5 Mart 2013 Salı

Dersim ve Devrim-Dersim Dersleri-Yarayı Sarmak- Sabiha Gökçen tabelası insin!-Dersim konusunda İnönü ve Bayar-Taha Akyol


Abdülmecid Dersim, CHP

ATATÜRK Nutuk’ta cumhuriyetin “ilan tarzını” tenkit eden muhalifleri çok sert sözlerle eleştirirken cumhuriyeti “en hafif bir rüzgârdan bile korunması gereken yeni doğmuş bir çocuğa” benzetir.Bugün CHP’de Kılıçdaroğlu’na bayrak açanlar hâlâ cumhuriyeti korunmaya muhtaç görüyorlar.Her zaman tehlikede olan, her zaman korunup kollanmaya muhtaç bir cumhuriyet algısı tek parti dönemindeki sert uygulamaların gerekçesi olmuş, bu gerekçe ideoloji halinde günümüze intikal etmiştir. CHP’nin büyük bir sosyal demokrat kitle partisine dönüşmesindeki en büyük zorluk bu ‘gen’lerden geliyor. İşte CHP’de Nur Sertel’ler, Haluk Koç’lar, Muharrem İnce’lerin çıkışları... Sultan Abdülmecid’i anma törenine gösterilen tepki, Hürriyet’te Mehmet Yılmaz’ın yazdığı gibi ‘öküzün altında buzağı’ aramaları... Ve Dersim olayı yüzünden kendilerini de, partilerini de, liderlerini de bir çıkmaza sokmaları...

Cumhuriyet’in kökleri

Abdülmecid ve Dönemi Sempozyumu, bilimsel bir etkinliktir. Yerli ve yabancı 46 akademisyen tarihçi bilimsel tebliğ sunmaktadır. Bugünkü kapanış oturumunu ben yöneteceğim, Prof. İlber Ortaylı, Prof. Zekeriya Kurşun ve Prof. Gökhan Çetinsaya konuşacaklar.Sempozyum tarihleri 18-19 Kasım’dır. Vahdettin’in kaçtığı 17 Kasım değildir. 17 Kasım’daki Ahmet Özhan’ın konseridir, sarayda verilen aylık konserlerden biridir, sempozyumla ilgisi yoktur.Konser, Vahdettin’in gitmesini müzikle kutlamak için bu tarihe konulmuş olmasın!Akademik bir çalışmayı cumhuriyet savaşına dönüştürenlere şunu hatırlatayım: Tanzimat hakkında Türkiye’de bu kadar geniş kapsamlı ilk bilimsel sempozyumu yaptıran kimdir biliyor musunuz? İsmet Paşa’nın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel!..Tanzimat’ın 100. yıldönümü için 1939’da Hasan Âli’nin inisiyatifiyle yapılan sempozyum, 1940’ta bin sayfalık bir kitap olarak da yayınlanmıştır.Orada açıkça görürsünüz ki, Cumhuriyet’in temel müesseselerinde bir Osmanlı tuğrası ve Tanzimat mührü vardır: Yargıtay, Danıştay, Batı’dan kanun alınması, parlamento, anayasa, vatandaşlık kanunu, darülfünun, maarif-i umumiye (modern eğitim), harbiye, tıbbiye, mülkiye...

Dersim ‘isyan’ mı etti?

Onun için cumhuriyet gökten inmedi, asırları bulan bir devlet geleneğinin ve Tanzimat’la başlayan modernleşmenin doğal sonucudur. Atatürk’ün 1923’teki muhalifleri de cumhuriyete değil, tek parti gidişatına itiraz etmişlerdi. Fransa’da devrimden sonra iki defa krallık, bir defa imparatorluk geri gelip dört defa cumhuriyet yıkıldığı halde bizde hiçbir saltanatçı kalkışma olmamıştır. Sebebi bizim bu tarihsel sürecimizdir.Şeyh Sait İsyanı kuvvetli etnik renkleri olan bir hadisedir.Dersim’deki olaylar ise Cumhuriyet’e isyan değildi, hatta “isyan” bile değildi, aşiretlerin düzensizliğinden kaynaklanan sorunlar vardı. Bir Alevi ‘aziz’i olan mazlum ve merhum Seyyid Rıza’ya hangi CHP’li “saltanatçı, mürteci” diyebilir?CHP’liler, içlerinde patlak veren Dersim tartışmasını “Tarihte üzücü olaylar olmuştur, yaraları sarmak da bizim görevimizdir” falan gibi bir açıklamayla, siyasi olgunlukla karşılayabilirdi. Aksine, CHP’yi destekleyen yazar arkadaşları bile isyan ettiren bir ‘siyasi hamlık’la karşıladılar; şimdi nasıl içinden çıkacaklarını kara kara düşünüyorlar.Tarihi kucaklamayanlar, kitleleri kucaklayıp partiyi büyütebilir mi? Cevabı apaçık ortada bu sualin. 



Dersim ve Devrim

SİHİRLİ kavram ‘devrim’dir. “Devrimci şiddet”in meşru olduğu, çünkü iyi sonuçlar almak üzere yapıldığı konusunda devrim yanlılarında yaygın bir görüş vardır.
Bütün devrimlerde böyledir.Bütün devrimlerin liderleri muhaliflere karşı öfkeli konuşmuştur. “Karşı devrim” saydıkları kesimlerin tasfiye edilmesi, etkisizleştirilmesi, bunun için özel mahkemeler kurulması, sosyal tepkilere karşı askeri güç kullanılması devrimlerin temel özelliğidir.Fransız devriminin söylem ve kavramları ile Kemalist devrimin söylem ve kavramları arasında büyük benzerlik mevcuttur. Milli hâkimiyet, ulus inşası, ‘aydınlanma’ gibi kavramlar... Fransa’da Şüpheliler Kanunu ve İhtilal Mahkemeleri, bizde Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri... 

Devrimci tarih


İki devrimin de bir süre sonra karşılaştığı sorun şudur: Devrimden mağdur olan, tepki duyan geniş vatandaş kitleleri sürekli ‘devrimci şiddet’ altında tutulabilir mi? Tutulamazsa, bu kitleleri sisteme dahil etmek için sistem nasıl açılım yapacak, nasıl demokratikleşecektir!Bu sorun bir yönüyle devrim tarihine nasıl bakılacağı sorunudur. Fransa bu ‘geçiş sorunları’nı bizden çok daha sert, çok daha acılı yaşamıştı. Fransa’da devrimci, muhafazakâr ve sayıları daha az olan liberal tarihçiler yıllarca birbirleriyle kıyasıya savaştılar. Tarih yazımında ve iktidar mücadelelerinde cumhuriyetçilerin devrimci fanatizmi ve muhafazakârların rövanşist duyguları birbirini besleyerek çok uzun yıllar Fransa’yı sarstı, yordu...

Devrimin tarihi

Nihayet 1885 yılında bir tarih komisyonu kurdular. Başına büyük tarihçi Alphonse Aulard getirildi. Devrimin 100. yılı olan 1889 yılında yayınlanmak üzere bir devrim tarihi yazması istendi. Aulard’ın üç ciltlik muazzam eseri hiç bizdeki ‘resmi tarih’ gibi değildir. “Devrim zirveye ulaştığında ülkede hürriyet ve demokrasi kalmamıştı” diye yazdı, devrimci cumhuriyet eski krallıktan daha baskıcı bir rejimdi çünkü. Aulard İhtilal Mahkemelerini, “terör kanunlarını” eleştirdi.Aulard’ın eseri Türkçede Nazım Poroy’un nefis tercümesiyle 1945’te üç cilt halinde yayınlandı; tavsiye ederim. Kitabı bitirdiğinizde hem asla “eski rejim”e dönmemek gerektiğini düşünürsünüz, cumhuriyeti benimsersiniz... Hem devrimci şiddetin ne büyük yaralar açtığını görürsünüz.

Türkiye’de devrim tarihi

Bizde maalesef hem bu zihin genişliğine hem Aulard’ın araştırma gücüne sahip bir devrim tarihi yazılmadı. Hatta devrimi savunmak adına metotlarının da yüceltilmesi, 27 Mayıs fetvacısı profesörler yarattı... Askeri müdahalelere ideolojik gerekçeler kazandırdı, sarılması gereken yaralar içeriye kanamaya devam etti; Dersim gibi.Türkiye’ye gelince... Bugün 21. yüzyıldayız. Üstelik bizde, Fransa’da olmayan “devrim öncesi demokrasi” tecrübesi de vardı. Bizim 1946’da demokrasiye kolay geçişimiz bu sayede olmuştur.Dersim’de yaşanan feci hadiselere yaraları sarmak ve bir de sert, radikal usullerin sakıncalarını görmek için bakmalıyız. Cumhuriyetin çağımızdaki demokrasi standartlarına doğru evrimleşmesi için...Günümüz Türkiye’sinde sorunlara çözüm ararken soğukkanlı ve makul olmamız gerekiyorsa, bunu destekleyecek soğukkanlı bir tarih anlayışına fevkalade ihtiyacımızın olduğu açıktır

Dersim Dersleri

1920’lerin sonlarında Dersim konusunda Ankara’da iki fikir çarpışıyor: Biri ılımlı, öbürü radikal...Tercübeli, başarılı bir vali olan Ali Cemal Bey, Ankara’nın isteğiyle, bütün Dersim vilayetini gezerek hazırladığı raporda, aşiretlerin silahlı olduğunu anlatıyor. Sebebi, aşiretler arası rekabet ve çapul çatışmalarının olması ve aynı zamanda hükümetten korkulmasıdır. Osmanlı’dan beri böyle.Cemal Bey’e göre, “Bir iki tümenle Dersim’i silahtan arındırmak mümkündür” fakat çok kan akar, maliyeti de ağır olur. Peki ne yapmalı? Cevabı şöyle:“Dersimliler öldürülmekten ve göç ettirilmekten korkuyor ve silahlarını bu nedenle bırakmıyorlar... Dersim’i silahtan arındırmak için hükümete karşı olan itimatsızlık ve emniyetsizliği gidermek, hükümetin iyi niyetine halkı inandırmak gerekiyor...Mezhep ayrılığı Dersimliyi kötüleme ve bastırma vasıtası olmamalıdır.Baskı sona erer ve şuurlu hareket edilirse Dersimliler Cumhuriyet’in sadık ve vefakâr dostları olacaktır...”Ilımlı ya da reformist görüş böyle...Radikal, keskin metotlar.Öbür görüş radikaldir, devrimcidir. Yine 1926’da Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in verdiği rapor böyledir:“Dersim cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir...(Bu yapılmadan) mektep açmak, yol yapmak, refahı temin edecek fabrikalar açmak, kendilerini meşgul edecek üretim faaliyeti temin eylemek, hülasa medenileştirme suretiyle ıslaha çalışmak boş bir hayalden ibarettir...”‘Umumi Müfettiş’ İbrahim Tali Bey, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Mareşal Çakmak da bu görüştedir. Raporlar için Hüseyin Yayman’ın Doğan Kitap’tan çıkan Türkiye’nin Kürt Hafızası adlı kitabına bakabilirsiniz.Ankara’da radikalizm rüzgârları esmektedir: Şeyh Sait İsyanı yaşanmıştır, sıkıyönetimden beter olan Takrir-i Sükûn Kanunu ülke genelinde uygulanmakta, laik gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın deyimiyle, Ankara İstiklal Mahkemesi bütün ülkeye “dehşet devri” yaşatmaktadır.Bütün devrimler gibi Kemalist devrimde de ılımlı yaklaşımlar etkisiz kalmış, radikal metotlar ağır basmıştır. Yön 1920 sonlarında belli olmuştur, ‘sırası geldiğinde’ 1935 Dersim/Tunceli Kanunu çıkarılacak, 1937-38’de o “ameliyat” yapılacaktır.

