Mehmet Akif Ersoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Akif Ersoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2013 Salı

'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'-Mehmed Niyazi

'Çanakkale Şehitlerine’nin yazılması'

1916’nın başlarında Teşkilat-ı Mahsusa, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ve oğullarının İngilizlerle dirsek temasında bulunduklarını haber alır.

Millî Marş’ımız-Mehmed Niyazi

Savaşta askerimizi şevklendirmek, barış zamanında da gençlerimizi moral bakımından hazırlamak için müziğe, marşa tarihimizin ilk dönemlerinde rastlıyoruz. Gerek Kutadgu Bilig’de gerekse Dede Korkut Kitabı’nda gaza sırasında gümbür gümbür davulların çalındığını okuyoruz.

Mehmet Akif: Mücadele adamı ve vaiz-Bilal Kemik


Bugün Çanakkale Zaferi’nin 98. yılı, 18 Mart 2013. Bugüne, Akif merhumun Çanakkale Destanı’yla başlıyorum. Mısralar bendenizi, 18 Mart 1915’e alıp götürüyor. 


Bu sene İstiklal Marşı’mızın kabulünün 92. ve Balkan Savaşları’nın 100. yılını idrak ediyoruz. Milli Mücadele’yi Safahat’tan okumak icabeder… Orada tarih canlanır. 

17 Mart 2013 Pazar

Neden Mehmed Âkif?Yavuz Bahadıroğlu


Cenap Şahabeddin, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Abdülhak Hamid Tarhan, Ziya Gökalp, M. Emin Yurdakul, Süleyman Nazif, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafız Çamlıbel gibi, devrin kudretli ve şöhretli şairleri dururken, neden İstiklâl Marşı yazma görevi Mehmed Âkif’e verildi?..

Öncelikle bu bir “nasip” işidir. Mehmed Âkif’e “nasip” olmasının sırrı ise, Süleyman Nazif’i ağlatıp, “Allah’ın şehitleri olduğu gibi şairleri de var” dedirten meşhur “Çanakkale Şehitleri Destanı”dır.

6 Mart 2013 Çarşamba

Bu fotoğraf karesine hangi hayatlar sığdı ? .dunyabizim.com


Beşir Ayvazoğlu 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikayesi adıyla maruf Mehmed Akif hakkında bir kitap yayımladı. Yazar, kitabı üç bölüme ayırmış. Birinci  bölümde 1924 yılına, fotoğraftaki şairlerin gözünden genel bir bakış; ikinci bölümde fotoğraf dışında kalan, Mehmed Akif için önemli şahsiyetlerin incelemesi ve devrin siyasi, fikrî ve edebî meselelerin irdelenmesi; üçüncü bölümde ise Akif ve çevresindeki edebî şahsiyetlerin hüzünlü ve ızdıraplı hayatlarının son anlarını anlatıyor.

12 Şubat 2013 Salı

Mehmet Akif'in komünist torunu-Yavuz Bülent Bakiler

Aydemir Güler

MEHMET åkif, 1936 yılının 27 Aralık ayında vefat etti. Mübarek naşı, 28 Aralık'ta toprağa verildi. Bugün onun Hakk'a yürüyüşünün 68. yıldönümündeyiz.
Büyük åkif'in 63 yıllık ömrü, muhteşem bir destan güzelliğiyle çerçeveli.
Aziz devletimiz, onun vefatının 50. yıldönümünde yurt içinde ve yurt dışında Mehmet åkif'i anma toplantıları düzenlemişti. Ben de Kültür Bakanlığı adına, 44 şehrimizde kürsülere çıkmıştım. Sonra Almanya'da, Belçika'da, Hollanda'da, Fransa'da, işçilerimize muhteşem åkif'ten pırıl pırıl güzellikler sunmuştum. Beni ağlayarak dinleyenler olmuştu.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Emekli maaşı 478 lira 20 kuruş Âkif’in serveti!-Taha Akyol


YAKIN tarihimiz üzerine yaptığım çalışmalar sırasında Mehmet Âkif’in emekli cüzdanını buldum. Basında ilk defa bugün Milliyet‘te yayımlanıyor.
Âkif’in emekli aylığı 478 lira 20 kuruştu.
Emekli maaşı, 1 Haziran 1936 tarihinden geçerli olmak üzere bağlanmıştı. Vefatından 6 ay 26 gün önce...
Demek ki sadece 7 aylık maaş alabilmişti.
Biliyordum ama gözümle görünce, Âkif’in hasta yatağında titreyen ellerinin değdiği emekli cüzdanına dokununca hüzünlendim, efkârlandım...

Şair Tarhan’a maaş
Büyük şairlerimizden Abdülhak Hâmit Tarhan, Osmanlı sarayının dostuydu. Milli Mücadele yıllarınıAvrupa’da geçirdikten sonra yeni rejimin de dostu oldu. Ünlü bir şairimiz olduğu için Atatürk ona büyük ilgi gösterdi, 7 Nisan 1924 tarihinde 68 sayılı kanunla “Vatani Hizmet Tertibinden” maaş bağlattı..
Dahası, Hâmit 1927 yılında İstanbul mebusu yapılmış ve 1937’de ölünceye kadar mebusluğu devam etmişti.
Can Dündar Lüsyen’de ayrıntılı olarak anlatır bunu.


Yoksul Mehmet Âkif

29 Ocak 2013 Salı

“Milli Şair”in kayıp Kur’an meali bulundu-Birol Biçe


“Yakıldı mı, yakılmadı mı”,“Acaba bir yerlerde muhafazamı ediliyor”, “Yıllarını harcadığı çalışmasının yakılmasını neden vasiyet etti” soruları eşliğinde adeta bir efsaneye dönüşmüştübüyük şair Mehmet Akif’in yazdığı ileri sürülen Kur’an meali.

“Milli Şair”in kayıp Kur’an meali bulundu
"Yakıldı mı, yakılmadı mı","Acaba bir yerlerde muhafazamı ediliyor", "Yıllarını harcadığı çalışmasının yakılmasını neden vasiyet etti" soruları eşliğinde adeta bir efsaneye dönüşmüştübüyük şair Mehmet Akif'in yazdığı ileri sürülen Kur'an meali. Konu bugüne kadar birçok gündeme gelmiş ancak ayrıntılar hep sis bulutları arasında kalmıştı. Nihayet 80 yıl sonra tamamı olmasa da, Mehmet Akif'in Kur'an meali gün yüzüne çıkıverdi. Akif'in yazdığı meal bulunmuştu. Mahya Yayınlarıtarafından yayınlanan ve Prof. Dr. Recep Şentürk ile Yrd. Doç. Asım Cüneyd Köksal tarafından yayına hazırlanan meal sonunda yılların muammasını çözdü.

26 Ocak 2013 Cumartesi

İstiklâl Marşı muamması-Murat Bardakçı


İstiklâl Marşı muamması

ALMANYA'daki GEMA isimli kuruluşun İstiklâl Marşı'ndan telif hakkı istediği ortaya çıkınca, Bakanlar Kurulu bundan 80 sene önce yapılması gereken işi yapmaya soyundu ve marşın kamulaştırılması kararını imzaya açtı.
Ama, bir Alman kuruluşunun İstiklâl Marşı ile ne alâkası olduğu pek sorgulanmadı...
Söyleyeyim: GEMA, bir telif hakları kuruluşu, yani bestecilerin ve müzisyenlerin haklarını koruyan bir meslek birliğidir ve bu konuda faaliyet gösteren müesseselerin en eskilerindendir. Türkiye'de gerçek anlamda bir telif hakları kanununun mevcut olmadığı senelerde birçok Türk besteci, Almanlar'ın GEMA'sı ile Fransızlar'ın SACEM'ine üye olmuşlar ve hakları bu meslek birlikleri tarafından korunmuştur.
GEMA'nın haklarının korunması için kendisine vekâlet vermeyen bestecilerin eserlerine müdahalede bulunması ve her çalınıştan sonra telif hakkı istemesi sözkonusu değildir, böyle bir hak ancak bestecinin yahut vârislerin yetkilendirmesi ile mümkündür. Dolayısı ile GEMA'nın böyle bir işe kalkışması, Osman Zeki Üngör'ün vârislerinden yetki belgesi almış olduğu anlamına gelir. Yani, İstiklâl Marşımızın bestekârının hakları, şu anda bir Alman meslek birliğinin himayesindedir!
Bu yazdıklarımdan, millî marşımızın bestecisine ait hakların bir Alman telif kuruluşuna verilmiş olduğunu eleştirdiğim mânâsını çıkartmayın! Vârisler, bana sorarsanız en doğrusunu yapmışlardır, zira Türkiye'de "telif hakkı" meselesi, özellikle de musiki alanındaki telifler konusu hâlâ karmakarışıktır. Kanuna göre oluşturulmuş meslek birlikleri arasında işbirliği falan hakgetiredir; üstelik bu meslek kuruluşlarından biri yönetiminden, harcamalarından ve ödemelerinden kaynaklanan şikâyetler sebebiyle kayyuma devredilmiştir.
UNUTULAN BİR TARTIŞMA
İstiklâl Marşı'nın bestesinin Bakanlar Kurulu kararıyla kamulaştırılması çalışmalarına başlandığını öğrendiğimde, 1940'lı senelerde uzun uzun tartışılmış olan bir iddiayı hatırladım: Marşın melodisindeki ana temanın özgün olup olmadığını...
İddiaya göre, ana tema 1845 ile 1902 seneleri arasında yaşayan ve "Tuna Dalgaları", "Çardaş", "İki Gitar" gibi meşhur olan çok sayıda eserin sahibi lon Ivanovici adındaki bir Romen besteciye aitti! Ivanovici'nin "Carmen Silva" isimli valsinden alınmış, bu iş yapılırken vals temposu bir dörtlük ilâve edilerek marşa dönüştürülmüştü!
Cemal Reşid Rey'in "Onuncu Yıl Marşı" hakkında ortaya atılan söylentiler gibi...
18. yüzyılın meşhur Fransız filozofu Jean-Jacques Rousseau, 1750'lerde "Le Devin de Village" yani "Köy Kâhini" ismini verdiği kısa bir opera bestelemişti. Eserin içerisinde, oyunun kahramanlarından Colette'in okuduğu, "Saadetimi kaybettim, hizmetkârımı kaybettim" sözleriyle başlayan bir şarkı vardı. 1950'li senelerde, bu şarkının bizde "Çıktık açık alınlaaaa!" hâlini aldığı ileri sürülmüş ve bu benzerlik yüzünden Onuncu Yıl Marşı'nın bestesinin değiştirilmesi bile teklif edilmişti...
KOLAYCA BULABİLİRSİNİZ
İstiklâl Marşı hakkında bir başka iddia daha vardı: Eserin bestecisi olan viyolonist Osman Zeki Üngör, Ankara'da o zamanki ismi "Riyâset-i Cumhur Musiki Heyeti" olan bugünün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestra-sı'nın başına geçmeden önce, Sultan Vahi-deddin'in sarayındaki orkestranın başında idi. Hükümdara "Şeh-i âlem mâh-ı envâr ...sultânım" sözleriyle başlayan bir "medhiye" sunmasının yanısıra, padişahın tahta çıkması münasebetiyle bir de marş bestelemiş ama Sultan Vahideddin marşı çaldırmamıştı. Mehmed Akif'in şiiri daha sonra işte bu marşın üzerine yerleştirilip "İstiklâl Marşı" yapılmıştı ve prozodinin bozuk olmasının, yani güfte ile bestenin uyumsuzluğunun sebebi de buydu!
Bir zamanlar temin edilmeleri zor olan iki eser, yani Ion Ivanovici'nin "Carmen Sylva"sı ile Jean-Jacques Rousseau'nun "Le Devin de Village"ı arandıklarında artık internette bile hemen bulunabiliyorlar. Dolayısı ile bu her iki marşımız hakkında hiçbir yorum yapmayayım, Ivanovici ile Rousseau'nun eserlerini dinleyin ve kararı kendiniz verin...

23 Ocak 2013 Çarşamba

Mehmed Akif’in şiirindeki özellikler-Mehmed Niyazi


Edebiyatımızın sosyal muhtevayı Namık Kemal’le kazanmaya başladığı belirtilmektedir.

Namık Kemal’in eserlerine dikkat edersek, bunlardaki  sosyal muhtevanın vatan ve onun korunmasında lüzumlu olan kahramanlıkla sınırlı kaldığını görürüz. Tevfik Fikret de sosyal muhtevaya tamamen bigane değildi; fakat onda bir çeşniden öteye gitmemiştir. Sosyal meselelerimizi edebiyatımızın asıl konusu yapan şüphesiz Mehmed Akif’tir.

Babası Balkanlar’dan gelmiş bir alimdi; buralar uzun zamandan beri yakılıp yıkılmaktaydı; evde anlatılanlar körpe dimağında yer ediyor, onu vatan ve millet konularında hassas duruma getiriyordu. Çocukluk yılları da eskilerin “93 Harbi” dedikleri Osmanlı-Rus savaşının dramlarıyla geçti. Zaten birbirini takip eden harpler ülkeyi harabeye çevirmişti. Bir de bu son savaşın getirdikleri felaketi katmerleştiriyordu. Nereye baksa aç, sefil, hasta, çaresiz görüyor, Allah ona öyle bir yürek nasip etmişti ki “bana ne” diyemiyordu.

Çeşitli memurluklarda hizmet veren Mehmed Akif’in en etkili görevi, ilk mecliste Burdur milletvekili olarak bulunduğu dönemiydi. Milletimizin kaderini değiştirebilecek bir konuda hiçbir zaman bulunmadı. Bunun için “Aczimin giryesidir bence bütün asarım” mısraıyla kendisini ifade etmektedir. “Millet-i merhume” dediği halkımızı harekete geçirmek için onun biricik silahı kalemi, sanatı idi. O, “Sanat sanat içindir” tezinden, sanatın gayesinin bizatihi kendisi olduğunu anlamazdı, aslında anlardı da anlamsız bulurdu. “Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim / İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim” diyerek yazdıklarını kuvvetlendirip vicdanları harekete geçirmek  istiyordu. Şiiriyle toplumun derdine çare bulmanın, yani sosyal faydanın peşindeydi. Onun şiiri “Rezail-i içtimaiyyemizi” göstermek esasına dayanıyordu. Küfe, Meyhane, Seyfi Baba, Kocakarı İle Ömer, Mahalle Kahvesi, Köse İmam bu cümleden sayılabilecek şiirlerinden bazılarıdır.

Akif samimi bir insandı; şiirinin, nesrinin, hitabetinin etkisi de  buradan gelmektedir. Elbette ki şiiri ve nesri çok güçlüdür; ama unutmamak gerekir ki, başka güçlü kalem erbabları da vardır; yalnız Akif kadar etkili bir sanatkar fani dünyamızdan pek az gelip geçmiştir. Ülkemizde doğan çocuklara verilen adların başında “Mehmed Akif”in gelmesi etkisinin açık delilidir.

Sözün bir başkasına etkisi sınırlıdır; genellikle “güzel söz” deyip geçilir. Fakat ortaya konan bir hayatsa, etkisi başka olur. Bunun için doğru bilinenin yaşanması lazımdır. Akif sadece yazdıklarıyla değil, hayatıyla da şairdir.

Yaşadığı dönemde ceddin yüreğini, ruhunu taşımak milletin selameti için yeterli değildi; Batılı’nın ilmini almamız da gerekiyordu. Fakat o sıradaki Osmanlı aydınları yarım yamalak Fransız materyalizmini tanımışlardı. Din hakkındaki görüşlerini açıkça ifade etmeseler de Batı’nın etkisiyle dinin terakkiye engel olduğuna inanmaktaydılar. Daha önce de Ziya Paşa aynı dertten muzdaripti; “İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakkî/ Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı./ Milliyeti nisyân ederek her işimizde/ Efkâr-ı Frenk’e tebaiyyet yeni çıktı.” Akif, “Al ilmini, irfanını” diyerek feryad ederken hayatlarını benimsemezsek, galiplerin ilmini, irfanını alamayız diyorlardı. Dünyamızı cehenneme çeviren matematik, fizik, kimya gibi bilimlerdi. Bunların yaşantıyla ne ilgileri vardı?

Ona göre edebiyatın kökü “edep”ten gelmekteydi. Nitekim edepsizliğin başladığı yerde edebiyatın bittiğine inanırdı. Dolayısıyla edebiyat kökünün özelliklerini mutlaka taşımalıydı.

Edebiyatın milliyeti ve vatanı olduğuna da inanırdı. Bunun için hiçbir ülkenin edebiyatını milletimize mal etmek istemezdi. Fakat bu başka milletlerin edebiyatından faydalanmamak anlamına gelmezdi. Hatta o, her şeyde olduğu gibi edebiyatta da Doğuluların Batılılardan geri kaldığını sık sık vurgular, ileri edebiyatlardan faydalanmamız gerektiğini belirtirdi.

Kanaatince edebiyatta dil de çok önemliydi; bunun için Safahat’inde halkın kendisi konuşmaktadır.

Mehmed Akif hayatını milletine vakfetmiş, onun nabzı olmuş bir şairdir. Şiiri de çökmekte olan bir toplumun, elden kayıp gitmekte olan bir vatanın ağıtıdır.

17 Ocak 2013 Perşembe

Mehmet Âkif Mısır'a neden gitti-Mehmet Âkif’in fesi, yobazın öfkesi-Yavuz Bülent Bakiler


Mehmet Âkif Mısır'a neden gitti

Mehmet Akif, 1936 yılının 27 Aralığında rahmet-i rahmana kavuştu. Ben, 44 şehrimizde Âkif için kürsülere çıktım. Gördüm ki, bizim okumuş-yazmış takımımız, Akif’i hiç okumamış; dolayısıyle onu, yeteri kadar tanımıyor. Halkımız ise, Akif’le hiç ilgilenmemiş. Yalnız toplantılarda, büyük şairimizi, çeşitli özellikleriyle anlattığımda ağlayanlar olduğuna şahit oldum. Okumuş yazmış kimseler arasından da çok şaşıranlar karşıma dikildiler ve bana dediler ki: - “Hayretler içinde kaldık. Çünkü bizim bildiğimiz Mehmet Akif’le, sizin anlattığınız Akif arasında çok büyük farklılıklar var! Mesela Mehmet Akif, şapka giyinmemek, başındaki fesi çıkarmamak için, kaçıp Mısıra giden adam değil midir?” 

“Bu inanış, milyon kere, milyar kere yanlıştır dedim sonra gerçeği anlatmaya çalıştım: Bir kere Mehmet Akif, Mısır’a, katiyyen kaçmadı; Mısır’a gitti. Çünkü Mısır’a gitmek başkadır, Mısır’a kaçmak başka. Onun Mısır’a gitmesinin fesle de şapkayla da bir ilişiği yok. Bir takım kimselerin uydurmalarını ben de biliyorum. ‘Onlara göre “şapkayı gavurlar icat ettiği ve gavurlar giyindiği için, M.Akif şapka takmaya şiddetle karşı çıkmış. Çünkü, şapka giyindiği takdirde gavur olacağına inanıyormuş.” Yanlış, yanlış, yanlış! Çünkü fesin de şapkanın da Türklükle ve Müslümanlıkla milyarda bir bile ilgisi yok. Fesi, önce Frigyalılar yapıp giyindiler. Sonra fes, Frigyalı’dan çıkıp Roma’ya geçti. Bazı Avrupa ülkelerinde takıldı. 1832 yılında, Sultan İkinci Mahmut döneminde padişah fermanıyla biz de fesi kabul ettik. Yalnız halkımız, fese şiddetle itiraz etti. “Fes gavur işidir” giyinmeyiz diyerek baş kaldırdı. Padişahımıza da “gavur Padişah” diyerek öfkelendi. Bizim 36 Osmanlı Padişahı arasında “gavur Padişah” diye horlanan tek padişah İkinci Mahmut’dur. Frigyalılar ise, milattan bin yıl önce yaşayan putperest bir kavimdir. Mehmet Akif, Frenk gömleği giydi. Kravat taktı. Ceket-pantolonla yaşadı. Bunlar da bize Batı’dan gelmedi mi? O, kafanın dışıyla değil, içiyle meşgul olan mütefekkir şairlerimizdendi. Mısır’a gitme sebebine gelince: Cumhuriyein ilanından sonra, bizim bir muhalefet partimiz olmadı. Kazım Karabekir paşa’nın ve Fethi Okyar’ın kurdukları muhalefet partileri ancak üçer ay ayakta kalabildiler sonra derhal kapatıldılar. Muhalefet partileri kapandı ama Meclisimizde muhalif milletvekilleri vardı. O muhalif milletvekillerinden Ali Şükrü Bey öldürüldü. Meclisimiz 1923 yılında feshedildi. Yeni meclisimize Mehmet Akif alınmadı. Muhalif milletvekillerimizin hepsi Meclis dışında kaldılar. Mehmet Akif’i devlet memurluğuna da almadılar. Bir de arkasına iki sivil polis taktılar. Akif, bu akıl dışı, bu insaf dışı davranışa katlanamadı. Bakmakla vazifeli olduğu 5 çocuğu vardı. Çok yakın dostlarından Mısır Hidiv’i Abbas Halim Bey, kendisine Kahire Üniversitesinde Türkçe müderrisliği bulunca kahırlanarak çıkıp Mısır’a gitti. 

Mehmet Âkif’in fesi, yobazın öfkesi


Meh­met Âkif Er­soy, bi­zim Meş­ru­ti­yet ve Cum­hu­ri­yet de­vir­le­ri­mi­zin en bü­yük âbi­de şah­si­yet­le­rin­den bi­ri. 27 Ara­lık, onun ve­fat et­ti­ği gün­dür. Ge­çen yıl­lar­da ol­du­ğu gi­bi bu yıl­da da, çe­şit­li şe­hir­le­ri­miz­de Meh­met Âkif üze­ri­ne top­lan­tı­lar ya­pı­la­cak. Ya­pıl­sın ta­bi­i. Böy­le top­lan­tı­la­rın bü­yük fay­da­la­rı ola­cak. Bu ve­si­ley­le be­nim de söy­le­mek is­te­dik­le­rim var: 
Aziz dev­le­ti­miz, 1986 yı­lı­nı, Meh­met Âkif Yı­lı ola­rak ilân et­miş­ti. Şa­iri­mi­zin yurt için­de ve yurt dı­şın­da, çe­şit­li top­lan­tı­lar­la anıl­ma­sı­nı ka­rar­laş­tır­mış­tı. 1986, bü­yük şa­iri­mi­zin ve­fa­tı­nın 50. yıl dö­nü­mü idi. O ta­rih­ler­de, Kül­tür Ba­kan­lı­ğın­da ça­lış­tı­ğım için, yet­ki­li­ler, be­nim de çe­şit­li şe­hir­ler­de Âkif’i an­lat­ma­mı is­te­miş­ler­di. O mü­na­se­bet­le 44 şeh­ri­miz­de M. Âkif’i an­lat­ma­ya ça­lış­mış­tım. Ay­rı­ca Al­man­ya’da, Bel­çi­ka’da, Hol­lan­da’da, Fran­sa’da Âkif üze­ri­ne ko­nuş­muş­tum. Hay­ret­le ve deh­şet­le gör­müş­tüm ki, bi­zim hal­kı­mız Meh­met Âkif’i ye­te­ri ka­dar ta­nı­mı­yor. Ta­nı­mı­yor; çün­kü oku­mu­yor. Yi­ne hay­ret­le ve deh­şet­le gör­müş­tüm ki, yük­sek tah­sil­den geç­miş, ay­dın di­ye bi­lin­miş ba­zı yet­ki­li­le­rin de, Âkif’ten hiç­bir cid­dî na­sip­le­ri yok­tur. Ni­te­kim 44 şeh­ri­mi­zin pek ço­ğun­da, o ki­şi­ler iri iri açı­lan göz­ler­le ba­na hep ay­nı so­ru­yu sor­muş­lar­dı: 
- Efen­dim de­miş­ler­di si­zin an­lat­tı­ğı­nız Âkif’le, bi­zim bil­di­ği­miz Âkif ara­sın­da uçu­rum­lar var. Bu Meh­met Âkif, şap­ka dev­ri­min­den son­ra, ba­şın­da­ki fe­si çı­kar­ma­mak için, ka­çıp Mı­sır’a gi­den adam de­ğil mi? O, şap­ka gi­yin­di­ği tak­dir­de kâ­fir ola­ca­ğı­na ina­nan ki­şi­ler­den bi­ri de­ğil mi?.. 
Yan­lış! Yan­lış! Yan­lış! Mil­yon ke­re, mil­yar ke­re yan­lış! Böy­le id­di­alar­la ko­nu­şan kim­se­le­re gö­re, şap­ka ya­pan bir adam gü­ya de­miş ki: “Ben öy­le bir şap­ka yap­ma­lı­yım ki, o şap­ka­ya öy­le bir te­rek koy­ma­lı­yım ki, ne ben Al­lah’ın yü­zü­nü gör­me­li­yim ne de Al­lah be­nim yü­zü­mü gör­me­li. 
İş­te Akif de, şap­ka ya­pa­nın bu dü­şün­ce­si­ni bil­di­ği için ya­ni şap­ka gi­yin­di­ği tak­dir­de kâ­fir ola­ca­ğı­na inan­dı­ğı için, ka­çıp Mı­sır’a git­miş!” Bu, saf­sa­ta­lar­la do­lu bir za­val­lı id­di­adır. 
Ev­ve­la M. Akif, Ve­te­ri­ner Fa­kül­te­sin­den bi­rin­ci­lik­le me­zun olan ya­ni müs­pet ilim­ler oku­yan mü­te­fek­kir şa­ir­le­ri­miz­den bi­ri­dir. Arap­ça’sı, Fars­ça’sı, Türk­çe’si, Fran­sız­ca’sı, çok kuv­vet­li bir mü­min­dir. Kur’an-ı nazm öl­çü­le­riy­le Türk­çe’ye ta­şı­ya­cak ka­dar Arap di­li­ne va­kıf­tır. İs­la­ma gö­re “Al­lah, her yer­de ha­zır ve nâ­zır­dır ve bi­ze şah da­ma­rı­mız­dan da­ha ya­kın­dır!” 
Âkif, Al­lah’ı, bir şap­ka­nın te­re­ği üze­ri­ne otur­ta­ca­ğı­nı sa­nan za­val­lı ki­şi­ler­den ola­bi­lir mi? 
Son­ra Âkif, fe­sin İs­la­mi­yet­le hiç­bir il­gi­si, ama hiç­bir il­gi­si ol­ma­dı­ğı­nı çok iyi bi­len kim­se­ler­den­dir. Çün­kü: Fe­si, ilk ön­ce put­pe­rest Frig­ya­lı­lar kul­lan­dı­lar. Kral­la­rı Mi­das’ın, eşek ku­la­ğı­na ben­zer ku­lak­la­rı­nı sak­la­mak için fe­si yap­tı­lar. Fes, put­pe­rest Frig­ya­lı­lar­dan, Hris­ti­yan Ro­ma­lı­la­ra geç­ti. Ro­ma­lı­lar­dan Fas’a uzan­dı. Fe­sin bi­ze ge­liş ta­ri­hi Sul­tan 2. Mah­mud dev­rin­de­dir. 1833 yı­lın­da 2. Mah­mud hal­kı­mı­zın fes gi­yin­me­si­ni is­te­di­ği için bir­ta­kım ka­ran­lık ka­fa­lı kim­se­ler ta­ra­fın­dan “Gâ­vur Pa­di­şah” di­ye suç­lan­mış­tır. Ya­ni fes, zor­la ba­şı­mı­za geç­miş­tir. Ga­ra­be­te ba­kı­nız: 1925 yı­lın­da Ata­türk, şap­ka in­kı­lâ­bı­nı ya­pın­ca, 1833 yı­lın­da “Bu fes gâ­vur işi­dir; onu gi­yin­me­yiz” di­yen­le­rin to­run­la­rı, bu de­fa fe­se sım­sı­kı sa­rıl­mış­lar, şap­ka­ya gâ­vur ica­dı di­ye bak­mış­lar­dır. Akif’in Mı­sır’a gi­diş se­be­bi­ni ya­rın­ki ya­zım­da açık­la­ya­ca­ğım.

1 Ocak 2013 Salı

Bir 'sürgün şairi': Mehmet Akif -Akif Emre


Gönüllü sürgününden memleketine dönüşünden hemen sonra, 76 yıl önce bugün vefat etmişti Mehmet Akif. Gönüllülük bir görüntüydü aslında, zira o sürgüne zorlanmıştı. Milli şairi olduğu ülkesinden sürgüne zorlanmıştı. Mehmet Akif'in sürgünlüğü, kırgınlığı, dışlanmışlığının üstüne adeta perde örtülmüştür. Şiirinin milli marş olması bu sürgünü unuttursa da bu durum sadece onun şahsi hayat tecrübesi, hayal kırıklıklarıyla sınırlı değildi. Kendi hayat tecrübesiyle sınırlı olmadığı içindir ki özellikle sürgünlüğünün üstüne yaşadığı dönemde sünger çekilmişti ve bu durum bugün de devam edecektir.

Mehmet Akif'in sürgünlük durumunu hatırla/t/mak onu sürgüne zorlayan şartlarla yüzleşme cesareti göstermek demektir. Bu nedenle milli tarih açısından Mehmet Akif biyografisi İstiklal Savaşı'nda yaptığı fedakârlıklar, verdiği destek ve Çanakkale Destanı gibi şiiriyle sınırlıdır. İstiklal Marşı ise cumhuriyetin Müslüman kitleler nezdinde meşruiyetini sağlayan hem popüler hem resmi metindir.

Mehmet Akif'i sürgüne zorlayan şartlar her şeyden önce onun dünya görüşünden kaynaklanıyor. Artık resmen mahkûm edilmiş bir düşüncenin, hayattan sürülmüş medeniyetin temsilcisiydi. Şiiri memleketinin istiklalini temsil ederken kendisi ve düşünceleri sürgüne gönderilmişti.

Diğer taraftan Mehmet Akif'in düşünce ikliminde sürgünlüğü misakı milli için geçerli bir konumdu belki de. Savunduğu ittihadı İslam düşüncesi, ümmet çizgisi, yereli aşma, evrenseli yakalama imkânı veriyor idiyse bu anlamda sürgünlüğü de yeniden tanımlanmayı gerektiriyor. Doğup büyüdüğü, istiklal mücadelesi verdiği topraklardan uzaklara savrulmuştu ilk bakışta. Ancak sürgün hayatını geçirdiği coğrafya da çok kısa süre önce vatan toprağı değil miydi? Yahya Kemal'in Balkanlar için yazdığı şiirlerinde dile getirdiği yitirilmiş vatan toprakları kadar yakındı. Akif için ceddinin geldiği Balkanlar tam anlamıyla yitik olsa da yaşadığı sürgün coğrafyası siyasi olmasa da soluklandığı havası, ezanı, insanı, aidiyet duyduğu medeniyetin iklimi açısından vatanın bir parçasıydı.

Ulus devlet sınırlarını aşan bir idealin peşinde koşarken yeni bir ulus devletin 'milli şairi' olmanın dayanılmaz çelişkisini yaşadı Mehmet Akif. Yeni oluşuma kan ve can veren bir neslin ruhunu terennüm ederken bedeni ve fikriyatı sürgüne gidecekti. Bu yönüyle de milli şairini sürgüne gönderen yegâne ulus olmak payesi de bize düşecekti. Sahiplenmek adına ilan edilen 'Mehmet Akif Yılı' nedeniyle onun hakkında her şeyin konuşulur gibi yapılıp da bu zamana kadar üzerinde konuşulamayan ve daha bir müddet konuşulmaya cesaret edilemeyecek olan konu da bu olsa gerek.

Akif'in sürgünlüğünü sürgün olmaktan çıkaran, ulus devlet sınırlarını aşan ideali bakımından karşılaştırılabilecek bir başka şair Muhammed İkbal olsa gerek. Biri İslam coğrafyasının merkezi alanını tutan Osmanlı devletinin çöküşünü durdurmak için çırpındı. Diğeri aynı medeniyetin doğu yakasında sömürge yönetimi altında, Hindistan'da kendi sesini yeniden bulmaya çalışırken benzer düşler kuruyordu. İkbal de Hind İslam coğrafyasında ırk, milliyetçilik ayrıştırmasına karşı evrensel bir çizginin renklerini şiirine aksettirirken Akif İslam'da milliyetçilik düşüncesine karşı benzer şuuru dile getirecekti. Ne var ki her ikisi de ulus devlet şartlarına razı olmak zorunda kalacaktı. Akif yenilmiş bir imparatorluktan elde kalan son parçayı kurtarmanın davasındayken, İkbal sömürgeleştirilmiş bir imparatorluktan yeni bir devlet çıkartma davasındaydı. Akif parçalanan imparatorluğun başka bir köşesine savrulurken İkbal yenilmiş imparatorluktan ulus üstü ulus devlet hayali kurdu; ömrü hayalinin gerçekleştirmeye yetmedi

İkbal 'Hicaz ve Şamlı olmaktan, mekâna bağlılıktan vaz geç' derken şiirinde coşkuyla beraber düşünürce bir eda taşır. Akif 'Müslümanlık'ta anasır mı olurmuş ne gezer/Fikr-i kavmiyeti telin ediyor peygamber' derken benzer kaygıyı 'isyan ahlakı' içinde dillendirir. Biri daha filozofça diğeri sanki sosyal gözlemci edasında. Ama her ikisinde de fikir ve öfke baskın özellik. Hemen hemen yaşıt olan İslam coğrafyasının iki kanadından yetişen bu iki isim, şiir dilindeki coşkuya karşılık biri düş kırıklığı içinde sürgündedir diğeri gelecek umuduyla yaşamaktadır.

Farklı İslam coğrafyasının iki coşkulu şairi, alt üst oluşları yaşarken şiiri aşan bir perspektif sunmaya çalıştılar. Şiire yansıyan bu bakış tarzı dönemlerinin sorunlarını, umutlarını yansıtmakla sınırlı kalmayan, çağdaşı İslami düşünürlerinin zaaflarını da taşıyan ve bu yönüyle de bugünkü ufuk çizgimizin belirlenmesinde önemli izler sunar… Bugün için dile getirdikleri idealler ve tecrübe ettikleri pratiklerle hesaplaşmak hem yerel hem küresel ölçekte içinde yaşadığımız durumla yüzleşmeye cesareti gerektiriyor.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Mehmet Âkif’ten korkanlar, onu okumayanlar -Gök Sultan 2. Abdülhamid Han ve büyük Mehmet Âkif-“Allah bu millete, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!”Mehmet Âkif’te Japonya sevgisi -Yavuz Bülent Bakiler

Mehmet Âkif’ten korkanlar, onu okumayanlar

Mehmet Âkif Ersoy’un vefatı üzerinden tam 74 yıl geçti. Onu, devlet törenleriyle ilk defa, 1986 yılında andık. Vefatının 50. yıl dönümü dolayısıyle, Türkiye içinde ve işçilerimizin yaşadıkları Avrupa ülkelerinde çeşitli programlar düzenlendi. O yıllarda, ben, Kültür Bakanlığında vazifeliydim. 42 şehrimizde Âkif için kürsülere çıktım. Sonra, Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da, İsviçre’de, Fransa’da yaşayan işçilerimize büyük Vatan Şairimizi anlatmaya çalıştım. Hayretle ve dehşetle gördüm ki, bizim münevver bilinen kimselerimiz, Mehmet Âkif Ersoy’u, yeteri kadar bilmiyorlar, tanımıyorlar. Halkımızın da (okumadığı, araştırmadığı için) Âkif’ten haberi yoktur. Birçok yerde şahid oldum: M.Âkif’i olduğu gibi anlatınca, aydın bilinen, öyle geçinen kişiler, hayretler içinde kaldılar. Bana gelerek dediler ki:

“-Bizim bildiğimiz Âkif’le, sizin anlattığınız Âkif arasında, dağlar kadar fark var. Şaşırdık kaldık! Bu Âkif, başındaki fesi çıkarmamak için kaçıp Mısır’a giden adam değil mi? Âkif, başından fesi çıkardığı takdirde gâvur olacağına inanıyordu. Halbuki siz, bu iddianın kat’iyyen doğru olmadığını, İslâm düşmanları tarafından uydurulduğunu söylüyorsunuz.”

-Evet öyle dedim. Çünkü fesin Türklükle ve İslâmiyetle milyarda bir nisbetinde bile ilgisi yoktur. Fesi önce Frigyalılar yaparak kullandılar. Frigyalılar, M.Ö. 1000-2000 yılları arasında yaşayan putperest bir kavim. Fes, Frigya’dan Doğu Roma’ya, oradan Fas’a yayıldı. 1832 yılında ise, 2. Mahmud zamanında, bizim başımıza yerleşti. Halk, 2. Mahmud’un fes inkılâbını kat’iyyen kabul etmedi. Hatta ona, “Gâvur padişah” diye bir isim bile taktı. Fes, zorla başımıza oturdu. O hadiseden 93 yıl sonra, Atatürk, Kastamonu’da, halkımızı şapka ile selamladı. Garabete bakınız: İkinci Mahmud zamanında, fesi kat’iyyen kabul etmeyen, fes yüzünden, başındaki hâlifeye “Gâvur padişah” diye isim takanların torunları, 1925 yılında fese sımsıkı sarıldılar ve şapkayı giyinmek istemediler. Şapka yüzünden idamlar oldu ve şapka, başımıza zorla oturdu.

Doğu ve Batı dünyasını çok, ama çok iyi bilen, Fransızca, Arapça ve Farsça ile geniş araştırmalarda bulunan ve aynı zamanda müsbet ilimler okuyan M.Âkif, nasıl olur da İslâmiyeti getirip fesin dar kalıpları içine sokar? Âkif’i fes dolayısıyle suçlayan cahil veya inkârcı kafalar, onun -yine Batıdan gelen- Frenk gömleği giyinmesini, kravat takmasını, ceket ve pantolon kullanmasını nasıl izah edecekler acaba?

M.Âkif, bizim Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrimizin, en büyük âbide şahsiyetlerinden biri.
Âkif, bin yıl sonra bile, ikibin yıl sonra bile, yine âbide bir şahsiyet olarak selamlanacak mütefekkir şairlerimizin başında bulunuyor.

Cehalete, taassuba, geriliğe, yanlış bir tevekkül anlayışına Âkif kadar düşman olan kaç şairimiz var?
Türkiye’nin kalkınması, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması aynı zamanda, Âkif’i çok iyi tanımamıza, onun büyük aydınlığından istifade etmemize bağlı.

M.Âkif, SAFAHAT isimli 536 sayfalık muhteşem eserinde, yüzümüzü, Batının ilmine ve san’atına dönmemizi sık sık hatırlatmaya çalışıyor. Bizim şiirimizde, atom ilminden ilk defa bahseden şairimiz odur. Gençlerimize, Âsım’ın şahsında anlatmayı istiyor ki kaba kuvvetle, hükümet darbeleriyle vatana hizmet etmek mümkün değildir. Çıkış yolu, en kısa zamanda Berlin’e gitmek, orada atom ilmini öğrenmek, böylece bir damla kömürden namütenahi güç elde ederek onu insanlarımızın sağlığı-saadeti için kullanmaktır. Türkiye’yi ağır sanayiye kavuşturmaktır.
Âkif’ten korkanlar, bizim din düşmanlarımız, ham yobazlarımızdır.


Gök Sultan 2. Abdülhamid Han ve büyük Mehmet Âkif

Çok garip! Ne zaman bu sütunda Mehmet Âkif Ersoy’dan bahsetsem, bazı okuyucuların itirazlarıyla karşılaşıyorum. Şikâyetler şu noktada toplanıyor: “Mehmet Âkif, cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’ı sevmiyordu. O velî padişahımıza hakaret yüklü şiirler yazdı. Ben de Âkif’i sevmiyorum!” diye yazanlar yanında, Mehmet Âkif’in 2. Abdülhamid Han aleyhine yazdığı şiiri bulup gönderenler de var. Sanıyorlar ki, ben Mehmet Âkif’i çok sevdiğime göre 2. Abdülhamid Han’ı sevmiyorum.

Yanlış. Milyon kere yanlış. Bizim resmî tarih kitaplarımız, 2. Abdülhamid Han’a hâlâ bir Ermeni veya Yahudi ağzıyla hakaretler yağdırıyor. Halbuki o, bizim Osmanlı tarihimizin çok büyük padişahları arasında. Ben, 2. Abdülhamid Han üzerine ilk aykırı yazıyı Nihal Atsız’ın kaleminden okudum. Atsız, ondan “Gök Sultan” diye bahsediyordu. Türk’e ve İslâma düşman bazı kişilerin ve Avrupalı yazarların Kızıl Sultan suçlamalarına karşı, Atsız, tarihimizin bu büyük padişahını Gök Sultan diye alkışlıyordu. Doğrusu 2. Abdülhamid Han’ı, bana önce Atsız sevdirdi. Sonra bu konuda Yılmaz Öztuna ağabeyim, önümü-arkamı aydınlattı. Öztuna’ya göre 2. Abdülhamid Han, bilhassa dış politikada, deha derecesinde başarılı bir hükümdarımızdır. Sonra başka kaynaklarla da bilgimi pekiştirdim. 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin birinci sınıfında, adımın başına bir de “2. Abdülhamidçi” suçlaması eklendi. Arkadaşlarımla kavga ettim. Ve ömrümde ilk defa 2. Abdülhamid yüzünden cebimde bıçak taşıdım. Yani yeni bir kavga olsaydı, üzerime gelenleri bıçaklayacaktım. Bereket ki olmadı. 2. Abdülhamid Han’ın üç büyük suçu vardı: 2. Abdülhamid Han önce, Yahudi liderlerin bütün göz kamaştırıcı tekliflerine rağmen Filistin topraklarını onlara satmadı. Dolayısıyla, kendi zamanında, bir Yahudi devletinin kurulmasına göz yummadı. Onun ikinci büyük suçu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzda bir Ermeni devletinin kurulmasına fırsat vermemesiydi. Üçüncü çok büyük suçu da, çok akıllı ve bilgili olmasıydı. Etrafını çeviren çok vatanperver, ama çok cahil, çok tecrübesiz İttihatçı subaylar karşısında, çok bilgili ve tecrübeli olmasıydı. Nitekim, onu devirenler, koskoca imparatorluğu 10 yıl içerisinde paramparça ettikten sonra, yurt dışına kaçtılar.

2. Abdülhamid, dün olduğu gibi bugün de benim için Gök Sultan’dır. 
Mehmet Âkif Ersoy ise, bizim, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerimizin en büyük âbide şahsiyetlerinden biridir. Samimi inancıma göre, Âkif, bin yıl sonra bile, iki bin yıl sonra bile, hep âbide şahsiyet olarak selâmlanacaktır. Çünkü Âkif, ilhamını, Kur’andan ve sevgili peygamberimizin sözlerinden, yaşayışından alan, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanan bir mütefekkir şairimizdir. 

Onun en büyük yanlışı, noksanlığı, ayıbı, devrin modasına uyarak 2. Abdülhamid Han’ı kat’iyyen sevmemiş ve hükümdarımızın aleyhinde çok ağır mısralar yazmış olmasıdır. Dahası var:

Ben 15 yaşımdan itibaren Turancı olan, Turan mefkuresiyle yaşayan bir kimseyim. Turan üzerine yazdığım şiirlerim var. Türkistan Türkistan, Üsküp’ten Kosova’ya, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır isimli kitaplarımı Turan sevdasıyla yazdım. Yeni Türk Cumhuriyetleri üzerine 101 (yüzbir) TV programı hazırladım ve sundum. Ama Âkif kat’iyyen Turancı değildi: “Turan, Turan diyerek bir efsane edindik/Efsane fakat gaye diyerek az mı didindik” diyerek Turancıları ciddiye almıyordu. Olabilir. Ben, tek ayağı seken bir küheylânı kesenlerle beraber değilim. 1986-1987 yıllarında Âkif’i 44 ilimizde anlattım. Komünistlerimiz, İslâm düşmanlarımız, vatanımıza, milletimize, istiklâlimize... kör bakan insanlarımız, Âkif günlerine âdeta batarya ile ateş açmışlardı. Şimdi görüyorum ki, bâzı mütedeyyin vatandaşlarımız da aynı cephededirler. Elbette çok yazık. 

“Allah bu millete, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!”

İstiklâl Marşımız doksan yaşında.
1921 yılına girinceye kadar bir millî marşımız yoktu.
Millî Mücadelemiz 19 Mayıs 1919’da başlamıştı. Fransız millî marşı, 1789 İhtilâlinden beri söyleniyordu. Biz de istedik ki, bizim de Millî Mücadelemizin, o büyük direnişimizin ve kahramanlığımızın bir marşı olsun. 1920 yılında, Garb Cephesi Komutanı Alb. İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanımızdı. Dr. Rıza Nur ise, Millî Eğitim Bakanlığımızın başında bulunuyordu. İnönü, Dr. Rıza Nur’a, resmî bir yazıyla başvurdu: “Millî heyecanımızı koruyacak, millî azim ve imanımızı besleyecek, zinde tutacak, (Fransız Millî Marşı gibi) bir marşımız olmasını, bu hususta gereken hazırlıklara başlanılmasını” teklif etti.

Millî Eğitim Bakanlığımız, 7 Kasım 1920 tarihli Hakimiyet-i Millîye gazetesine bir ilân verdi. Millî Marşımız için bir yarışma açıldığını, gönderilecek şiirlerin bir kurul tarafından inceleneceğini, birinciliğe lâyık görülen şiire beşyüz lira ödeneceğini bildirdi.

Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Bu şiirler içerisinde Millî Marşımız olabilecek değerde bir şiir yoktu. Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak Millet Meclisimizde idi. Ama yarışmaya katılmamıştı. Gerekçe olarak da, birinci seçilecek şiire, 500 lira mükafat verileceğini söylüyordu. “Ben, para karşılığında şiir yazmam” diyordu. Yeni Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Âkif’e bir mektup yazdı: “Endişeniz dikkate alınacaktır. Bu marşın güftesini ancak siz yazabilirsiniz. Şiiriniz karşılığında size para ödenmeyecektir!” dedi. Mektup 5 Şubat 1921 tarihliydi. Mehmet Âkif, Ankara’da, Taceddin Dergâhında oturuyordu. İstiklâl Marşımızı, o dergâhın odalarında dolaşarak, bazı kıt’alarını, dergâhın beyaz badanalı duvarlarına yazarak iki gün içinde tamamladı.

Şiirin bütünü ilk defa 21 Şubat 1921 tarihinde (Kastamonu) Hürsöz gazetesinde yayımlandı.
Millî Eğitim Bakanımız Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstiklâl Marşımızı, TBMM’de ilk defa 1 Mart 1921 tarihinde okudu. Milletvekillerimiz, büyük bir heyecan duyarak Tanrıöver’e seslendiler:

-Lütfen bir daha okuyun! Bir daha okuyun!

Hamdullah Suphi, şiiri bir daha okudu. Milletvekilleri Tanrıöver’i ayakta dinlediler. Başkanlık kürsüsünde Mustafa Kemal Paşa vardı.

Millet Meclisimizde ilk defa 1 Mart 1921 tarihinde okunan şiir, 12 Mart 1921 tarihinde resmen İstiklâl Marşımız olarak kabul edildi.

Azerbaycan’da, Prof. Dr. Bahtiyar Vahapzade bana demişti ki: “24 ülkenin millî marşlarını büyük bir dikkatle inceledim. Gördüm ki hiçbir ülkenin millî marşı, sizinki kadar muhteşem değil! Aşk olsun Mehmet Âkif Ersoy’a! Türkün millî marşını, noksansız ölçüler içinde Türk milletine lâyık bir coşkunlukla yazmış!”

İstiklâl Marşımızın yazılışı üzerinden tam 90 yıl geçti. Bugünlere kolay gelmedik. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, birtakım kimseler, İstiklâl Marşımızın değiştirilmesini bile istediler. Onları rahatsız eden, İstiklâl Marşımızın tam bir İslâm şuuruyla yazılmasıydı. Mehmet Âkif:

“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyordu. “Bu ezanlar ki, şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diye yalvarıyordu. Âkif, ümmetçi bir şairimiz olmasına rağmen, Türk soyunun, bitmez tükenmez bir aşkla İslâma hizmet ettiğini görüyor: “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl/Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diye haykırıyordu. Milletimize nasıl büyük bir güvenle bağlandığını ortaya koyuyordu. 1936 yılında, “İstiklâl Marşımız yeniden yazılsa” diyen bir ziyaretçisine verdiği cevap hepimizin en büyük niyazıdır:

-“Allah bu millete, bir daha İstiklâl Marşı yazdırtmasın!”

Mehmet Âkif’te Japonya sevgisi
Mehmet Âkif Ersoy’un SAFAHAT isimli eseri, yedi bölümden ibaret. Bütünü 536 sahife olan SAFAHAT‘ın ikinci bölümü: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDEN başlığını taşıyor. 1002 mısra ile tamamlanan bu bölümde, Âkif, bize örnek gösterilen milletler-devletler hakkında görüşlerini açıklıyor. Acaba büyük sarsıntılar geçiren Osmanlı, yeniden derlenip toparlanmak için kendisine hangi milleti örnek almalıdır? Biz, kendimize, Rusya’yı mı, Çin’i, Mançurya’yı mı, Türkistan’ı mı... örnek almalıyız? sorusuna, Mehmet Âkif Japonya’yı! diyerek cevap veriyor. Onun, daha 1912 yılında, Süleymaniye Camii kürsüsüne çıkarak yaptığı açıklamaların, ne kadar doğru olduğu, kayıtsız-şartsız bugün kabul ediliyor. Acaba kendimize Rusya’yı mı örnek almalıydık? Âkif’in, Rusya sevdalılarına verdiği cevap şöyle:
“O zaman Rusya’da hâkimdi yaman bir tazyik
Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarik?
Düşünen her kafanın mutlak ezilmekti sonu
Medenî Avrupa bilmem, niye görmezdi bunu
.....
Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle
Fikr-i hürriyet ölür! Hey gidi şaşkın hezele
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak
Ekilen gövdelerin, hepsi yarın fışkıracak!”
Rusya’da hem Çarlık, hem de Marksist dönemde, hürriyet fikrini ezmek için yirmi milyondan fazla insan katledildi. Fakat o gövdeler kanla sulanan topraktan 1990 yılında yeniden fışkırdı ve Komünist sistem, kendiliğinden yıkılıp gitti! Âkif’e göre, Rusya, örnek alınacak bir ülke değildi.
Acaba Çin’i, Mançurya’yı mı kendimize örnek almalıydık? M.Âkif bu görüşte olanlara da şiddetle itiraz ediyordu:
“Çin’de Mançurya’da, din bir görenek, başka değil
Müslümanlık unsuru gayet geri, gayet câhil
Acaba, meyl-i teâli ne demek onlarca
Böyle gördük sesi milyonlarca
.....
Bu havâlidekiler pek yaya kalmış dince
Öyle Kur’an okuyorlar ki, sanırsın Çince!”
Kendimize ata yurdumuz olan Türkistan’ı örnek almalıyız diyenlere de Âkif’in itirazı çok dikkat çekicidir:
“O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak 
Zilletin koynuna girmiş uyuyor mustağrak
O rasathane-i dünya, o Semerkand bile
Öyle dalmış ki hurafata, o mâzisiyle
Ay tutulmuş kovalım! Kalkın diyerek
Dümbelek çalmada binlerce, kadın, kız, erkek...”
Mehmet Âkif’in gözü, gönlü Japonya’da idi. Ona göre Müslümanlığın bütün güzellikleri Japonya’da Buda ismiyle yayılmıştır. Japonların Kelime-i şahadet getirmeleri kâfidir. Bu da Osmanlı’nın gayretiyle olabilir. Onun Japonya için yazdıklarını kısaltarak dikkatinize sunuyorum:
.....
“Siz gidin saffet-i İslâm’ı Japonlarda görün
O küçük boylu büyük milletin efradı bugün
Müslümanlıktaki erkânı sıyanette ferid
Müslüman demek için, eksiği ancak tevhid
Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat
Acizin hakkını ilâya samimi gayret
Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak
Yedi kat ellerin evlâdını kardeş tanımak
Gece-gündüz açık evler, kapılar mandalsız
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada
Sade Osmanlıların gayreti lâzım arada!”

13 Ekim 2012 Cumartesi

Mehmet Akif'in Fatiha'sı - Akif Emre


Mehmet Akif'in Türkçesi, şiirinin önündedir. Şiir bir dilin en incelmiş hali, dilin ulaştığı en son zirve olduğuna göre bu ifade kendi içinde çeliştiği düşünülebilir. Ancak Mehmet Akif'in Türkçe ile, Türkçe'nin soy kütüğü ile kurduğu ilişki, göz önüne alıp bu dilin günlük hayattaki kullanımına bile kattığı şiirsellik düşünüldüğünde ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Zaten şiirindeki coşku ile yaşayan hayatın, şiire kazandırılmasında sağladığı ahenk tek başına önemlidir.
Mehmet Akif'in şiirinden haz etmeyenler olabilir, ama onun Türkçesi bu dilin ait olduğu medeniyetin soy kütüğünden beslenerek yeşerttiği yaşayan Türkçedir. Zaten dilin sadeleşmesi, yabancı kelimelerden arındırılması mavalı, Türkçe'nin, İslam kültür havzasından beslenerek gelişip serpilen, göçebe bir kavmin tek heceli kelime dağarcığından çok dilli bir imparatorluğun medeniyet diline yabancılaşması hamlesidir. İslam medeniyetiyle, ondan beslenen kavram ve düşünce dünyasını, çağrışımlarıyla yok edip, Batı medeniyetinin kavramlarıyla değiştirilmesi amaçlanmıştır.
Türkçe'nin açık biçimde sekülerleştirilmesi, insanımızın zihin dünyasını, âlem tasavvurunun da seküler paradigmalarla yeniden inşa edilmesini amaçlayan proje, tefekkür dünyamızı da kısırlaştırmıştır. Dil bir toplum için varoluşsal bir meseledir. Heidegger'in daha veciz ifadesiyle “dil varlığın hanesidir.” Bu kısırlaşma din dilini de doğrudan etkiledi. Artık, öz Türkçe adına uyduruk kelimelerin bin yıllık İslam halkasında edindiği anlam bütünlüğünden habersiz, mazisiz, derinliksiz ve şiirsellikten uzak kelimeler ne mesajı tam veriyor ne de ruhlarda karşılık buluyor.
Mehmet Akif'in okuma imkânı bulduğum meali, bana aslında neleri kaybetmiş olduğumuzu çarpıcı biçimde tekrar hatırlattı. Fazla uzatmadan Fatiha meali okunduğunda ne demek istediği daha iyi anlaşılır.
“Bismilllahirrahmanirrahim.
Hamd yalnız Allah'ın, o Rabbü'l-alemin, o hem Rahman hem Rahim, o kıyamet gününün sahibi Allah'ındır. İlahi! Kulluğu Sana ederiz, yardımı Senden isteriz. Bizleri doğru yolun, o nimetine kavuşanların tuttuğu yolun yolcusu et. Gazabına uğrayanların, yanlış gidenlerin saptığı yolun yolcusu etme. Amin.”
Bir de Bakara suresinin girişindeki şu ifade ne kadar çarpıcı: ..”Şu kitabı görüyor musun? İşte bir kere onun hak olduğunda şüphe yok..”
Bayramlarımızın böylesi şiirsel coşkuyla gerçek olması temennisiyle kutluyorum.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Millî ayıbımız giderildi - Mehmed Niyazi


Pek çok eksiğimiz bulunabilir; ama biz milletçe vefasız olmamalıyız düşüncesiyle Özbekler Tekkesi'nin önünden geçerken derin bir acı duyardım. Çünkü Zenci Musa son nefesini bu tekkede vermişti; onu hatırlatan bir tabela veya mezar taşı yoktu.
Mehmed Akif'in şu beyitine rastlamıştım; "Eşref Bey'in emirberi Zenci Musa / Omuzundan arşa çıktı Nebi İsa" Üstad boş yazmazdı; kimdi bu Musa? İzini sürmeliydim. Aslen Sudan'lıydı; dedesi Kahire'ye gidip Türklerin yoğun olduğu bir mahalleye yerleşmiş. Babası Girit'e göçmüş; Musa burada doğmuş. "Torunum İslam ahlakıyla büyümeli" arzusunu duyan dedesi Musa'yı yanına almış. Musa Türk çocuklarıyla oynarken Türkçe öğrenmiş; iki metre on santim boyunda yağız bir delikanlı olmuş. Bir gün İtalyanların Libya'ya çıkarma yaptığını, Osmanlı subaylarının yerli gençleri teşkilatlandırarak karşı koymaya çalıştıklarını öğrenir; Musa da tüfeğini alır, Libya'daki direnişe katılır.
Bir avuç subayın gayretleri, Şeyh Sunusi Hazretleri'nin maddi ve manevi destekleriyle Libyalı gençlerden oluşan mukavemet gücü toplu, tüfekli, uçaklı İtalyan ordusunu sahile mıhlar. Dünyaya rezil olmaları üzerine İtalya Kralı'nın kayınpederi Karadağ Kralı "Balkan Savaşı" için devreye girer. Rus çarı da hükümetimizi aldatır; "Yıllardan beri Trakya'da bunca askeri silah altında tutuyorsunuz; yazıktır, terhis edin; Balkan savaşı çıkmaz" diyerek Çar bize teminat verir. Bizimkiler de ona inanıp yüz yirmi tabur askerimizi terhis ederler. Bunun üzerine bir araya gelen Balkan devletleri bizden alacakları toprakların paylaşımında aralarında anlaşmazlık çıkarsa, Rus Çarı'nın hakemliğine razı olacaklarında anlaştılar. Balkan Savaşı patlak verdi; particilik kavgasıyla çalkalanan ordumuz feci şekilde yenildi; Manastır'dan Büyükçekmece Gölü'nün yakınındaki Muratlı tepelerine çekildi; Alman imparatoru "İstanbul Bulgarların olmalıdır" şeklinde beyanatlar verirken Bulgarlar da başkentimize girmek için hazırlık yapıyorlardı. Hükümetimiz ise Enez-Midye hattının ötesini Bulgarlara verip İstanbul'u kurtarmanın peşindeydi.
Milli Savunma Bakanı Libya'ya felaketi bildirip "Buraya gelin" dedi. Gelmeleri gerekirdi; fakat Şeyh Sunusi Hazretleri onlara güvenip her şeyiyle savaşa angaje olmuştu. Enver ve Eşref Beyler onu ziyaret ederek durumu anlattılar. O mübarek insan gözyaşlarıyla şu cevabı verdi: "Gidiniz evlatlarım; Libya bizim kolumuz, bacağımız; kolu, bacağı kaybedersek, yine yaşarız. Fakat İstanbul kalbimizdir; onu kaybedersek yaşayamayız." Yerlerine Yüzbaşı Ali'yi bırakan genç subaylar döndüler. Musa da onlarla beraber geldi.
Muratlı tepelerinde Bulgarlara karşı düzenledikleri baskında Musa önemli görevler yaptı. Bugün Tekirdağ'da, Kırklareli'nde, Edirne'de bayrağımızın dalgalanmasında Musa'nın teri ve emeği var. Ardından başlayan Birinci Dünya Savaşı'nda Musa değişik yerlerde görev yaptı. Kanal Harekatı'na katıldı; Kanal'ı karşıya geçenlerden birisi de o idi. Şam'da, Selamet Bataryaları'nda hizmette bulunurken su verdiği anda bir katana kolunu ısırınca, can havliyle kulak tozuna bir tokat indirir, koca hayvan cansız yere yuvarlanır. Eşref Bey Musa'yı Divan-ı Harb'den zor kurtardıklarını belirtir. Arap bölücülüğünün önüne geçmek için Eşref Bey, Mehmed Akif, Şerif El Tunusi Necit çöllerinde dolaşırken Musa da onlara muhafızlık yapar. İşte bu sırada Çanakkale'de kara savaşları başlar; ilk raundların bizim olduğunu El-Muazzam İstasyonu'nda öğrenen Eşref Bey haberi vahadaki Mehmed Akif'e Musa ile gönderir.
Nerede tehlikeli bir görev varsa, Musa hizmete hazırdı. Yemen kuşatma altında idi; aylardan beri para gönderilememişti. Şerif Hüseyin'in arkadan vurulması için de İmam Yahya'nın kuvvetleri teşkilatlandırılmalıydı. Bunlar için tahsis edilen 300 bin altını Yemen'e götürecek 43 vatan evladından biri de Musa idi. Cembele denen mevkide İngiliz, Fransız, İtalyan subaylarının emrinde 25 bin kişilik bir kuvvetle kuşatıldılar. Çembere alınırlarken Eşref Bey, emrindekilerle saldırdı; toz toprak içinde boğuşma sürerken Musa develerle altınları kaçırdı; götürüp 7. Kolordu Kumandanı Ahmed Tevfik Paşa'ya teslim etti.
Birinci Dünya Savaşı'nın gidişatı belli olunca Anadolu'da başlatılacak direnişte kullanmak üzere eldeki silahların bir kısmını değişik yerlere sakladılar. Bunların nerede olduklarını bilenlerden biri de Musa idi. Mütareke yapılınca, Anadolu'ya silah kaçırmak için Musa İstanbul'a geldi. Galata Gümrüğü'nde gündüz hamallık yapıyor, gece silah kaçırmaya çalışıyordu. Verem oldu; hastaneye yatıp millete yük olmak istemedi. Bavulunu alıp Özbekler Tekkesi'ne gitti. Şeyh Ataullah Efendi ona bir oda verdi. Bir gece ruhunu teslim etti. Bavulundan Kur'an-ı Kerim, Türk bayrağı, Osmanlı haritası, kefeni ve Eşref Bey'in resmi çıktı. Onu tekkenin haziresine defnettiler.
Üsküdar Belediyesi'nin izni ile Akabe Vakfı tarafından Musa'ya ait bir plaket Özbekler Tekkesi'ne kondu. Geç de olsa milli bir görevi yerine getirmişlerdir. Bu toprağın çocuğu olarak şükranlarımı sunarım.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Ahmet Kabaklı, Mehmet Akif


Kur’an kalkacak tercümem yerini alacak!

Akif Mısır’da iken hazırladığı Kur’an tercümesi hakkında fikri şu idi:
Bir kere daha okuyup tashih etmek, noktalarını ilâve etmek, ondan sonra ilmî bir heyet tarafından tetkik edilmek, lâzım gelen bazı âyetlere not şeklinde muhtasar birer tefsir ilâve etmek. Mevlâna Mehmed Ali’nin İngilizce Kur’ân tercümesi gibi bir tarafa Kur’ân’ın asıl metnini, bir tarafa da tercümesini, altına da şerh ve tefsirini yazmak; sonra gayet nefis bir şekilde ipek kâğıda bastırmak. Hattâ bunun çok nefis olması için Londra’da tab’ını düşünüyordu.
Fakat sonraları burada ibadetlerde bir inkılap yapmak, namazlarda Kur’ân yerine Türkçe tercümesini ikame etmek cereyanları başlayınca, Akif in zihni altüst oldu:
- “Benim tercümeyi bunun için mi istiyorlar? Kur’an kalkacak tercümem onun yerini alacak. Kıyamete kadar müslümanlar bana lanet edecek” diye düşündü.

Akif’e karşı kiralık yazıcılar

Kiralık yazıcılar, bu sembol adama bilhassa hücum ederek, büsbütün yerini dar etmeye çalıştılar. Politika, bütün çirkinliğiyle üzerine yürüdü, 0 kadar ki Millî Mücadele’nin manevî lideri Mehmed Akif, işsiz güçsüz ve üstelik, devrin, menfaat modacısı inkılapçı kalemlerinin, gerici iftirasına hedef olmaya başlamıştı. İstiklâl Marşı’ın şairine bir saygı gösterilmedikten başka saygısızlık için fırsat da aranıyordu. Millî Mücadele devrinin halka maziye ve imâna dayalı yapıcı umdeleri tamamiyle unutulmuştu. Bir salgın halinde, Yunanlılar’dan fazla o manevî kurtuluş dayanaklarına karşı savaş açılmıştı.
1923 Mayısı’nda Ankara’dan İstanbul’a dönerek Sırat’ı  Müstakim dergisini çıkarmaya devam etmek istedi, fakat şiddetli sansür, yazılması gerekenleri önlüyordu. Bunun üzerine dostu ve hürmetkarı Abbas Halim Paşa’nın davetini kabul ederek Mısır’a gitmekten başka çare bulamadı. Bundan sonra ilk iki yazını İstanbul’da geçirdi ise de 1925′ten sonra devamlı olarak Mısır’da yaşamak gereğini duydu. Belki de buna mecbur olduğunu sezdi!

Memleketin şiiri

Mehmet Akif’e İstiklal Marşı şiirini neden Safahat’a koymadığını sorarlar. Akif ise:
- “O benim değil, memleketimindir” der.

Mehmet Akif’in yakılan Kur’an Meâli


Mehmet Akif, her şeyden önce “Kur’an şairi”dir. Çünkü Akif, bütün hayatı boyunca bir insan, bir fikir, bir mücadele ve aksiyon adamı olarak Kur’an’dan hiç kopmadı, bütün kalbiyle Kur’an’a bağlı kaldı. Madden ve mânen Kur’an ile birlikte yaşadı. Zira o, Kur’an’a inanmıştı, Kur’an’lı bir evde doğdu, cami kürsülerinde hep Kur’an ile konuştu. Vaazları hep Kur’an ayetlerinin tefsiri şeklindedir. Balıkesir, Kastamonu, Eskişehir, Burdur, Afyon, Antalya ve Konya’da halka hep Kur’an’la konuştu. Dolayısıyla Milli Mücadele’nin ateşini Kur’an ile yaktı. Böylece Akif, cami ile cephe arasında sağlam bir köprü kurdu. Akif’in Kur’an ile başlayan hayatı, yine Kur’an’la sona erdi. Son nefesini verirken, bir yandan da Hafız Necati’nin okuduğu Kur’an’ı dinlemekteydi. Ölünce de “Kur’an sesleri” ile ebedî istirahatgâhına defnedildi. Ülkemizin en değerli hafızları, onu Rabbimizin huzuruna hatimlerle uğurladılar.

Gelelim Akif’in Kur’an meâli çalışmasına ve daha sonra bu meâlin vasiyeti üzerine yakılması meselesine.
Akif’in, Kur’an ile asıl derinden meşguliyeti ve beraberliği Mısır yıllarında gerçekleşti. 1926′da gidip yerleştiği Mısır, onun için zorunlu bir itikâf ve inziva mekanıydı adeta. Çünkü redd-i miras türünden yapılan inkılâblar, onu sükût-u hayale uğratmış, Akif de Mısır’a hicret etmişti. Bulunduğu psikolojik durum da buna eklenince, kendini çokca ibadete verdiği Mısır’da, vakitlerinin çoğunu Kur’an okumakla ve dinlemekle geçirirdi. Diğer yandan da Mısır’ın ünlü hafızı Şeyh Muhammed Rıfat’ın Kur’an okuyuşuna hayrandı ve sırf bu amaçla sık sık ikamet ettiği Hilvan’dan Kahire’ye giderdi.
Akif’in Kur’an ile hemhal olması, Kur’an’ın Türkçe meâli çalışmalarıyla daha da yoğunlaştı. Zira, Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM, Kur’an’ın tefsir ve meâli, Sahih-i Buhari’nin tercüme ve şerhinin hazırlanmasını kararlaştırmıştı. Bu işler için en ehil kişiler de, tefsirde Elmalılı Hamdi Yazır, hadiste Ahmet Naim, meâlde ise Mehmet Akif idi. Meâl işi, Akif’e teklif edildi.
Akif, bu işi yapabilecek bilgi ve ehliyete sahip olduğu halde, bu işin ağır bir sorumluluk getirmesi, Kur’an’ın bir başka dile hakkıyla tam olarak çevrilmesinin imkansızlığı nedeniyle bu işi önce kabul etmek istemedi: “Kur’an, hiçbir şeye benzemez. Onun içinde öyle kelime ve mefhum (kavram)lar vardır ki, Türkçe karşılığı yok. Öyle ayetler vardır ki, muhtelif manalara gelir. Bu bakımdan da Kur’an’ın aslını Türkçe’ye çevirmek çok müşkil bir iştir” diyordu. Fakat araya Ahmet Hamdi Akseki’nin girmesi ve umumi arzunun da bu şekilde olduğunu söylemesi üzerine teklifi kabul etti. Daha sonra sözleşme yapıldı. Akif meâl çalışmasına başladı. Akif, bütün zamanını bu işe ayırmıştı. Ama bu çalışma kolay olmuyordu. Çünkü bu işin ağır bir manevî sorumluluk getirmesinden dolayı bunalıyor, sıkılıyordu. Diyar-ı gurbet saydığı Mısır’da karşılaştığı bir takım maddî-manevî zorlukların yanı sıra Mısır’ın iklimi de bu çalışmanın zorlukları arasında idi.
Bütün bu sıkıntı ve zorluklara rağmen, büyük bir azim ve gayretle Akif, yaklaşık dört yıl boyunca bu işle uğraştı. Ortaya her bakımdan mükemmel bir meâlin çıktığı bilinmektedir. Nitekim Eşref Edip, Mısır’a M. Akif’i ziyarete gittiğinde, bu meâli baştan sona okuyarak buna bizzat tanık olmuştur.
Akif, meâlle ilgili yaptığı tashihleri yakın dostlarına göstererek şöyle der: “Bunları hep, müsveddeden temize çektim. Bir kelimenin, en güzel zannettiğim karşılığını bir zaman sonra beğenmem. Daha münasip bir kelime aklıma gelirse, o kelimeyi çalışmamın ilgili kısmına koyarım.”
Bu çalışmadan Akif’in kendisi de faydalanmış, büyük bir manevî huzur duymuştur. Nitekim yakın dostlarına: “Kur’an’ın Türkçe meâli için yaptığım çalışmalar, bu dünyada en üstün zevk ve huşû ile geçirdiğim anlar olmuştur. Hâlimde çok büyük manevî değişiklikler gördüm. Kimseye bir şey veremedim. Fakat ben çok şeyler aldım. Duyduğum manevî feyz çok büyüktür.”
Hakikaten, Akif’in, Kur’an üzerinde uzun yıllar yaptığı bu çalışma, Akif’i, teravih namazını hatimle kıldıracak derecede sağlam bir hafız yapmıştı.
Fakat ne yazık ki, bu meâlden faydalanılamadı. Zira meâl, bir rivayete göre, son zamanlarındaki sağlık problemleri nedeniyle yeterince çalışılmadığından kendisini memnun etmemiştir. Çünkü Akif gibi, güçlü bir imana sahip birisinin, Kur’an’a olan hürmet ve saygısından dolayı, yaptığı meâlin kendisini tatmin etmemesi gayet normaldir. Bu mesele açıldıkça: “Beni tatmin etmeyen bir eser, bir başkasını nasıl tatmin eder?” diyordu.
Diğer yandan ise Diyanet İşleri Başkanlığı yetkilileri, meâlin gönderilmesini istiyorlardı. Akif ise, meâlin henüz tam kemale ulaşmadığı gerekçesiyle meâli göndermedi. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı, sözleşmeyi feshetti. Bu durum, Akif’i çok rahatlattı. Çünkü artık başladığı işi, hiçbir resmi makama karşı sorumluluk hissetmeden hür ve serbest bir şekilde sürdürecekti. Eseri yarım bırakmadı, bitirdi. Fakat Akif’i sözleşmeyi feshetmeye iten asıl neden, ibadetlerde reform(!) yapmak, namazlarda Kur’an yerine Türkçe tercümesini ikame etme cereyanlarının başlamış olmasıydı.
Bu durum, gayet tabii ve haklı olarak Akif’i endişelendirmiş: “Demek, benim meâli, bu iş için istiyorlarmış. Ben, meâli verirsem, onu Kur’an yerine okutmaya kalkarlar. Ben, o zaman Allah’ın huzuruna nasıl çıkarım, Peygamberimiz (a.s.)’in yüzüne nasıl bakarım?” demiştir.
Meâl işinin bundan sonraki gelişmesi ise şöyle olmuştur:
Akif, üzerinde çalıştığı meâli, son zamanlarda ağırlaşan ve ilerleyen hastalığına rağmen, bitirmiş ve temize çekmeye muvaffak olmuştur. Fakat son defa, ağır hasta olarak çıktığı İstanbul yolculuğunda (1936) ne olur ne olmaz diyerek, meâli yanında getirmemiş, Mısır’da Ayn Şems Üniversitesi’nde profesör olan yakın dostu Mehmet İhsan Efendi’ye -Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babasıdır- emanet eder ve şunu vasiyet eder: “Ben şifa bulur, sağ salim geri dönersem, meâlin eksikliklerini tamamlar öyle basarız. Şayet ölürsem bu meâli yakarsın.” Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Mehmet Akif, 27 Aralık 1936′da Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Meâlin bundan sonraki âkıbetini ise İsmail Hakkı Şengül’e şöyle anlatıyor: “Yıl 1961. Mehmet İhsan Efendi kalp krizi geçirmiş. Hep evinde istirahat ediyor. Ölümden birkaç gün önce oğlu Ekmeleddin’i (İhsanoğlu’nu) yanına çağırıyor ve karşısında duran çalışma masasının kilitli sağ üst gözünü göstererek şunları söylüyor: ‘Oğlum, bu dünyada fâniyiz, hepimiz ölümü tadacağız. Ben öldükten sonra yerine getirmeni istediğim önemli bir vasiyetim var. Gördüğün masanın gözünde iki tomar defter var. O gözün anahtarı orta gözdedir. Ben ölünce o gözü açıp oradaki defterleri yakacaksın.’
Mehmet İhsan Efendi çok kısa bir süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Hepimiz hüzün ve keder içindeydik. Henüz ortaokul öğrencisi olan oğlu Ekmeleddin ile muhterem eşi Seniye Hanım’ı teselli edebilmek için günlerin büyük bir bölümünü onlarda geçiriyoruz. Ben evliyim, Abbâsiye semtinde oturuyoruz. Mehmet İhsan Efendi’nin vefatının üçüncü günü idi, yine eşimle birlikte onlara gitmiştik. Kahire’deki Türk öğrencilerinden bazıları da onlardaydı. Misafirler arasında Osmanlı Devletinin son Şeyhülislamlarından merhum Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu edebiyatçı Prof. İbrahim Sabri Bey de vardı. Bu zata hepimiz büyük saygı duyardık. Çünkü ilmî seviyesi ve diğer faziletleriyle saygıdeğer bir insandı. Bir ara Ekmeleddin’in, bu zatın yanına yaklaşarak, alçak sesle bir şeyler anlattığını, onun da heyecanlandığını gördük. Meğer Ekmeleddin, babasının vasiyetini anlatmış ve henüz masanın gözünü açmadığını da söylemiş. İbrahim Sadri Bey’in heyecanı da, masanın gözündeki defterlerin Mehmet Âkif’e ait olabileceğini tahmin endişesinden kaynaklanmış. Durum açıkça anlatıldı, hepimiz heyecanlanmıştık. Ekmeleddin, saygın bir büyüğü ve babasının vefakâr dostu olarak, vasiyetin yerine getirilmesini İbrahim Sabri Bey’e havale ediyordu. İbrahim Sabri Bey, o anda orada bulunan Türk öğrencilerinden beni, Osman Saraç’ı ve Ali İhsan Okur’u beraberine alarak Ekmeleddin ile birlikte merhum babasının yatak odasına götürdü. Ekmeleddin, masanın sağ üst gözünü açtığında, iki tomar hâlinde urganla bağlanmış defterleri gördük. Urganları çözüp masanın üstünde defterleri kontrol etmeye başladık. Defterler, Kur’an-ı Kerim’in baştan sona kadar tercümesini ihtiva ediyordu. Temize çekilmişti, ancak bazı yerlerde kenarlara çıkıntılar çekilerek tahsislerde yapılmıştı. Mehmet Âkif’in yazısını tanıyan İbrahim Sabri Bey gözyaşlarını tutamadı. Hepimizin gözleri dolmuş ağlıyorduk. Bu arada masanın orta gözünde ciltli, kalınca bir defter gördük. Urganları çözüp masanın üzerindeki defterleri kontrol etmeye başladık. Defterler Kur’an-ı Kerim’in baştan sona tercümesini ihtiva ediyordu. Bu arada masanın orta gözünde ciltli, kalınca bir defter gördük. Mehmet İhsan Efendi, Akif’in meâlinin bir nüshasını rik’a yazısı ile baştan sona bu deftere temize geçmişti. Akif’in meâlini ve merhum Mehmet İhsan Efendi’nin meâli temize geçtiği defteri de Ekmeleddin Bey’in evinden aldıktan sonra bizim Abbasiye’deki evimize gittik. Evin balkonunda büyük bir alüminyum leğenin içinde meâlleri, birer birer parçaladık ve yaktık.”
Son olarak şunları söylemek gerekir ise; Mehmet Akif’in üzerinde çok büyük bir titizlikle çalıştığı ve büyük ölçüde tamamlamaya muvaffak olduğu meâl; dinde reform(!), namazlarda Kur’an’ın Türkçe okunması(!) gibi anlamsız ve yersiz tartışmalar nedeniyle -Akif, meâlin Kur’an’ın aslı yerine ikame edilmek istendiğini önceden sezmişti- Akif’in de vasiyeti gereği maalesef meâl yakıldı. Keşke diyoruz, bu tür yersiz ve anlamsız tartışmalar yerine; Akif’in meâli iyi niyetle kullanılmak istenilseydi de bu şaheser meâl miras kalsaydı.
(MEHMET DERİ, mehmet.deri@gmail.com)