sanata dönüşmüş, bütün güzellik ve estetik değerler Rahmanî bir açıdan görülmüştür. Mimarîden musikîye, resimden plastik sanatlara, şiirden edebiyata hemen her ortaçağ sanatı (tıpkı Hıristiyan dünyada bütün sanatların İncil'e [Bibl = Kitap] yaslanması, sanat ve bilimin adresinin kilise olması gibi) ilhamını Kur'an'dan almış, böylece Kur'an merkezli bir hayat akmıştır. Öyle bir hayatın içinde elbette her şey kitaba göndermede bulunacak ve edebiyatın içindeki edep de o kitabın rengine boyanacaktır. O halde bir kütüphane, gerçek kitabı anlamak için yazılmış diğer kitapların bulunduğu evden; bir kitabe, Kur'an'a adanmış bir ömrün son cümlesinden; bir kâtip, hakiki kitap uğruna yazı yazan bir kişiden; bir mektep, kitabın öğretildiği bir mekândan gayrı nedir ki?!..
Kur'an, bundan 1400 yıl evvel hayatımızı, bütün insanlığın hayatını güzelleştirmek için gelmişti. Ve Cemil Meriç soruyordu:
- Her kavim bir kitaba dayanır; senin kitabın hangisi?

Fal - İskender Pala


Türkçemizde eskiden "uğur tutmak" diye bir tabir vardı. Gelecekte olup bitecek şeyleri öğrenmek için bakılan fallar için kullanılırdı.
Tarih, kendi kaderine hükmetme arzusuyla yanıp tutuşan nice insanlar görmüş, onların bu arzularına çeşitli yöntemlerle cevap veren nice biçareler tanımıştır. Esrarengiz olana karşı duyulan merak veya meçhul olanı araştırmanın dayanılmaz arzusudur ki zaman içinde falcılığın bir meslek olmasına yol açmış, hatta pek çoğu büyük itibar bile görmüştür. Kâhin, sihirbaz, büyücü ve şifacılardan ayrı icra-yı sanat ederek insanların masumiyetlerini sömüren falcılar ya mistik bir sezgi gücünden yararlanarak, ya görünmez varlıklarla temasa geçtiklerini iddia ederek veya tabiattaki bazı varlık ve nesnelerin durumlarından işaretler çıkarıp onları yorumlayarak meslek icra ediyorlar. Tarih boyunca yıldız falı (ilm-i nücum, horoskopy), el falı, su falı (irafe, hydromancy), kum falı (remil, geomancy), kahve falı, kitap falı (tefe'ül) gibi yöntemler yanında kuşların uçuşundan, havanın ve suyun hareketlerinden, insan bedeninin mimiklerinden, fal amacıyla boğazlanmış bir hayvanın iç organlarının seğirmelerinden vs. pek çok yöntemle fala bakılmış, daha doğrusu insanlar kandırılıp durmuştur. Çok eski zamanlarda (mesela M.Ö.4000ler) din adamlarının kâhinlik yaptıkları ve Çin'de, Babil'de, kadim Mısır yahut Kalde'de din adamı diye falcı/kâhinlere itibar edildiği bilinmektedir.
Fal, Akkadlar döneminde gelişmiş, Asya ve Akdeniz havzasında yayılmış, Babil'de kuramları belirlenmiş, Mezopotamya'da Sümerlerden itibaren revaç bulmuş ve bilhassa Hititler döneminde göklerdeki hareketler ile yıldızların konumu falcılıkta en önemli vasıta olmuştur. Bugün yalnızca Doğu milletleri değil, hatta onlardan daha ziyade Batı toplumları -bilhassa Fransa- falın kıskacındadır. Noel zamanında Hıristiyan dünyanın falcıları neredeyse bir yıllık servet edinirler. Nitekim bizim basınımızda bile her yılbaşı yaklaştığında gelecek yıl dünyayı nelerin beklediğine dair çarşaf gibi haberler çıkar. En son dünya kupasını hangi takımın kazanacağına ilişkin falcı ahtapotu hatırlarsak Batı dünyasında falın ve falcılığın ne boyutlara vardırıldığını kestirebiliriz sanırım. Üstelik bugün eski usul ve yöntemlere yenileri de ilave edilerek fala bakılmakta, sayısız astroloji kehanetleri günlük gazete sayfalarına, daimi yayın yapan televizyon ekranlarına kadar girmektedir. Batı ile kıyaslandığında atalarımızın Osmanlı Türkçesiyle kaleme aldıkları Yıldızname külliyatını okuyamıyor olmamıza hayıflanmamak elde değildir. Oysa o fal kitaplarında neler vardır, neler!..
Fal, pagan dönemlerden itibaren dinlerin ve din adamlarının da önemli paradigmaları arasında yer almıştır. Semavi dinlerden olarak Musevilik ve Hıristiyanlıkta falın belli bir yeri bulunmakta ve zaman zaman din adamlarının kehanetlerine itibar olunmakta iken İslamiyet'te falın yalnızca niyet tutma (tefe'ül) kısmına sıcak bakılmış, bu bile pek çok alim tarafından batıl görülmüştür. Cahiliye Araplarının gelecekle ilgili iyimser dileklerini bildiren tefe'ül (uğurlu fal) ile bunun zıddı olan teşe'üm (uğursuz çıkan fal) İslamiyet'ten sonra yalnızca niyet edilen bir işin hayırlı olup olmamasına yönelik olarak devam etmiş, hatta bunun için Kur'an-ı Kerim'den, Şirazlı Hafız Divanı'ndan, Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden tefe'ül edile gelmiş, sonra gelenek oluşmuş, hatta kitaplar yazılmış, zamanla kitap tefe'ül masum, hatta sahih görülmüş, İran kaynaklı olarak Hafız Divanı'ndan "Ey Hâfız-ı Şirazi / Ber mâ nazar endâzî / Men tâlib-i yek fâlem / Tû kâşif-i her râzî (Ey Şirazlı Hafız'ın ruhu! Nazarın üzerimizde; senden bir uğur istiyorum, çünkü sen her sırrı bilensin)" gibi tekerlemelerle tefe'üller yapılması yaygınlaşmış, yetmemiş, resmi bir müneccimbaşılık kurumu ihdas olunmuş, "Küllü müneccimün kezzâb (Bütün müneccimler yalancıdır)!" hadisi ortadayken yazık ki ulema da bu işlerle uğraşmıştır.
Türk folklorunda en yaygın fal biçimi "kitap açma"dır. Bu, bir niyet tutup o niyetin hayırlı olup olmamasıyla alakalı sonuç elde edebilmek maksadıyla güvenilen bir kitabı rastgele açıp okuyarak bakılan faldır. Eskiden hemen herkes bebeğine ad koyacağı zaman Kur'an'dan tefe'ül edermiş mesela... Buna mukabil Hz. Peygamber, falın her çeşidini yasaklamış, en masum şekliyle de bir işin hayırlı olup olmayacağını önceden kestirebilmek üzere istihareyi (namaz ve dua akabinde uykuya varmak ve görülecek rüyadan işaret çıkarmak) ihdas etmiştir. Falı dinen yasaklamanın sebebi gaybı bilme arzusu, insanın kaderini değiştirme hırsı, Allah'tan gayrı varlıklardan yardım alma gibi sapkın yollara gidilmesidir ki bunlar insanı sağlam bilgi ve gerçek vasıtalardan uzaklaştırıp hurafe ve batıl inanışa yönlendirir. Ne gariptir ki, TC kanunlarıyla da yasaklanmış olan falcılık bugün artık toplumsal bir hastalığa dönüşme noktasındadır. Allah'ın takdir ve rızasına muhalif her köşe başında fal-cafe'lerin açıldığı, "Falcımız vardır!" türünden ilanlarla müşterilerin cezp edilmeye çalışıldığı, siyasi işlerin bile tarotlar ve falcılara danışılır olduğu bir zamanı yaşıyoruz. Falcılık artık dilimizdeki "Fal yalancı, gönül eğlenci", "Neyse halin çıksın falın!", "Fala inanma, falsız da kalma!" gibi tekerlemeler kadar masum durmuyor.
Unutulmasın; istikbali öğrenmek imkânsızdır. Gaybı ancak Allah bilir. Ayrıca, dikkatle düşünürseniz, hayatın tadı geleceği bilmemektedir.
07 Haziran 2011, Salı

23 Eylül 2012 Pazar

Tekerlemeler - İskender Pala


Modern zamanlar, bize imkanlar sunuyor, hayatı kolaylaştırıyor, ama tabii olan, insanî olan pek çok şeyi de dönüştürüyor, mekanikleştiriyor, elimizden alıyor.
Bu istiladan en ziyade etkilenen ve örselenenler de büyümekte olan çocuklarımız. Kuşaklar arası farkların dünyada bu kadar derinleştiği bir dönem hiç olmamıştır zannederim. Bilgisayar çağı çocuklarımızı daha doğumlarından itibaren bizden çalıyor ve kendi güdümünde birey olarak yetişmek üzere her türlü hücumu meşru sayıyor. Henüz bir, bilemediniz iki yaşından itibaren kumanda düğmeleri, klavye tuşları, ekranlar, dijital teknoloji çocuğun (belki bebeğin demeliyiz) ilgi alanına giriyor. Oysa eskiden, konuşmayı öğrenme yaşında, kelimeleri telaffuz etme döneminden beş-altı yaşına kadar çocukların ninniler, bilmeceler, tekerlemeler, çocuk türküleri vs. ile zihinleri bir medeniyet çemberinin içine kodlanır, düşünme ve bilinç dönemi bu zeminde inşa olunurdu. Şimdi modernite, ürettiği araçlar ile çocuklarımızdan medeniyetlerini çalıyor da farkında olmuyoruz.

Teknolojiden şikâyet ettiğim veya çocukları bilgisayardan uzaklaştırmaya çalıştığımı sanabilirsiniz, öyle değil, ben, çocuklarımızın okumadıklarından, kelime hazinelerinin düşük oluşundan, sosyal hayata uyumsuzluklarından, düşünme ve yorum kabiliyetlerini yitirmelerinden, kompozisyon ve düzen fikrini geliştiremediklerinden falan şikâyet eden anne-babaları ikaza çalışıyorum; çünkü bütün bu hastalıkların virüsleri bu dönemde çocuklarının bedenlerine yerleşiyor ve çocuğun kelimelerle irtibatı ilk bu aşamada kesiliyor, ninnilerden tekerlemelerden, türkülerden uzakta bir gelişim başlıyor. Tabii ki "Dandini dandini dastana"lar, "yağ satarım, bal satarım"lar ilgi alanının dışına itiliveriyor. Hele "Aç kapıyı bezirgan başı" veya "Üşüdüm, a benim canım üşüdüm" gibi çocukları karşılıklı konuşturan, atıştıran, eğlendiren ve perde arkasından onlara hayatı öğreten oyunlar tamamen hayal oluyor. Bunların yerine falanca çizgi film, filanca reklam repliği, feşmekanca oyun sloganları veya YouTube komiklikleri, cep telefonu ayarları derken çocuk daha sonra kendisine öğretilecek olan "Daha dün annemizin / Kollarında yaşarken" veya "Ali babanın bir çiftliği var" gibi yapay şarkıları da zevksiz, heyecansız ve hatta gereksiz bulmaya başlıyor. Kapı kapı dolaşıp topluca tekerleme söyleyen ramazan veya kandil çocukları, çiğdem pilavı, hıdırellez veya nevruz manilerini koro halinde ezberleyen ve söyleyen mahalle çocukları tabiattan ve sosyal hayattan kopup bilgisayar veya televizyon ekranının başında yalnızlaşmaya başlıyor. Sözü uzatmayayım, hepimiz bu derdin ne olduğunu biliyoruz. Şu anda bana, "Hocam hangi çağda yaşıyoruz!" diyenleriniz bile olduğunu biliyorum. Aşağıdaki metni yazmamın sebebi, hani belki ekranlardan bir akşam olsun çocuğunuzu kurtarabilme umududur. Kim bilir belki siz okurken hoşlanır da içindeki söz perisi uyanır.

"Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, pire berber iken, ben babamın beşiğini, tıngır mıngır sallar iken, dalda bitmiş bir kabak, yemeye gelmez, demeye gelmez, kazana sığmaz, yer misin yemez misin, der misin demez misin, efendime söyleyeyim, bir katar deve gelmiş, deveci mola vermiş, develer dala ermiş, şuradan buradan, tepeden dereden, kenardan köşeden, harmandan meşeden, ısırırken develer, kabak delinmiş aşağıdan, deveci uykuya varmış, develer delikten dalmış, uzaklaşıp kaybolmuş, kaybolmaya yol bulmuş, oturur musun, yatar mısın, uyanık mısın, bakar mısın, perişan perişan, doğrulmuş deveci Alişan, çıkmış dala, bakmış yola, dalda iz yok, yolda toz yok, sağı aramış, solu aramış, develeri bulamamış, hırsını alamamış, yürümüş yekine yekine, kabağa bakmış dikine, çekine çekine, o da girmiş kabağın içine, az gitmiş, uz gitmiş, altı ay bir düz gitmiş, şuradaydı, buradaydı, denizdeydi karadaydı, arar mısın aramaz mısın, sorar mısın soramaz mısın, gezmiş dağ dere, varmış bir berbere, hancıdan hamamcıdan, oduncudan külhancıdan, deve demiş dolanmış, bir dert bine ulanmış, günlerce yorulmuş aramış, bir türlü bulamamış, o araya dursun devesini, çırağı çıkarmış hevesini, bakmış tepeler dere olmuş, güttüğü develer pire olmuş, tutmuş pirenin birisini, çadır kurmuş derisini, sen uydur gerisini..."

28 Ağustos 2012 Salı

Kibir ve Merhamet - İskender Pala


Hani bir müjdeli sabahın şetareti gibi... Kedersiz ve acısız bir zamanın tam ortasında... Uzaktan bir beyit çalınıyor kulağıma... Osman Nevres Efendi konuşuyor:
Ayılmaz hîç derd-i kibr ile mahmûr olan âdem
Yakîn olmaz Hudâ'ya merhametten dûr olan âdem
Yani ki, "Kibir hastalığıyla sarhoş olan kişi, ne yapılsa ayılmaz. Merhametten uzak olan kişi ise Allah'a yakîn olmaz." Sarsıcı bir beyit. Sevinç anının ve müjdeli sabahın neşesini kaçıracak kadar sarsıcı. İnsanın içine yönelip kalbine sorması gereken sorular çıkıyor ortaya birden. Acaba ben kibirli biri miyim? Kibirli bir kalp mi taşıyorum? Kibrim dışarıya nasıl yansıyor. Kibrimden kimse zarar görüyor mu vs. vs. Herkesin bir odaya çekilip kendine böyle sorması gerekiyor galiba. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gerekiyor: Sen kibirli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru...

Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve maalesef cevabım beni üzüyor. Evet, kibirli insanlara karşı bilerek ve kasten kibir takınırım, bazen işini iyi yapmayanlara karşı da büyüklük taslarım ama galiba nefsim bundan hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim çok da rahat değil. Acaba ben bilmeden birilerine kibirli görünmüş olabilir miyim? Acaba kastım olmayarak birilerini bu yolla üzmüş olabilir miyim? Mütevazı olmak yetmez, tevazuu riyasız uygulamam ve göstermem de gerekir. O halde benim de Osman Nevres Efendi gibi derd-i kibirden ayılmam, mest ve mahmur olmasam da kendimi kontrol etmem gerekir. Ve kibirden tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum... Yüce Rabb'imin nefsime zerre kadar bile kibir nasip etmemesi için yalvarıyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta kibre tövbeli durmam gerekiyor. Başarmaya azmediyorum...

Bu karardan sonra beyti yeniden okuyorum. İçim rahatlasın diye. Ama heyhât!.. Osman Nevres'in ikinci dizesi birincisinden daha dehşetli bir kural getirmiş: Merhamet göstermeyen kişi Allah'a yakın(lık) kesbetmez. Buradaki yakîn kelimesi "yakın olmak" yanında, "hissi yakınlık, gerçekle perdesiz yüz yüze ve iç içe olmak, bir şeyin hakikatine ermek" gibi anlamlara da gelir. Bilginin üç derecesi de yakîn ile ölçülür: İlme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn...

Bir insanın Allah'tan uzak olmasından daha tehlikelisi, Allah'a yakîn olamamasıdır. Eğer bu yakîn haline erme vetiresinde merhamet bir giriş kapısı ise bu kapıdan geçebilmek hepimiz için büyük bir imtihan ve nimet sayılmaz mı? Efendimiz "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" buyurduktan sonra "Allah Teâlâ yeri ve gökleri yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Her bir rahmet yerle gök arasını dolduracak kadardır. Bu yüz rahmetten yeryüzüne bir tek rahmet indirdi ki bu sayede anne yavrusuna, yabani hayvanlar ve kuşlar da birbirlerine merhamet ederler. Kıyamette ise O, bu rahmetin tamamı ile kullarına merhamet eder. (Müslim, Tevbe, 21)" müjdesini vermişken rahmeti bunca bol olan Rabbim'den uzakta durmak ne mümkündür. O öyle merhametlidir ki rahmetinden uzakta olanlar, istedikleri vakit elbette yakınlaşabilirler. Yeter ki nasip kapısı kapanmış olmasın ve kişi yakınında olamayan, yakınına varamayan, yakînine eremeyenlerden olmasın. O halde insanın kendine yönelmesini sağlayacak soru burada ortaya çıkıyor. Bir aynanın karşısına geçip aynadaki aksine sorması gereken soru: Sen merhametli biri misin? Şöyle evdekilere, çoluk çocuğa veya anne babaya hissettirmeden, usulca bir odaya çekilip hemen kendine soracağı bir soru...

Yanılmadınız. Ben soruyorum... Ve bu sefer cevabım beni sevindiriyor. Yüreğimi yeniden yokluyorum... Evet Allah benim hamurumu merhametten yaratmış. Ve nefsim bundan da hoşlanmış olmalı ki bu soruya cevap ararken içim rahat. Ama yine de acaba ben bilmeden birilerine karşı merhametsizlik etmiş olabilir miyim, sorusu aklıma takılıyor. Merhametli olmak yetmez, diyorum rahmeti riyasız yaşamak ve yaşatmak da gerekir. Bunun için merhametsizliğimi kontrol etmem lazımdır. Merhametsizlikten tövbe ne kadar mümkün ise o kadar tövbe ediyorum. Ama iş bununla bitmiyor, her kayd u şartta merhametsizliğe tövbeli olmam gerekiyor. Yine başarmaya azmediyorum...