21 Ocak 2013 Pazartesi

İran’ı anlamaya giriş: Humeyni’ye dair notlar-Humeyni ne tasarladı, ortaya ne çıktı?-Taha Kılınç


İran’ı anlamaya giriş: Humeyni’ye dair notlar

İran İslâm Cumhuriyeti'nin macerasını anlamak, şüphesiz onun karizmatik kurucusu ve 'imamı' Ayetullah Ruhullah Humeyni'yi de yakından tanımayı gerektirir. Dolayısıyla konunun başlangıcında ondan söz etmemek olmaz: 

Ruhullah Humeyni, İran resmi ideolojisinin ısrarlarının tam aksine, zengin bir ailenin oğlu olarak 1902 yılında Humeyn kasabasında dünyaya geldi. Doğumundan dört ay sonra babası Mustafa bir pusuda öldürüldü, annesini de 15 yaşındayken kaybetti. 1920'de İslâmi ilimler tahsili için gittiği Arak kentinde Şeyh Abdülkerim Hairi'nin talebesi oldu. 1929'da Tahran'ın tanınmış âlimlerinden Hüccetülislâm Sakafi'nin kızı Betül'le evlendi. 

Hocası Hairi'nin 1937 yılındaki ölümüyle onun yerini dolduran Ayetullah Muhammed Hüseyin Burucerdi, Şah Rıza ile bir anlaşmaya varmıştı: Şah'ın seküler reformları yavaşlatması ve örtü yasağını kaldırması karşılığında, Burucerdi de ulemayı siyasetten uzak tutacaktı. Ancak 1943'te Humeyni, Burucerdi ile çatışmayı da göze alarak, 'Keşfu'l-Esrar' adlı imzasız bir mektup kaleme aldı ve siyaset sahnesine çıktı. Mektubunda laiklere ve Şah yanlısı âlimlere ağır eleştiriler yönelten Humeyni, asıl çıkışı için 1960'ların başını bekleyecekti. 

1960'ların başında Ali Şeriati ve arkadaşlarının Frantz Fanon'un 'Yeryüzünün Lânetlileri' kitabını 'Mustaz'afin-i Zemin' adıyla Farsça'ya çevirmelerinden sonra, Humeyni'nin diline 'mustaz'af' (ezilenler / alt statüdekiler) kelimesi yerleşecekti. 

1963 yılında Şah Muhammed Rıza 'Beyaz Devrim' adlı bir reform paketini ilân edince, Humeyni rejime bayrak açan ulemanın sözcüsü idi artık. Haziran ayına denk gelen Muharrem törenleri, rejime karşı protestoların çağrısı gibiydi. Çalkantılı ve bol çatışmalı birkaç haftanın ardından Humeyni tutuklanarak Tahran'da iki ay gözaltında tutuldu. 1964 sonunda, Şah'ın ABD'li danışmanların görev süresini uzatmasını, 'vatana ihanet' olarak nitelemesi üzerine, Humeyni sınır dışı edildi; önce Türkiye'ye geldi, ardından da Irak'a geçti. 

Humeyni, İran İmparatorluk Kuvvetleri'nin Hercules adlı kargo uçağıyla 4 Kasım 1964 günü Ankara'ya getirildi. Bulvar Palas'ın 514 numaralı odasındaki iki haftalık ikametin ardından, Bursa'ya nakledildi. Bursa'da Humeyni'yi Farsça bilen askeri istihbarat uzmanı Albay Ali Çetiner karşıladı. Tam üç ay Ali Çetiner'in evinde misafir olarak kalan Humeyni, Çetiner'in eşi Melahat Hanım'la ve oğulları Tanju ve Tolga'yla da iyi anlaştı. 

3 Ocak 1965'te oğlu Mustafa, Humeyni'yi Bursa'da ziyaret etti. Ardından yaz aylarında, bir grup Şii din adamı Humeyni'yi ilk kez görme şansına sahip oldu. Buluşma İstanbul'da gerçekleşti. Humeyni ve beraberindekiler, Ali Çetiner'in gözetiminde önce Florya'ya gittiler, ardından dönüşte Kumla'ya uğradılar. Humeyni, Kumla'da denize girdi. Bunun "hayatında ilk" olduğunu söyleyecektir. 

Sonbaharda Humeyni Irak'ın Şiilerce kutsal kabul edilen Necef kentine gitmek üzere Türkiye'den ayrıldı. Bu bir nevi yeni bir sürgündü. Şah Muhammed Rıza, Humeyni'nin Necef'teki diğer büyük ayetullahların arasında sesini duyuramayacağını hesaplamıştı. Bu hesap hiç kuşkusuz yanlış çıkacaktı. 6 Ekim 1965 günü Humeyni ve oğlu Mustafa Bağdat'a indiler. 

Humeyni'nin 1978'e kadar sürecek olan Necef misafirliği sırasında, İran'da da kayda değer gelişmeler yaşanmaktaydı. Bu sürede, sonradan hepsi de İslâm Cumhuriyeti'nin en önemli isimleri haline gelen Ayetullah Mahmud Talegâni, Mehdi Bazargân, Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabai, Murtaza Mutahhari, Muhammed Taki Şeriati ve oğlu Ali Şeriati, Muhammed Hüseyin Beheşti, Ali Gülzade Gafuri, Makarim Şirazi ve Muhammed Rıza Hakimî gibi şahsiyetler, aslında tam olarak öyle olmadığı halde, Humeyni ile 'koordinasyon' içinde hareket ediyor görünmüşlerdir. 

Mutahhari tarafından 1967'de Tahran'da kurulan Hüseyniye-i İrşad adlı eğitim kurumu, bu dönemin en dikkat çekici atılımlarındandır. 1969-1972 yılları arasında kurumda ders veren Ali Şeriati de etkisi hâlâ devam eden bir fikir ve aksiyon adamı olarak hafızalarda yer etmiştir. 

Şeriati ile Humeyni'nin ilişkilerine dair çeşitli şeyler söylenmiştir. 1977'de Şeriati İran İstihbarat Servisi SAVAK tarafından Londra'dan öldürüldükten kısa bir süre sonra, Kuzey Amerika Müslüman Öğrenciler Birliği Başkanı İbrahim Yezdi ile Humeyni arasında yaşanan şu olay ilginçtir: Yezdi, Humeyni'den Şeriati'yi 'şehit' ilân etmesini isteyince, Humeyni oldukça direkt bir içimde, bunu yapmayacağını açıklar. 

Şah'ın Irak'a baskısıyla Necef'ten ayrılmaya zorlanan Humeyni, 1978 sonbaharında Kuveyt'e geçmeyi denedi, ancak vize alamadı. Bunun üzerine 12 Ekim'de Paris'e gitti. 

16 Ocak'ta Şah İran'ı terk ettikten sonra, haber Humeyni'ye sabah namazını kıldığı sırada ulaştırıldı. Yardımcılarından Tahiri Debbağ "Şah ülkeyi terk etti, Tahran Radyosu da haberini yayınladı" dediğinde, Humeyni oldukça sakin bir biçimde "Başka?" diye sordu, ardından ibadetine devam etti. 

İşte, sürgünde bulunduğu yıllarda içinde bulunduğu 'mütevazı' şartların dillere destan olduğu bu yaşlı adam, Air France'a ait bir uçakla 1 Şubat 1979'da Tahran'a ayak bastığında, milyonlarca insanın umudu ve kurtarıcısı idi. 

'Humeynizm' adlı dikkat çekici bir inceleme yazmış olan Ervand Abrahamyan'ın "İslâm Devrimi olmasa Humeyni İran tarihinde bir dipnot olmaktan öteye gidemezdi" dediği efsanevi lider hakkındaki bu kısacık özetin ardından, Humeyni nasıl bir yönetim tasavvuruna sahipti ve bunun sonucunda ortaya ne çıktı, sorularının cevabı için -mecburen- bir yazı daha gerekiyor. 

Humeyni ne tasarladı, ortaya ne çıktı?



Ayetullah Humeyni'nin 1 Şubat 1979 günü Tahran'ın Mehrabad Havaalanı'na inerken nasıl efsanevi bir kahraman gibi karşılandığını ve neden bu kadar özlendiğini anlamak için, Pehlevi yönetiminin İran halkına neyi reva gördüğünü hatırlamak gerekir. 

İran'ın devrik Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, iktidarı boyunca bir halka karşı yapılmaması gereken ne kadar hata varsa hepsini yapmıştı: Petrol gelirlerini sadece mutlu bir azınlıkla paylaşmak, Batı kültürünü yaymak için yoğun bir devlet propagandası, istihbarat örgütü SAVAK'ın sınır tanımayan vahşeti, muhaliflere karşı kelimenin tam anlamıyla demir yumruk stratejisi, gösteri için sokaklara çıkan insanların üzerine ateş açmak… 

İşte Humeyni, özellikle Şah'ın adaletten yoksun yönetim anlayışına vurgu yaparak sürdürdüğü yoğun bir muhalefet kampanyasının ardından ülkesine döndüğünde, bütün kesimlerin umudu halindeydi. İran'ın köklü komünist partisi Tudeh bile 'İmam Humeyni'yi destekliyordu. 1953'te Başbakan Muhammed Musaddık'ın CIA tarafından organize edilen bir darbe sonucunda devrilmesinden bu yana, İran halkının bütün kesimlerinde ABD'ye ve Batı'ya karşı derin bir öfke mevcuttu. 

Humeyni'nin 'kökten dinci' yönelişlere sahip olduğu / olacağı bilinmiyor muydu? Elbette biliniyordu. Ancak 'molla' sınıfına karşı mesafeli duran kesimler, Humeyni'nin 'bilge' tarafını kendi haklarının korunması noktasında bir güvence addederek, İslam Devrimi'nin yanında yer aldılar. Elimizde buna dair kesin deliller ya da yazılı metinler yok; ancak Şah'tan sonra gelebilecek herhangi bir rejimin mutlaka eskisinden iyi olacağına dair -son derece haklı- inancın üzerine, Humeyni'nin 'molla sınıfı'nın etkisini sınırlayacağına dair -yanlış olduğu kısa sürede ortaya çıkan- hayal eklenmiş olabilir. 

Şah'ın ülkeyi terk etmesinden sonra Humeyni'nin attığı adımları izlemek, efsanevi liderin zihnindeki 'İslami devlet' anlayışının sınırlarına dair işaretler sunuyor:

Humeyni, Şah sonrası dönemin ilk hükümetini kurması için tanınmış İranlı siyasetçi Mehdi Bazergân'ı görevlendirdi. Musaddık'ın en yakın adamlarından biri olan Bazergân, 4 Şubat 1979'da göreve başladığında, halkın bütün kesimlerinden yoğun bir destek gördü. Kısa zaman içinde, molla sınıfının etkisi ve baskısı altında kalan Humeyni ile çalışmanın zorluklarını anlayan Bazergân, ABD Büyükelçiliği'nin İranlı öğrenciler tarafından işgal edilmesi üzerine, 6 Kasım 1979 günü kabinesiyle birlikte istifa etti. Mehdi Bazergân, 20 Ocak 1995'teki ölümüne kadar İran rejimine muhalif olarak kaldı. 

Mehdi Bazergân'ın istifası, Humeyni'nin 'Devrim lideri' olmakla birlikte, aslında ülkede hızlı bir şekilde yönetimi eline almaya başlayan 'din adamı sınıfı'nın etkisini gösteren çarpıcı bir örnektir. Bu durum, İslâm Devrimi denilen sürecin, temelde halkın değil, din adamı sınıfının haklarını garanti altına alan bir değişim olduğu şeklindeki yorumları doğrulamaktadır. 

Humeyni, Devrim'den kısa bir sure sonra patlayan İran-Irak Savaşı boyunca da aynı 'çekimser' tavrını sürdürecektir. Hatta ateşkes çabalarına direnirken de çevresindeki bir 'klik'in etkisi altında görünmektedir. 

1988'de İran-Irak Savaşı'nın zorunlu bir ateşkesle sona ermesinin hemen ardından, 'İslam Devrimi karşıtı', 'Amerikan yanlısı' ve 'Batı yanlısı' oldukları gerekçeleriyle 30 bin civarında insanın -çoğu mahkemeye bile çıkarılmadan- idam edilmesi de, Humeyni döneminin dikkat çekici icraatlarındandır. Çok kısa sürede bu kadar yüksek sayıda insanın ortadan kaldırılması, İran'daki din adamları arasında bile tepki çekti. Öyle ki, İran'ın tanınmış alimlerinden Ayetullah Muntazari, aynı yılın temmuz ayında Humeyni'ye yazdığı mektupta idamları "Adalete, insanlığa ve İslâm'a aykırı" olarak niteledi. 

Gerek savaşın getirdiği yıkım, gerekse 'toplumsal barış' adına neredeyse hiç adım atılmaması, İran'da katı bir 'molla diktası'nın iktidara yerleşmesine yol açtı. Bu dikta, elbette kısa zaman içinde kendi 'derin' yapılanmasını da üretecekti. 

Humeyni'nin Sünni dünya ile ilgili neler düşündüğü de tartışmalı bir konudur. Fanatik hayranları, kendisinin 'mezhepler üstü' bir şahsiyet olduğunda hemfikirdirler. Ancak Humeyni'nin -parlak konuşmalarında yer alan bazı cümleler dışında- Sünni dünyaya elini uzattığını, "mezhepler üstü bir İslâm dünyası" tasavvuruna sahip olduğunu, İran'da kurulmasına göz yumduğu sistemin 'fanatik Şii' özellikte bir sistem olmadığını söylemek zordur. 

Zaten, İran İslâm Cumhuriyeti'nin en çok çelişkiye düştüğü nokta da, İslâm dünyasıyla ilişkiler oldu. Dış politikasının odağına 'Büyük Şeytan Amerika' ile 'Küçük Şeytan İsrail'i yerleştiren İran rejimi, bu takıntısı yüzünden, komünist Sovyetler Birliği ve Çin'le aynı safta durdu, Suriye'deki Esed diktasını ölümüne destekledi. Yolun sonunda, adaleti değil mezhepsel baskıyı, Ortadoğu'da barışı değil stratejik çıkarlarını önceleyen bir devlet yapısı ortaya çıktı. 

Ayrıca, İran'ın uygulamaya koyduğu Şeriat'ın çerçevesi, İslâm'ın temel kaynaklarında ne kadar kendine yer bulabildiği (örneğin recm cezasının ne kadar 'İslâmi' olduğu) gibi birçok önemli mevzu, müslümanlar arasında da hâlen tartışılıyor. Tartışılmaya da devam edecek. 

Şurası kesin: 

İran'ın kendi içinde yaşadığı gerilimler ve çelişkiler yüzünden, gelecek nesiller, 'İslâm Devleti' tecrübesini, olumlu birçok özelliğinin yanında, belki onları gölgede bırakan büyük olumsuzluklarıyla da hatırlayacaklar. 

Hiç yorum yok: