21 Aralık 2012 Cuma

Çarşaf bir zamanlar başkaldırının simgesiydi-AVNİ ÖZGÜREL

İmparatorluk asırlarında sorun erkeklerin kadınları toplum içinde mümkün mertebe örtülü görme isteğine karşın kadınların direnişiydi. Çarşaf, ferace, yeldirme ve peçe zaman zaman fermanlara konu olacak kadar önem kazandı; saray kadınlarının padişahlar tarafından uyarıldığı dönemler yaşandı... Örtünmeye itiraz İttihat Terakki'yle başladı ama 1. Dünya Savaşı sonrası işgal günlerinde ve Milli Mücadele boyunca Batı emperyalizmine kadın tepkisinin simgesi çarşaf oldu...
Çarşaf Milli Mücadele yıllarında başkaldırının simgesiydi. İmparatorluğun son dönemlerinde ise kadınların giyimi sağ alttaki resimde görülüyor. Kadınlara seslenen Atatürk kadınların giyim tarzında yenilik düşüncesinin olmadığını anlatmıştı.

İsmail Hami Danişmed hoca Tarihi Hakikatler’inde Anadolu’da çarşafın Müslüman kadınlar tarafından benimsenişini hoş bir hikâyeyle anlatır. 

Ona göre 1. Murad zamanında Bursa’ya göç eden Çerkez topluluğundaki kadın ve kızlardır sebep. Öylesine güzellerdir ki, çarşıya, sokağa çıktıklarında maruz kaldıkları sataşmalar baş edilemez hale gelince Osmanlı idaresi acil tedbir olarak Çerkez kadınlara Ortadoks Hıristiyan kadınlarının dış kıyafeti olan çarşaf giyme zorunluluğu getirir. Çerkez kadınlar kem bakışlardan bu sayede kurtulur kurtulmasına ama Müslüman- Türk kadınlar homurdanmaya başlarlar. “Onların sakınılmaya değer güzelliği var da bizim yok mu, biz orta malı mıyız” diye...

Gerçek böyle midir bilinmez. Ama bilinen çarşaf da dahil örtünme ya da tesettür meselesinin Türkler de dahil her ulusta ve her dönemde öncelikle ve özellikle kentli kadınlara ilişkin bir mesele olduğu. Örneğin haremlik- selamlık dediğimiz yaşam şekline antik Yunan’da Gynaikonitis deniyordu ve bu Bizans’ın benimseyip mimariye yansıttığı bir anlayıştı. 

Orta Asya asırlarında Türklerde kaç-göç, harem ya da dini sebeplerle örtünme görünmüyor. Hakan ve kraliçe portrelerinin yer aldığı Uygur devlet bayrağı kadın- erkek yan yanalığının göstergesi. Asr-ı Saadet dediğimiz Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemde Arap toplumunda da ılımlı bir anlayışın hakim olduğu biliniyor. İslam tarihi konusunda yapılan araştırmalar kadınların erkeklerden ayrı yaşamaları usulünün İran etkisiyle Emevi Halifesi 2.Velid zamanında benimsendiği yönünde. 

Osmanlı’ya gelince 19. yüzyıla kadar İstanbul’da gerek erkek gerekse kadınların kıyafet konusunda Doğu’ya mahsus bir moda anlayışı sergilediği söylemek mümkün. Saray görevlilerinin ifa ettikleri görev ve mevkilerine göre üniforma giyip farklı kılıklar içinde oldukları bilinir. 

Sarık, kaftan gibi kıyafetleri herkesin giymesinin serbest olmadığı, Hıristiyan ve Musevilerin giysilerinde mensup oldukları dini ya da mezhebi ayırt edici özellikler bulunduğu, gayri Müslimlerin ister kadın ister erkek olsunlar dış görünüşlerini Müslüman kadın ve erkeklere benzetmelerinin yasak olduğu da.

Ancak 18. yüzyıldan itibaren gerek Avrupa’yla ilişkilerde meydana gelen değişim gerekse artan ticaret ve hepsinin üzerine gelen imparatorluğun yaşadığı siyasi çalkantıların etkisiyle hem erkek hem kadın kıyafetlerinde farklı eğilimlerin görülmesine sebep oldu.

Avrupa kumaşı, Avrupa modası

Saray kadınları öteden beri Hint’ten, Avrupa’dan gelen kumaşlarla dikilmiş kıyafetler giymekteydiler zaten. Ancak elçiliklerin açılması, elçi eşlerinin valide sultanlar, hasekiler, gözdelerle oturup kalkmaya başlamasıyla; beğeniler, dolayısıyla talebe uygun olarak terzilerin kesim tarzı değişti.. Kadınların tercihleri yanında erkekler de örneğin Kuzey Afrika’yı kontrol eden Cezayirli Hasan Paşa leventlerinin kısa şalvar, mendil bağlı uzun çorabına merak sardılar. ‘ Cezayir kesimi’ deniliyordu buna. 3. Selim sonrasında ‘Yaran’ modası çıktı. Alemdar Mustafa Paşa’nın ‘Rusçuk Yaranı’ diye anılan yakınlarının ve askerlerinin kıyafeti gözde oldu.

Ancak imparatorluğun askeri, siyasi ve ekonomik alanda gerilediği dönem başka alanlarda çözülmeyi getirdi. Çare bulunamayan temel sorunlar yerine kadınların kıyafetleri gibi gündelik hayata ilişkin hususlar ön planda tartışma konusu olmaya başladı.

Sultan Abdülmecid döneminde saraydan başlayarak kadınlar Avrupai tarzda giyinmeleri konusunda, o zamana kadar fazla bilinmeyen sutyen, korse kullanma konusunda bizzat hükümdar tarafından teşvik edilir, tavrı kısa zamanda üst tabakaya yansırken; bu anlayış muhafazakâr orta ve alt tabakada husumet sebebi oldu. 1892’ye gelindiğinde çarşaf çoktan yaşmak ve feracenin yerini almıştı. Bilinen hükümetin bu kıyafete karşı tavır aldığı, İstanbul polisinin elde makas çarşaflıların etek ve pelerinlerini kesmeye koyulduğu...

Bilinmeyen bir husus değil. Ancak YÖK’ün aldığı son karar dolayısıyla Atatürkçülük/ laiklik endişesiyle kaygı duyanlara hatırlatma olabileceğini düşündüğüm için Mustafa Kemal’in 1923 senesi mart ayının sonunda 

eşiyle birlikte ziyaret ettiği Konya’da kadınlara hitaben yaptığı konuşmayı özetleyerek vermek istiyorum.

Atatürk: Kadın kıyafetinde yenilik yok

Unutulmaması gereken husus Atatürk’ün kadın kıyafetleri konusunda bunun dışında bir konuşma yapmadığı.

“Türk kadınını yanlış görüp yanlış anlatanlar, özellikle büyük şehirlerimizde, gelişmiş, medeni zannedilen yerlerde bazı Türk hanımlarının dış görünüşlerine bakarak aldanıyorlar. O kadınların dış görünüşlerini aleyhimizdeki kötü yorumlara uygun zemin olarak alıyorlar. Düşmanlarımıza, özellikle içimizdeki kötülere yalan sermayesi veren görüntülere en fazla İstanbul’da rastlanılıyor. 

Onların aldanmalarına neden olan nokta, yabancılarla temas edebilecek konumda bulunan kadınlarımızın tavırlarının ve hareketlerinin milli işlerimizin ve hareketlerimizin simgesi olmayıp, Avrupa taklitçisi olarak görülmesidir. Gerçekten memleketimizin bazı yerlerinde, en fazla büyük şehirlerinde, giyim şeklimiz, kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımızın giyim ve örtünme biçiminde iki şekil oluşuyor; ya ifrat ya da tefrit görülüyor. Yani; ya ne olduğu bilinemeyen, çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm ya da Avrupa’nın çok serbest balolarında bile dış kıyafet olarak giyilemeyecek kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi de şeriatın teklifi, dinin emri dışındadır. Bizim dinimiz kadını o aşırılıktan da, bu aşırılıktan da arındırır. 

Dinimizin önerdiği örtünme hem hayata, hem erdeme uygundur. Giyim şeklimizi aşırılığa vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine göre gelenekleri, kendine has âdetleri, kendine göre milli özellikleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun sonucu şüphesiz ki zarardır.

Bizim için kadınlarımızın hayatında, kadınların giyim şeklinde yenilik  yapmak söz konusu değildir. Milletimize bu konuda yeni şeyleri bellettirmek zorunda değiliz. Kadınlarımız fert olarak her türlü şekilleri uygulayabilir, kendi zevkine, kendi arzusuna, kendi terbiye ve seviyesine göre istediği kıyafeti seçebilir. Bazı milletlerin zevk âlemlerini memleketimizde uygulamaya kalkmak doğal olarak hatadır. Kadınlarımız yalnız şıklıkta, incelikte Avrupa kadınlarını geçmeyi amaçlarlarsa varmak istediğimiz mutlu inkılaba ulaşmakta zorlanırız. İslam dinimizin tarif ettiği şekilden yararlanmak ve onu hayatımıza uygulamak amaca varmak için yeterlidir. Kadın meselesinde görünüşteki şekil ve kıyafet ikinci derecededir. Asıl mücadele alanı, kadınlarımızı nur ile irfan ile gerçek faziletle süslemek ve donatmaktır...”

Hiç yorum yok: