Taha Kılınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Taha Kılınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2013 Pazartesi

“Arapların Gandisi” Abdusselam Yasin-Taha Kılınç


“Arapların Gandisi” Abdusselam Yasin

Arap dünyasının en batıdaki ucunda yer alan Fas (Arapçadaki ismi 'Mağrib'dir bu yüzden: Güneşin battığı yer), geçtiğimiz hafta çok kalabalık bir cenaze törenine sahne oldu. Başkent Rabat'ta bulunan tarihi Sünne Camii'ndeki törenin, en az 1999'da ölen Kral 2'nci Hasan'ın cenazesi kadar geniş katılımlı olduğu ifade edildi. 

On binlerce insanın gözyaşlarıyla uğurladığı bu isim, ülkenin en etkili muhalif hareketi Adalet ve İhsan Cemaati'nin lideri Abdusselam Yasin'di. 

19 Eylül 1928'de Marakeş'te dünyaya gelen Yasin, ülkenin güneyindeki Sûs kentinden bir çiftçinin oğluydu. Fransa sömürgesine karşı direnişin sembol şahsiyetlerinden Muhammed Muhtar es-Sûsi'nin kurduğu medresede eğitim aldı. 19 yaşında başkent Rabat'ta öğretmen okuluna girdi, üniversite öğrenimini ise Beyrut'ta eğitim-terbiye alanında tamamladı. 1961'de Fas'taki tanınmış Kadiri şeyhlerinden El Hâc Abbas'ın sohbet halkasına dâhil olan Yasin, tarikat mensuplarının gayri ahlâki bazı davranışlarını açıktan eleştirmeye başlayınca, şeyhin oğlu ile ters düştü. Bunun üzerine, yedi yıl boyunca devam ettiği dergâhtan ayrılmak zorunda kaldı. 

Fas Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmen, müdür ve müfettiş olarak görev yapan Abdusselam Yasin, 1967'de geçirdiği bir rahatsızlığın ardından resmi görevlerinden ayrıldı. Fas kamuoyu, Yasin'in adını 1974'te Kral 2'nci Hasan'a gönderdiği "Ya İslam Ya Tufan" adlı risaleyle işitti. Kral'ı İslâm'ın kurallarına uyması için sert bir şekilde uyaran risalenin kopardığı gürültü, Yasin'in üç yıl hapsine, ardından da "akıl hastası" teşhisiyle tedavi altına alınmasına yol açtı. Devlet, 1978'den itibaren Yasin'in camilerde vaaz vermesini de tamamen yasakladı. 

Bu süre içinde eğitim faaliyetlerine hiç ara vermeyen Abdusselam Yasin, 1979'da "Cemaat" adlı dergiyi çıkarmaya başladı. Yasin, dergide yayımlanan bir makale nedeniyle 1982'de yeniden hapse atıldı. 1987'de, ölümüne dek liderliğini yapacağı "Adalet ve İhsan Cemaati"ni kuran Yasin, yasaklı ilân edilerek, 2000 yılına kadar Selâ kentinde zorunlu ikamete mecbur edildi. 

Abdusselam Yasin, 2000'de, Fas Kralı 2'nci Hasan ölünce yerine geçen oğlu Kral 6'ıncı Muhammed'e de bir mektup gönderdi. "Müzekkira" adını taşıyan ve birincisine göre daha sert bir üsluba sahip olan bu mektupta Yasin, zulmü ve ülkenin borçlarının artması pahasına sürdürülen sorumsuz harcamaları eleştirdi. Kral 6'ncı Muhammed, babasının aksine Abdusselam Yasin'e herhangi bir tepki göstermedi. Aksine Kral, mektubun ardından Yasin'e verilen zorunlu ikamet cezasını ve lideri olduğu Adalet ve İhsan Hareketi üzerindeki siyasal baskıları kaldırarak, "demokratikleşme adımı" attığını duyurdu. 

Hayatının son yıllarını özgürce geçiren Abdusselam Yasin, 13 Aralık 2012'de Rabat'taki evinde geçirdiği felcin ardından dünya hayatına veda etti. 

Arapça ve Fransızca kırka yakın yayımlanmış eseri bulunan Yasin, kırk yıla yakın bir süre devam eden muhalefet liderliği boyunca, şiddete kesinlikle izin vermemesiyle tanındı. Bu özelliği nedeniyle sık sık "Arapların Gandisi" sıfatıyla tanımlandı. 

Kendisi ve cemaatinin mensupları defalarca hapse atılmış, yasaklanmış ve engellenmiş olmasına rağmen, iktidara karşı pasif direnişi öğütleyen Yasin, hareketinin prensiplerini beş madde halinde somutlaştırdı: 1) Disiplin, 2) İslâm'ın derinlemesine anlaşılması, 3) Manevi eğitim, 4) İlim tahsili, 5) Şiddetin her durumda reddi.

Fas'ın geçirdiği çeşitli çalkantılı dönemlere ve Kraliyet yönetiminin muhaliflere uyguladığı şiddetli baskıya rağmen cemaat mensuplarının hiçbir şekilde şiddete başvurmamış olması, zaman içinde Abdusselam Yasin'e ülke sınırlarını bile aşan bir saygı ve hürmet kazandırdı. Mecburi ikamet kararının kaldırılmasından sonra sayısız röportaj veren, konuşmalar yapan ve yerli-yabancı ziyaretçileriyle buluşan Yasin, cemaatinin lideri olarak yerine Muhammed Abadi'yi bıraktı. 

Belki de Fas'ın Ortadoğu'nun merkezine çok uzak olmasından dolayı İslâm dünyasında yeterince tanınmayan Adalet ve İhsan Cemaati, Müslümanların geçtiğimiz yüzyılda oluşturduğu sosyal ve siyasal organizasyonların en dikkate değerlerinden biri. Türkçeye sadece birkaç kitabı çevrilen Abdusselam Yasin'in ve liderliğini yaptığı oluşumun daha yakından tanınması, Müslüman dünyanın siyaset tecrübelerinin daha da zenginleşmesine katkıda bulunacaktır.

Filistin duyarlılığının nedenleri-Taha Kılınç


Özellikle Mavi Marmara baskınının yol açtığı duygusal zemin çerçevesinde, Türk halkının Filistin-İsrail kavgasında hangi safta yer aldığı ortaya çıkmış oldu. Dini bir hassasiyete sahip olsun-olmasın her kesimden insanın gösterdiği üst düzeyde tepkiler, herhalde en çok İsrail'i şaşırtmış olmalı. Olmalı ki hemen sonrasında "Sağduyulu Türkler nerede? Türkiye'yi kayıp mı ediyoruz?" temalı analizler bolca yer aldı İsrail basınında. 

Türkiye içinde yer alıp, kendilerini kısaca "Araplardan bize ne?" ya da "Onlar bizi arkamızdan vurmuşken, neden gidip onlar için can verelim?" cümleleriyle konumlayan bir kesim için de bu anlaşılabilir bir durum değil. Zira "Filistin'de yaşanan en küçük bir olay, Türk halkını hemen sokaklara döküyor. Oysa başka bir sürü haksızlığa hiç sesleri çıkmıyor halkımızın!" 

Araplar bizi gerçekten arkamızdan mı vurdu, ya da hep söylendiği gibi Yahudilere toprak mı sattılar, bunlar bambaşka ve uzun tartışmaların konusu. Bu yazının mevzuu olan Filistin duyarlılığının nedenleri, belki bu tartışmalara bir girizgah olabilir. 

Söz konusu duyarlılığın iki ana sebebinin olduğundan söz edilebilir: Dinsel ve tarihsel. 

Filistin'e böylesine coşkun ve limitsiz bir ilgi gösterilmesinin birinci sebebi, hiç şüphesiz din kardeşliği. Ancak bundan da öte, Filistin coğrafyasının İslam tarihindeki önemi.

Müslümanlar, kendi kutsal kitaplarında Filistin ve çevresinin "mübarek kılındığını" okurlar. Ayrıca Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa, müslümanların ilk kıblesidir. Mescid-i Aksa, müslümanlar için "uğruna yolculuk zahmetlerine katlanılabilecek en kutsal üç mekan"dan birisidir. Yine müslümanların gerçekleştiğine inandıkları Miraç hadisesinin bir ayağı Kudüs'tedir. 

Bu sebeplerle müslümanlar Kudüs ve Filistin'e, imanlarının bir parçası olarak saygı ve sevgi duyarlar. Bu noktada Anadolu halkı ile Araplar ya da diğer müslüman milletler arasında pek bir fark göremezsiniz.

Ancak ikinci bir sebep de var ki, Türkleri diğer milletlerin hepsinin önüne geçiriyor. Bu sebebi dikkate almadan "Araplar bile kılını kıpırdatmazken, biz neden ortalığa atılıyoruz?" diye yazıklanmak, hakikati ıskalamak olur.

"Milli misyon" olarak da adlandırabileceğimiz bu ikincisi ise şu:

Anadolu halkı, Filistin'de yaşananları hala kendi tarihsel sorumluluğu çerçevesinde düşünüyor. Osmanlı'dan kalma bir sorumluluk duygusu, bir tür şuuraltı bu. 

Anadolu insanı, Filistin'i kendi doğal mesuliyet alanı olarak görüyor. Uzun Osmanlı asırlarında bölgeye hakim olan görece sükûnetin yine kendisinin emeğiyle geleceğini düşünüyor. Buna sonsuz bir biçimde inanıyor. Eski günlerin huzurunu hatırlamaktan ve hatırlatmaktan büyük keyif alıyor. Hatta İsrail marifetiyle bölgede yaşanan her gerginlik ve kıyım, Anadolu halkının zihninde, bu düşüncesini doğrulayan bir gelişme olarak ortaya çıkıyor.

İşte bu iki ana sebep dolayısıyla, Doğu Türkistan'la, Çeçenistan'la ya da başka herhangi bir 'mazlum' coğrafya ile Anadolu halkı arasında bulunmayan bağlar Filistin'le mevcut.

Örneğin, Doğu Türkistanlılara Çin ne yaparsa yapsın, Anadolu halkı Filistin için yaptığı gibi sokağa dökülmez. Bunun nedeni, Filistin'le ilgili mevcut olan söz konusu dinsel ve tarihsel hassasiyettir.

Türk ve müslüman olan, yani Arap ve müslüman olan Filistin'den daha yakın görülmesi gereken Doğu Türkistan'ın aynı heyecanı doğurmamasının şuualtındaki asıl nedeni, tarih boyunca Anadolu halkının oralarla çok ciddi bir siyasal bağının bulunmamasıdır. Oysa Filistin, daha dün ayrılınan öz kardeş gibidir Anadolu halkı için.

Bu iki önemli noktayı gözden kaçıranların, Filistin'le ilgili mevcut olan ve her fırsatta ortaya çıkan duyarlılığı açıklamak için seçtikleri "Arap hayranlığı", "Yahudi düşmanlığı", "Savaş çılgınlığı", "Cihad ateşi", "Hükümetin halka gaz vermesi" gibi tanımlamaların hepsi, konuyu izahtan uzaktır. Uzak olduğu gibi, konuyu bambaşka taraflara saptırmak bakımından ciddi birer fikri tuzaktır da.

Modern zamanların Sykes-Picot’su-Taha Kılınç


Modern zamanların Sykes-Picot’su


Lise tarih kitaplarında, öğrencilerin akıllarını karıştırmaktan başka işe yaramaz görünen onlarca anlaşmadan biridir Sykes-Picot. Oysa sonuçları itibariyle günümüze kadar uzanan, ilginç, bugün için derslerle dolu bir anlaşmadır. 

İngiltere'nin, bataklığa gömüldüğü Ortadoğu'dan yüzünün akıyla ve en az zararla çıkabilmesi için aranan çareler bağlamında, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya karşı destekleri karşılığında, Filistin ve çevresi, Büyük Haşimi Krallığı kurmaları vaadiyle Şerif Hüseyin ve çocuklarına söz verilmişti. 

Şerif Hüseyin ile oğulları Faysal, Abdullah, Ali ve Zeyd, cansiperane bir şekilde Arap yarımadasında Osmanlı ordusuna karşı dövüşürken, 1916 baharında, İngiltere ve Fransa el altından gizli bir anlaşmaya daha imza atıyordu. İngiltere adına Sir Mark Sykes, Fransa adına da François Georges-Picot taraf oldukları için tarihe Sykes-Picot adıyla geçen anlaşmaya göre İngiltere, Araplara vermiş olduğu bütün sözlerden vazgeçiyor, Fransa'yı da Ortadoğu topraklarının ortaklarından biri haline getiriyordu. Anlaşma ayrıca Rusya'ya da bölgede hak tanıyor, böylece Osmanlı'nın parçalanmış topraklarının paylaşımında Rusya'nın onayı alınıyordu. 

Araplar 'hak edişleri' için çarpışmaya devam ederken, Rusya'da meydana gelen 1917 Bolşevik Devrimi, gizli anlaşmanın ortaya çıkmasını da beraberinde getirdi. Çünkü Lenin yönetiminin ilk uluslar arası icraatlarından biri, anlaşmayı dünya kamuoyuyla paylaşmak oldu. 

Sonrası çabuk ilerleyen tanıdık bir film gibi geldi: Balfour Deklarasyonu, Arap halklarının Osmanlı'dan kopuşu, ardından Filistin'de İngiliz manda yönetimi ve İsrail'in kuruluşu… 

Bundan neredeyse tam 100 yıl önce imzalanan Sykes-Picot Anlaşması, daha sonra açıklandığında, Ortadoğu halklarında nasıl hoşnutsuzluklara yol açmışsa, bugün, teknolojinin nimetleri sayesinde hızlı ve gürültülü bir şekilde ortaya çıkan başka gizli şeyler benzer hoşnutsuzluklara yol açıyor. "Diplomasinin 11 Eylül'ü" olarak isimlendirilen Wikileaks belgeleri, tam da böyle bir olgu. 

Wikileaks tarafından açıklanan belgelerin içeriğindeki bazı noktalar, diplomasinin görünmeyen yüzünü açık etmesi bakımından modern zamanların Sykes-Picot'su olarak adlandırmaya değer. Özellikle Amerikan büyükelçilerinin, görev yaptıkları ve hükümetlerinin resmen dost göründüğü ülkelerin liderleriyle ilgili değerlendirmeleri dikkat çekici. Yine Amerikan büyükelçilerine adeta ajanlık misyonunun yüklendiği sonucunu veren bölümler oldukça çarpıcı. 

Araplarla İran arasındaki ilişkinin ne kadar gerilimli olduğu, belgelerin ortaya koyduğu bir başka gerçek. Körfez ülkelerinin liderlerinin "İran'ı vurun" diye Amerika'ya adeta yalvardıklarının ortaya çıkması, hakikaten şaşırtıcı bir tablo oluşturuyor. Bölgeyi izleyenlerin hep fark ettikleri, ama ilk defa en resmi ağızlardan işittikleri bir talep bu. 

Wikileaks'in kamuoyuyla paylaştığı belgeler arasında, ABD'nin Ankara Büyükelçisi James Franklin Jeffrey'nin Türkiye hakkında hazırladığı notlar da bulunuyor. Notlarda, Ahmet Davutoğlu'nun teorisyenliğini yaptığı dış politika, "Neo-Osmanlıcılık" olarak isimlendirilmiş. Bu, Davutoğlu ve AK Parti hükümetinin her fırsatta reddettiği bir tanımlama. Bunun dışında genel çerçeve, Türkçe de bilen seçkin bir Amerikalı diplomatın değil de, medyayı düzenli şekilde takip eden heyecanlı bir okuyucunun yüzeysel değerlendirmelerini andırıyor. Doğrusu, bir Amerikan büyükelçisinden tarihsel perspektiflere ciddi ve tutarlı atıflar, sosyolojik gözlemler beklenirdi. 

Türkiye-Suriye ilişkilerine değindiği paragrafta, ilginç bir şey de yapmış Jeffrey, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in adını Bashir (Beşir) şeklinde yazmış. Bu, sözgelimi Hüsnü Mübarek'e Hasan Mübarek demek gibi bir şey. Bu yazım yanlışı, Büyükelçi'nin, Ortadoğu'ya dair bilgi kaynakları konusunda soru işaretlerine yol açıyor. 

Amerika tam olarak ne yapıyor? Ya da ne yaptığının gerçekten farkında mı? 

Herhalde Wikileaks'ın ortaya döktüğü belgelerin sordurduğu esas soru bu. Amerikan dış politikasını hangi parametrelerin yönlendirdiği hakkında akıl karıştırıcı doneler sunan söz konusu belgeler, Amerika'yı, Ortadoğu'da yerini aldığı İngiltere'den daha kötü vasıflarla tarihe geçirecek, onu 'kötülüklerin anası' olarak lanse edenlere epey somut malzeme sağlayacak gibi görünüyor. 

İngiltere, geçmişte "Arap halklarına yaptığı haksızlıklar" ve birbirine düşman milletlere verdiği çelişkili vaatlerle sadece Ortadoğu'da değil, dünyanın birçok yerinde zor durumlara düşmüştü. Bir zamanların 'Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk'u Britanya'nın, pek çok sömürgesinden adeta arkasına bakmadan kaçmak durumunda kalması bu yüzdendi. 

Ortadoğu'nun Arap halkları, İkinci Dünya Savaşı'yla birlikte bölgeye ihtişamlı bir giriş yapan Amerika Birleşik Devletleri'ni bağırlarına basarken, İngiltere'nin kendilerine çok büyük haksızlıklar yaptığını düşünüyor, kırık kalplerini ancak Amerikan başkanlarının şefkatli ellerinin tamir edebileceğini umuyorlardı. 

Gelinen noktada ABD'nin Ortadoğu'da İngiltere'den daha kalıcı ve parçalayıcı izler bırakmaya başladığı görülüyor. İsrail'e kayıtsız-şartsız teslim olmuş görüntüsü veren Amerikan diplomasisinin, bölge halkının hassasiyetleri arasında seçici davranmak başta olmak üzere, İngiltere'nin vaktiyle yaptığı bütün hataları aynen tekrarlaması ise düşündürücü. 

Vaktiyle İngiltere'yi Ortadoğu'da tutunmaya zorlayan iki ana neden vardı: Sömürgelerine giden yolun güvenliği ve petrol. Şimdi ABD için de iki ana neden var bölgede illa bulunmak için: İsrail'in güvenliği ve petrol. 

Wikileaks belgeleri, Amerika'nın Ortadoğu'daki amaçlarını gerçekleştirmesi için hayati destek sunan Arap müttefiklerinde epey sarsıntıya yol açmış olmalı. Arap hükümetleri, herhalde şimdi 'daha başka' nelerin olduğunun merak ve korkusu içindedirler. 

Bakalım Amerikan diplomasisi, ortaya çıkan belgelerle ilgili herhangi bir açıklama yapacak mı, yoksa ebedi hamisi bulunduğu İsrail gibi, itham edildiği şeyleri laf kalabalığına getirip unutturmayı mı seçecek? 

Dersimiz: Yakın tarih, Hocamız: Avigdor Lieberman!Taha Kılınç


Dersimiz: Yakın tarih, Hocamız: 

İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, geçtiğimiz hafta The Jerusalem Post için kaleme aldığı Türkiye konulu makale ile -bugüne dek pek de fark edilmeyen- 'entelektüel derinliğini' kamuoyuyla paylaşmış oldu.

Avigdor Lieberman, yazıyı okumayanlar için tekrarlayacak olursak, özetle şunu söylüyor:

"İsrail aslında Türkiye ile çok yakın bir işbirliğini arzu ediyor. Ama Türk hükümetinin inatçı ve kadir-kıymet bilmez tutumu yüzünden bu bir türlü gerçekleşmiyor. Yine de umutsuz değiliz, gelin inadınızdan vazgeçin, eski güzel günlere dönelim. Ha bir de, Haziran seçimlerinde İsrail'i seçim malzemesi olarak kullanmayın!"

Türk mevkidaşı Ahmet Davutoğlu'nu Kudüs'te ya da başka herhangi bir yerde buluşarak, sorunları çözmeye çağıran Lieberman, Türkiye'nin içinde bulunduğu 'politik açmaz'la ilgili 'çarpıcı' bir tespit de yapmış. Türkiye'de dönem dönem dillendirilen "Türkiye'nin İranlaşmakta olduğu" şeklindeki tezi kullanan Lieberman'a göre durum şöyle:

"Maalesef, Türkiye'de şu anda olanlar, Ayetullah Humeyni'nin önderlik ettiği İslam Devrimi öncesi İran'ı anımsatıyor. Türkiye gibi İran da (devrim öncesinde) İsrail'in en yakın müttefiklerinden biriydi. Hükümetler ve halklar bazında iki devlet de çok iyi ilişkilere sahipti."

Şimdi burada durup, devrim öncesine İran'ına gidelim ve yakın tarihi anlamaya çalışma çabasında İsrail Dışişleri Bakanı'na yardımcı olalım:

1979'da neredeyse bütün İran halkının ortak çabasıyla devrilip ülkeden uzaklaştırılan Şah Muhammed Rıza, halkının çok da bayıldığı bir lider değildi. Kurmuş olduğu SAVAK adlı istihbarat örgütü, uzun yıllar boyunca İran içinde ve dışında o kadar çok suiistimale, cinayete ve insan hakkı ihlaline bulaşmıştı ki, insanlar özgürlük ve adalet çağrısını bayraklaştıran Humeyni'ye sığındılar.

Şahlık dönemi İran'ında fakirlik de diz boyuydu. Şah ve ailesi, tatillerini Avrupa'nın en gözde mekânlarında geçirirken, başkent sokakları bile yıkıntılardan, harabelerden geçilmiyordu. Yönetici sınıf ve onların kayırdığı bir zümre siyasal ve ekonomik olarak gücüne güç katarken, halk tabakaları her türlü mahrumiyetin pençesinde can çekişiyordu.

Şah, yönettiği ülkeyi doğru okumaktan o kadar uzaktı ki, 16 Kasım 1949'da başlayan ABD ziyareti sırasında kendisiyle defalarca buluşup, ülkesindeki fakirliği ve adaletsizlikleri ortadan kaldırması için adeta yalvaran, bunu yapmadığı takdirde halkının desteğini kaybedeceği konusunda kendisini uyaran Amerikalı yetkililere her defasında şu cevabı vermişti: "Benim ihtiyacım olan şey silahlanma. İran'ı ve tahtımı ancak silahlanma yoluyla koruyabilirim."

Söz konusu ziyaret sırasında henüz 29 yaşında bulunan Şah Muhammed Rıza, yönetimi boyunca nasıl bir 'vizyon'la hareket edeceğini Amerikalılara göstermişti.

Amerikalı yetkililer ısrarlarını çok fazla sürdürmediler. Zaten Şah da ısrardan hoşlanmamaktaydı. 1950'lerin ortasından itibaren İran, silah tüccarlarının cirit attığı ve akıl almaz kazançlar edindiği çok verimli bir pazar durumuna geldi.

Ortadoğu'nun savaşlarla, darbelerle ve suikastlarla sarsıldığı bütün bu yıllar boyunca, Şah bir yandan ülkesini demir yumrukla yönetmeyi sürdürdü, bir yandan da İran'ın petrolden elde ettiği muazzam gelirleri yabancıların cebine akıtmaya devam etti.

Bütün bu silah ticaretinden aslan payını, tahmin edilebileceği üzere Amerikalılar ve İsrailliler kaptı. Bilahare İsrail'in en güçlü medya patronları arasına katılacak olan Yaakov Nimrodi, yaklaşık 20 yıl, İsrail'in Tahran Büyükelçiliği Askeri Ataşeliği görevini sürdürürken, aslında esas misyonu İran'ın silahlanmasına yardımcı olmak, silah tüccarlarının İran'daki faaliyetlerini organize etmekti.

Avigdor Lieberman'ın sitayişle söz ettiği İsrail-İran birlikteliği işte böyle bir birliktelikti. İran halkı ise bu ittifakı onaylamak şöyle dursun, fakirliklerinin ve çaresizliklerinin ana nedeni olarak İran'ı 'sömüren' bu dış güçleri görüyordu. Her şey göz önünde olup bitiyordu, herkes her şeyin farkındaydı. Belki bir tek Şah, yaklaşmakta olan feci akıbeti kestirecek ferasetten yoksundu.

İslam Devrimi'nin lideri Ayetullah Humeyni "Büyük Şeytan Amerika, Küçük Şeytan İsrail" söylemini insanlara duyururken böylesine geniş bir destek bulduysa, bunda Şah döneminin icraatlarının payı var. Dolayısıyla 1979'a kadar harika olan ilişkilerin 1979'da bir çırpıda değiştiğini savunmak hiç de gerçekçi değil. Lieberman'a toplumların geceden sabaha aniden değişivermeyeceğini hatırlatmak gerekiyor.

Şimdi, yakın tarih konusunda bize birçok dersler veren, 'birikim'iyle göz dolduran (belki 'Stratejik Derinlik' benzeri bir kitap da yazıyordur!) Avigdor Lieberman'dan ikinci bir yazı beklemek hakkımız olmalı.

İkinci yazı için Lieberman'a konu teklifi:

İran'da devrim öncesinde faaliyet gösteren İsrail yanlısı lobinin ya da SAVAK ve MOSSAD'ın ortaklaşa düzenlediği operasyonların, İsrail'in İran halkı nezdindeki imajına katkıları.

Nil: Gelecekteki muhtemel bir savaşın sebebi-Taha Kılınç


Nil: Gelecekteki muhtemel bir savaşın sebebi

Bütün gözler Kahire'nin Tahrir meydanına dönmüşken, geçen hafta Mısır'ın hemen güneyinde etkisi çok derinden hissedilecek önemli bir gelişme oldu: Sudan'ın ikiye bölünmesine giden yolu açan referandumun sonuçları açıklandı. Buna göre, oylamaya katılan güney Sudanlıların neredeyse tamamı bölünme yönünde görüş bildirdiler. Sonuçlar onaylandığı takdirde yaz sonuna kalmadan Sudan ikiye bölünmüş olacak ve Güney Sudan bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesine çıkacak.

Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir'in bölünmeme yönündeki bütün propagandasına rağmen güneylilerin bölünmeyi arzulaması, bölgede yaşanan gerilimleri düşürmek bir yana, daha da şiddetlendirecek gibi görünüyor. Zira ülkenin petrol kaynaklarının yüzde 85'ini elinde bulunduran Güney Sudan'ın ayrılmasından sonra, kuzey, nüfusun çoğunluğunu barındıran, ancak doğal ve ekonomik kaynaklar yönünden fakir bir ülke konumuna gelecek.

Güney Sudan'ın bağımsızlığının Mısır'a etkisine gelince:

Mısır'ın can damarı olan Nil nehrinin iki büyük kolu bulunuyor: Mavi Nil ve Beyaz Nil. Mavi Nil, Etiyopya sınırları içindeki Tana gölünden doğduktan sonra güneye doğru hafifçe kıvrılıp kuzeye yöneliyor, Sudan'ın başkenti Hartum'a doğru ilerliyor. Beyaz Nil ise Uganda'daki Victoria gölünden kaynağını alıp güney-kuzey hattı boyunca Sudan'ı kat ederek (ve Güney Sudan'ın başkenti olması beklenen Juba şehrinin tam ortasından geçerek) başkent Hartum'a ulaşıyor. İki kol Hartum'da birleşip Nil adını alıyor ve kuzeye doğru yoluna devam ediyor. Mısır topraklarına girdikten sonra etrafına bereketler dağıtarak ilerleyen Nil, geniş bir delta alanında Akdeniz'e dökülüyor.

Bu iki ana damarla birlikte yan kollar da düşünüldüğünde, Nil nehrinin içinden geçtiği ya da Nil'i besleyen kaynakların doğduğu ülke sayısı 9'u buluyor. Bunların içinde Tanzanya ve Kenya gibi ülkeler de var. 

Normal şartlarda Nil gibi zengin bir kaynaktan faydalanma hakkı öncelikli olarak Nil'in doğduğu ülkelerde olması ya da en azından Nil'in geçtiği ülkelerin ihtiyaçlarının adil biçimde karşılanması gerekirken, bölgede durum tam tersi: Mısır, 1929 yılında imzalanan bir anlaşmayla Nil'in sularının çoğunluğu üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip bulunuyor. 1959'da imzalanan bir başka anlaşmayla, Sudan'la bir kısım haklarını kısıtlı düzeyde paylaşmayı kabul etse de, halen Mısır, Nil'in sularının yüzde yaklaşık 70'ini tek başına kullanıyor. Başka ülkelerin Nil üzerinde baraj yapma vb. hakları, nüfusunun yüzde 95'i Nil havzasında yaşayan Mısır'ın insafına ve inisiyatifine kalmış durumda.

Mısır'ın İngiliz etkisi altında bulunduğu dönemlere ait olan söz konusu anlaşma, aradan geçen zamana ve bölgesel değişimlere rağmen yenilenmedi ya da yürürlükten kaldırılmadı. Uluslararası mevzuattaki boşlukların ne denli maniple edilebileceğine dair iyi bir örnek olan anlaşma, büyük ölçüde Mısır'ın caydırıcı gücü ve tehditleriyle uygulana gelmekte. Bölge ülkeleri içinde Mısır'a rest çekip anlaşmayı sorgulamaya ya da uygulamamaya cesaret edebilecek bir aday görünmüyor. 

Ancak şimdi Güney Sudan'ın ortaya çıkışı, bu denklemi tersine çevirebilir. Zira tamamen kendisine kalan petrol kaynaklarıyla zenginleşen, kendi ayakları üzerinde duran, ideolojik ve siyasal olarak çevresindeki Müslüman ülkelerden farklı bir çizgi izleyeceğini şimdiden gösteren Güney Sudan'ın Nil merkezli bu adaletsizliğe uzun süre sessiz kalacağını söylemek zor.

Ayrıca güneyin elindeki petrolden mahrum kalan Sudan'ın da giderek ekonomik ve siyasal sıkıntıya düşeceği açık. Güneyin ayrılmasının yarattığı psikolojik baskı, 1956'da bağımsızlığını kazandığı eski efendisi Mısır'a karşı Sudan'ın içindeki küllenmiş hırsları ateşleyecek gibi. 

Bu arka plan eşliğinde, gelecekte yaşanacağı söylenen su savaşlarının en acımasızlarından birine Nil bölgesinde şahit olunacağını tahmin etmek hayalî olmasa gerek. Bu muhtemel çatışmanın etkileri ise, sadece doğu Afrika'da değil, bütün çevre bölgelerde yakinen hissedilecektir.

Hayati sorular şunlar: Mısır bütün bu problemlerle baş edebilecek mi? Mısır'da iktidara aday olarak ortaya çıkan ekiplerin, geleceğin bu sıcak gündemlerine dair hazırlıkları ne aşamada? Muhalefetin ana söylem olarak "Hüsnü Mübarek gitsin!" sloganını bayraklaştırması, buna mukabil Mübarek sonrası döneme dair ciddi hiçbir atıfta bulunmaması ne kadar gerçekçi? 

Hüsnü Mübarek ister seçime kadar görevinden ayrılmasın, isterse 'onurlu bir veda' ile emekli edilsin, artık gidici. Statüko şimdilik devam edecek gibi dursa da, ekibi de günün birinde ayrılıp gidecek. Mısır muhalefeti için, artık kişilerle uğraşma değil, geleceğin zorlu meselelerine odaklanma zamanı. 

Şu aşamadan sonra İhvan-ı Müslimin başta olmak üzere Mısır muhalefetinin asıl imtihanı, Mübarek sonrası dönemde, ülkenin bölgesel konumuyla ilgili meseleler olacak. Nil merkezli sorunlar, İsrail'le yapılan anlaşmaların Mısır'ı soktuğu 'rehine ülke' pozisyonunun yarattığı sıkıntılar, büyük ölçüde turizme bağlı olan ekonomik göstergelerin kırılganlığı gibi muazzam problemler Mısır'ı sarsmaya başladığında, bugün Hüsnü Mübarek'in gidişi ya da kalışı üzerinden yürütülen propagandanın ne kadar yüzeysel ve sığ olduğunu daha net şekilde göreceğiz. 

O zaman, Mısır'ın problemlerinin tek bir şahsın gitmesiyle çözülüverecek problemler olmadığı, uzun soluklu hazırlıklar, donanımlı ekipler ve gerçekçi atılımlar gerektirdiği daha iyi anlaşılacak.

'Masada Planı'na doğru...Taha Kılınç


'Masada Planı'na doğru...

İran'ın büyük tartışmalara yol açan nükleer programı, İstanbul'a düzenlenen uluslararası bir toplantıyla yeniden masaya yatırıldı. Toplantıya İran İslam Cumhuriyeti adına Said Celili başkanlığında bir heyet, Batı dünyası adına da BM daimi üyelerinin temsilcileri katıldı. Avrupa Birliği Dış İlişkiler Komiseri Catherine Ashton'un başkanlık ettiği görüşmelerde, beklendiği gibi, herhangi bir sonuca varılamadı.

Batılı ülkeler İran'ı nükleer silah yapma teşebbüsünde bulunmakla ve bölgeyi tehlikeye sokmakla itham ederken, İran da Batı'yı çifte standartlı davranmakla suçladı.

İran'ın tam olarak ne yapmaya çalıştığı, bütün politika merkezlerinin ana tartışma konusu. İran gerçekten nükleer silah yapma derdinde mi, yoksa söylediği gibi tamamen barışçıl amaçlarla mı nükleer faaliyetler peşinde? Ya da birtakım komplo teorisyenlerinin iddia ettiği gibi, İran'ın derdi Ortadoğu'yu germek ve kaçınılmaz bir savaşa sürüklemek mi?

Bu sorulara her çevre kendi politik duruşuna göre çeşitli cevaplar üretirken, İran ısrarla dünyanın dikkatini bölgenin bir başka ülkesine çekmeye çabalıyor: İsrail'e.

Karşılaştığı nükleer silah eleştirilerinde İran'ın her defasında tekrarladığı şey şu: "Ya İsrail? İsrail'in elindeki nükleer silahlar neden sorgulanmıyor? Batı neden İsrail'e karşı böylesine şefkatli, neden bize de İsrail'e tanınan haklar tanınmıyor?"

İsrail'in nükleer silahları konusu, uzun zamandır tartışılıyor. Bu sadece dışarıdan yöneltilen bir itham değil, İsrail'in kendi içinde de yoğun tartışmalar sürüyor. (İsrail'in Negev çölünde nükleer silah ürettiği ve geliştirdiği iddiasını ilk defa kamuoyuyla paylaşan ve bilahare hapisle cezalandırılan Mordechai Vaanunu olayı hala çok aktüel.)

İsrailli yetkililer, nükleer silah konusunda resmi bir politikayı benimsemiş durumdalar: "Kabul ya da reddetmeksizin belirsizlik halini sürdürme". Ancak yine de İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Peres, 2008'de New York'ta el-Cezire televizyonunun tanınmış programcısı Gida Fakhry'nin karşısına çıktığında, en çok bu konuda bocalamıştı. Programın o dakikasına kadar genel-geçer sözlerle barışçı mesajlar veren Peres'in yüzü asılmış, saldırgan bir şekilde şunu söylemişti: "İsrail, nükleer silahının olup olmadığını açıklamak zorunda değildir!" Fakhry'nin sorduğu "İran'ın nükleer silah peşinde olduğuna dair iddianızın somut kanıtı var mı?" sorusu da Peres için cevaplaması zor bir soru olmuştu. Kaçamak bir cevap için bile Fakhry'nin sorusunu iki kez yenilemesi gerekmişti.

Kendisini koruma, güvenliğini sağlama, vatandaşlarının yaşam hakkını savunma konusunda ne kadar titizlendiğini bilenler, İsrail'in gelecekteki muhtemel savaşlar için birtakım tedbirler aldığını -bu nükleer silah ya da başka bir şey olabilir- tahmin edebilirler. Nitekim zaman zaman İsrailli yetkililer, başkent Tel Aviv başta olmak üzere, İsrail'in neredeyse tamamını hava saldırısından koruyabilecek bir 'şemsiye'nin teknik altyapısının ellerinde hazır olduğunu açıklıyorlar.

Ancak bütün bu açıklama ve öngörüler, İsrail içinde bazı marjinal fikirlerin seslendirilmesine de engel değil. İsrail'in gelecekteki muhtemel bir bölgesel savaş ve saldırıda nasıl davranması gerektiği konusundaki en uçuk fikir "Masada Planı" olarak isimlendiriliyor. (Masada, MS. 73'te, bir grup Yahudi'nin, kendilerini takip eden Romalılara teslim olmamak için topluca intihar ettikleri sığınağın adıdır.)

Michel Warschawski başta olmak üzere İsrail'in muhalif yazar ve aktivistleri sayesinde kamuoyunun haberdar olduğu bu teori / plan, bazı marjinal Yahudi gruplar arasında ciddi şekilde konuşuluyor. Filistin topraklarının kendilerine ait olduğuna inanan ve kesinlikle bu toprakları paylaşmak istemeyen bu gruplar "Nükleer silah ya da başka bir şey, mutlaka dünyada kimsede bulunmayacak kadar etkili ve güçlü silahlar edinelim, kendimizi savunalım. Komşularımız ya da başkaları bizi yok etmeye kalkıştığında, eğer başka çaremiz kalmazsa elimizdeki silahlarla kendimizi ve bölgeyi yok edelim. Bu topraklar bizim olmayacaksa kimsenin olmasın" düşüncesindeler.

Elbette 'Masada Planı', İsrail'de iktidarların politikalarını etkileyecek kadar yaygın şekilde benimsenmiyor. İsrail henüz tam anlamıyla köşeye sıkışmadığı ve canının derdine düşmediği için, varlığından söz edilen silahların kapsamının sınanacağı bir durum da ortaya çıkmış değil.

Ancak görünen o ki, önümüzdeki birkaç on yıl içinde Ortadoğu'da -belki de söz konusu silahların sınanacağı- muazzam savaşlara şahit olacağız.

Bu, bir komplo teorisi denemesi değil. Ortadoğu'nun tarihini ve yapısını bilenler de hak vereceklerdir ki, bölge bu kadar gerilim ve çelişkiyi daha fazla taşıyamaz. Öyle ya da böyle kozlar paylaşılacak, toprakta biriken enerji açığa çıkacak, sonra taşlar yerine yeniden oturacaktır. Tarih boyunca böyle olmuştur. Yaşadığımız şu zamanda da, -maalesef- tarihin tekerrür etmesi için her türlü neden mevcuttur. 

Umman'da bile devrim olursa...Taha Kılınç


Arap yarımadasının doğu ucundaki Umman Sultanlığı da 'protesto modası'ndan nasibini aldı. Sultanlıkta değişim ve reform için sokaklara dökülen yüzlerce Ummanlı polisle çatıştı. Olaylar sırasında iki kişi hayatını kaybetti. Sultan Kabus, sokakların ateşini düşürmek için kabinedeki altı bakanı görevden aldı. Ancak olaylar henüz yatışmış görünmüyor.

Umman'a yakından bakmak, son gösterilerin ne anlama geldiği, ülkenin bir karmaşaya doğru mu sürükleneceği, yoksa olanların sadece "evde tv izleyip sokaklara fırlamış heyecanlı kalabalıkların taşkınlığı" mı olduğu gibi sorulara cevap bulmamızı sağlayabilir.

Basra Körfezi'nin Hint Okyanusu'na açıldığı köşede yer alan Umman Sultanlığı, her yönüyle ilginç bir devlet. Birçok uluslararası araştırma da, Umman'ı 'bölgenin en istikrarlı devleti' olarak tanımlıyor.

Bölgedeki Arap devletler içinde de Umman'ın Amerika ilişkiler noktasında çok özel bir yeri var: Umman, Amerika ile resmi ilişki kurup 'Yeni Dünya'ya heyet gönderen ilk Arap devleti. İki ülke arasında 1833'te imzalanan ticaret ve işbirliği anlaşması, günümüzde halen geçerliliğini koruyor. Araya giren İngiliz egemenliği bile bunu bozabilmiş değil. Osmanlıların ise kolu hiçbir zaman Arap yarımadasının bu uzak köşesine erişemedi zaten.

Yaklaşık 3,5 milyonluk bir nüfusa sahip olan Umman, 1700'lerin ortalarından beri el-Said hanedanı tarafından yönetiliyor. Şimdiki Umman Sultanı Kabus, hanedanın günümüzdeki reisi ve 14. halkasını oluşturuyor. Köken olarak Yemen'in Ma'rib şehrine dayanan hanedan, bütün Arap dünyasındaki en eski hanedanlardan biri. Umman Sultanı Kabus, İngilizlerin destek, yardım ve teşvikleriyle babası Said bin Teymur'u 1970'in Temmuz'unda devirerek ülkenin başına geçti. Bu değişiklik, sadece bir dış gücün gizli müdahalesi sonucu gerçekleşmiş bir darbe değildi, aynı zamanda Umman halkının da çok istediği bir değişiklikti.

Umman'ın eski sultanı Said bin Teymur, ülkesinde akşamları sokağa çıkma yasağı ilan eden, dışarı çıkma yasağının bulunduğu zamanlarda şehir surları dışında görülenlerin uyarılmadan vurulmasını emreden, 'Şeytanca şeyler' yayınladığı gerekçesiyle radyoyu bile yasaklayan nevi şahsına münhasır bir kişilikti. 38 yıl devam eden yönetimi boyunca, Umman kelimenin tam anlamıyla 'izole edilmiş bir ülke' konumundaydı. Umman halkının eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçları da tamamen ihmal edilmiş vaziyetteydi. Herhangi bir sağlık güvencesinin bulunması şöyle dursun, Sultan Said 1970'te oğlu tarafından tahttan indirildiğinde, ülkede yalnızca bir hastane (ki o da Misyonerler tarafından kurulmuştu), üç de okul bulunuyordu.

Babasının tek oğlu olan ve İngiltere'nin seçkin okullarında okuyan Kabus, Umman ordusunun desteğini de arkasına alarak babasını devirdi ve yerine geçti.

Günümüzde, yaklaşık 41 yıldır başta kalarak bütün dünyada en uzun süre devlet yönetmiş isimler arasında bulunan Sultan Kabus, Umman halkına getirdiği refahla anılıyor. Babasının dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde ülkesini geliştiren, dış dünyaya açan, bayındırlık, eğitim ve sağlık sistemlerini modernize eden Sultan Kabus, klasik müziğe tutkunluğuyla da biliniyor. Sultan'ın şahsi çabalarıyla kurulan devlet orkestrası, uluslararası alanda tanınan bir müzik başarısına sahip.

Sultan Kabus dönemi, Umman'ın uluslararası ilişkileri açısından da parlak bir devir oldu. 1971'de Arap Birliği'ne ve Birleşmiş Milletler'e aynı anda üye olarak kabul edilen Umman, Mısır ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleriyle -daha önce var olmayan- resmi ilişkilerini başlattı. Aynı zamanda Avrupa, Asya ve Amerika ülkeleriyle de Umman arasında direkt ilişkiler bu dönemde başlatıldı.

Sultan Kabus'un ülkesi adına kazandığı en net uluslararası başarı ise, 1973 yılında Umman'ın 'Bağlantısızlar Hareketi'ne katılması oldu. Umman bu sayede bütün bölgesel ve uluslararası çatışmaların uzağında kaldı. Örneğin Arap ülkeleri 1973'te İsrail'le savaşırken, Umman başkent Maskat'a inşa edilen havaalanını bitirmenin ve hizmete açmanın derdindeydi. Hakeza Körfez Savaşı da Umman'ın karışmadığı bir başka bölgesel sorun oldu.

Bütün bu gelişmeler Umman'ın sahip olduğu petrol ve doğalgaz rezervleri sayesinde yaşanabildi. Her ne kadar bazı araştırmalar, mevcut rezervlerin 20 yıl yetecek kadar olduğunu belirtseler de, Ummanlı yetkililer bunu kesin bir dille yalanlayan açıklamalarda bulunuyorlar. Yine de ülkenin alternatif arayışlarına girdiği ve başta turizm olmak üzere bazı alanlara yoğun yatırımlar yaptığı gözlemleniyor. 

Son olarak vurgulamamız gereken bir nokta daha var: Umman'ın 'dinsel' açıdan İslam dünyası içindeki özel konumu. 

Umman, ülkenin resmi mezhebi konumundaki 'İbadilik' sayesinde İslam dünyası içinde farklı bir konumda bulunuyor. İbadiler, İslam'ın ilk dönemlerinde Dördüncü Halife Ali ile onun amansız muhalifi Muaviye arasındaki çekişmelerde her iki tarafı birden suçlayarak kenara çekilen Haricilerin günümüzdeki temsilcileri. İslam dünyasının iki ana mezhebi olan Sünnîlik ve Şiîlik'in dışında üçüncü bir yol olarak karşımıza çıkan İbadilik, Müslümanlar içinde en saf ve temiz inanca sahip olduğu düşüncesini taşıyor. Umman'da çoğunluğu oluşturan İbadiler, bu anlamda İslam dünyasının genelinin inanç sisteminden ayrılmış durumdalar. 

Girişteki sorulara dönersek: 

Bütün bu perspektif içinde, Umman'da halkın genelinin katılacağı ve ülkeyi yöneten hanedanı devireceği bir ayaklanma ihtimali oldukça uzak görünüyor.

Bunu iddialı bir klişe ile de ifade edebiliriz:

Umman'da bile devrim olursa, artık bölgenin hiçbir ülkesi ayakta kalamaz.

İsrail’in başı Rusya’dan gelen Yahudilerle dertte-Taha Kılınç


İsrail’in başı Rusya’dan gelen Yahudilerle dertte

The Jerusalem Post gazetesinde geçen hafta yayınlanan bir haber, İsrail'in ciddi sorunlarından 'Rusya göçmeni Yahudiler' meselesini bir kere daha tartışmaya açtı.

Habere göre bir devlet görevlisi şunu itiraf ediyordu: "1990'larda Rusya Yahudilerini İsrail'e göç etmeye zorlamak için, onlara İsrail'den başka bir yere gidemeyeceklerini söyledik, oysa bu yalandı." Haberin ayrıntılarında, Yahudi Ajansı (Jewish Agency) yetkililerinden biri de söz almış: "Bu iddia tümüyle gerçek dışı. O dönemde isteyen birçok Rus Yahudisi Avrupa ve Amerika'ya da gitti." 

1987'de başlayan Birinci İntifada, Yahudiler ile Araplar arasındaki genç nüfus dengesizliğini ortaya koymuştu. Rusya'dan gelen Yahudiler, Birinci İntifada sonrası dönemde, İsrail'in dinamik nüfus ihtiyacını karşılamak üzere kabul edilmişlerdi. Rus Yahudileri, tıpkı ilk Siyonist liderlerin hayalindeki 'ideal Yahudi tipi' idiler: "Avrupalı, sarışın, eğitimli, Aşkenazi..." 

Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra doğan özgürlük ortamında, İsrailli karar alıcılar, Yahudi Ajansı vasıtasıyla İsrail'e göçü ('aliya') organize ettiler. Ülkeye getirilen Yahudilerin, Yahudilik'e ne kadar bağlı oldukları hiç önemli değildi. 'Geleneksel olarak' Yahudi toplumunun üyeleri olan yaklaşık 900 bin Rus Yahudisi, yeni ülkelerinde iskân edildiler. 

İsrail toplumu içindeki ayrımcılıktan, Rusya'dan gelen Yahudiler de paylarını aldılar. Dünyada insanların etnik kökenine en çok dikkat edilen ülke olan İsrail'de, ülkenin daha önceki yerlileri, Rusya'dan gelen Yahudileri benimsemekte zorlandılar. Kültürleri, dilleri ve gelenekleriyle İsrail'in genel yapısına hiç uymayan Rus Yahudileri, İsrail devleti tarafından da etiketlendi: Nüfus cüzdanlarına 'Yahudi' ibaresi yerine 'Rus' yazıldı. 

Rusya'dan gelen Yahudilerin çoğu teknisyen, mühendis vb. idi ve eğitim düzeyi oldukça yüksekti. Ancak gelenlerin bir handikabı vardı: İbranice bilmiyorlardı. Çoğu İsrail'e belli bir yaşta geldiği için, İbraniceyi öğrenip aktif şekilde kullanmaya da imkân bulamadılar. 

İbranice bilmemenin doğal bir etkisi olarak, Rusya'dan gelen Yahudilerin neredeyse hiçbiri -eğitim düzeyleri çok yüksek olmasına rağmen- İsrail'in kaliteli eğitim-öğretim kurumlarında ya da saygın şirketlerinde kendilerine yer bulamadılar. Bu, Rusya'dan gelen Yahudilerin, kendi içlerinde gettolara kapanmasına, Rusça okuyup-yazmalarına, Rusça eğitim yapan okullar kurmalarına, Rusça gazete-dergi vb. çıkararak kendi aralarında iletişim kurmalarına yol açtı. Rusça bugün, İsrail ordusunda İbraniceden sonra en yaygın dildir. Genç askerlerin birçoğu -İbranice bilseler de- kendi aralarında Rusça konuşmayı tercih ederler. 

Rusya'dan gelen Yahudileri İsrail'de yaşayan genel Yahudi nüfustan ayıran bir diğer etken de Yahudilik'e bakış biçimleriydi. Sovyetler Birliği'nin dine karşı aşırı derecede baskıcı bir politika uygulaması, Yahudileri ait oldukları dinin bütün ritüellerinden koparmıştı. Bu, Rusya'dan gelen Yahudileri, İsrail gibi dini motiflerin çok baskın olduğu bir ülkede büyük bir boşluğa düşürdü. 

Rusya'dan gelen Yahudiler, dinsel açıdan içinde bulundukları mahrumiyet durumunu aşmak için ilginç bir eğilime yöneldiler: Ortodoksluğun ritüellerini takip ve taklit etmek. Kendileri ırk olarak İbrani sayılsalar da, Rusya'dan gelen Yahudiler arasında Ortodoks pratikler oldukça yaygındır. Yahudi olduğu halde her pazar kiliselerde ayine katılanların oranı her geçen gün artmaktadır. Ancak şunu da söylemek gerekir: 

Rusya'dan gelen Yahudiler açısından kiliseye gitmek 'Hıristiyanlığa iman'dan öte, Rus kültürünü yaşatmak anlamına geliyor. Zira Rusya'dan gelen Yahudilerin büyük çoğunluğu, Rus kültürünün Yahudi kültüründen daha üstün olduğu kanaatini taşıyor. 

Dindar olmamanın ve 'Yahudi Şeriatı'na riayet etmemenin pratik bir görüntüsü de, 'helal yiyecekler' konusunda ortaya çıkıyor. Rusya'dan gelen Yahudiler bugün İsrail'de domuz başta olmak üzere 'Yahudi Şeriatı'nın hiçbir yasağına aldırış etmiyorlar. Bu da pratik yaşamda diğer Yahudilerle ciddi bir ayrışmayı beraberinde getiriyor. 

İsrail'in Rusya'dan gelen Yahudilerle başının belâda olmasının asıl nedeni yukarıda sayılan 'entegrasyon sorunları' değil, neden oldukları kriminal vakalar. 

Rusya'dan gelen Yahudiler, aile içi şiddet, cinayet, hırsızlık, uyuşturucu kullanımı ve ticareti, alkolizm ve fuhuş gibi birçok alanda kendilerini çoktan 'ispatladılar'. İsrail polis kayıtları, 'Rus' Yahudilerce işlenmiş sayısız sabıka ile dolu. 

İsrail toplumu açısından 'Rus' Yahudiler, çok büyük bir huzursuzluk sebebi. Daha şimdiden, 'Rus' Yahudileri konu alan olumsuz deyimler İbraniceye yerleşmiş durumda. İsrail medyasında, Rus Yahudilerini açıkça 'fahişe', 'mafya mensubu', 'Rusya ajanı' vb. olarak niteleyen haberler bulmak mümkün. 

Son yıllarda Rusya'dan gelen Yahudiler, İsrail'de kendilerine karşı uygulanan ayrımcılıkları medya gündemine taşımaya çalışıyor. Ancak kriminal vakaların ardından çoğunlukla yine kendilerinin çıkması, 'masumiyet' tezlerini zayıflatıyor. Onlar da çareyi, ülkelerine geri dönmekte buluyorlar. Günümüzde yapılan araştırmalar ve istatistikler, gelen Yahudilerin yaklaşık yarısının Rusya'ya geri döndüğünü gösteriyor. Ayrıca Rusya ve Ukrayna'da yapılan bazı güncel araştırmalar, o bölgede yaşayan Yahudilerin -yüzde 60'tan fazla bir oranla- 'asla ve asla' İsrail'e gitmek istemedikleri sonucunu veriyor. 

Tüm bunların ışığında şunu söylemek yanlış olmayacaktır: 

Rusya'dan gelen / getirilen Yahudiler, İsrail'in son dönemde imza attığı en başarısız operasyon olarak önümüzde duruyor. Rus Yahudileri meselesi bu anlamda ciddi bir fiyasko ve kendisi de bir Rus Yahudisi olan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman tipi politikacılar da bu fiyaskonun -maalesef- somut bir sonucu. 

Usame kimdi?-Taha Kılınç


Usame kimdi?


Usame bin Ladin öldürüldü. ABD'nin tantana ile ilan ettiğine göre "Usame bin Ladin ismindeki o cani terörist artık yok! Bütün dünya rahat bir nefes alabilir." 

Tartışmalı kişilikler öldüklerinde, arkalarında büyük tartışmalar bırakırlar. Usame bin Ladin de belki yaşadığı sürece imza attığı eylemlerin başlattığı tartışmalardan daha fazlasının konusu bugün. 

Yaşarken hayatı hep efsanelere konu olmuş bir insandı Usame. Hepsinin de yanlış olduğu sonradan ispatlanan şu yakıştırmalar yapılmıştı onun için: "CIA tarafından yetiştirildi. Amerika onu ve örgütünü maddi-manevi destekledi. Kontrol ettiği devasa bir maddi zenginlik bulunuyordu. Gençliğinde tam bir playboy hayatı yaşarken, her şeyi elinin tersiyle itip Afganistan'ın mağaralarına taşındı..."

Hakkında yalan-yanlış yazılanlar ve konuşulanlar, Usame'yi anlatmak yerine perdeledi, tahlil etmek yerine korku ve şüphe bulutlarının ötesine gizledi. 

Dolayısıyla bugün, Usame bin Ladin'i değerlendirebilmek için, onu 'kendi bağlamı' içinde ve doğru verilerle görebilmek şart. 

Usame bin Ladin'le ilgili söylenecek belki de ilk şey, İslâm'ın temel kaynağı olan Kur'ân'ı 'militarist' bir okumaya tabi tuttuğu gerçeğidir. Ona göre Kur'ân'ın her bir ayeti, 'düşman'larla mücadelede kullanılacak birer silahtır. Bu, sanki günümüzde ortaya çıkmış bir düşünce biçimi gibi görünse de, İslâm'ın tarihini bilenler, daha ilk zamanlardan beri Kur'ân'ı böyle okuyanların var olduğunu bilirler. Bu anlamda Usame bin Ladin, modern zamanlarda ortaya çıkıvermiş bir tip değildi. 

Ancak Usame'yi farklı ve 'korkunç' kılan, 'düşman' kavramına yüklediği anlamdı. Dünya onu "Amerikalılara, Yahudilere ve Batılılara düşman" olarak görse de, aslında Usame'nin zihnindeki düşmanlar bundan ibaret değildi. 

İslâm dünyasında başta Şiiler olmak üzere, 'sapkın' olarak gördüğü gruplara karşı da Usame'nin ve lideri olduğu el-Kaide örgütünün insafı yoktu. Bu, Afganistan'ın işgali sırasında İran'ın -aradaki onca düşmanlığa rağmen- neden canla-başla ABD'ye her türlü yardımda bulunduğunu açıklar. Ayrıca bu, bugün Şii çevrelerde Usame bin Ladin'in ölümü sonrasında atılan sevinç çığlıklarının neden New York ya da Washington'dakilerden farksız olduğunun da izahıdır. 

Peki kırılma noktası neresiydi? Şahitlerin anlatımıyla, gençlik yıllarında 'ateşli bir Müslüman' olmanın dışında herhangi bir 'aşırılık' belirtisi göstermemiş olan Usame, ne olmuştu da 'eli kanlı bir terörist'e dönüşmüştü? 

Usame'yi yakından tanıyanlar, onun herhangi bir İslâmî ekole nispet edilemeyeceğini söylüyor. Hayatı boyunca ciddi şekilde izlediği ve peşinden gittiği bir "üstadı" da bulunmuyor. Sadece Suudi Arabistan'dayken Seyyid Kutub'un kardeşi Muhammed Kutub'un vaazlarını takip ettiği biliniyor. 

Kendisi hakkında bilgi veren bütün kaynaklar, Birinci Körfez Savaşı'na kadar Usame bin Ladin'in Suudi Arabistan yönetimiyle ciddi bir sürtüşmesinin olmadığında hemfikirler: Usame, Suudi Arabistan'daki hakim zümrenin 'İslâm dışı' bir yaşantı sürdüğü düşüncesini taşımakla birlikte, özellikle Suudi ulemasına duyduğu saygı nedeniyle, bunu bir mücadele konusu yapmıyordu. 

1979-1989 yılları arasında yaşanan Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgali sürecinde, Usame bin Ladin ve arkadaşları, Afganistan'da savaşmışlardı. Sadece Usame değil, Arap ve İslâm dünyasının hemen her ülkesinden binlerce 'mücahit', 'Afgan dağlarında' çarpışmıştı. Arap rejimleri, kendi iktidarlarını tehdit eden 'mücahit'lerin Afganistan'a kanalize edilmesi işini bizzat üstlenmişler, kendi vatandaşlarının savaşa katılmaları için her türlü maddi ve lojistik desteği sağlamışlardı. 

Amaçları bir taşla olabildiğince çok kuş vurmaktı: ABD'ye Sovyetlerle olan savaşında yardımcı olmak, halklarına 'Afganistan'ın masum ve mazlum halkıyla işbirliği' mesajı göndermek, komünizmin yayılmacı etkisini bertaraf etmek ve de en önemlisi, kendi rejimlerine karşı muhtemel bir kalkışmanın aktörleri olabilecek 'mücahit'lerin enerjisini başka coğrafyalara kaydırmak. Arap rejimlerinin, 'mücahit'lerin geri dönmeyeceğini ümit ettikleri sır değildi.

Ancak savaşın sonucu Arap rejimleri açısından oldukça acıydı: Sovyetler Birliği direnişi kıramadı ve işgal ettiği topraklardan süklüm-püklüm geri çekilmek zorunda kaldı. Cihada çıkan Arap savaşçılar da harp taktiklerini öğrenmiş, özgüven kazanmış, örgütlenmiş ve güçlenmiş olarak ülkelerine geri döndüler. 

Usame bin Ladin, savaş boyunca ekibini kurmakla uğraştı. Kişisel özellikleri sayesinde bunda büyük ölçüde başarılı oldu. Öyle ki, 1980'lerin sonunda ülkesine döndüğünde artık kendisini 'alternatif' bir vurucu gücün komutanı olarak görüyordu. Öyleydi de. 

1990'da Saddam Hüseyin, Kuveyt'e saldırıp da sıranın Suudi Arabistan'a geleceğini ima ettiğinde, Suudi Arabistan yönetimi ABD ile diyalogu sıklaştırdı. Usame, bağlantıları sayesinde ciddi sayıda Amerikan askerinin ülkesine yerleşeceğini öğrenmişti. Kral Fahd'a şu mealde bir mektup yazdı: "Ben ve emrimdeki en az 100 bin adam ülkemiz için savaşmaya hazırız. Yeter ki siz Amerikalıların gelmesine izin vermeyin!" 

ABD-Suudi Arabistan ilişkilerine alternatif olarak önerilen bu yöntem hem komik hem de korkutucu bulundu Kraliyet tarafından. Usame'nin gerçekten de bu kadar adamı olabilir miydi? Seri bir istihbarat çalışması, bunun büyük ölçüde doğru olduğunu ortaya çıkaracaktı. Kral Fahd mektuba cevap bile vermedi, ancak ilk ciddi uyarıyı da almış oldu. 

Ulemanın tutumu, Usame'nin ikinci büyük şoku yaşamasına neden oldu. İslâm'ın anayurdu olan topraklar Amerikan askerlerince 'kirletilirken', Suudi uleması buna karşı çıkmak şöyle dursun, destek bile oluyordu. 

Bundan sonrası artık oldukça hızlı ve tanıdık şekilde gelişti: 

Usame bin Ladin, Suudi Arabistan Kraliyet ailesini ve onları kayıtsız-şartsız destekleyen ulema sınıfını 'kokuşmanın kaynağı ve sembolü' ilan edip uluslararası alanda faaliyetlerine başladı. Artık cihat alanı bütün dünya, düşmanlar da 'bu dünya düzeninin çarkına su taşıyan herkes' idi. 

Artık perdenin kapanıp ışıkların söndürüldüğü bugün, İslâm dünyasının önemli bir bölümünde, yöntemleri tasvip edilmese bile, Usame bin Ladin'in çıkış noktasının haklı gerekçelere dayandığı şeklinde bir düşünce çok yaygın. ABD'nin dünyanın birçok noktasında imza attığı icraatlar göz önüne alındığında, Usame'nin trajik sonuna karşı bir burukluğun oluştuğu bile söylenebilir. 

Şurası çok açık: 

ABD, özellikle Ortadoğu'daki mevcut politikalarını değiştirmediği sürece, İslâm dünyasını 'terörizm'e karşı savaşmakta olduğuna ikna edemeyecek, dolayısıyla yeni Usame bin Ladin'ler var olmaya devam edecektir. 

“1967 sınırları” ne anlama geliyor?-Taha Kılınç

“1967 sınırları” ne anlama geliyor?


İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, İsrail'in 1967 sınırları üzerinden bir Filistin devletinin kurulmasını kabul ettiğini bildirdi. Netanyahu, İsrail Parlamentosu (Knesset) Dış İlişkiler ve Savunma Komisyonu'na yaptığı açıklamada, ülkesinin ABD ile birlikte "1967 sınırları çerçevesinde bir metin" üzerinde çalıştığını söyledi. 

Netanyahu'yu tanıyanlar için bu açıklama oldukça şaşırtıcıydı. Düne kadar kendisinden 1967 lafını işitmenin imkânsız olduğu Netanyahu, ne olmuştu da birden bire bu açıklamayı yapmıştı? Oysa gerçek, yine 'kurt' politikacıyı tanıyanlar için oldukça yalındı: Netanyahu laf cambazlığı yapıyor, gündem değiştirmeye çabalıyordu.

Nitekim, İsrail radyosunun, başbakanın sözleri üzerinde yaptığı esaslı ve hızlı tashih, Netanyahu'nun aslında şöyle dediğini bildiriyordu: "1967 sınırlarını elbette konuşmamız içinde telaffuz edeceğiz. Böyle bir vakıa var. Ancak kurulması düşünülen Filistin devletinin sınırlarının, İsrail'in 1967 sınırları öncesine çekilmesiyle çizileceğini düşünenler hayal görür!" 

Birçok siyasi gözlemciye göre, Netanyahu'nun bu açıklamayı yapmasının iki ana nedeni var: 1) İsrail'de günlerdir devam eden gösterileri yatıştırmak için zaman kazanmak, 2) Filistin yönetimi tarafından Eylül ayında BM'e götürülecek olan 'devlet olma' teklifinin başarıya ulaşmasını engellemek. 

Çok telaffuz edilen "1967 sınırları" konusu üzerinde durmak yerinde olur: 

Kestirmeden söylersek, "1967 sınırlarına dönmek", İsrail'in Golan tepelerini Suriye'ye, Şeba çiftliklerini Lübnan'a, Doğu Kudüs'ü de Ürdün'e geri vermesi demek. Üçüncü şık çok çarpıcı elbette: Doğu Kudüs'ün Ürdün'e geri verilmesi, Yahudilerin Ağlama Duvarı'nı ellerinden çıkarmaları, ibadet için Ürdün makamlarından izin almaları demek. Dahası Doğu Kudüs'e yerleşmiş bulunan Yahudilerin yeniden bir Arap devletinin boyunduruğu altına girmeleri demek. 

Şu anki konjonktürde İsrailli hiçbir siyasetçinin bunu kabul etmeyeceği, edemeyeceği çok açık. Zaten siyasetçiler kabul edecek olsa, kamuoyu baskısı kabul edenleri devreden çıkacaktır. 

1967 sınırlarının durmadan gündeme getirilmesinin Yahudiler açısından barındırdığı bu absürtlük, iş Filistinliler açısından düşünülünce daha da büyüyor: 

Filistinlilerin 1967 sınırlarına 'fit' olmaları, İsrail'in bölgedeki varlığını resmen ve alenen tanımaları anlamına geliyor. Dahası bu, 1948 tarihini hiçbir şekilde gündeme getirememe sonucunu da doğuruyor. Türkçesi şu: "1948'de İsrail'in kurulması, ardından Arapları topraklarından kovmuş olması meşrudur ve doğrudur. Doğru olmayan, İsrail'in 5-11 Haziran 1967 arasında gerçekleştirdiği işgaldir." 

İsrail-Filistin meselesiyle ilgilenen Araplara sorsanız belki bu şekilde bir açıklamayı kabul etmeyeceklerdir, ancak ısrarla sürdürülen "1967 sınırları" tartışmalarının bundan başka anlamı yok. Ve İsrail bunun gayet farkında. Araplara 1948'i gündeme bile aldırmamanın sonsuz keyfiyle, şimdi 1967 sınırlarından da 'yırtma' peşinde. 

Netanyahu'nun açıklamasında dikkat çeken bir husus da, olası bir Filistin devletinin kuruluş müzakerelerinde Hamas'a ve Gazze'de yaşayan halkın herhangi bir temsilcisine kesin bir şekilde yer olmayacağını söylemiş olması. Bu, bir İsrail başbakanı açısından anlaşılır bir durum. Ancak işin garibi, Ramallah yönetiminin ağzından da Gazze'nin ve orada yaşayanların ne olacağına dair herhangi bir formül dökülmüş değil. 

Evet, diyelim ki Eylül ayındaki BM oylaması sonrasında Ramallah yönetiminin şansı yaver gitti ve 'Filistin Devleti' kuruldu. Hatta diyelim ki, bu devleti dünya da resmen tanıdı. 

Peki Gazze ve orada yaşayan bir buçuk milyon Filistinli ne olacak? Bu devlet onların da devleti olacak mı? Yoksa Gazze üzerinde devam eden abluka ve ambargo görmezden gelinerek, "Filistinliler olarak bir devletimiz var, bağımsızız" nutukları mı atılacak? Ve bu gelişme, Filistinlilerin bölünmüşlüğünün uluslararası alandaki tescili anlamına gelmeyecek mi? 

Filistin sorunu, öteden beri hep acil meselelerin halının altına süpürülerek ayrıntılarda kulaç atılan ve boğulunan bir sorun oldu. 1967 sınırları üzerindeki mevcut tartışma da, acil gündemlerin unutturulmasına hizmet eden 'cafcaflı' ama bomboş bir tartışmaya dönüşmek üzere. 

“God bless you all!”Taha Kılınç


“God bless you all!”


Bu, Libya'nın başkenti Trablus muhaliflerin eline geçtiği gece, eski 'Yeşil Meydan'da düzenlenen gösteride açılan devasa bir pankartın başlığıydı. Amerikan Başkanı Barack Obama, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İngiltere Başbakanı David Cameron ve ABD'nin BM Daimi Temsilcisi Susan Rice'ın yan yana fotoğrafları da yer alıyordu pankartta. 

"God bless you all!" cümlesinin İslâm kültüründeki tercümesi şudur: "Allah hepinizden razı olsun!" Müslümanlar bu cümleyi, karşısındakini en üst düzeyde ödüllendirmek amacıyla kullanırlar. 

Libyalı muhaliflerin, Trablus'un düştüğü gece, kendilerini Kaddafi'den kurtardıklarını düşündükleri isimlere böylesine sembolik değeri yüksek bir övgüde bulunmuş olmaları düşündürücü. 

Pankartta Türkiye ya da başka herhangi bir İslâm ülkesinin yer almaması da düşündürücü. Yine de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önceki gün Bingazi'ye giderek Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil ile görüştü. Hatta 'elden' para yardımında bile bulundu Türkiye. 

Sıradan Libyalının zihin dünyasında Türkiye'nin ve Türklerin ne ölçüde ve ne şekilde yer ettiğini henüz bilmiyoruz. Ancak özellikle genç nesillerin bütün dikkat, sevgi ve coşkularını 'Batılı kurtarıcılar' üzerinde yoğunlaştırdıkları söylenebilir.

Yine dikkatlerden kaçmaması gereken bir diğer gelişme de şu idi: Muhalif isimlerden Ahmed Şabani İsrail gazetesi Haaretz'e yaptığı açıklamada, "Libya'nın bütün dünyanın yardımına ihtiyacı var, buna elbette İsrail de dahil. İsrail, uluslararası alandaki nüfûzunu kullanarak Libyalı muhaliflerin tanınmasına yardımcı olmalı" dedi. Doğrusu bu, oldukça erken yapılmış, 'kullanılma'ya da oldukça müsait bir açıklama idi. 

Muhaliflere sempati beslemeyenler için bu verilerin ortaya koyduğu yalın gerçek şu: "Libya 'postmodern' biçimde işgal edilmiştir". Buna günlerdir gelmeye devam eden yağmalama ve soygun haberlerini, ayrıca Batılı şirketlerin şimdiden Libya petrolüne dair yaptıkları 'iştah dolu' açıklamaları da eklediğinizde manzara daha da karmaşıklaşıyor, kararıyor. "Hak ve adalet düzeni bu şekilde mi sağlanacak?" sorusu ciddi bir soru haline geliyor. 

Elbette birkaç belirtiye bakıp eksiksiz bir teşhis koymak doğru olmaz. Ancak belirtiler de 'hastalık' hakkında bir fikir verir. Belirtileri görmezden geldiğinizde hastalığın büyüyüp bünyeyi tamamıyla sarma ihtimali vardır. 

Eğer Libyalı muhalifleri sempati, hatta coşku ile destekliyorsanız, "Ömer Muhtar'ın torunlarının başaracaklarını" umabilirsiniz. Ama o zaman da, Ömer Muhtar'ın mücadelesinin Libya'nın tarihinde nereye oturduğunu sorgulama hakkı vermiş olursunuz: 

1940 tarihli bir fotoğraf karesi ile başlayalım: Mussolini, ülkesinin yıllar süren kuşatmasından sonra muzaffer bir komutan edasıyla Libya'ya birkaç ziyaret gerçekleştirmiştir. O ziyaret sırasında, Derne kentindeki yerel din adamlarının bağlılıklarını sundukları kareler hakikaten yürek paralayıcıdır. Yine, Mussolini'nin bir ziyaretinde, Libyalı aşiret reislerinin Mussolini'ye faşist selamı verdikleri sahne de bundan daha hafif duygular uyandırmaz. 

Ömer Muhtar 1931 Eylül'ünde idam edildiğine göre, demek ki, daha aradan on yıl bile geçmeden Libyalı elitler, yönetici takım ve ulemâ sınıfı İtalyan egemenliğine boyun eğmiştir. 

"Onca baskıya dayanmak kolay değildir" denebilir. Doğrudur. Hakikaten İtalyanlar Libya'da insanlık sınırının dışına çıkan birçok uygulamaya imza atmışlardır. Ancak kritik nokta bu değildir. "Ömer Muhtar'ın torunları" güzellemelerinde hep ihmal edilen soru şudur: Ömer Muhtar, yanında bir avuç adamla vatanını savunmaya çalışırken, Libya ona ne kadar yardım etmiştir? Tarih kaynakları, aşiretlerin ve ulemâ sınıfının Ömer Muhtar'ın yanında durmak yerine hızlı bir şekilde İtalyanların safında hizalandığını yazıyor. 'Çöl Arslanı', bu çok yönlü kıtlığa rağmen senelerce boyunca yine iyi dayanmıştır, denilebilir. 

Ömer Muhtar'ın o şanlı direnişini gösterdiği zamanlar geçince, Libya hızlı bir şekilde önce İtalyan, ardından da İngiliz egemenliğine girdi. Enteresan bir süreçtir o: İtalyanların boyunduruğundan şikâyet edildi, ardından Kral İdris eliyle İngiliz boyunduruğu geldi. İngiliz boyunduruğundan şikâyet edildi, ardından Kaddafi'nin ilmeği geçti Libya'nın boynuna.

Şimdi görünen o ki, Batılı güçler yeniden geri döndüler. Kendilerine düzülen övgülere bakılırsa, epey özlenmişlerdi. Hatta çok da hoşgeldiler. Ama Kaddafi'nin 1969'da İngilizlerin Libya üzerindeki etkilerine bir tepki olarak iktidara geldiği gerçeği hatırlanırsa, David Cameron'a Trablus'ta edilen hayır dualarının ne anlama geldiğini düşünmek de gerekmez mi? 

Libya özelinde sormamız gereken temel sorular şunlar: Libya'nın ta Osmanlı'dan bu yana içine yuvarlandığı bu sosyal ve siyasal kısırdöngüyü aşabileceğine dair somut işaretler ve ümitler var mı? Muhalifler, 'özgür bir Libya' vaat edebiliyorlar mu? Yoksa 'yeni Libya', eskilerinin biteviye tekrarından ibaret mi olacak? 

Bu sorulara net cevaplar verilmeli. Ve -mümkünse- Ömer Muhtar'ın aziz hatırası istismar edilmeden.