Devrimlerin iki yolu

Şeyh Sait İsyanı çıktığında da Atatürk’ün liberal başkanı Fethi Bey isyan bölgesiyle sınırlı olarak sıkıyönetim ilan etmiş fakat ülke genelinde o dehşet verici Takrir-i Sükûn Kanunu’nu kabul etmeyerek görevinden ayrılmıştı. O yola gidilse ne olurdu, yine bilemeyiz.Bilmekte olduğumuz, tarihte uygulanmış olan radikal metotlardır. O uygulamayı yapanlar öngörmemişlerdi ama biz yaşayarak biliyoruz ki, radikal, keskin, kestirmeci metotlar ve aşırı güç kullanımı toplumsal hafızada travmalar yaratmış, gelecek nesillere ciddi gerilimler bırakmıştır.Dahası, radikalizm ideolojik olarak yüceltildiği için, askeri müdahaleler ve ara rejimler aynı usullere başvurmaktan, yeni travmalar yaratmaktan sakınmamışlardır.Şimdi karşımızda bir ‘zihniyet’ problemi var: Cumhuriyet tarihini tümüyle böyle görerek mahkûm etmek... Veya her uygulamasıyla savunarak hiç ders almamak, sonuçlarına bakmamak... Hatta “ordu göreve” diye beklentilere kapılanlar olmamış mıdır; nasıl sonuçlar doğurabileceğini düşünmeden...Görüyor musunuz, tarihe bakış aslında gönümüze bakıştır!Peki nasıl bakmalıyız? Yarın buluşalım...

Yarayı Sarmak

TUNCELİ ya da Dersim’de yaşanmış olanların sonsuza kadar kapalı kalması mümkün değildi, işte açıldı, şimdi sorun yaranın nasıl sarılacağıdır.Pandora’nın kutusunu açan, CHP’li Onur Öymen oldu! Öymen, böyle olaylarda “anaların ağlamasının normal” olduğunu söylerken Dersim’i örnek verdiğinde, bilmeden açtığı kapağın altından neler çıkacağının farkında değildi. Ne vahim olaylar yaşandığını bilmiyordu. Halbuki tarihçiler yazmaya, belgeler kısmen yayınlanmaya başlamıştı. Başbakan dün bahsettiği belgelerden “Dersim Te’dip Harekâtı”adlı 1937 tarihli belgeyi, Kaynak Yayınları 1992’de yayınlamıştı mesela...O kapağı açan Öymen olmasaydı bile tarihçiler döneme ilişkin Meclis tutanaklarından, yayınlanmış açık kanunlardan, Başbakanlık arşivindeki Bakanlar Kurulu kararlarından vahim şeyler yaşandığını görüyorlardı.Feci olayları yaşamış olanlar da çocuklarına, torunlarına anlatmışlardı. Sarı Saltık soyundan Dersimli Türkmen Alevisi sevgili Hasan Saltık anasından dinlediği acılı olayları araştırarak sözlü tarih, yazılı belge ve fotoğraflardan oluşan koca bir arşiv kurmuştu mesela... Hafızalardan facialar silinmediği gibi birçok akademik araştırmalar da yayınlanmaktadır.

Arşivler açık mı?Hafızalarda büyük izler bırakan tarihi olaylar sonsuza kadar üstü kapalı tutulamaz, sadece dar akademik çevrelerle sınırlı da kalmaz... Biri dokunur, ortaya dökülür.Dersim olayı da öyle oldu, Onur Öymen dokundu, kapak açıldı...Başbakan’ın açıkladığı belgelere itiraz etmek mümkün değildir. Hatta Başbakan’ın “arşivler açık” dediği sadece TBMM tutanakları ve Başkanlık arşividir. Asıl askeri harekâtla ilgili belgeler Genelkurmay’dadır ve arşiv açık değildir.Dönemin hukuk tarihine ilişkin kendi araştırmalarımdan biliyorum, İçişleri Bakanlığı arşivleri de ancak sınırlı bir şekilde açıktır.Yaşananların savunulabilir, mazur görülebilir tarafı yoktur... “Celal Bayar sorumluydu, zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya sonradan Menderes’in arkadaşı olmuştu” gibi tevil çabaları komiktir.“Hedefleri Atatürk’tür” demek de sorunu çözmez. Hele de mesele uluslararası çevrelerde tartışma konusu haline gelirse, bu itirazı kimse dinlemez.

Liderlere düşen görev

Önümüzde iki yol var: Karşılıklı duyguların kabarmasına son derece müsait bu yara üzerinden sonuçsuz kör dövüşüne kapılabiliriz. Böyle bir şeyin içeride ve dışarıda bugün öngöremediğimiz zincirleme reaksiyonlara yol açmasından kaygı duyarım.İkincisi, meseleyi “yarayı nasıl sararız” düşüncesiyle ele almaktır... CHP’nin de söylediği arşivler açılsın, tarihçiler araştırsın... Bunun yanında bütün partilerin katılımıyla bir Meclis komisyonunun araştırma yapması, Meclis olarak özür dilenmesi, insani dramların çözümü için kayıpların tespiti gibi çalışmalarla bu yaranın “tedavisi”ni kendimiz yapmalıyız.Bunun için biraz sakinleşmek, mevcut yüksek gerilimi biraz düşürmek lazım.CHP liderinin Başbakan’ı “Ermeni diyasporasıyla aynı yere oturtması” üslup bakımından da esas bakımından da fevkalade yanlıştır. Başbakan’ın ikide bir Kılıçdaroğlu’nun etnik ve mezhep kökenine göndermelerde bulunması da hem üslup hem esas olarak fevkalade yanlıştır.CHP liderine düşen, yarayı kabul edip nasıl saracağımıza dair öneriler getirmektir... Başbakan’a düşen ‘açılım’ yaparak yaranın Meclis’çe sarılması için inisiyatif almaktır. Kavga konusu olarak kaldıkça yarayı azdırırız diye endişe ediyorum

Sabiha Gökçen tabelası insin!

YENİ öneri, havaalanının adının değiştirilmesi...Fakat ben diyorum ki, hayır değişmesin... “Sabiha Gökçen Havaalanı” olarak devam etsin. Neden böyle düşünüyorum?Böyle düşünmemin siyasi sebebi, Dersim yarasını saralım derken yeni yaralar açılmasından, yeni gerginlikler çıkmasından çekinmemdir, bu bir... İkincisi, kültüreldir, Fransız radikalizminin bir hastalığı olan “hâkim siyasi ideolojiye göre tarihi mekân adlarının değiştirilmesi”ni kültürel bir kıyım olarak görürüm. Bu hastalıktan çok çektik, artık daha fazlasına gerek yoktur.Evet, Sabiha Hanım Dersim’e düzenlenen hava harekâtına pilot olarak katılmış, Atatürk tarafından uğurlanmış ve dönüşte karşılanmıştır. Bu konuda Sabiha Gökçen’in Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti adlı anılarında da yeterli bilgi vardır.

Niye Sabiha Gökçen?Söz konusu havaalanının temeli 1998’de atıldı, açılışı 2001’de yapıldı. O vakit Türkiye’de Dersim tartışması yoktu, Sabiha Hanım’ın hava harekâtına katıldığı da yaygın olarak bilinmiyordu. Tarihe meraklı olduğum halde ben de bilmiyordum, bu ismi koyan yetkililer de...Düşünmüşlerdir, yeni havaalanına ne isim verelim? Normal olarak akıllarına gelen isim “ilk kadın pilotumuz” olmuştur.Akla gelebilecek diğer bir isim, ilk pilotlarımızdan şehit Fethi Bey de olabilirdi. Hatta İstanbul’da yapılacak üçüncü havaalanına Fethi Bey adı verilmelidir de... Ama kadın olması ve Atatürk’ün manevi kızı olması “Sabiha Gökçen” adını daha cazip kılmıştır, bunda yadırganacak bir taraf yoktur.Evet, Dersim meselesini tartışalım. AKP’nin de CHP’nin de yatkın gözüktüğü  bir komisyon kurulabilir, arşivler açılabilir... Bunların sonucunda, bir partiye mal edilmemesi için, mesela TBMM yarayı kaşıyan değil, saran bir bildiri yayınlayabilir...Ama “Sabiha Gökçen” tabelasını indirmek, Türkiye’nin başka bir büyük kesiminde yara açacak, travma yaratacaktır.Sabiha Gökçen ismi ile Mustafa Muğlalı ismi aynı temsilî düzeyde değildir; ikisini benzetmek yanlıştır.

Simgeler savaşı

Fransız Devrimi Krallığa ve Kiliseye ait simgeleri, heykelleri, meydan ve sokak adlarını öfkeli törenlerle yıkmış, sökmüştü... Kralcılar gelince onlar da Cumhuriyetin heykellerini, simgelerini yıktılar, söktüler... Bu kavga böyle sürdü gitti.Bu konuda tarihçi Robert Gildea’nın The Past in French History adlı eserini önemle tavsiye ederim. Fransa tarihindeki bu “simgeleri yok etme” misillemeleri yüzünden siyasi çatışmaların nasıl keskinleştiğini anlatır. Gerçekten Fransa, demokrat İngiltere’nin istikrarına ve gelişme dinamizmine sahip olamadı, iki defa yabancı ordular Paris’e dayandı!Bizde Cumuriyet’in ilk yıllarında “saltanat simgesi” diye azımsanmayacak sayıda tarihi binalardaki tuğraların ve kitabelerin sökülüp kaybolduğunu tarihçi Heath Lowry de yazmıştır. Tarihselliklerini silecek şekilde köy ve şehir isimlerinin değiştirilmesi, isim yasakları gibi dünkü uygulamaların sıkıntılarını bugün yaşamıyor muyuz?Tuğraların sökülmesini, isimlerin değiştirilmesini eleştirdiğim gibi, “Sabiha Gökçen Havaalanı”na dokunulmasına da o kadar karşıyım. Hükümetin böyle bir basiretsizliğe kapılacağına ihtimal vermiyorum.Hiçbirimiz unutmayalım, simgeler kavgasını bırakıp “işlevsel” düşünmemizin zamanı çoktan geldi. Girdiğimiz “siperlerimizden” çıkıp çevremize geniş gözle bakmada geciktik bile!

Dersim konusunda İnönü ve Bayar

BAŞBAKAN İsmet İnönü’nün Dersim konusunda 14 Haziran ve 18 Eylül 1937’de Meclis’te yaptığı iki konuşma vardır. 18 Eylül’de Meclis Nyon Anlaşması’nı onaylamak için toplanmıştı. Başbakan İnönü “Bu toplantıdan istifade ederek, Büyük Meclis’e dahili bir mesele (Dersim) hakkında da maruzatta bulunmak için izin” alıp konuşuyor:“Kanun götüren ordu, jandarma neferlerinin ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur... Cumhuriyetin ıslahat ve imar programına muhalefet eden bütün engeller ortadan kaldırılmıştır ve program ilerletilmektedir.”İnönü nihai zayiat rakamlarını da veriyor:

“Subay bir şehit, dört yaralı... Er 28 şehit, 46 yaralı... Bekçi bir şehit, bir yaralı... İsyana iştirak edenlerden 265 maktûl (ölü), 20 yaralı vardır. 27’si yakalanmış ve çatışmalarda 849 kişi teslim olmuştur.”

İnönü’ye göre, çok dikkatli ve şefkatli davranıldığı için zayiat böyle sınırlı olmuştu. İnönü, (bölgedeki 52 aşiretten) sadece 6’sının “cumhuriyet ıslahatına” karşı geldiğini fakat direnişlerinin “bertaraf edildiğini”, refah ve eğitim politikalarını sürdüreceklerini söylüyor. Hatta “Kanunun şiddetli uygulamalarına maruz kalmış olarak hayatlarını kaybedenler hakkında da Büyük Millet Meclisi’nin teessürlerini ve bunun diğer vatandaşlara ibret olması temennilerini” dile getiriyor.

İnönü yerine Bayar

İnönü’nün ölçülü bir operasyondan bahsettiği, ölçülü bir dil kullandığı açıktır. Aynı akşam Atatürk’le beraber trenle İstanbul’a hareket edeceklerdir. Aralarında sorunlar vardır. Nyon konferansı konusunda çelişkiye düşmüşlerdir, İnönü, Atatürk’ün bakanlara doğrudan emir vermesine itiraz etmiştir, ekonomi politikasında görüş farkları ortaya çıkmıştır... 

Trende Atatürk, İnönü’nün <STRONG>“sağlık sebebiyle”</STRONG> başbakanlıktan ayrılmasını istiyor. Beraberce uygun buldukları isim Celal Bayar’dır...&nbsp; 20 Eylül tarihli AA bülteninde İnönü’nün sağlık sebepleriyle izinli olduğu, başbakanlığa Celal Bayar’ın vekâlet edeceği açıklanıyor. 1 ay sonra İnönü başbakanlıktan resmen ayrılacak, Bayar başbakan atanacaktır.

İnönü başbakanlıktan Atatürk ve Mareşal’in önerdiği daha sert Dersim siyasetini kabul etmediği için mi uzaklaştırılmıştı? Bayar bunun için mi getirilmişti? Cüneyt Arcayürek’in “Çankaya Muhalefeti” adlı kitabında yazdığına göre, Bayar, Demirel’e böyle anlatmış. Bayar’ın Kurtul Altuğ’a açıklamaları da bu yöndedir

Fakat, yukarıda kısaca belirttim, Atatürk’le İnönü arasında 1936’dan itibaren başka konularda ciddi görüş ayrılıkları çıkmıştı; sert tartışmalar olmuştu, Bunu unutmamak lazım.

Bayar’ın radikal üslubu

Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde Dersim siyasetinin çok sertleştiği ve bugün konuşulan büyük acıların yaşandığı da bir gerçektir. Başbakan Bayar 26 Haziran 1938’de Meclis’teki konuşmasında Dersim’de “bu sene daha fazla kuvvetlerimizin toplandığını” belirterek şunları söylüyor:

“Dersim için tatbik etmekte olduğumuz programın icabı olarak bu meseleyi kati surette halletmek ve Dersim denilen işi kati surette tasfiye etmek için alacağımız bir tedbir daha vardır. Yakında ordumuz Dersim havalisinde manevralar yapacaktır. Bu münasebetle ordu Dersim için vazife alacak ve umumî bir tarama hareketiyle... Bu meseleyi kökünden söküp atacaktır...”

İşte facialar bu “manevralar”da yaşanacaktır...

Aşırı güç kullanımı

Bayar’ın başbakan olarak böyle radikal bir operasyon için ne partide ne orduda gücü vardı. Yapılan, bir “otoriter devlet” tasarrufudur.

Şunu da asla unutmamak lazım: Devlet’in Dersim’e müdahalesi, alikıran başkesen silahlı aşiretlerin tasallutunu kaldırması elbette haklı idi. Büyük hata, aşırı güç kullanılmasıdır, güç kullanımında çok aşırıya gidilmesidir. Yaralar hâlâ kanıyor işteToplumsal karakterli sorunları aşırı güç kullanımıyla çözmek yanlış bir metottur, geleceğe dönük büyük yaralar açmakta, sorunları büyütmektedir. Bu bilimsel gerçeğe bilhassa Sayın Devlet Bahçeli’nin dikkatini çekerim

12 Eylül’ün aşırı güç kullanımları Kürt hareketini ateşlemedi mi?

Hiç yorum yok: