27 Mayıs 2013 Pazartesi

Başlarken- Doğu Ergil

Birlikte araştıracağımız, keşfedeceğimiz, bulduklarımızla heyecanlanacağımız, kimi zaman da öfkeleneceğimiz bir yolculuk olacak bizimkisi. En öfkeli olduğumuz zamanda bile umudumuzu yitirmeyeceğiz. Çünkü biliyoruz ki her sorunun en az bir çözümü vardır. Ve biz kendi hayatımız üzerinde söz sahibi olacaksak onun peşinden gideceğiz.

Eh bunları söyledikten sonra dişe dokunur güncel bir olayı irdelemek gerekir ama ben toplumun bir bölümünün psikolojisinden söz ederek başlamak istiyorum. Çünkü bu ruh hali hem ulusal bütünlüğü tehdit ediyor hem de dünya ile bütünleşmemizi.


Sosyal psikologlar derler ki, her toplumun tarihinde irili ufaklı acılar, felaketler vardır. Toplumlar bunları aşarlar ve yollarına devam ederlerse sağlıklı olurlar. Yaslarını sonlandırdıkları için kendilerine ve geleceğe daha fazla güven duyarlar. Ama bir de yaslarını sonlandıramayan yani çektikleri acıları, uğradıkları felaketi kimliklerinin merkezine oturtan toplumlar vardır. Onlar, bir anlamda geçmişle bağlarını kopartamazlar. Hep kendilerini, dışsal olayların veya üstün düşmanların kurbanı olarak görürler. Geçmişin acılarının her an tekrarlanacakları kuşkusuyla bir tür duygusal "dar-ül harb"ta yaşarlar. Kimseye güvenmezler; şiarları "biz bize benzeriz" veya "bizim bizden başka dostumuz yoktur"dur. Ama bu zihniyette olanlar, üyesi oldukları toplumlarının kendilerine benzemeyen kesimleriyle de sorunludurlar.

Toplu psikolojilerinin ve kimliklerinin temeline oturttukları kayıp, yenilmişlik ve mağdurluk duygusunun kaynağına "seçilmiş travma" deniyor. Şiiler (Kerbela olayı, 680 yılı), Yahudiler (krallıklarını, yurtlarını yitirmeleri ve dünya yüzeyinde sürgün olarak yaşamaları, önce M.Ö. 586'da, sonra bir kez daha M.S. 132'de) ve Ermeniler (soykırım olarak adlandırdıkları 1915 olayları), yaslarını sonlandıramamış, mağduriyetlerini kimliklerinin merkezine oturtmuş olan halklar olarak bilinir.

Ama son yıllarda kitle iletişimi yoluyla sürüme sokulan, kimi zaman siyasilerden, kimi zaman görünüşe göre okumuş, kentli ve rafine insanlardan duyduklarımız acaba bizim de aşamadığımız ve bilinçaltımızda fokurdayan, buharı sızarak aklımızı ve ruhumuzu zehirleyen bir travmamız var mı sorusunu sormayı gerektiriyor. Galiba var.

Bir süredir Sevr Sendromu deyip, çok önemsemediğimiz şeyin aslında toplumun önemli bir kesimi tarafından seçilmiş travma olarak kullanıldığını düşünüyorum. Hani, "Biz Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmedik..." diye başlayan ama savaşa bir imparatorluk olarak girip yenildikten sonra koca bir imparatorluğu kaybetmenin hesabını kendimize vermekten kaçmak için imal ettiğimiz "mazlum millet" ve "emperyalizmden kurtuluş" söylemine sığınma başka nasıl açıklanabilir?

Bu gerçeği kabullenmediğimiz için siyasal sistemin temeline iki saatli bomba yerleştirdiğimizin farkında değiliz. Hep bizden güçlü ulusların boyunduruğuna gireceğimiz aczi ve korkusuyla yaşıyoruz. Sonra, içimizde "bizden" görmediğimiz yurttaş kümeleri düşman olarak görüp ulusal bütünlüğümüzü önce duyguda sonra siyasette zafiyete uğratıyoruz.

Evet bizim kurucu ideolojimiz milliyetçiliktir. Ama milliyetçilik, tüm yurttaşları içermelidir. Milliyetçiliği iki şey boşa düşürür: Onu bir şahsın görüşü olarak anlamak ve uygulamak. Sonra da "iç düşman" icat etmek ve onunla boğuşmak.

Başlarken söyleyeceğim şu: Biz insanız, diğer insanlar gibi; bir milletiz diğer milletler gibi; ne doğuşta onlardan aşağı ne de yukarıdayız. Bizi küresel yarışta ileri çıkaracak olan aklımız, emeğimiz ve öz güvenimizdir.

Hiç yorum yok: