11 Ekim 2012 Perşembe

Yasaklanmış kitap “Bozkurt", gerçekte “Türk Düşmanı" değil, Türk dostu mudur?- canmehmet.com


Yasaklanmış kitap “Bozkurt", gerçekte “Türk Düşmanı" değil, Türk dostu mudur? (1)


"Bozkurt", Mustafa Kemal'i putlaştırmayan, insani yönlerini gizlemeye çalışmayan, kimine göre...

Mustafa Kemal hakkında yazılan kitapların belki de tamamının kaynak olarak kullandığı, H.C.Armstrong'un kaleme aldığı "Bozkurt", Mustafa Kemal'in sağlığında, 1932'de yayınlanan ilk biyografisidir: "Bozkurt", Mustafa Kemal'i putlaştırmayan, insani yönlerini gizlemeye çalışmayan, kimine göre hasmani (düşmanca) sayılabilecek, sert bir üslupla yazılmış” Bir Kitap. Kılıç Ali, hatıralarında "Bozkurt" kitabından bahsediyor: "Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk'ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması men edilmişti.” Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk'ün herkesçe malûm içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu.
Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu.
Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; 'Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!' diye latife etmişlerdi" (1)
-“Atatürk, 1932'de Necmettin Sadak'ı çağırır ve kitaptaki yanlışlar ve çarpıtmalara ilişkin cevaplarını açıklar. Sadak, bu cevapları aynı yıl Akşam Gazetesi'nde yayımlar.”
Armstrong'un kimliği hakkında yapılan araştırmada, yazarın işgal altındaki İstanbul'da görevli bir İngiliz İstihbarat Yüzbaşısı olduğu ortaya çıkar. İstanbul ile Anadolu'nun bağlantısını kesmek, İstanbul'daki cephanelikleri korumak, yakalananları kurşuna dizmek gibi görevleri üstlenmiş bir yüzbaşı...

Ulusal Kurtuluşçuları kurşuna dizdirmiş olan Armstrong, eline bu kez silah olarak kalemi almış, hedefe Atatürk'ü koymuştur." (2)

...
Ve “Bozkurt” isimli kitabın yazarının “Türk Düşmanı” olup olmadığının kararını, içerisinden yapacağımız alıntılarla okuyana bırakıyoruz;
Ülke, askeri bir bunalımın eşiğindeydi ve o, yaşamının en önemli kararı almak zorundaydı. Yenilmiş olmakla birlikte, Yunan ordusu İzmir’den deniz yoluyla savuşmayı başarmıştı. Atina’dan gönderilen taze kuvvetlerle İstanbul’un az ötesinde, Trakya’da yeni bir ordu kuruluyordu.
Mustafa Kemal’in donanması yoktu. Düşmanla karadan temasa geçmeliydi. Birliklerini onları yakalamak ve yeniden biçimlendirilmelerine fırsat vermeden ezmek üzere acilen kuzeye göndermişti. Yol, Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. Çanakkale’de birliklerini Avrupa yakasına bırakmayan ve Yunanlılarla aralarında bir engel olarak duran bir İngiliz kuvvetiyle karşı karşıya gelmişti. Sorun ortadaydı: Yunan ordusu Trakya’da tahkimatlar yapıyordu; İngiliz İşgal ordusu yolu tutuyor ve aralarında bir duvar gibi dikiliyordu.
Ankara’ya dönen Mustafa Kemal her zaman yaptığı gibi, kararını vermeden önce bütün olasılıkları tartarak durumu gözden geçirmekteydi. Artık bekleyemezdi. Zamanın hayati önemi vardı. Yunanlılar birliklerini düzene koymadan ve siperlerini kazmadan evvel, onları ezmesi gerekiyordu.
Yunanlılar! Onları dövüp hamura dönüştürebilirdi; ama İngilizler! Bu bir başka meseleydi.
Zafer sarhoşluğu ve guruyla dolu olmalarına karşın, Türk birlikleri yorgun, paçavraya dönmüş giysileriyle ve cephane sıkıntısı içinde, büyük silahlardan ve mekanize savaş imkânlarından yoksun durumdaydı.
İngiliz birlikleri ülkeye alışmıştı, subayları deneyimli, mevzileriyse güçlü ve iyi tahkim edilmiş durumdaydı. Arkalarında büyük toplada donanmış savaş gemilerinden oluşan muazzam bir armada ve uçaklar, onların da arkasında bütün kudreti ve ihtişamıyla Britanya İmparatorluğu duruyordu.
İngilizler savaşmaya niyetlenecek olurlarsa, Türklerin yenilgisi kesindi. Fakat acaba savaşmak niyetinde miydiler? Yoksa blöf mü yapıyorlardı. Bütün sorun bunun anlaşılmamasındaydı.
Fransız ve İtalyanlar, İngilizlerin blöf yaptığını söylüyorlardı. Ruslar da öyle; fakat onlara pek güvenilmezdi. İngiliz gazeteleri savaşa, loyd George’a karşı feryat ediyorlardı. Lloyd George savaşmakta kararlıydı, ama pek ok kişi artık onun sonunun geldiğini ve İngilizlerin onun peşinden gitmeyeceğini ileri sürmekteydi. Burada durumu belirleyecek etken, İngiliz kumandanı Sir Charles Harrington’ın tutumu olacaktı.
Söz konusu olan, onunla kendisi arasındaki zekâ savaşıydı. Uzaklarda, Anadolu dağlarındaki Türk, tam bir diktatördü; elinde kazandığı zaferden çılgına dönmüş, vatanı ve varlığını sürdürmek için savaşan bir ulus vardı. İstanbul’daki İrlandalı ise, durumundan pek emin değildi; ismen bir müttefik ordusunun kumandanıydı; kumandası altındaki İngiliz bildikleri de oldukça iyiydi, ancak, Fransız ve İtalyanlar onu desteklemeyeceklerdi.
Ayrıca İngiltere’nin de onu destekleyeceğinden emin değildi. Hiçbir büyük ülkü uğruna savaşmıyordu; tek amacı, kendisini ve askerini mümkün olan en az adam ve prestij kaybıyla içinde bulundukları korkunç ve hatalı çıkmazdan çıkarabilmekti.
İki kumandanın karakteri de, oynamak zorunda oldukları rollere son derece uygun düşüyordu. Türk çelik iradeli ve azimliydi. Bu savaşya ya Türkiye ve kendisini kurtaracak ya da yok olacaktı. Rakibini incelemişti. Londra’ya gönderirken Türk istihbaratının yakalayabildiği çok sayıda telgrafını okumuştu; İstanbul’daki Türk gözlemcilerden, gönderdiği mektupları ve hakkındaki raporları almıştı. Harrington’ın bir askerden çok, bir diplomat olduğunu anlamıştı.
Birliklerini savaşa razı edebilirdi ancak onların cesaretini pekiştiremezdi. İyi bir kurmay subaydı; zeki, sağlam görüşlü ve nazikti; fakat ne bir kumarbaz, ne de bir bunalım dönemi önderi olamazdı. Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.
Mustafa Kemal kararını verdi. Danışmanlarından kimisi, yenilgi riskine girmeden, derhal barış yapmasını istediler. Çoğunluksa, şiddetle derhal saldırıya geçip İngilizleri bir kenara itmesinden Yunanlılara yetişip, onları Atina’ya dek kovalamasından yanaydı. Mustafa Kemal, en belirgin değerlerinden biri olan soğukkanlı muhakemesi sayesinde, birinin boş övüngenliğini ve diğerinin iradesizliğini dikkatle tarttı.
Kararı barış aleyhinde oldu. Bu durumda, istediği koşulları elde etmesi kesinlikle olanaksızdı. Koşulları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu. Yunanlıları şimdi yakalayacaktı. Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve onun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.
Bir “yetenek testi” uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde burduruldular; durum ciddi görünüyordu.
Şans yıldızına güvenip kumar oynaması gerekiyordu. Zayıf iradeli bir rakibe karşı işe yaraması mümkün olan bir hile, bir ‘ruse de guerre’ (<ı>savaş hilesi) uygulamayı deneyecekti.
Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti.
Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.
Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı. Siperdeki İngiliz aksederi ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın, kalakalmıştı: Aldıkları emirler oldukça müphemdi: Ateş etmeksizin ya da güç kullanmaksızın Türkleri durdurmaları istenmişti. Türklerse ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerini sürdürüyorlardı.
Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti: Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı; İngiliz kumandana “Dur” emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile: Bir ateşkes yapılmıştı.
Fransızlar doğruca Mustafa Kemal’e bir temsilci, Mösyö Franklin Bouillon’u göndermişlerdi: Fransa, İngiltere’yle çıkacak bir savaşın, Bolşevik Rusya’nın da Türkiye’ye katılmasıyla yeni bir dünya savaşı felaketini alevlendirebileceğinden korkmuştu. Franklin Bouillon, savaşa yol açabilecek tüm olasılıklara son vermek niyetiyle gelmişti: Müttefikler ve İngilizler adına her sözü vermeye hazırdı.
Müttefikler, Yunan ordusunun Trakya’dan çıkarılması ve Türkiye’nin Avrupa topraklarının geri verilmesi konusunda tüm sorumluluğu üstleneceklerdi: Savaştan değil, savaş tehdidinden bile kaçınabilmek için her şeyi, Mustafa Kemal’in tüm isteklerini yapmaya hazırdılar. Ve Mustafa Kemal lütfen, onunla bir anlaşması yaptı.
Gerçekte, tüm istediklerini elde etmişti bu tam bir zaferdi. Bu sonucu elde edebilmek ona belki elli bin askere ve aylarca sürecek bir savaşa mal olacaktı. Ve eğer yenilirse, çok daha kötü şeylere mal olabilirdi. İngilizlerin blöfü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Birliklerine durmalarını emretti ve İsmet’i General Harrington’la görüşmek Üzere Mudanya adlı köye gönderdi.
Mudanya’da Müttefikler, Yunanlıların Trakya’dan geri döndürülmeleri ve zamanı geldiğinde İstanbul’dan ve tüm Türkiye’den ayrılmaları konusunda anlaşmaya vardılar.
Mustafa Kemal galip gelmişti. Sakarya dönüm noktası olmuştu: İzmir, gösterişli bir başarıydı: Bu ise, gerçek zaferdi. Onun zaferiydi, onun cesareti, kararlılığı, hüneri ve muhakemesiyle bu, gıdadan, donanımdan yoksun, perişan ordu Yunanlıdan kovalamış, Britanya İmparatorluğu’na kendi koşullarını kabul ettirmiş ve tüm Avrupa’nın gözünü korkutmuştu.
Artık içeride ve dışarıda, kendi koşullarını dikte edecekti….” (3)
* * *
Ve Mudanya Mütarekesi’nden kısa bir özet
“Büyük Taarruzun zaferle sona ermesi üzerine ve Çanakkale Krizinden sonra, İtilâf Devletleri TBMM’ye mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Türk ordusu ile İngiliz işgal kuvvetleri arasında bazı gerginlikler yaşandıysa da görüşmeler 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başladı.
Görüşmelerde TBMM hükümetini Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa temsil ederken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya’da bulundular. İngiltere’yi General Harington, Fransa’yı General Charpy ve İtalya’yı da General Mombelli’nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay Sariyanis’i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan doğruya katılmayıp Mudanya açıklarında bir İngiliz gemisinde beklediler…
(Milli mücadele'de Türkler ile savaştığı halde Yunanlıların Mudanya Görüşmeleri'ne doğrudan katılmaması, İngiltere'nin bir maşası olduğunun açık bir kanıtıdır.)
14 maddelik Mudanya Mütarekesi'nin en önemli hükümleri şunlardır:
-Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki silahlı çatışma sona erecektir.
-Yunanlılar Doğu Trakya’yı 15 gün içerisinde boşaltacaklar ve bölge, İtilaf Devletleri aracılığıyla 30 gün içerisinde Türk yönetimine devredilecektir.
-Barış antlaşması imzalanıncaya kadar Türk ordusu Trakya’ya geçemeyecektir. Buna karşılık iç güvenlikle ilgili olarak sayısı 8000’i aşmayacak bir jandarma kuvveti gönderilebilecektir.
-Barış antlaşmasının imzalanmasına kadar Meriç’in batı sahili (yani Batı Trakya) ve Karaağaç İtilaf Devletlerinin işgali altında kalacak ve Türk kuvvetleri Çanakkale Boğazı ve İzmit’te belirlenen çizgiyi geçemeyeceklerdir…
Mudanya Mütarekesi ile Türk-Yunan çatışmasının sona erdirilmesi ve Doğu Trakya’nın kurtarılması gibi gelişmeler Türk tarafının lehine sonuçlar doğuracak gelişmeler olarak göze çarparken, İstanbul ve Boğazlarda Türk egemenliği tam anlamıyla kurulamamıştır.
Gerek Boğazlar üzerinde kontrolün sağlanamamış olması, gerekse Trakya’ya ordu geçirilememesi, barış konferansı öncesinde Türk hükümetinin pazarlık gücünü sınırlandırmıştır. Bu hükümler, birçok noktada önemli kazanç sağlayan Mudanya Mütarekesi'nin zayıf halkalarından bir kısmı olarak değerlendirilebilir.
Boğazlar’da Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliğinin kurulması Lozan Antlaşması ile de sağlanamamış, ancak 1936 yılında Montreux Antlaşması ile hâkimiyet sağlanabilmiştir.
İngiltere'yi Ateşkese Zorlayan Etkenler
-Bütün desteklerine rağmen Yunan ordusunun Türk ordusu karşısında ağır bir yenilgi alması.
-Müttefikleri Fransa ve İtalya'nın Anadolu'yu işgalden vazgeçerek İngiltere'yi yalnız bırakması
-İngiliz kamuoyunun, yeni bir savaşa karşı çıkması.
-İngiliz sömürgelerinin yeni bir savaşı desteklememesi. Çünkü İngiliz ordusunun savaşa katılmak istememesi.
-Çanakkale Krizi sırasında İngiltere'de iktidarda bulunan Lloyd George hükümetinin sarsılması. (4)
Devam edecektir…
Resim;Kitapyurdu'ndan alıntıdır.
(1) Kılıç Ali, Atatürk’ün hususiyetleri,
(2) Sadi Borak, Kırmızı beyaz yayınları
(3) H.C. Armstrong, Bozkurt, Nokta Kitap, s.143
(4) Vikipedi

Yasaklanmış kitap 'Bozkurt'tan; saltanatın kaldırılması ve Vahdettin’in yurt dışına çıkması (2)

Yasaklanmış kitap 'Bozkurt'tan; saltanatın kaldırılması ve Vahdettin’in yurt dışına çıkması (2)
Komisyon teklifin karşısındaydı. Bir üyesi bile teklifin lehine konuşmamıştı. Kaybedecekti.

Babam ve ben” dedi Rauf, “Padişah’ın ekmeğini yedik. Şu anda Padişah tahtında oturan vatan haininden, Vahdettin’den söz etmiyorum elbette. O gitmelidir ve yerini yeni Padişah almalıdır. Fakat benim gibi her gerçek Türk, halife Padişah’a bağlıdır. Biz, hükümdara arka çıkmalıyız. Bundan başka, devlet içinde hiçbir uyruğun göz dikemeyeceği kadar yüksek ve ulu bir makamın bulunması da zorunludur. O dakikada, bütün Türk halkının duygularını İfade ediyordu. Refet bu görüşe katıldı.
Ali Fuat, Moskova’dan henüz döndüğü ve durumu yeterince bilmediği mazeretini beyan ederek çekimser kaldı. Mustafa Kemal kaçamak cevap verdi. Eylem zamanının henüz gelmediğini anlamıştı. Beklemesi gerekiyordu.
“Bunu tartışmak için bir neden göremiyorum” dedi; Rauf belirgin bir cevap için baskı yapınca da: “İleri sürdüğünüze benzer bir niyetim yok. Esasen yarın Meclis’te bu konuya ilişkin bir açıklama yapacağım.”
Diğer üçü tatmin olmuş bir halde konuyu kapattılar ve şafak sökünceye dek keyifle içki içtiler. Ertesi gün Mustafa Kemal söz verdiği gibi, Meclis’te konuşma yaptı.
Mustafa Kemal, işleri biraz ağırdan alması gerektiğini fark etmişti. Muhalefet, beklediğinden de güçlüydü. Ya fırsatı yakalamak için beklemeli ya da bu fırsatı kendisi yaratmalıydı. Bunun için beklerken, olaylar, tam da onun istediği doğrultuda gelişti.
Refet’in evindeki toplantıdan bir hafta sonra İngilizler, Padişah’ı barış şartlarını tartışmak üzere Lozan’a bir heyet göndermeye ve aynı çağrıyı Ankara’daki Meclis’e de iletmeye çağırdılar. Bu, çok düşüncesizce yapılmış bir hataydı.
Sonuçta büyük bir infial yarattı. Birkaç kişisel yandaşı dışında, artık her gerçek Türk Vahdettin’den nefret ediyordu. O, Türkiye’yi mahvetmek isteyen İngilizler ve Yunanlıların yanında yer almış olan bir vatan hainiydi. Vahidendin ve Lloyd George, işte gerçek ulusal düşmanları bu iki kişiydi. Ve bir vatan haini olması dolayısıyla, Vahidettin’e olan nefretleri iki kat şiddetliydi,
Çağrı gelir gelmez büyük bir öfke çığlığı yükseldi. İstanbul’da Padişah’ın adamları dövüldü. Padişah’ı desteklemiş olan gazeteci Ali Kemal, müttefik polis gücünün gözleri önünde güpegündüz kentin belli başlı kulüplerinin birinden sürüklenerek çıkarıldı, İzmit’e götürüldü ve taşlanarak öldürüldü. Padişah’ın hizmetlileri, nazırları, hatta sadrazamı sokağa adım atmaktan çekinir oldular.
Ankara’da Meclis toplanmış, mebuslar pürhiddet bakışıyorlardı. Bu İstanbul hükümeti de neydi? Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı? O modası geçmiş yaşlı budala, Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama hakkını nereden almıştı? O ve tüm kabinesi köpeklerden, düşmüş insanlardan, vatan hainlerinden ve İstanbul’daki dalkavuk padişahın çanak yalayıcılarından oluşuyordu. Türkiye’de yalnızca bir tek hükümet vardı, o da kendilerinin Büyük Millet Meclisi hükümetiydi.
Mustafa Kemal, zamanın geldiğini, hemen harekete geçmesi gerektiğini, aksi takdirde hiçbir zaman başaramayacağını anladı. Mebusları Vahdettin’i yurtdışına sürmeye, hatta belki Saltanat’ı kaldırmaya ikna edebileceğini gördü. Hilafete saldırma riskini göze almayacaktı: Bu en yoksul köylüye varıncaya değin tüm halkın dinsel duygularını incitebilirdi ve bu konuda destek bulacağını da hiçbir şekilde sanmıyordu.
Bütün mebusların öfkeli çığlıklar atarak tartıştıkları bir sırada, Meclis’teki hengâmenin ortasında Mustafa Kemal içeri girdi ve Meclis’ten kendisini dinlemesini İstedi; Saltanat’la Hilafet’in birbirinden ayrılmasını ve saltanatın ilga edilerek Vahdettin’in yurtdışına sürülmesini teklif etti.
Bütün öfkesine rağmen Meclis son derece hayati bir karara doğru sürüklendiğini anladı. Mebusların heyecanı bir anda söndü, teklifi tartışmaya başladılar.
Mustafa Kemal, elindeki kartlarının bir kısmını göstermişti. Henüz başarısızlığı kaldırabilecek kadar güçlü değildi. Kişisel taraftarlarından seksen kişinin de desteğiyle, derhal bir oylama yapılmasında ısrar etti. Meclis, teklifi Adalet Komisyonu’na havale etti.
Özel komisyon ertesi gün toplandı. Hukukçularla din adamlarından oluşmuştu. Saatlerce tekdüze bir havada, Saltanat’ın Hilafet’ten ayrılması konusunu tartıştılar. Başkan, uçuşan cübbesi ve uzun sakallarıyla, mağrur bir din adamıydı. Sakallı hocayı bir diğer sakallı hoca, uzun ve can sıkıcı konuşmalarıyla bir hukukçuyu diğeri izliyordu.
Eski belgelerden, Kur’an ve Şerait’in çok derin tefsirlerini yapıyorlardı. Bağdat ve Kahire halifelerinin geçmişe gömülmüş tarihlerinden yüzlerce örnek gösterdiler. Arapça kelimelerin anlamlarındaki her bir nüansı tartışarak uzayıp giden saatler boyunca bu minvalde konuştular, konuştular. Her nokta üzerinde kılı kırk yararcasına durup yalın
Cümleleri karmaşık savlada dağıttılar ve tartışmanın iyice tadını kaçırdılar. Kurşuni üniforması içindeki Mustafa Kemal, bir köşede, sinirleri bozulmuş fakat ses çıkarmadan onları seyrediyor, atılmak üzere olan yabanıl bir bozkurt gibi gergin oturuyordu.
Komisyon teklifin karşısındaydı. Bir üyesi bile teklifin lehine konuşmamıştı. Kaybedecekti.
Ne ki, daha ilk rauntta kaybetmeyi göze alamazdı. Önemsiz şeyler hakkında yapılan bu amaçsız, sonu gelmez tartışma onu kızdırmıştı. Sinirleri iyice bozulmaya başladı. Bu malumatfuruş budalalar sürüsü, ölü bir kurumun yozlaşmış yapısını destekleyecek materyal bulmak için kelimelerle oynarken, Gazi, egemen olarak kendisi bütün gün oturup bekleyecek miydi?
Ansızın bütün kontrolünü kaybetti. Öfkeden titreyerek, homurdanarak bir masanın üzerine sıçradı ve toplantıyı durdurdu.
-”Efendiler, Osmanlı Sultanı egemenliği halktan zorla almıştır, ” dedi “ve halk şimdi zorda onu geriye alıyor. Saltanat Hilafet’ten ayrılmalı ve kaldırılmalıdır. Bu görüşe katılır ya da katılmazsınız, bu sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun bu gerçekleşecektir, bu arada bazılarının kafaları kesilse dahi.”
Diktatör emirlerini vermişti. Saygıdeğer başkan ayağa kalktı ve konuştu:
-“Efendiler, ” dedi, “Gazi bize meseleyi bizim ele aldığımızdan çok farklı bir bakış açısından izah etti.”
Mebuslar tehlikeden kurtulmak için aceleden birbirlerini ite kaka Meclis’e bu önerinin yasalaştırılmasını tavsiye etmeye koştular; Saltanat kesinlikle Hilafet’ten ayrılmalıydı; Saltanat’ın kesinlikle ilga edilmesi ve Vahdettin’in ülkeden çıkarılması şarttı. Uzun giysilerinin eteklerini kavuşturarak, bu zincirsiz bozkurt üzerlerine atlamadan önce savuşabilmek için kaçıştılar.
Meclis, tasarıyı görüşmek için hemen oturuma geçti. Tartışmaya başladılar. Mustafa Kemal, Meclis’in genel havasının kendisine karşı olduğunu anlamıştı. Bir an evvel oylamaya geçilmesini sağlamalıydı. Her ne pahasına olursa olsun kazanması şarttı. Kişisel taraftarlarını toplantı salonunun bir tarafına topladı ve derhal açık oylamaya geçilmesini istedi.
Kimi mebuslar tasarının ad okunarak oylanmasını talep etti. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Taraftarları silahlıydı; içlerinden bazıları her şeyi yapabilecek karakterdeydi; emir alırlarsa silahlarını hiç duraksamadan kullanacakları kesindi.
Meclis’in oybirliğiyle kabul edeceğinden eminim” dedi. Sesinden bir tür tehdit seziliyordu ve taraftarları da ellerini bellerine atmışlardı.
-“Ellerin kaldırılması yeterlidir.” Başkan bir gözü Mustafa Kemal’de, tasarıyı oylamaya koydu. Birkaç el yükseldi. “Oybirliğiyle kabul edildi” dedi Başkan.
Bir düzine kadar mebus protesto etmek için sıraların üstüne fırladılar.
-“Bu doğru değil, ben karşıyım!” Diğerleriyse, “Otur yerine! Kes sesini! Domuz!” diye bağırıp ıslık çaldılar, birbirlerine sövüp saydılar.
Tam bir velvele çıkmıştı. Mustafa Kemal’den gelen işaret üzerine. Başkan Bütün bu gürültüyü bastırmak için bağırarak karanı tekrar etti.
-“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oybirliğiyle aldığı karar sonucu, Saltanat ilga edilmiştir” diyerek oturumu kapattı. Mustafa Kemal, taraftarlarıyla çevrilmiş olarak Meclis’ten ayrıldı.
....
Bunun arkası çabucak geldi. Beş gün sonra Refet, Harrrington’ın burnunun dibinde yapılan bir darbe ile İstanbul’un denetimini ele geçirdi ve Padişah hükümetini feshetti.
...
Padişah birkaç gün dayandı. Sonra Harrington’a bir haberci gönderdi. Bu adam, Vahdettin’in maiyetinden hâlâ güven duyduğu tek kişi olan Saray orkestrasının şefiydi.
...
Şef, yaşlı ve sarsak biriydi, İngiliz ordusu karargâhına büyük bir gizlilik içinde gelmişti. Vahdettin herhangi bir yazılı belge vermeyi reddettiğinden hiçbir şey yoktu ve Başkumandan’dan başka hiç kimseyle görüşmeyeceğini söylüyordu.
Sonunda Harrington onu kabul etti. Korkudan titreyen ve kekeleyen yaşlı şef, getirdiği mesajı güç bela aktarabildi: Zat-ı Şahane, Padişah hazretleri iyi kalpli İngiliz generalinin ve İngiliz hükümetinin korumasını büyük bir arzuyla İstirham etmekteydi: Zat-ı Şahaneleri, yaşamının tehlikede olduğundan emindi: Zat-ı Şahaneleri mümkün olduğu kadar çabuk kaçmaya karar vermişti.
İki gün sonra İngilizlere ait bir ambulans, sarayın arka kapılarından birinin önünde durdu. Yanında oğlu, bir bavul ve bir çanta taşıyan bir harem ağası olduğu halde, Vahdettin dışarıya çıktı.
O sabah hava oldukça kapalıydı ve hafif yağmur çiseliyordu. Bir İngiliz emir subayı ambulansın arkasındaki ahşap merdiveni indirdi. Bir elinde sıkıca kavradığı şemsiyesiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuncu Padişahı, tüm Türklerin hükümdarı, ‘Grand Seigneur’ (Büyük Efendi), ‘Dünyanın Dehşeti’ olan adam, ahşap merdivenleri tırmanmaya çalıştı.
Şemsiye kapıya takılmış, içeri girmemekte direniyordu. İhtiyar adam zayıfça şemsiyeyle mücadeleye girişmişti, gittikçe hırçınlaşıyor ve huzursuzlanıyordu: Islanacağı için şemsiyeyi kapamak ve onu bırakmak istemiyordu. Bir İngiliz subayı şemsiyeyi elinden çekip aldı ve yaşlı adamı merdivenlerden çıkarıp kapıyı üstüne kapattı. Ambulans hareket etti.
İskelelerden birinden bir motor son hızla yola çıktı. Bir İngiliz savaş gemisinde, İngiliz Filosu Başkumandanı olan Amiral, Padişah’ı hükümdara yaraşır bir törenle karşıladı. Ansızın bir feryat işitildi: Vahdettin telaşla güverteye dönmüştü; kendisine bir genç kızınki gibi tiz sesiyle çığlıklar atarak bir şeyler söyleyen harem ağasına küfrediyordu; harem ağasının taşıdığı valiz ortadan kaybolmuştu; neredeydi sonunda valiz motorda bulundu.
Vahdettin içini kontrol etti. Her şey yerli yerindeydi; rahat bir nefes alarak kamarasına döndü; valizde muhteşem altın kahve takımlarıyla toplama fırsatı bulabildiği mücevheri bulunuyordu.
Bir saat sonra Vahdettin bir İngiliz savaş gemisinin içinde, iradesiz, gevşek ve dehşete kapılmış yaşlı bir adamın sonuna ulaşmak üzere, Türkiye’den uzaklaşmış bulunuyordu.
Onun ki elinde hiçbir dünyevi güç ya da makam bırakılmamıştı….” (1)
Devam edecek….
(1) “Bozkurt”, H.C. Armstrong, Nokta kitap,

Yasaklanmış kitap “Bozkurt”tan; Tüm detayları ile Cumhuriyetin ilanı (4)

Yasaklanmış kitap “Bozkurt”tan;  Tüm detayları ile Cumhuriyetin ilanı (4)
“Sistemi değiştirmeliyiz. Türkiye’nin cumhuriyet olmasına, başında bir Cumhurbaşkanı olmasına karar

Mustafa Kemal hücumu, mebusların dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin bir kanun teklifiyle başlattı. Hemen ardından, gazeteler üzerinde uygulanacak sıkı bir sansür ve toplantıların polis denetimi altına alınması yoluyla daha etkili olan ikinci darbeyi indirdi. Mebuslar kanun teklifini öfkeyle kaldırıp attılar ama sansür ya da polisiye eylemi engellemek konusunda yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.
Hâlâ savaş hali içindeydiler ve hükümet biçimi henüz kararlaştırılmamıştı; üstelik Mustafa Kemal hâlâ başkan konumundaydı. Yurt gezisinin önemini anlamışlardı; neyin peşinde olduğunu biliyorlardı; bir fırsatını bulduğu anda içlerinden ona muhalefet eden herkesten intikam alacağının farkındaydılar; onun henüz tabanından emin ve çok şiddetli bir eyleme geçmeye hazır olmadığını, fakat aynı zamanda onu durdurmayı başaramayacaklarını anladılar.
Farklı bir cepheden saldırdılar. Mustafa Kemal, Barış Konferansı konundaki tüm düzenlemeleri kendi eliyle yapmıştı. Çok kişinin protestosuna karşın, Türk heyetinin başkanı olarak İsmet’i (Lozan’a) göndermiş ve ona kişisel olarak talimatlar vermişti. Hükümet ve meclis yok sayılmıştı.
Konferans Kasımda başlamıştı. Başından itibaren işler çok kötü gitmişti. Müttefik delegasyonlarına Lord Curzon egemen durumdaydı. O ve İsmet, her noktada ters düşüyorlardı.
Curzon mağrur ve kibirli, büyük bir yüksek ali, debdebeli bir bürokrat olarak, yanlarına lütfen geliyor ve Türklere şartlan dikte etmek istiyordu. İsmet İse, dik başlı, sağır ve kalın kafalıydı. Her ikisi de inatçıydı, bütün o kış, haftalar boyu birbirleriyle tartıştılar ve kavga ettiler.
Bu arada diğer delegeler de bir çözüme ulaşabilmek için uğraşarak çevrelerinde dönüp duruyorlardı. Şubat ta hiçbir sonuca ulaşmayan konferans kesintiye uğradı ve İsmet, Ankara’ya doğru yola çıktı.
Mustafa Kemal için, Konferans’ta sağlanacak başarı son derece önemliyi. Bir başarısızlık, kendi askeri zaferlerinin değerini gölgeleyebilirdi. İsmet’le buluşmak üzere alelacele Eskişehir’e gitti, ondan son haberleri aldı ve geriye birlikte döndüler.
Ankara’da Başvekil Rauf ve mebusların çoğu protokol kurallarının gerektirdiği gibi, onları istasyonda karşılamadılar.
Mustafa Kemal büyük bir öfkeyle Rauf’u çağırtıp, ondan bir açıklana yapmasını istedi. Rauf, İsmet’i karşılamak istemediğini söyledi; başvekil. İsmet değil, kendisiydi. İsmet Lozan’a kendisine hiç danışılmaksızın gönderilmişti. Dahası, Mustafa Kemal vekillere danışmadan gidip İsmet’i karşılamak hakkına sahip değildi; bu davranışı anayasaya aykırıydı; bu davranışla İsmet’in faaliyetleri hakkında Meclis’in karanı önceden etkilemiş oluyordu.
Protesto etmek için başvekillikten istifa etti. O andan itibaren, İsmet’in düşmanı ve Mustafa Kemal’in muhalifi olmuştu.
Meclis saldırıya geçmek üzere Rauf’un arkasında toplamaya başladı. Dokuz gün boyunca Barış Konferansı hakkında görüşüldü. Üstü kapalı olarak Mustafa Kemal’in Mudanya’da İngilizler tarafından oyuna getirildiğini, o sırada Ateşkesi kabul etmemesinin ve İstanbul’a yürümeye devam ederek koşullarını süngü zoruyla kabul ettirmesinin, hatta gerekirse Atina’ya kadar gitmesinin daha iyi olacağını ileri sürdüler.
İsmet’e gelince, zavallı sağır İsmet’in diplomasiyi tam tahmin ettikleri gibi, beceriksizce yürüttüğünü sözlerini sakınmadan söylediler; kendilerinin onayı alınmadan onun asla Lozan’a gönderilmemesi gerekiyordu.
Ona ne saygıları ne de inançları vardı; bir kumandan olarak iyi olabilirdi, gerçi hayatında hiçbir muharebe kazanmamış, üstelik Eskişehir’i de Yunanlılara terk etmişti; bir diplomat olarak ise tam bir felaketti; her şeyi karmakarışık etmişti. Onun hakkında bir gensoru hazırlamışlardı ve Konferansı tamamlaması için bir başkasını göndermek niyetineydiler.
Sahip olduğu tüm feraset ve nüfuzu kullanan Mustafa Kemal, gensoru oylamasını oyalamaya çalıştı. Akıllı da olsa aptal da olsa, İsmet onun adamıydı; emirlerini harfiyen yerine getiriyordu. Lozan’a dönmesi ve bu kez başarması gerekiyordu; Lozan bir zafer, onun zaferi olmalıydı.
Mebuslardan bazılarını Rauf’un aslında Lozan’a kendisi gitmek istediği için kişisel kırgınlıklardan ötürü istifa ettiğini söyleyerek, onun aleyhine kışkırttı. Diğerlerine sözler verdi; kimilerini de tehdit etti; kişisel taraftarlarını toplamış, hazır bekliyordu.
Gensoru oylaması geri bırakıldı. İsmet bu zor işi başarmaya azmetmiş olarak Lozan’a döndü. Mutlaka başarmalıydı. Lozan’da başarısızlık demek, Mustafa Kemal’in prestijinin sonu demekti: Başarısızlık Mustafa Kemal’in yanı sıra kendisinin de sonu demekti.
Bu arada Mustafa Kemal gece gündüz demeden Halk Fırkası’nın örgütlenmesi için uğraşıyordu. Zaman çok azdı. Bir bunalımın eşiğindeydiler. Meclis tehlikeyi anlamış durumdaydı. Elinin altında böyle bir aygıtla, Mustafa Kemal bir müstebite dönüşecekti.
Ona, yeni partinin başkanlığından istifa etmesi konusunda ricacı olarak bir heyet yolladılar, heyet hiçbir siyasal partinin başı olmaması gerektiğini ileri sürdü; devlet başkanı olarak tarafsız ve partiler üstü kalmalıydı.
Mustafa Kemal heyete hücum etti. “Size katılmıyorum. Siz siyasal fırkaların birinin başkanlığından söz ediyorsunuz. Oysa devlet içinde yalnız bir tek siyasal fırka var.
Birleşme esastır. Rakip fırkalar, rakip teoriler olmayacaktır. Benim için bu tek fırkanın, Halk Fırkası’nın ve Devletin Başkanı olarak kalmak bir onur meselesidir.
Başka hiçbir fırka yok, sadece Halk Fırkası vardır.”
Bu cevap, Meclis’e karşı açık bir meydan okuyuştu. Gerilim artmaya başladı. Mustafa Kemal’in eski yoldaşları, son dört yılın kara günlerinde onun yanında yer alan kişiler, şimdi ondan uzaklaşıyor ve Rauf’un önderliğinde ona karşı birleşiyorlardı.
Rahmi, Adnan, dört büyük askeri paşa, yani Kazım Karabekir, Refet, Ali Fuat ve Nurettin, Türkiye’deki bütün önemli isimler onun karşısındaydı. Çevresinde yalnızca İsmet ve Fevzi, kişisel taraftarları ve sofra arkadaşlarından oluşan, yeni kurulan Halk Fırkası başkanları vardı, ordu ve halk arasındaki kişisel prestiji de sahip olduğu en önemli avantajdı.
Meclis’teki yıkıcılık arttı. Mebuslar birbiri ardına Rauf’a katıldılar. Mustafa Kemal’i açıktan açığa eleştiriyorlardı. Diktatörlüğe, hele hele Mustafa Kemal’in diktatörlüğüne kesinlikle boyun eğmeyeceklerdi. Onu çok yakından tanıyorlardı.
O, yönetmeye uygun biri değildi; onları zafere götürdüğü için diktatör olma hakkına sahip olamazdı. İyi bir asker! Evet ama, bundan öte değil! Güvenilebilecek türden biri değildi –kindar, gaddar, kötü mizaçlı ve fantastik devrimci düşüncelerde dolu biriydi.
Böyle birinin yönetimi altında hiç kimse güvenlikte olamazdı. Ayrıca Mustafa Kemal kimdi ki, böyle bir kudreti gasp etmek istiyordu?
Zaferi kazanmak için onlar da ellerinden geleni yapmamış mıydı? Ermenileri bozguna uğratıp Rusya’yı bir antlaşma yapmaya zorlayan Kazım Karabekir değil miydi? Mustafa Kemal tehlikeden tamamen uzak, Samsun ve Sivas’ta Padişahın yaveri gibi davranıp, siyaset yarken, İzmir civarında Yunanlılara karşı direnişi örgütleyenler Refet ve Rauf değil miydi?
Mustafa Kemal’in Mecliste sahip olduğu çoğunluk yavaş yavaş erimeye başladı. Azınlığa düşmeden önce yeni partisinin kuruluşunun yetişeceği umuduyla Meclis ‘i feshetti ve yeni seçimleri yaptırdı.
Yeni Meclis, eski yıkıcılık ve düşmanlıklarla açıldı. Onun emirleri doğrultusunda oy kullanmıyordu. Meclis’te bir başöğretmenin haylaz sınıfıyla konuştuğu tarzda konuştuğu zaman, onu dinlemeyi reddediyorlardı.
Kaybedilecek hiç zamanın kalmadığı açıktı. Ajanlarından Halk Fırkası’nın hızla gelişmekte olduğuna ilişkin raporlar alıyordu. Fevzi, ordunun son askerine varıncaya değin bir bütün olarak onun yanında olduğunu garanti ediyordu; askerler maaşlarını ve tayınlarını aldıkları ve iyi muamele gördükleri sürece ne yaptığına aldırmayacaklardı.
En büyük muhalifleri olan Rauf, Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Nurettin şu sırada tesadüfen Ankara dışındaydılar.
İsmet, Barış Konferansı’ndaki görevini parlak bir başarıyla götürüyordu: Türkler talep ettikleri hemen her şeyi elde etmiş durumdaydılar. Son düşman birlikleri, Harrington’la birlikte, kuyruklarını toplayıp İstanbul’u boşaltmışlardı.
Parıltılı basan projektörleri, bir kez daha başarılı kumandana, Mustafa Kemal’e çevrilmişti. Muhalifleri daha da güçlenmeden önce Yeni Türkiye’nin gelecekteki hükümet biçimine karar vermenin tam sırasıydı.
Cumhuriyeti ilan edecek, kendisi de cumhurbaşkanı ve yasal önder olarak seçilecekti.
Ancak, özgür bir oylamada Meclis bunu asla kabul etmeyecekti. Meclis’i bu kararları almaya kendisinin sevk etmesi gerekiyordu. Küçük bir siyasal entrika tasarladı; bir bunalım yaratacak ve bundan yararlanacaktı.
Zaman kaybetmedi. Hükümet üyelerini Çankaya’daki evinde bir akşam yemeğine davet etti. Gelecekteki yönetim biçimi hakkında, tek tek her bakanın Meclis’e karşı sorumlu olduğu ve sürekli olarak mebusların eleştiri sağanağı İle müdahalelerine maruz bulunduğu mevcut sistemin yetersizliği hakkında uzun uzadıya tartıştılar.
“Meclis’e bir ülkenin bu şekilde yönetilemeyeceğini göstermeliyiz” dediğinde epeyce içki içmiş bulunuyordu; “Siz Heyet-i Vekile, yöneten siz olmalısınız. Mebuslar şimdi yaptıkları gibi size rahatça müdahale edememeliler.”
Bakanların her biri bu görüşe katıldı. Hepsi de mebusların bitip tükenmeden eleştirilerine ve denetimine karşıydı.
“Yarın hepinizin İstifa etmenizi istiyorum” diye sözüne devam etti. “Meclis’ten yönetimi devralmasını ve hükümeti kurmasını isteyeceğim. Teklifleri ne olursa olsun, yeniden görev almayı reddetmeniz ve işleri elinizden geldiği kadar güçleştirmeniz gerekiyor.
Bundan sonra Meclis’in nasıl bir karışıklık içine düşeceğini birlikte seyredeceğiz. Göreceksiniz, çok kısa zaman da, hepimizin geri gelmemizi isteyeceklerdi eri gelmemizi isteyeceklerdir.”
Ertesi gün hükümet istifa etti ve Meclis yeni bir hükümet kurmak için çalışmalara başladı. Rauf’un muhalefet liderlerinin olmayışı nedeniyle, mebuslar kendi aralarında anlaşamıyorlardı. Kulis yapıyorlar, tartışıyorlar ve sonuçta her biri kendisi ve arkadaşlarının çıkarları doğrultusunda oy veriyordu.
Ortalık tan bir ana baba gününe dönmüş, ama hükümet hâlâ kurulamamıştı.
İki gün sonra Mustafa Kemal, bu kez birkaç yakın arkadaşını akşam yemeğinde sofra başına toplamıştı. Aralarında İsmet, Fevzi ve Kemalettin de vardı. Bu kargaşayı onlara anlatırken gülümsüyordu.
Planı yürümüştü, hükümet hâlâ kurulamamıştı. Meclis’te entrika ve kavgadan başka bir şey yoktu. Mebuslar yumruk yumruğa gelmek üzereydiler.
Ansızın, “Buna bir son vermenin tam sırası” dedi, “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğim. Bu, bütün güçlüklerin çaresi olacak.”
Diğerlerinin gitmesinden sonra bütün gece boyunca, şafak sökünceye kadar İsmet ve Mustafa Kemal oturup, Türkiye’yi cumhuriyete dönüştürecek olan bildirgeyi hazırladılar.
Küçük entrika planladığı gibi yürümüştü. Meclis tam anlamıyla felç olmuştu. Birbirlerine dik dik bakıp sövgüler yağdıran ve her an bir diğerinin gırtlağına sarılmaya hazır hale gelen mebuslar, küçük gruplara bölünmüşlerdi.
Kemalettin’in yeni kabineyi kurmak yetkisini vermek üzere Mustafa Kemal’in davet edilmesine ilişkin önergesini sevinçle karşıladılar.
Mustafa Kemal, Çankaya’daki evindeydi. İlk davete gitmedi; ta ki Meclis kendisine bir hükümet kuramadığını belirtip, genel başkan olması için ikinci bir çağrıyı gönderinceye dek yerinden bile kıpırdamadı. O zaman dahi, kararının tartışılmaması koşuluyla gitmeyi kabul etti.
Meclis’in giriş bölümünde, yeni kabineyi oluşturmaları için seçtiği arkadaşlarını topladı –bütün muhalifleri dışarıda bırakmıştı- ve toplantı salonuna girip, kürsüye çıktı.
Bir süre aşağısında dizilmiş mebuslara baktı, yüzü gergin, meşum ve asıktı, biraz da alaycıydı: Aşağıdaki bu küçük adamlara, kendisine dişlerini göstermiş olan bu farelere hükmeden güçlü bir kişilik.
Kendi anlaşmazlıklarının şiddetinden, onunla mücadele halinde olduklarını bile unutmuşlardı. Kafalarını kaldırmış ona bakıyorlar, sessizce bekliyorlardı. Sonunda,
“Bu meseleyi halletmem için beni çağırdınız” dedi. “Meseleyi aslında kendiniz yarattınız.
Bu bunalım, kesinlikle geçici bir sorundan kaynaklanmıyor. Bu, aslında hükümet biçimimizdeki temel bir hatadan kaynaklanıyor. Meclis hem yasama hem de yürütmeyi üstlenmiş durumdadır.
Her biriniz, her bir mebus” diye sürdürdü sözlerini, “hükümetin her kararını oylamak, her hükümet dairesine el atmak ve her alanı etkiniz altında tutmak istiyor.
Efendiler, hiçbir bakan bu koşullar altında görev almayı kabul edemez.
Bu koşullar altında hükümet kurmanın imkânsız olduğunu anlamalısınız: Bu hükümet değil, kaostur.
“Sistemi değiştirmeliyiz. Türkiye’nin cumhuriyet olmasına, başında bir Cumhurbaşkanı olmasına karar verdim.”
Meclis bu ani bildiri karşısında şaşkına döndü. Yetkilerini Mustafa Kemal’e sadece geçici bir bunalımı çözmek üzere bir hükümet kurması için devretmişlerdi. Oysa yeni bir yönetim biçimi ilan ediyordu. Ne olursa olsun, onun karanı kabul edeceklerine önceden rıza göstermişlerdi: Artık kabul etmekten başka çareleri kalmamıştı.
Mebusların yüzde kırkı oylamaya katılmadığı halde Türkiye’yi cumhuriyete dönüştürecek olan İsmet ve Mustafa Kemal’in hazırlamış olduğu tasarı yasalaştı ve Mustafa Kemal ilk cumhurbaşkanı seçildi.
Bu oylamayla Mustafa Kemal yasal egemen olmuştu. Artık başbakanı ve bakanları atama yetkisine sahip olan cumhurbaşkanıydı.
Ayrıca Bakanlar Kurulu’nun, Meclis’in ve Halk Fırkası’nın da başkanıydı. Bundan başka başkumandandı ve orduyla halkı avucunda tutmaktaydı.
Hükümet yanlısı gazeteler –diğerleri sansürle susturulmuştu- bütün Türkiye’de cumhuriyetin ilanından kaynaklanan sevinç konusunda ateşli makaleler yayımladılar.
Gerçekteyse, Türk köylüsü ve kasaba halkı için bu olay kahvelerde bir sohbet konusu olmaktan pek öteye geçmemişti.
Neredeyse açlık sınırında yaşamaktaydılar. İlgi alanları yaşamın temel güçlüklen, tarlaları, hayvanları, küçük dükkânları, vergi memurlarının rüşvetçiliği, oğullarının askerden sağ dönüp dönmeyeceği ve yaşlılıklarında kendilerine bakıp bakmayacağı, kızlarının iyi bir kocaya varıp varmayacağı gibi konulardı.
Karılarının dırdırı, onlar için Ankara’daki Meclis’in tüm müzakerelerinden çok daha gerçekti. Kahramanları, Mustafa Kemal ister padişah ister cumhurbaşkanı olsun, barış devam ettiği, yeterli yiyecekleri, yaşayacakları ve uyuyacakları bir yerleri olduğu sürece, onlar için hiç fark etmeyecekti….” (1)
(1) Bozkurt, H.C. Armstrong, Bozkurt, Nokta Kitap,
Gelecek konu; Şeyh Sait İsyanının perde arkası….

Yasak kitap “Bozkurt”tan; Şeyh Sait isyanı ile ne ilgisi varsa! İngiliz ve Anzaklar (5)

Yasak kitap “Bozkurt”tan; Şeyh Sait isyanı ile ne ilgisi varsa! İngiliz ve Anzaklar (5)
Atatürk’ün heykelini balyozla kıran Ticaniler, aynı zamanda CHP üyesidir…

Bir Çin’li düşünür; “Hem kendini, hem düşmanını tanırsan girdiğin tüm savaşlardan galip ayrılırsın.” Demektedir. Bu nedenle, dostumuzu, düşmanımızı, tarihimizi tam ve doğru olarak öğrenmek zorundayız. İçerikte; “Anzak’ların ne işi vardı Çanakkale’de” sorusunun çok ilginç cevabı da verilmektedir. Ve (Mustafa Kemal) “Orduya güvenemezdi. Doğu bölgesinde hocalar vaazlarında ona karşı bir kampanyayı kışkırtıyorlardı; Masturiler ayaklanmış ve İngiltere Musul hakkında bütün saygınlığını temelinden sarsmış olan bir ültimatom vermişti.
Çankaya’daki evinde Mustafa Kemal bezgin, hasta, (............) “halde, suskun bekliyordu. Halkın düşmanca duygularıyla ilişkilerdeki hâkimiyeti elinden kayıp gidiyor, dostları onu terk ediyor, düşmanları da ona saldırıyordu. Tümüyle tükenmiş gibi görünüyordu. Muhalifleri, işinin bittiğinden emindi.
Ansızın Iran sınırındaki yüksek dağlarda yaşayan Kürt kabileler ayaklandı. Nakşibendî dervişlerinin kalıtsal reisi olan Şeyh Sait, “Kahrolsun Ankara’nın gâvur hükümeti! Yaşasın Padişah ve Halife!” çığlığıyla alışıldık ayaklanmayı başlattı.
Kürtler ilkel ve aşırı derecede dindar olan yabanıl dağlılardı. Başlarında din adamları olduğu halde peygamberin yeşil sancağını açarak İslam’ı kurtarmak ve gâvur Türkleri mahvetmek üzere ilerlemeye başladılar iki ay içinde Türk karargâhlarını tümüyle yerle bir ettikleri Harput ve Mamuretü’l-Aziz bölgesini ellerine geçirdiler ve büyük Diyarbekir kentini tehdit etmeye başladılar.
Bütün Kürdistan ayaklanmaya katılan tüm Doğu vilayetleri tehlikedeydi. Yeni Türkiye, bu darbenin altında sersemlemiş ve temellerinden sarsılmış’ haldeydi. Devlet ve millet, hayati tehlike altındaydı.
İçki şişelerini ve kadınlarını bir kenara iten Mustafa Kemal insiyaki olarak doğruldu. Tehlike ve eylem zorunluluğu onu göreve çağıran bir trampet gibiydi. Savaş ve idare edilmesi gereken akseder vardı. İçindeki tüm gizli enerjiyle coşmuştu.
Uyuşukluğunu silkip attı. Hemen işe girişip, egemenliğini yerleştirdi. Milletine seslendi: Türkiye tehlikedeydi, büyük dış düşman, İngiltere para ve silah sağlayarak Kürtleri desteklemekteydi.
Çağrı üzerine her Türk silaha davrandı. Genel hoşnutsuzluk, siyasal muhalefet, dinci direniş, tutuşan bu yurtseverlik ateşinin alevleri içinde yanıp kül oldu. Türkiye’nin her kesiminden, her sınıftan ve türden erkekler ve kadınlar yardım önerisi ve bağlılık bildirisi içeren telgraflar çektiler.
Türkiye Tehlikedeydi. Onu yalnız Gazi kurtarabilirdi. Mustafa Kemal bir kez daha tek egemendi. Emirler veriyor, yönetiyor ve denetliyordu.
Başı çeken kırk altı asi Diyarbekir’in büyük meydanında asıldı. Asılanların sonuncusu asıl elebaşı. Şeyh Sait’ti. Kendisini ölüme mahkûm eden mahkemenin başkanına döndü:
“içimde size karşı bir kin yok” dedi. “Siz ve efendinizi Allah (……..). Sizinle olan hesabımızı Kıyamet Günü’nde göreceğiz.” Mahkeme başkanı gülümsedi. Adı Ali’ydi, Kel Ali olarak tanınıyordu.
Adamları darağacına yollarken yüzüne iliştirdiği tebessümüyle dikkati çekiyordu. Tipik bir Mustafa Kemal taraftarıydı: İnançsız bir adam, bir sefih, özür düşünceli ve materyalist bir adam; ancak, bunların yanı sıra Türkiye için çalışan bir yurtseverdi de.
Kürtler de memleketleri için ölüyorlardı, fakat mücadeleleri aynı zamanda din ve inanç uğrunaydı ki, bunlar yalnızca çelik gibi bir iradeyle başa çıkılabilecek, büyük ülkülerdi. Henüz yüreklerdeki duygulan tahrip edememişlerdi.
Bir baş işaretiyle cellâda görevini yapmasını emretti! “Kıyamet Günü ha?” Asılmış Kürtlerin seğiren vücutlarını seyrederken omuzlarını silkti. Ardından telgrafhaneye giderek, Mustafa Kemal’e şeyhin öldüğünü ve ayaklanmanın sona erdiğini bildiren bir telgraf çekti...
Bundan sonra Mustafa Kemal, Türklere ve siyasal düşmanlarına döndü. Ona göre büyük ya da küçük, resmi ya özel olsun, her tür muhalefet kişisel bir çekişmeydi. Ne hiçbir şeyi unutur, ne de bağışlardı. Hepsinden intikamını alacaktı.
Meclis’i toplantıya çağırdı ve mebuslara hitaben bir konuşma yaptı. Artık canlanmıştı. Gündelik konuşmasındaki o ağır ve can sıkıcı hava yok olmuştu. Genellikle boğuk, kısık olan, seçiklikten uzak sesi bir trampet kadar belirgin, çınlamaya başlamıştı. Bu adamlarla nasıl baş edebileceğini iyi biliyordu, Onlara bu yoldan ve istediği gibi nüfuz edecekti.
Kâh onları iğneleyerek kızdırıyor, kâh son mebusa kadar hepsi kendisiyle birlikte bağırmaya başlayıncaya değin onların yurtseverlik duygularıyla oynuyordu.
Muhalefet liderlerini ve özellikle Rauf’la dört askeri kumandanı itham etti. Elinde hepsinin aleyhinde önemli kanıtlar vardı. İşte, Kazım Karabekir’de Şeyh Sait’e yazılmış bir mektup elindeydi.
Bu, hiç kuşkusuz basit bir mektuptu, ama Türk kumandanıyla bu Kürt asi arasında başka yazışmalar olup olmadığını bilmeleri mümkün mü diye sordu, mektubu elinde tutarak. Mebusların şunu unutmaması gerekiyordu; Kazım Karabekir ve Ali Fuat ayaklanmadan sadece iki hafta önce, Kürtlerle çarpışacak olan birliklerin kumandanlığından istifa etmişlerdi.
Makamlarını terk etmişler, Meclis’e dönmüşler, Rauf’un önderliği altında muhalefetin geri kalan kısmıyla birlikte hükümete karşı büyük bir kampanya başlatmışlardı. Hükümet, Kürt isyanına hazırlıksız yakalanmıştı. Bunun sorumlusu da muhalefetti.
Fakat durumu daha da kötüleştiren nokta, diye sürdürdü sözlerini, bütün bunların arkasında İngiltere’nin oluşuydu. İngiltere, Kürtleri Türkiye’yi yaralamak için daha önce de kullanmıştı.
Dünya savaşında da Türkiye’yi arkasından vurmaları için kışkırtmak üzere Lawrence ve Noel’i göndermişti; Sevr Antlaşması’nda onlara bağımsız bir devlet sözü vermişti. Bu sefer de bölgede Aşiretleri silahlandıran ve kışkırtan casusları ele geçirilmişti.
İngiltere Musul’u ve onun petrolünü istiyordu. Musul’un ve Irak petrolünün anahtarı da Kürtlerdi. Bu gizli faaliyetlerde İngiltere, Türkiye’nin Musul’dan vazgeçirmeye çalışıyordu.
Şeyh Sait Padişah-Halife’nin, vatan haini Vahdettin’in uğruna savaşa girmemiş miydi? İngiltere’yle o yaşlı dalkavuk arasındaki bağlantıyı herkes biliyordu.
Ve muhalefet liderleri cumhuriyeti parçalamak ve onların Türkiye’sini mahvetmek üzere bu çeteye katılmışlardı. Onlar vatan hainiydiler ve ülkenin her yerinde halkı ayaklandırmak için çalışmışlardı. Kürtler yenilgiye uğratılmıştı, ama Türkiye hala ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyaydı.
Bu tehlike içerden geliyordu. Ülkenin bunlardan temizlenmesi gerekiyordu.
Bütün bunlar çoğu hayal ürünü olan zayıf kanıtlardı ve ancak o anın coşkusu içinde ve mebustan ayağa kaldıran Mustafa Kemal’in kişiliği sayesinde istediği olmuştu. Böylece Meclis vatan haini avına başladı, muhalefet partisini dağıttı.
Liderlerinden Rauf, Rahmi, Adnan ve Halide Edip gibi bazıları ülkeyi terk etmişlerdi bile.
Mustafa Kemal’in talebi üzerine Meclis, Türkiye’yi kurtarmak için Takriri Sükûn Kanunu ile anayasayı askıya alıp tüm iktidarı, tam yetkili olarak, ona teslim etti. Mebus dokunulmazlığı kaldırıldı. Basın sıkı bir sansüre tabi tutuldu. Hükümet aleyhinde bir hareket ya da sözlü eleştirinin vatana ihanet olacağına karar verildi. İstiklal Mahkemeleri Türkiye’yi temizleyeceklerdi, hem de derhal.
Mustafa Kemal, muhalefet liderlerinin mahkeme önünde yargılanmalarına karar verdi. Başvekil Fethi, hükümetin diğer üyeleri ile Gazi’nin taraftarlarından pek çoğu buna karşıydı. Muhaliflerin çoğu kendi dostlarıydı.
Aralarından pek çoğu, örneğin Rauf, Kazım Karabekir, Türkiye’ye büyük hizmetleri dokunmuş büyük adamlardı; vatana ihanet ettiklerine dair kanıtlar çok zayıfI, siyasal bir manevra için yeterliydi belki, ama bir hukuk mahkemesi için yetersizdi. Olayları bu kadar ileriye vardırmanın hiç de akıllıca bir siyasa olmayacağını söylediler
Mustafa Kemal, Halk Fırkası genel kurulunu bu sorunu tartışmak üzere toplantı yapmaya çağırdı. Genel kurulda karşı görüşler eşit güçteydi. Tartışma bir kavgaya dönüştü, üyeler tabancalarını çekip birbirlerine doğrulttular; Fethi iradesiz bir vatan haini olarak adlandırılıp muhalefeti çığından çıkartacak kadar zayıf davranmakla suçladıysa da, çoğu kişi de ondan yana çıktı.
Mustafa Kemal kendi taraftarları bölünmeden, gerçek muhaliflerinin boğazını sıkmasının henüz imkânsız olduğunu görmüştü. Daha uygun bir fırsatı kollamalıydı.
Fakat artık ne tereddütle, ne serbest bırakmakla, ne de yarım yamalak önlemlerle oyalanacaktı. Fethi’yi başvekillikten azledip, katı kurmay subayı, acımasız ve sert amiri, yani İsmet’i geri çağırdı.
Liderleri bu defalığına elinden kaçırmış olabilirdi, ama taraftarları acı çekeceklerdi. Bu işle İstiklal Mahkemeleri’ni görevlendirdi. Mahkemeler kanlı hükümlerle kurdukları dehşet egemenliği altında bütün Türkiye’yi taradılar.
Zamansız bir jest, üstü kapalı bir eleştiri ya da kimi önemsiz kurallara uymama gibi eylemler yüzünden bile insanları darağaçlarına gönderdiler. Yargıçlar gevşeyecek olduklarında Mustafa Kemal onları tehditlerle uyarıyordu. O, tam yetkili diktatördü ve iktidar, içindeki yönü ortaya çıkarmıştı. Ankara’nın Bozkurt’u öfkeyle kabarmıştı…..” (1)
* * *
Ve Anzak’ların Çanakkale’de ne işi var?
“Her İşte Bir İngiliz Parmağı…
Çalışmalarımda sürekli Londra’ya işaret ediyorum. Çünkü tarih okumalarından anlıyoruz ki Londra olmadan dünya üzerinde bir siyaset üretmek neredeyse İmkânsız.
Yani ya onlarla beraber olacaksınız ya da onlara karşı.
Ama anlaşılan diplomasi ustası oldukları için, hep hedef şaşırtıyorlar. Amerika hep dünyanın emperyalist ülkesi olarak lanetlenirken, aslında her zaman Londra’nın dediği oluyor.
Tabii bunları söylerken ‘’argümanın esiri” de olmamak lazım. Günümüzde birçok fikir adamı ve tarihçi bir argüman üretip, hayati boyunca karşılaştığı veya incelediği her olayı ona bağlamakta. Bu durumu ben ‘argüman esareti” olarak tanımlıyorum.
Bu yaklaşım dışında bir de ‘’belge fetişistleri” var ki… Sormayın.
Şimdi sormamız gereken soru şu: Dünyanın en büyük kahramanlık destanlarından (her iki taraf için de) biri sayılan Çanakkale Savaşı’nda neden bu kadar çok Anzak askeri dünyanın bir ucundan kalkıp topraklarımıza savaşmaya geldi?
Tarih: 1 Ocak 1915…
Avustralya’nın Broken Hill kasabası her yıl olduğu gibi güneşli bir yılbaşı sabahına uyanmıştı. Kuzey yarımküredeki ülkeler gibi karlı bir sabah karşılamıyordu yeni yılda onları. Sıcacık bir bahar güneşiyle merhaba diyorlardı yeni yıla. Broken Hill, Avustralya’nın Güney Wales bölgesinde bir madenci kasabasıydı.
Otuz bini aşkın nüfusu, üç tane günlük gazetesi vardı her yıl geleneksel hale gelen yeni yıl pikniğine gidecek olan Broken Hill’ler, yeni yılın o ilk gününde yine üstü açık bir trenle piknik alanına gitmeye hazırlanıyorlardı. Yeni patlak veren Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde korkularla kutlanan Noel yine de keyifli geçmişti.
Ancak burada biraz Avustralya ve Yeni Zelanda’dan bahsetmemiz gerekiyor.
1900’lerin başında, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun kontrolünde olan Avustralya, İngiltere tarafından atanan bir genel vali tarafından idare ediliyordu.
Modern orduları 1902 yılında kurulmuştu. Kısa adı AlF’ti, yani Avustralya Kraliyet Güçleri. Aynı tarihlerde kurulan Yeni Zelanda Ordusu da, Yeni Zelanda Seferi Kuvvetleri) adını taşıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Yeni Zelanda Ordusu, Avustralya Kraliyet Güçlerine katıldı ve ortaya kısa adı Anzaklar olan ordu çıktı.
AIF + NZEF= ANZAC Birinci Dünya Savaşı başladığında İngiltere, Anzak Ordusu’ndan yirmi bin asker istemişti, ancak yeni kurulan Anzak Ordusu bu sayıda askeri karşılayabilecek güçte değildi. Savaşa katılan ilk birlikler 7 Kasım 1914 günü Avustralya Limanı’ndan hareket etmiş olsa da çok sayıda gönüllünün de gelip savaşa katılması gerekiyordu. Böylece İngilizler asker açığını güney yarım Küreden karşılamayı planlamaya başladılar.
General William Birdwood komutasındaki ilk hücum birlikleri Çanakkale’ye doğru yola çıkmıştı. Ama asker sayısı yetersizdi ve bir an önce yavaş ilerleyen asker alım işlemlerini ve gönüllü katılımları hızlandırmak gerekiyordu.
Sevimli madenci kasabası Broken Hill’in Avustralyalı sakinleri ise işte bu koşullarda yeni yıl pikniğine hazırlanıyorlardı. Ancak kasabanın kenar mahallelerinde yoksulluk içinde yaşayan iki Afgan deveci Mola Abdullah ve Gül Muhammed ise yeni yıla farklı duygularla uyanmışlardı.
Gül Muhammed aynı zamanda Broken Hill sokaklarında dondurmacılık yapıyor, yakın arkadaşı Mola Abdullah da ona yardım ediyordu. Mola Abdullah kasabanın tek camisinde imamlık da yapıyordu. Ama asıl işleri devecilikti. Deve ile kenar mahallelerde yük taşıyorlardı, tabii deve bulabilirlerse.
Yeni yıl sabahı erkenden uyanmışlar, kasabadaki Hristiyan nüfusun yılbaşı kutlamalarını umursamaksızın sabah namazını kılmak üzere köşe başındaki mescidin yolunu tutmuşlardı. Mescit çıkışı da onlara deve veren Hintli Khan Bahadur ve Walhanna Assau’nun yanına gitmişlerdi.
Yeni aldıkları işle beraber ceplerine biraz olsun para gireceği için sevinçliydiler. 1 Ocak sabahı onlara verilen görev mezarlık yakınlarındaki bir işti.
Yeni yıl piknik treni ise sabah 10.00’da Silverstone’a doğru harekete geçmişti. Piknik için kasabalılar günler öncesinden kayıt yaptırmış, tam 1200 kişi bu geleneksel piknikte eğlenebilmek için belediyeye adını yazdırmış, tren kasaba mezarlığının yanma geldiğinde çalılıkların arasından aniden kalabalığın üzerine ateş açılmış ve bir anda teinde büyük bir panik başlamıştı.
Herkes çığlık çığlığa kaçışıyordu. Tren ancak birkaç kilometre daha gittikten sonra durabildi. Olayda sekiz kişi ölmüş, ondan fazla insan hayatını kaybetmişti.
Kasabanın güvenlik kuvvetleri her nasıl olmuşsa hemen olay yerinde belirmişti. Trendekiler ise saldırganları bulmak için hemen etrafta koşmaya başlamışlar Ve iki kişi yakalamışlardı: Afgan deveci Gül Muhammed ile Mola Abdullah’ı…
Biri hemen oracıkta öldürülmüş. Diğeri ise ağır yaralanarak hastaneye götürülmüş, ancak kısa bir süre sonra o da yaşamı yitirmişti. Olaydan sonra tüm kasaba halkı silahlanmış ve Müslüman Afganların olduğu yoksul teneke mahalleyi ateşe vermek üzere yola koyulmuşlardı.
Ancak kulaktan kulağa saldırıyı iki Türk’ün yaptığı konuşuluyordu.
Türklere ölüm çığlığı atan Broken Hillilerin dayandıkları nokta ise saldırganların yanlarında taşıdıkları söylenen Türk bayrağıydı.
Ertesi gün Avustralya’daki tüm gazetelerde saldırının iki Türk’ün işi olduğu ve bu acımasız katillerin masum halkı öldürmekten çekinmedikleri yazıyordu.
(11 Eylül ve El Kaide propagandalarına ne kadar benziyor değil mi?)
Ancak bir Alman gazetesi işi biraz daha abartmıştı ve Türk birliklerinin Sydney’e Doğru ilerlediğini yazmıştı.
Her şey önceden planlanmıştı. Türk bayrağı hazırlanmış ve saldırı tüm kasaba halkının bir arada olduğu bir güne denk getirilmişti. İşi organize eden ise Avustralyalı Teğmen Resch ve Komiser Dimond’dan başkası değildi.
Her şey planlandığı gibi yürümüş saldırı iki Afganlı dondurmacıya yıkılmıştı. Afgan devecileri oraya yollayan Hintli Bahadur ve Assau da organizasyonun bir parçasıydı. (*)
Sonrasında, tahmin edeceğiniz gibi, savaşa gönüllü asker bulmakta zorlanan İngiltere bir anda bu sorununu çözmüştü. Gazetelerin olayı büyütmesiyle herkeste bir Türk düşmanlığı belirmişti. Gönüllü kampanyasının önünde uzun kuyruklar oluşmuş, herkes cani Türkleri öldürmek için bilenmişti.
Onları yok etmeden artık bu güney yarımküre de bile kimseye rahat yoktu. Anzak ordusu artık Çanakkale’ye hazırdı!” (2)
* * *
31 Mart Vakası... Şeyh Sait İsyanı... Menemen hadisesi… Kahramanmaraş… Çorum… Sivas Madımak olayları…
(Atatürk’ün heykelini balyozla kıran) Ticaniler…
Aczimendiler…
Daha yeni İnegöl ve Hatay-Dörtyol…
....
Ve Şeyh Sait isyanında anahtar kelime; Musul, Petrol....
Ve Menemen Hadisesinde anahtar kelime; Serbest Fırka, muhalefet, İrtica...
....
Meraklısı bilir, Kara sakallı, kara cübbeli! Ticaniler aynı zamanda CHP üyesidir… (3)
-Aaa... Hayatta inanmam! Pes yani.... Bu kadar da göstere göstere olmaz ki....
"Neler geldi neler geçti felekten, un elerken deve geçti elekten...."
Gelecek yazı; Mustafa Kemal’in, İttihat -Terakki ve Masonlukla ilgisi…
(1) Bozkurt, H.C. Armstrong
(*) Derin Nefret, Ömer Ertur, Anzak’ları Çanakkale’ye sokan komplonun hikâyesi
(2-3) "Bizim hep inanmamızı istediler", Gürkan Hacır, 2010

Yasak kitap “Bozkurt”tan; M. Kemal’in ittihatçı Masonlarla ilgisi ile Laz Osman’ın hikâyesi (6)

Yasak kitap “Bozkurt”tan; M. Kemal’in ittihatçı Masonlarla ilgisi ile Laz Osman’ın hikâyesi (6)
Laz muhafızların reisi olan Osman Ağa, Ali Şükrü’nün icabına bakmaya karar verdi.

Selanik’te büyük bir devrimci örgüt bulunuyordu; ismi de İttihat ve Terakki idi. Şehirde çok sayıda Yahudi vardı; bunların çoğu İtalyan uyruklu ve İtalyan Mason localarına bağlıydı. İtalyan uyruklu olarak, kapitülasyonlar ve imtiyaz antlaşmaları uyarınca, padişahın baskısına karşı korunmaktaydılar. Evleri polis tarafından aranamıyor ve yalnızca kendi konsolosluk mahkemeleri önünde yargılanabiliyorlardı. İçlerinde Makedonyalı Fethi’nin de bulunduğu, Mustafa Kemal’in çoğu tanıdığı bir grup subay mason olmuştu. Mason localarının tüm yöntemlerini kullanarak ve koruması altına sığınarak İttihat ve Terakki’yi kuran Yahudilerin evlerinde güvenlik içinde toplanıyor ve planlar hazırlayabiliyorlardı. Hatırı sayılır bağışlar topluyorlardı…
İttihat ve Terakki Cemiyeti bir süredir Mustafa Kemal’ i İzlemekte ve sınamaktaydı. Artık onu da kendilerine katılmaya davet etmişlerdi. Mustafa Kemal Vedata Locası’nda bir birader olarak örgüte katıldı.
Kendisini hoşlanmadığı bir atmosfer içinde bulmuştu. Katıldığı loca, uluslararası Nihilist örgütün bir parçasıydı. Üyeleri arasında Yahudilerin ezildiği Rusya hakkında son derece kötü, ama bol bol para kazanmalarına izin verilen Viyana hakkında iyi sözler söyleyen milliyetsiz kişiler vardı.
Bunlar adeta gizli yaşayan, sağlıksız, üstü kapalı sözlerle konuşan, sırlarla dolu kişilerdi. Mustafa Kemal, uluslararası finans ve uluslararası yıkıcı yer altı örgütlerinin ağına yakalanmış olduğunun bilincindeydi; ama bunların tam olarak ne tür insanlar olduklarını tümüyle anlayabilmiş değildi.
Yahudilerin uluslararası amaçları ve sorunlarına karşı hiçbir ilgi duymuyordu. Masonların ritüellerine daha da az yakınlık duyuyor, bunlardan alay la söz ediyordu. O, bir Türk’tü; Türk olmaktan gurur duyuyor, Türkiye’yi Padişah’ın ehliyetsizliğinden ve despotizminden olduğu kadar, yabancıların Pençelerinden kurtarmakla ilgileniyordu.
Kötüsü, bu işte sonradan gelenlerden olmasıydı. İttihat ve Terakki’yi kontrol eden kişiler, kendilerini Mason localarının karmaşık ritüelle perdesi ardına gizlemekteydiler. Henüz yeni başlamış bir “birader” ‘ olduğundan, ondan beklenen yalnızca emirleri uygulamasıydı…
İttihat ve Terakki içinde ona ters gelen, hazmedilemeyecek kadar fazla teorisyenlik faaliyeti olmasıydı. Liderlere saygı duymuyordu. Hepsiyle tartışıyordu: Enver aceleci ve savruk bir adamdı; Cavit Selanikli bir Yahudi, bir dönmeydi; Niyazi vahşi ve dengesiz bir Arnavut, bir tür Garibaldi’ydi; bir posta memuru olan Talat ise, Hantal bir ayıydı.
İşte, lider de bunlardı. Mustafa Kemal onların hepsiyle tenezzülen konuşuyordu. Hepsine sanki onlar dershanedeki çocuklar, kendisi de öğretmenleriymişçesine davranıyordu…
Diğer “ birader” subaylar onun fikirlerinde inatçı ve alaycı biri olduğunu düşünüyor, ondan hoşlanmıyorlardı. Eleştirileri daima acı ve keskindi; üstelik eleştirilerini çekilir kılacak mizah duygusundan da yoksundu.
Yahudiler se ona hiç güvenmiyorlardı. Hiçbir zaman Masonluğun üst derecelerine yükseltilmedi. Cemiyetin lider çevresinin de dışında bırakılmıştı. Evde de aynı derecede sorunlar yaratıyordu…”
* * *
Ve Laz Osman……
“Mustafa Kemal’in yaşama dair bütün tavır ve hareketleri değişmişti. Artık eskiden hep yaptığı gibi ne halkın arasına karışıyor ne de elleri ceplerinde, rastladığı herkesle sohbet ederek ağır ağır geziniyordu. Artık içe dönük, kapalı ve ulaşılması zor biri olmuştu.
Biri beceriksizce hazırlanan ve başarıya ulaşamayan bombalı, ikincisi de yemeğine koyulan zehir yoluyla olmak üzere onu öldürmek için iki girişim ortaya çıkarılmıştı. Zehir onu neredeyse öldürecekti; bu yüzden şiddetli acılar çekerek, büyük bir çaba sonunda yaşama dönebilmişti.
Son derece kuşkucu biri oldu. Yanında Laz muhafızları olmadan asla dışarı çıkmıyordu. Evini baştan aşağı projektörlerle teçhiz ettirdi ve özel izni olmayan hiç kimsenin evin çevresine dahi yaklaştırılmaması talimatını verdi.
Çankaya’dan Ankara’ya inecek olduğunda, altı kilometrelik yolun iki yanı süngülü askerlerle koruma altına alınıyordu. Bir lokantaya hatta bir dostunun evine gidecekse, lokanta ya da eve silahlı sivil ya da resmi elbiseli polisler önceden geliyorlardı. İsmet gibi hükümet üyeleri ya da kendisinin birkaç taraftarıyla “külhanbeyleri” dışında, pek kimseyle görüşmüyordu.
Her zaman yalnız bir adam olmuş, bir münzevi gibi, tek başına hareket etmişti. Hiç kimseye güvenmemişti. Kendisininkiyle ters olan fikirleri dinlemezdi. ..............Tüm eylemleri, kişisel çıkarlarını en alçakça itkisiyle değerlendirirdi. Olağanüstü kıskançtı.
Zeki ya da yetenekli bir adam, bertaraf edilmesi gereken bir tehlikeydi onun gözünde. ..................Nadiren iyi ve nazik bir şey söylerdi, o zaman bile sözlerinde hafif bir alaycılık sezilirdi.
Hiç kimseye güvenmezdi. Hiçbir yakın dostu yoktu. Arkadaşları zevklerine aracılık ederek ve kibirliliğini besleyerek onunla birlikte içki içen zararlı, küçük adamlardı.
Bir bekçi ................gibi tehlikelere karşı onu koruyan İsmet, ordunun ona bağlı kalmasını sağlayan Fevzi ve bir avuç üçüncü sınıf mebus (ki bunlar, Meclis’in değersiz ve işe yaramaz üyeleriydi) dışında, Kurtuluş Savaşı’nın kara günlerinde onu desteklemiş olan bütün değerli kişiler artık onun karşısında yer alıyorlardı.
Bunlardan biri onu desteklese bile, bir bahaneyle onu kendisinden hemen uzaklaştırıyordu. Bir fırtına kopmak üzereydi. Mustafa Kemal’in ayağının altındaki zemin yavaş yavaş çöküyordu. Yaklaşan depremin belirsiz gümbürtüsü gibi hoşnutsuzlukla inleyen Türk halkının sesi duyulmaya başlamıştı. İsmet, Fevzi ve casusları onu bu tehlike konusunda uyardılar.
Metin, mülayim ve tembel Türk köylüsü ve kasabalısı, pek az şeye ihtiyaç duyan, yalın bir dünya görüşüne sahip, saygılı, cana yakın insanlardı. Pek çok yokluğa ve güçlüğe hiç yakınmadan katlanırlardı, ama onların bile bir dayanma sınırı vardı. Bu sınır da aşılmıştı.
Türkiye yıkıntı halindeydi. Savaşta, geniş alanlar yakılıp yıkılmıştı. Her yerde yoksulluk vardı ve halk bunun nedenini bilmek istiyordu. Savaşlar sırasında onlara düşmandan kurtulur kurtulmaz erişilecek refahın altın günlerine ilişkin güzel vaatlerde bulunulmuştu. Türkiye’yi kurtarmak için canlarını dişlerine takıp savaşmışlardı. Yunanlıları ve yabancılan ülkeden çıkarmışlar, İngiltere’ye ve kapitalistlerine, haklarında ne düşündüklerini bir güzel göstermişlerdi.
Artık özgürdüler. Her şeyin çok daha iyi olması gerekiyordu; fakat her şey daha kötüydü. Onlar da Abdülhamit’in idaresindeki eski rejim günlerinde olduklarından daha kötü şartlar altında yaşıyorlardı.
O günlerde insanın karnı gayet iyi doyar, kendisine tütün ve kahve, çocuklana tatlı, karısına yeni bir elbise alacak kadar para kazanabilirdi. Akşamlan huzur içinde bir kahvehanenin önündeki meydanda bulunan ağacın altında oturabilir, akşam namazı için camiye gitme zamanı gelene kadar sakin sakin haberleri tartışabilirlerdi. Bugünse yiyecek bulmak bile zordu.
Fiyatlar inanılmayacak kadar yüksekti. Para çok kıttı ve bulunduğu zaman bile, dükkânlarda yalnız lüks mallar değil, zorunlu ihtiyaç maddeleri bile bulunmadığı için satın alma gücü yoktu. Çocuklan yırtık pırtık giysiler içindeydi. Kanları yemek yapacak yiyeceği bulmak için köleler gibi çatışıyordu.
Vergiler daha da ağırlaşmış, vergi memurları daha da aç gözlü olmuşlardı. Savaşlar bittiği halde, bütün genç erkekler askere alınmıştı. Çiftlikler ve evler yıkılmıştı, hâlâ da onarılamıyordu. Saman bulunmadığından hayvanları ölmüştü. Kuraklık yüzünden ekinleri kurumuş ve ellerinde tohumluk bile kalmamıştı.
Yaşam, hayatta kalmak için sürdürülen çok ağır, meşakkatli bir mücadeleye dönüşmüştü. Bütün Türkiye küller içindeydi: Köyler yanmış, tarlalar ve bağlar mahvolmuş, yollar yıkılmıştı. Bu topraklarda daha önce kimsenin görmemiş olduğu bir yoksulluk ve ihtiyaç hüküm sürüyordu.
Aslında bunun nedeni, olağanüstü tüketici bir savaşın ardından sonra kaçınılmaz olan ekonomik gerilemeydi; ancak, Mustafa Kemal’in muhalifleri, yani politikacılar ve din adamları bunu kullandılar. Hoşnutsuzluk bayrağın yükselttiler. Halkın öfkesini kışkırttılar.
“Size yardım etmek için hükümetiniz yapıyor?” diye soruyorlardı. “Askerleri taşımak için demiryolu mu? Ankara’yı mamur etme çabası mı? Kendilerine her şeyin en iyisini ve bol para ayırmaları, aralarında kavga etmeleri ya da atalarından kalan eski ve güzel gelenekleri değiştirmek için bildiriler yayımlayıp yasalar çıkartmaları mı? Bunların size ne yararı var?”
“insanlar” diyorlardı, “eski zafer ya da reformlar ve bildirilerle geçinemezler. Ekmeğe, tohumluk buğdaya, sığırlara, koyuna, kuraklığa karşı sulama imkânlarına, çiftliklerini işletmek ve dükkânlarını doldurmak için paraya ihtiyaçları var.
Dinsiz kuramlarıyla, bu Allahsız hükümet ve her şeyi tepe taklak eden değişiklikleri, işte onların bütün istedikleri bunlardı.” Homurdanmalar ve inlemeler arttıkça, Mustafa Kemal’in Meclis içindeki muhalifleri gene yüreklenmişlerdi.
Ordunun hoşnutsuz olduğu, bazı köylerde Halk Fırkası şubelerinin tahrip edildiği, birçok yerde köylülerin vergi ödemeyi reddettiği ve vergi memurlarını dövdükten söyleniyordu.
Bir süredir politikacılar oldukça ihtiyatlı davranıyor, muhalefetlerini gizliyorlardı. Artık eleştirilerini çok daha açıkça dile getirmeye başladılar. Lozan’dan döndüğünden beri Başvekil olan İsmet’e hücum ettiler. Bu hücuma misilleme yapılmadığı görülünce, hükümetin bütün icraatına ilişkin bir gensoru önergesini gündeme aldılar. Önergenin tartışması, İsmet’e ve dolayısıyla efendisi Mustafa Kemal’e yönelik şiddetli bir kinin tezahürüne dönüşmüştü.
Konuşmacılar birbiri ardına kürsüye çıkıp “Ülkenin ekonomisi ve maliyesi cinayet derecesinde bir karmaşa içindedir” diyorlardı. “Bütün bunlar İsmet’in hatasıdır.”
Türk Lirası düşüyordu; kredi kaynaklan ortadan kaybolmuştu. Türkiye’de hiç sermaye kalmamıştı, İsmet de yenisinin gelmesini engelliyordu. Sermayeye sahip tek unsur olan yabancı bankerlerle görüşmeyi reddediyor, onları sövgülerle kovuyordu. İsmet hükümette kaldığı sürece hiç kimse borç vermezdi.
Büyük İzmir limanı yıkıntı halindeydi ve yeniden inşa etmek için iki yıldır hiçbir şey yapılmamıştı. İstanbul, kasıtlı bir iflasın içine sürüklenmişti. Nedeniyse, geçmişte Ankara’ya karşı olmasıydı; bu yapılan saçmalıktı. Yeni ticari yasalar, gümrük vergilerine getirilen ek yükler, akla ziyan yükleme-boşaltma ve liman nizamnameleri bütün ticareti durdurmuştu.
Türkiye’de kalmış olan birkaç tüccarın hepsi de işlerini kapatıyordu. İsmet yaratmış olduğu ve aslında sermaye bulmak için yararlanılabilecek tekelleri armağan olarak kişisel dostlarına peşkeş çekmişti.
İsmet’in Türkiye için, sağlıklı bir kola sarılmış ve onu çürütene dek kanının akışını durduran bir turnike gibi engelleyici olduğunu belirttiler. Görevinden ayrılmalıydı, hem de derhal.
Hücumlarında büyük haklılık payı vardı. Kendilerininkine benzer savaşlardan sonra yoksulluk kaçınılmazdı, ne ki diktatör, yani Mustafa Kemal ile yardakçısı, yani İsmet, bu durumu daha da kötüleştirmişlerdi. Her ikisi de askerdiler.
Ekonomi veya maliye hakkında en ufak bilgileri bile yoktu. Mustafa Kemal gençliğinde Rousseau ve John Stuart Mili okumuştu, ama mali konulara ne bir eğilim ne de yakınlık duymuştu.
Bu konu onu sıkıyordu. Bu konularda uğraşmayı memnuniyetle İsmet’e bırakmıştı. Ve İsmet’in konuya ilişkin bilgi ve eğilimi, Mustafa Kemal’inkinden bile daha azdı. Konuyu bir İstanbul bankasında çalışan ortalama bir Levanten memur kadar bile bilmiyordu.
Uzaklarda, Anadolu çölünün ortasındaki Ankara’da, Türkiye’yi dünyanın tüm ekonomik yaşamından koparmış olan İsmet, kendi yeteneğinden oldukça emin bir haldeydi. Mustafa Kemal’e mali konuları kendisinin ele alacağına dair söz vermişti. Maliye Vekaleti’ndeki odasında konuya kendisi kadar yabancı olan astlarıyla maliye ve ekonomi hakkında çok bilmişçesine tartışıyordu.
Bu alanda egemen olan Rumlar ve Ermeniler gitmişlerdi. Selanikli Yahudilerden olan Cavit gibi bir ikisi dışında, hepsi siyasal açıdan kuşkulu kişilerdi. Ülkeden ayrılan Hıristiyanların yerini dolduracak kapasitede tek bir Türk bile yoktu.
İsmet ne yabancı uzmanları ülkeye davet ediyor ne de eğitim görmek üzere Türkleri yurtdışına gönderiyordu.
Fabrikalar ve sınaî girişimlerle zenginleşmiş Türkiye hakkında konuşup duruyor, ancak hiçbir yapıcı iş üretemiyordu. Yol açacağı etkiyi anlamadan, yasaları Meclis’ten geçiriyor, üstünkörü yapılmış bu yasalar da ülkede ticaret adına geriye kalmış olan unsurları da bozuyordu. Olağanüstü boyutlardaki cehaleti içinde, bu sağır, ufak tefek kurmay subay, her şeyi bildiğini düşünüyordu. Bu arada Türkiye can çekişiyordu.
İsmet hakkındaki gensoru önergesinin reddedilmesi kıl payıyla sağlanabildi. İsmet öfkeden çılgına dönmüştü, ne ki, Mustafa Kemal Çankaya’da kalmış ve gensoru olayına hiç müdahale etmemişti.
Muhalefet gittikçe cesaretini artırmıştı. Rauf’un önderliğinde İstanbul’da Selanikli Yahudi Cavit’in evinde toplanarak “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” adı altında, yeni bir parti kurdular.
Sürgün edilen Halife’nin çevresinde toplanmış olan tüm muhalifler ile eski İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kalıntıları, onlara katıldı. Mustafa Kemal yandaşlarının çoğu da onların tarafına geçti: Parti programlarını yayımladılar; burada anayasal bir hükümet ve diktatörlüğün her türüne direnmeyi Savundular.
Ne ki, Mustafa Kemal hâlâ Çankaya’daki suskunluğunu korumaktaydı. Siyasal partilerdeki muhalefet acılaşıyordu. Sinirler en küçük bir kışkırtmayla alevlenecek kadar gergindi.
Meclis’te şiddet sahneleri boy göstermişti. Tabancalar çekiliyordu. Halil adında bir Albay İsmet’i itham etti. “Külhanbey”lerden biri tarafından Meclis kürsüsünün önünde vuruldu; polis “Külhanbeyi”ni yakalamaya cesaret edemedi.
Bir başka mebus Ali Şükrü, Mustafa Kemal’e yönelik bir hücuma öncülük etti. Gerçekten son derece güçlü ve kindar bir konuşmacıydı.
Laz muhafızların reisi olan Osman Ağa, Ali Şükrü’nün icabına bakmaya karar verdi.
Osman bir çeteci ve Karadeniz kıyısındaki Giresun kasabasının belediye başkanıydı. 1920’de Hıristiyanlara karşı vahşice muamelesinden dolayı kötü bir şöhret kazanmıştı. Yunanlıların İzmir’deki mezaliminin öcünü almak için, beş yüz kişiyi soğukkanlılıkla kurşuna dizdiği söyleniyordu.
Zührevi bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalık beynine sirayet etmiş, bu yüzden öldürmekten zevk duyar olmuştu. Vahşi ve zalimdi. Cumhurbaşkanı’nın muhafızlığını yapması, Ankara’da uzun zamandır büyük bir skandal olarak değerlendirilmekteydi.
Ona bu emri Mustafa Kemal’in verip vermediği bilinmiyorsa da, Osman Ağa harekete geçmişti.
Şükrü’yle dostluk kurdu, Çankaya’nın müştemilatından olan evine yemeğe davet etti, orada yardımcılarıyla birlikte Ali Şükrü’yü boğazlayıp cesedini kayalıklara attılar.
Ceset bulunduğunda, herkes ayağa kalktı. Meclis Osman’ın tutuklanmasını istedi. Kendisinin emir kulu olduğunu söyleyen Laz, Gazi’nin koruması altında olduğunu iddia etti.
Mustafa Kemal sadece kısa bir süre daha onu korumayı sürdürdü. Sonra kenara çekildi.
Osman muhafızlık binasında polise karşı barikat kurdu. Laz avenesi çılgın bir halde ayaklanıp, Mustafa Kemal’i kaçırmaya kalktı. Arka kapıdan bir otomobile binerek doğru Rauf’un istasyon yakınlarındaki evine sığınan Mustafa Kemal’i birkaç dakika farkla ellerinden kaçırdılar. Aceleyle Osman’ın yardımına koştular.
Çankaya’ya askeri birlikler gönderildi; büyük bir çatışma oldu: Osman, kendisini ele verdiği için Mustafa Kemal’e ............ öldü ve Laz avenesi de dağıtıldı. Haberler Karadeniz sahilinde yayıldı ve Lazlar Mustafa Kemal’den öç almaya yemin ettiler. Hikâye öğrenildikçe Ankara’da ve bütün Türkiye’de Mustafa Kemal aleyhinde bir kızgınlık baş gösterdi.
Bunun üzerine Mustafa Kemal uzlaşma yolunu bulmaya çalıştı. Kırsal kesimde yaşayan halkı memnun etmek için aşar vergisini kaldırdı, fakat bu da halkı yiyip bitiren yoksulluk içinde İsmet’i azledip yerine Fethi’yi başbakanlığa getirdi.
İsmet’ten iyiden iyiye bıkmaya başlamıştı. Küçük adam artık kibirli ve rahatsız edici olmuştu. Davranışlarıyla herkesi kendisinden soğutmuştu. Ordudaki sert amir tavrını Meclis’te de sürdürüyordu.
Meclis’e, hükümet dairelerine ve astlarına karşı son derece otoriterce hükmediyordu. Çok inatçı olmuştu. Mali konularda cahil, siyasette yetersiz olduğu anlaşıldığı halde, herhangi bir konuda öğüt almaya bile tahammül edemiyordu.
Dahası, Mustafa Kemal’in özel yaşamına karışmaya, arkadaşlarına karşı çıkmaya ve “külhanbeyler”e düşmanlığını açıkça ortaya koymaya başlamıştı
Birkaç kere de, Latife’yle bir olup ona karşı cephe almıştı. Ülkedeki bütün dertler göz önüne alınırsa, bir değişikliğin herkesi rahatlatacağı açıktı. Mahcup, karşısındakini memnun edici tavırdan ve hiçbir şeyin bozamayacağı mülayimliğiyle Fethi, herkesçe sevilen bir kişilikti. Fethi’yi Başvekil yapmaya karar verdi.
Muhalefet bu kararı bir ödün olarak değil, kendilerine ait bir zafer olarak algıladı. Bu kez bizzat Mustafa Kemal’e saldırdılar.
Onu ezmekte ve ülkenin yönetimini kendileriyle paylaşmaya zorlamakta kararlıydılar. Meclis’e Cumhurbaşkanının yetkilerini epeyce kısıtlayan bir yasa tasarısı sundular. Oturum çok hararetli geçti ve tasarı yalnızca küçük bir farkla reddedildi.
Bu, Mustafa Kemal için kritik bir dönemdi. Bütün memleket savaş sonrası tepkisi içinde ve gücenikti.
Lazlar ayaklanmaya hazırlanıyorlardı. Halk Fırkası disiplinli yapısını yitirmekteydi. Devranın döndüğünü düşünen pek çok yandaşı onu terk ederek Rauf’a katılmıştı… (1)
(1) Bozkurt, H.C. Armstrong
Gelecek yazı; Mustafa Kemal ve Araplar......

Yasak Kitap Bozkurt’tan Mustafa Kemal ve Araplar ile İngiliz Elçinin gizli mektubu (7)

Yasak Kitap Bozkurt’tan Mustafa Kemal ve Araplar ile İngiliz Elçinin gizli mektubu (7)
Mustafa Kemal Bey, zabitin hissiyatı diniyesini kışkırtacak sözlerle işi açıklamaya mecbur olmuş

Tam bu sırada -1911 Ekimi’nde- İtalya hiçbir uyarıda bulunmaksızın Kuzey Afrika’daki Trablusgarp’e askeri sevkiyata başlayarak kenti ve kıyının bir bölümünü ele geçirdi. Mustafa Kemalpolitikayı bir yana itti. Artık yapılması gereken bir işi vardı. Kuzey Afrika’ya gidip İtalyanlarla savaşmalıydı. Suriye ve Mısır’dan geçen uzun kara yolu dışında Türkiye’nin Kuzey Afrika’yla bağlantısı kesilmişti. İtalyanlar denizin denetimini ellerinde tutuyorlardı; filoları Çanakkale Boğazı’nın da çok yakınındaydı. Türk donanması; iki savaş gemisi ve birkaç kruvazörden ibaretti. Bunların da kazanları paslanmış durumdaydı; mürettebatı ortadan kaybolmuştu; gemiler yan yana Haliç’in çamurlu sularında öylece yatıyordu. Askeri birlikleri göndermek olanaksızdı.
Gitmek isteyen subaylar Afrika’ya kendi olanaklarıyla gitmeliydi. Her genç subay gitmeyi planlıyordu. Enver derhal gitmişti bile. Paris’te askeri ataşe olan Fethi de, Marsilya’dan bindiği bir Fransız balıkçı teknesiyle oraya koşmuş ve Tunus’ta karaya çıkmıştı.
Mustafa Kemal diğer iki arkadaşıyla birlikte kara yolunu seçti. Demiryolu olan yerlerde trene binip yolun kalan büyük bölümünü ise at sırtında ya da arabayla aşarak. Küçük Asya’dan aşağıya, Suriye ve Filistin’e gittiler. İskenderiye’ye vardıklarında İngilizlerin Mısır’ı tarafsız yer ilan edip, sınırı kapattıklarını gördüler.
Mustafa Kemal öfkeden köpürdü. Mısır, Türk egemenlik alanı içinde bululan bir ülkeydi; İngilizlerin burada hiçbir hakkı olmadığı halde, sınırı kapatarak Türk subaylarının ve birliklerinin Türk topraklarında yaşayan Türklerin yardımına koşmasını engellemek küstahlığını gösterebilmeleri tam bir rezaletti.Ancak, yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Devam etmek zorundaydı. Üç arkadaş orada ayrılıp, her birinin kendi başının çaresine bakmasına kar verdi.
Mustafa Kemal bir Arap kılığına girerek batıya işleyen hafif raylı demiryolundaki bir trene bindi. Yalnızca birkaç kelime dışında Arapça bilmediği gibi, açık renk saçları ve mavi gözleriyle Arap’a benzemiyordu da. Sınır karakolundaki subay bir Mısırlıydı. İskenderiye’deki İngiliz kumandanından Mustafa Kemal’in eşkâlini ve onun tutuklanıp kendisine gönderilmesine ilişkin bir emir almıştı.
Mısırlı, subay, bir Müslüman’dı ve tüm Hıristiyanlardan olduğu gibi İngiliz ve İtalyanlardan da (hiç ayrım yapmaksızın) nefret ediyordu. Tüm yakınlığı ve sevgisi Türklerden yanaydı.
Gene de aldığı emirleri gözden uzak tutması mümkün değildi. Mustafa Kemal’in bir Türk olduğundan emin olunca, mavi gözlü bir başka yolcuyu tutuklayarak, Mustafa Kemal’i dualarla uğurladı. (*)
<ı>(*) Bu Mısırlı zabitle geçen olayı Kılıç Ali (Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955) şöyle aktarıyor: “Hududa yakın ve demiryolunun sonu olan Ahar Terkip istasyonuna yaklaştıkları sırada kontrol memuru Mısırlı zabit bunları tevkif etmek istemiş.
<ı>Mustafa Kemal Bey, zabitin hissiyatı diniyesini kışkırtacak sözlerle işi açıklamaya mecbur olmuş. Zabiti ikna etmiş. Fakat Mısırlı zabit gene de: “Oraya bir an evvel gitmesi lazım gelenler gitsin. Fakat vaziyetiniz o kadar nazarı dikkat celbetti hiç olmazsa içinizden oraya gitmesine beis olmayanlardan birkaçını bize teslim ediniz, ” diye işi pazarlık mevzuuna sokmuş.
<ı>Bu görüşmeler neticesinde çarnaçar kafileye katılan Bingazili topçu zabiti ile tüfekçi ustasının ve bir de Kahire’den kendilerine yol göstermek için terfik edilen kılavuzu teslime mecbur olmuşlar. Fakat Mustafa Kemal bunları ne yapıp yapıp kendilerine iltihak ettirilmelerini Mısırlı zabitten rica etmiş, Mısırlı zabit de:
<ı>“Müsterih olun kendi atım ile onları da mücahedenize yetiştireceğim, ” cevabını vermiş.
<ı>Hakikatten de bir müddet sonra arkadaşlarını tekrar serbest bırakıp kafileye kavuşturmuş.” (Atatürk’ün Hususiyetleri, s.34)
<ı>….
Mustafa Kemal Derne Limanı’ndan 25 kilometre kadar içerde yer alan “Ayn el-Mansur’daki Türk karargâhına doğru yola koyuldu. Karargâhta çok iyi karşılandı. Büyük bir subay kıtlığı çekilmesinden başka, bir önceki yıl yaptığı incelemelerden ötürü bölgeyi ve halkını iyi tanıması onu daha değerli yapıyordu. Binbaşı rütbesine yükseltildi ve kendisine Derne yönündeki bölgenin kumandanlığı verildi. Karargâhı Ayn-el-Mansur’daydı.
Burada tüm cephenin kumandanı olarak Enver de vardı. Donanmayı arkalarına alan İtalyanlar, kıyı kentlerini ele geçirmiş ancak, içerilere sokulamamışlardı.
Türkler, İtalyanların üzerine yürüdüler. Silahlanmış tüm Kuzey Afrika topyekûn Türklerin arkasındaydı.
Kutsal Savaş, “cihat” İlan edilmişti. Hocalar halkı heyecanlandıran vaazlar vermekteydi. Libya’nın her yanından, Sahra Çölü ve Kufrah Vahası’ndan kabileler Hıristiyan işgalcilere karşı Türklerin, Müslüman kardeşlerinin yanında yer almak üzere toplanmaktaydılar. Dinsel fanatiklikle tutuşarak, Enver’i görmek üzere karargâha coşuyorlardı.
Enver, ilgi odağı konumundaydı, İstanbul’daki Padişah ve tüm Müslümanların halifesinin temsilcisi olarak gelmişti. Sünusi Şeyhi, onu ‘birader’ olarak çağırıyor ve savaşçılarını yolluyordu. Uzak bölgelerdeki Tuaregler ve Fessaniler bile gönüllülerini göndermekteydiler.
Ve Enver onlarla nasıl ilişki kurulması gerektiğini iyi biliyordu. Yerleri halılarla, çevresi ipek kumaşlarla süslenmiş büyük bir çadır kurdurdu. Burada büyük bir debdebe içinde şeyhlerle görüşmeler yapıyor ve yerde bağdaş kurmuş oturan vahşi Bedevileri dinliyordu. Dağınık durumdaki adamları kırk kişilik gruplar halinde çadırlara koydurup, onlara yemek pişirip işlerini görecek birer kadın tahsis etti. Her gruba üç Türk subayı verdi. Bedevilere iyi para veriyor, onları besliyor ve ölenlerin dul karılarına armağanlar yolluyordu. (1)
* * *
Ve İngiliz elçinin mektubu.... (Kaynak; http://www.atam.gov.tr)
"1934-1939 yılları arasında önce İstanbul’da daha sonra da Ankara’da Büyükelçi olarak bulunan Percy Loraine 25 Kasım 1938’de Londra’ya gönderdiği ve kırk yıl açılmayacak şerhi koyduğu mektup, ibret dolu anlatımıyla Atatürk’ün yabancı bir diplomat gözünde nasıl muazzam bir kişiliğe sahip olduğunu göstermesi açısından okunması gereken bir mektup olmasının yanısıra objektif anlatımıyla araştırmacılar için de bir kaynak belge niteliği taşımaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine’in Londra’ya özel bir kuryeyle gönderdiği ve üzerine “40 Yıl Boyunca Açıklanmayacak “damgası vurulan mektubun tam metnidir .
……….
Telgraf No: 608
İngiltere Büyükelçiliği, Ankara, 25 Kasım 1938

Aziz Lordum,

1. Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.

(2. Madde olmalı) Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşarı tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım.
Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır.
Ancak bunların birçoğu, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki; onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.

3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da, bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur.
Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır.
Galiba, onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konu ile ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.

4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine’deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.

5. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım.

Sanırım bunu temelde “çift karakterlilik” olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong’un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip, ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır.
Bu tespiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır; ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum.
Gözle görülen bir dizi kural dişiliği (dışılığı) sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil, yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip, bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan bir çok iyi şey yapmıştır.
Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.
7. Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok, bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da; Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.

Atatürk’ün tüm karakterinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın, toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemi ile bağdaşmamaktadır.
Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdir de harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır.
Sadece bir kaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.

9. Atatürk, Batı’da “yes-men” ve uzun süredir Türkiye’de “evetçi” olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı.
Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp, onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa, görevlerini yerine getiremedikleri kanaatına varıyordu.

10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum.
Ancak Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi.
Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve tüm devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu. Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir.
Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır.
Atatürk’ten sonraki cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse, evet başarılı olmuştur.

Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı.

12. Müslüman olarak doğmuş, ancak din karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı.
Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyetin dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur.Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.

13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı.

O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır

İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de tüm bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.

Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkarınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım. (2))

Percy Loraine
* * *
Gelecek yazı (son); "Türk düşmanı" olarak tanıtılan kitap, "diplomasi dehaları" olan İngilizler (diplomatları) tarafından düşmanlık için mi yazdırılmıştır?
(1) Bozkurt, H.C. Armstrong
(2) Newsletter, British Council, November 1998. (Atam.gov.tr)

“Türk Düşmanı, Bozkurt kitabı", gerçekte “Türk dostu” İngilizlerin PR çalışması mıdır. (Son)

“Türk Düşmanı, Bozkurt kitabı", gerçekte “Türk dostu” İngilizlerin PR çalışması mıdır. (Son)
-Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltmeye filan kalkışmayacaktı…"

Kapsamlı bir PR (İtibar yönetimi) çalışmasına en son örnek, başkan Obama’nın dünyaya pazarlanmasıdır. İtibar kaybeden ABD, dünyaya ve sömürülen ülkelere Obama’yı bir kurtarıcı, “Süpermen” olarak sunmuştur. Siyaset, zeki insanın değil, dahi (farklı) insanların işidir. Deha gerçeğinde; sıradan insanın bir görebildiğini, beş görmek; samanlıkta kaybedilen iğne bulunduğunda aramaya devam etmek; farklı olmak, farklıyı bulabilmek; iki zıt karakterden doğru bir sonuca ulaşabilmektir.
Sekiz ayrı bölümde alıntılar yapılarak yayınlanan, Türkiye’de görev almış İngiliz İstihbarat subayı H.C.Armstrong'un kaleme aldığı "Bozkurt" isimli kitap, Kamuoyuna her ne kadar “Türk düşmanı” olarak tanıtılsa da aşağıda alıntılarda da görüleceği üzere kitap da eğer bizlerle ilgili bir karalama varsa bu, “Türk düşmanlığı” değil, Osmanlı ve değerlerinin karalanmasıdır.
Ve İngilizlerin Osmanlı hakkında bu iddiayı haklı çıkaracak sayısız çalışmaları bulunduğu meraklıları tarafından çok iyi bilinmektedir.
Karar elbette her zaman olduğu gibi okuyana aittir.
* * *
“Mustafa Kemal'in sağlığında, 1932'de yayınlanan ilk biyografisidir: "Bozkurt", Mustafa Kemal'i putlaştırmayan, insani yönlerini gizlemeye çalışmayan, kimine göre hasmani (düşmanca) sayılabilecek, sert bir üslupla yazılmış” Bir Kitap. Kılıç Ali, hatıralarında "Bozkurt" kitabından bahsediyor: "Armstrong ismindeki meşhur bir Türk düşmanının yazdığı kitapta, Atatürk'ün aleyhinde bazı kısımlar vardı ve bunun için de hükümet tarafından memlekete sokulması men edilmişti.”
Atatürk merak etti. Kitabı getirtti. Bir gece sofrada geç vakte kadar tercüme ettirerek okuttu, dinledi. Armstrong, Atatürk'ün herkesçe malûm içkisinden bahsediyor ve bunlara garazkârâne mütalâalarını da ilave ediyordu.
Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu.
Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra; 'Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!' diye latife etmişlerdi" (1)
* * *
Düşman temizleniyor…
“Paris dışında. Barış Konferansı masasında memurlarıyla çevrilmiş olarak debdebeyle oturan ve beş yüz gazetecinin günbegün izlediği Müttefik devlet adamları –Başkan Wilson, Lloyd George, Clemenceau- dünyanın geleceğini kararlaştırıyorlar, ağır talimatlarını sanki birer tanrı imişler gibi tüm dünyaya bildiriyorlardı. Gene de, huzurları kaçmıştı.
Türkiye’de alışılmadık bir şeyler oluyordu. “Neler oluyor?” diye soruyorlardı birbirlerine tedirgin bir halde. “Türkiye, Dünya Savaşı’nda yenildi. Türkiye artık bitti.”
Mustafa Kemal’in Çanakkale’de (*) biraz varlık göstermiş bir generalken, artık Türkiye’nin içerlerinde bir yerde, dağlarda yaşayan, padişaha başkaldıran bir asi, tatsız bir serüvenci olduğunu işitmişlerdi.
Danışmanlarının baskısıyla, Sevr Antlaşması adı altında bir barış antlaşması hazırlayıp koşullarını ilan ettiler. Sevr Antlaşması şartlarının ilanı ani bir etki yarattı. Kabul edilecek olursa bu antlaşma, Türkiye’yi ölüme mahkûm edecekti.
İzmir hariç, Anadolu Türklere bırakılmıştı, ancak, yaşamlarının her ayrıntısı kayıt altına alınmıştı. Belirleri sıkı bir şekilde denetlenecekti. Türk ordusunu dağıtmak ve yeni gönüllü kuvvet ve jandarmayı kontrol etmek, vergileri toplamak, gümrükleri, orman korucularını, polisi denetlemek işlerini üstlenecek komisyonlar kurulacaktı.
Sözde egemenlik haklan kendilerinde bırakıldığı halde, bu kayıtlarla Türklerin elleri ayakları bağlanmış olacaktı.
Helal süt emmiş her Türk derhal milliyetçilerin safına geçti. Beş yüz yıldan beri onlar egemen bir halk olmuşlardı; hiçbir zaman köle olmamışlardı, eski kıskançlıklarını unuttular, saflarını sıklaştırdılar ve bir bütün halinde Mustafa Kemal’in peşine düştüler.
Yıllardır hayal ettiği şeyler sonunda gerçek olmuştu.
Mustafa Kemal hazırdı. Bir savaş hükümeti kurdu. Bekir Sami, Adnan, Fevzi başta cephane ve levazımı örgütlemek üzere milli müdafaayı organize edeceklerdi. İsmet ise Erkan-ı Harbiye Reisi olmuştu. Rauf, Fethi ve diğer önde gelenler Malta’daki İngiliz hapishanesinde sıkışıp kalmış durumdaydı.
Güneydeki yerel halk Pozantı’ya saldırmış ve Fransızları çekilmeye ve bir ateşkes imzalamaya mecbur etmişlerdi. Doğuda Kazım Karabekir sının Ermenilerden temizleyip güvenli hale getirmişti.
O sırada Mustafa Kemal İstanbul’a yaklaşıp çevresini ablukaya alma emrini verdi. İzmir önlerindeki Yunanlılar ile İstanbul içi ve çevresindeki Müttefik güçler dışında, Türkiye’de artık düşman ordusu kalmamıştı.
* * *
(M.Kemal) Fransız hükümetinin bir temsilcisine oldukça küstah bir tavırla, “Suriye ve Arabistan’ı alabilirsiniz” diyordu, “Ancak, Türkiye’den uzak durun. Biz her ulus gibi kendi sınırlarımızdan bir karış fazlasını istemiyoruz, ama bu sınırlardan bir karış azına da razı olmayız.’ Kollarını kavuşturmuş bezginlikle kaderlerine boyun eğmeye hazır bekleyen Türkleri sarsılmaz bir inatla yeniden direnişe doğru şahlandırdı.
* * *
İnönü Meydan Savaşı’nda Kemalistler ilk askeri zaferlerini kazanmışlardı. Umutları yeniden dirilmeye başlamıştı. Haberler iyiydi: Kazım Karabekir Ermenistan’ı işgal etmiş, Kars’ı alarak güçlerini Bolşeviklerle birleştirmişti. Rusya para ve silah gönderiyordu. İngiltere, Rusya ve Türkiye’nin ortak düşmanıydı. Yunanistan hızla orduya sıçra makta olan kıyasıya siyasal tartışmalar yüzünden yıpranmaktaydı. Venizelos ve yandaşları Atina’dan çıkarılmışlardı.
İngiltere, Fransa ve İtalya, Türk-Yunan Savaşı’na son vermek niyetindeydi. Yunanistan ve Türkiye’ye arabuluculuk yapmayı önerdiler ama Yunanistan’ın bu öneriyi reddetmesi üzerine Müttefikler de bu savaşta tarafsız olduklarını ilan ettiler.
Bu savaş doğrudan doğruya Yunanistan’la Türkiye arasında bir meseleydi. Fransa, Ankara’ya yardım sözleri getiren gizli haberciler gönderiyordu. İtalya da onlara silah satmaya başlamıştı. Afganistan ve İran’dan delegeler ittifak önerileriyle gelmişlerdi.
Hindistan ve Mısır’da Türkiye’ye yardım konusunda büyük bir Müslüman propaganda faaliyeti başlatılmıştı. Türkler de birleştiler. İç savaş sona erdi: Hilafet ve Yeşil orduların her ikisi de ortadan kaldırıldı.
İstanbul’da Padişah’ın çevresindeki birkaç yaşlı politikacı dışında, Türklerin hepsi işgalci Yunanlılarla savaşmak üzere Ankara’da, Mustafa Kemal’in önderliği altında birleştiler. Mustafa Kemal kaybedecek zamanı olmadığını açıkça görüyordu: Yunanlılar büyük bir taarruza hazırlanmaktaydı. Onlara karşı koyacak bir askeri güç oluşturması gerekiyordu.
….
Mustafa Kemal olağanüstü yoğunlaşmış enerjisiyle herkesi eyleme geçiren, kâh çok neşeli’ kâh bunalımlı bir ruh halindeydi. Fevzi ise durgun ve katı, az konuşan, arka planda kalan, genellikle kötümser, mert ve güvenilir ve diğerinin üzerinde oldukça büyük etkisi olan bir kişiliğe sahipti.
* * *
Ankara’da halk sevinçten çılgına dönmüştü. Ev eşyalarını toplamış, doğudaki dağlara kaçmaya hazır bir vaziyette, top seslerini dinlemişlerdi. Artık güvendeydiler. Mustafa Kemal’i törenlerle karşıladılar. Ona bir Müslüman için en büyük onur olan Gazi unvanını verdiler. Onun mutlak egemenliğini tanıdılar.
Bu alkış tufanına yabancı ülkeler de katıldılar. Rusya ve Afganistan’dan, Hindistan ve Amerika’dan, hatta Fransa ve İtalya’dan kutlama telgrafları geldi. Ancak, Mustafa Kemal asla hayallere kapılmadı. Evet, alkışlanmayı seviyordu. Kamuoyunun önünde gösterişle geçit yapmaktan, hayranlık odağı olmaktan, halkın kahramanı haline gelmekten çok hoşlanıyordu.
Egemen ve buyurucu olmakta kararlıydı; ancak, gene de muhakemelerinde soğukkanlı, pratik, sağlamdı. Gerçeklerin farkındaydı. Yunanlıların ilerleyişi durdurulmuştu. Türkler, ilk gerçek zaferlerini kazanmışlardı.
Muhtemelen askeri üstünlük tersine dönmüştü; ancak, Sakarya, kati zafer değildi. Sırtlarını duvara
Dayamış haldeki Türkler, yok edilmekten kıl payı kurtulmuşlardı. Birazcık daha direnebilselerdi. Yunanlılar galip geleceklerdi. Yunan askeri, Türk askeri kadar cesur ve yürekli olduğunu göstermişti. Taarruzu hemen başlatmak hiç de akılcı olmayacaktı.
* * *
Ülke, askeri bir bunalımın eşiğindeydi ve o, yaşamının en önemli kararı almak zorundaydı. Yenilmiş olmakla birlikte, Yunan ordusu İzmir’den deniz yoluyla savuşmayı başarmıştı. Atina’dan gönderilen taze kuvvetlerle İstanbul’un az ötesinde, Trakya’da yeni bir ordu kuruluyordu.
Mustafa Kemal’in donanması yoktu. Düşmanla karadan temasa geçmeliydi. Birliklerini onları yakalamak ve yeniden biçimlendirilmelerine fırsat vermeden ezmek üzere acilen kuzeye göndermişti. Yol, Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. Çanakkale’de birliklerini Avrupa yakasına bırakmayan ve Yunanlılarla aralarında bir engel olarak duran bir İngiliz kuvvetiyle karşı karşıya gelmişti. Sorun ortadaydı: Yunan ordusu Trakya’da tahkimatlar yapıyordu; İngiliz İşgal ordusu yolu tutuyor ve aralarında bir duvar gibi dikiliyordu.
Ankara’ya dönen Mustafa Kemal her zaman yaptığı gibi, kararını vermeden önce bütün olasılıkları tartarak durumu gözden geçirmekteydi. Artık bekleyemezdi. Zamanın hayati önemi vardı. Yunanlılar birliklerini düzene koymadan ve siperlerini kazmadan evvel, onları ezmesi gerekiyordu.
Yunanlılar! Onları dövüp hamura dönüştürebilirdi; ama İngilizler! Bu bir başka meseleydi. Zafer sarhoşluğu ve guruyla dolu olmalarına karşın, Türk birlikleri yorgun, paçavraya dönmüş giysileriyle ve cephane sıkıntısı içinde, büyük silahlardan ve mekanize savaş imkânlarından yoksun durumdaydı.
İngiliz birlikleri ülkeye alışmıştı, subayları deneyimli, mevzileriyse güçlü ve iyi tahkim edilmiş durumdaydı. Arkalarında büyük toplada donanmış savaş gemilerinden oluşan muazzam bir armada ve uçaklar, onların da arkasında bütün kudreti ve ihtişamıyla Britanya İmparatorluğu duruyordu.
İngilizler savaşmaya niyetlenecek olurlarsa, Türklerin yenilgisi kesindi. Fakat acaba savaşmak niyetinde miydiler? Yoksa blöf mü yapıyorlardı. Bütün sorun bunun anlaşılmamasındaydı.
Fransız ve İtalyanlar, İngilizlerin blöf yaptığını söylüyorlardı. Ruslar da öyle; fakat onlara pek güvenilmezdi. İngiliz gazeteleri savaşa, loyd George’a karşı feryat ediyorlardı. Lloyd George savaşmakta kararlıydı, ama pek ok kişi artık onun sonunun geldiğini ve İngilizlerin onun peşinden gitmeyeceğini ileri sürmekteydi.
Burada durumu belirleyecek etken, İngiliz kumandanı Sir Charles Harrington’m tutumu olacaktı.
Söz konusu olan, onunla kendisi arasındaki zekâ savaşıydı. Uzaklarda, Anadolu dağlarındaki Türk, tam bir diktatördü; elinde kazandığı zaferden çılgına dönmüş, vatanı ve varlığını sürdürmek için savaşan bir ulus vardı.
İstanbul’daki İrlandalı ise, durumundan pek emin değildi; ismen bir müttefik ordusunun kumandanıydı; kumandası altındaki İngiliz bildikleri de oldukça iyiydi, ancak, Fransız ve İtalyanlar onu desteklemeyeceklerdi.
….
İki kumandanın karakteri de, oynamak zorunda oldukları rollere son derece e ve kendisini kurtaracak ya da yok olacaktı. Rakibini incelemişti. Londra’ya gönderirken Türk istihbaratının yakalayabildiği çok sayıda telgrafını okumuştu; İstanbul’daki Türk gözlemcilerden, gönderdiği mektupları ve hakkındaki raporları almıştı. Harrington’ın bir askerden çok, bir diplomat olduğunu anlamıştı.
Bildiklerini savaşa razı edebilirdi ancak onların cesaretini pekiştiremezdi. İyi bir kurmay subaydı; zeki, sağlam görüşlü ve nazikti; fakat ne bir kumarbaz, ne de bir bunalım dönemi önderi olamazdı. Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.
Mustafa Kemal kararını verdi. Danışmanlarından kimisi, yenilgi riskine girmeden, derhal barış yapmasını istediler. Çoğunluksa, şiddetle derhal saldırıya geçip İngilizleri bir kenara itmesinden Yunanlılara yetişip, onları Atina’ya dek kovalamasından yanaydı. Mustafa Kemal, en belirgin değerlerinden biri olan soğukkanlı muhakemesi sayesinde, birinin boş övüngenliğini ve diğerinin iradesizliğini dikkatle tarttı.
Kararı barış aleyhinde oldu. Bu durumda, istediği koşulları elde etmesi kesinlikle olanaksızdı. Koşulları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu. Yunanlıları şimdi yakalayacaktı. Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve onun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.
Bir “yetenek testi” uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde burduruldular; durum ciddi görünüyordu.
Şans yıldızına güvenip kumar oynaması gerekiyordu. Zayıf iradeli bir rakibe karşı işe yaraması mümkün olan bir hile, bir ‘ruse de guerre’ (<ı>savaş hilesi) uygulamayı deneyecekti.
Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti.
Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.
Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı. Siperdeki İngiliz aksederi ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın, kalakalmıştı: Aldıkları emirler oldukça müphemdi: Ateş etmeksizin ya da güç kullanmaksızın Türkleri durdurmaları istenmişti.
Türklerse ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerini sürdürüyorlardı. Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti: Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı; İngiliz kumandana “Dur” emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile: Bir ateşkes yapılmıştı.
Fransızlar doğruca Mustafa Kemal’e bir temsilci, Mösyö Franklin Bouillon’u göndermişlerdi: Fransa, İngiltere’yle çıkacak bir savaşın, Bolşevik Rusya’nın da Türkiye’ye katılmasıyla yeni bir dünya savaşı felaketini alevlendirebileceğinden korkmuştu.
Franklin Bouillon, savaşa yol açabilecek tüm olasılıklara son vermek niyetiyle gelmişti: Müttefikler ve İngilizler adına her sözü vermeye hazırdı. Müttefikler, Yunan ordusunun Trakya’dan çıkarılması ve Türkiye’nin Avrupa topraklarının geri verilmesi konusunda tüm sorumluluğu üstleneceklerdi: Savaştan değil, savaş tehdidinden bile kaçınabilmek için her şeyi, Mustafa Kemal’in tüm isteklerini yapmaya hazırdılar. Ve Mustafa Kemal lütfen, onunla bir anlaşması yaptı.
Gerçekte, tüm istediklerini elde etmişti. Bu tam bir zaferdi. Bu sonucu elde edebilmek ona belki elli bin askere ve aylarca sürecek bir savaşa mal olacaktı. Ve eğer yenilirse, çok daha kötü şeylere mal olabilirdi. İngilizlerin blöfü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Birliklerine durmalarını emretti ve İsmet’i General Harrington’la görüşmek Üzere Mudanya adlı köye gönderdi.
* * *
Bolşeviklere daha da açıkça ret cevabı verdi. Moskova’dan Ukraynalı General Frunze’nin başkanlığında bir heyet gelmişti. Azerbaycan Elçisi, heyet onuruna bir akşam yemeği verdi. Yemekten sonra General, Bolşevizm’in Batı’nın baskıcı milletleri ve ezilmiş bağımlı milletler temasını işleyen ve Türkiye’yi kurtuluş mücadelesine katılmaya çağıran uzun bir konuşma yaptı.
Mustafa Kemal ayağa kalktı. Sözleri kısa, hatta sertti: “Artık ne ezen, ne de ezilen var” dedi. “Sadece kendilerinin ezilmesine izin verenler var. Türkler bunların arasında değildir. Türkler kendi kendilerini koruyabilirler, bırakın diğeri de aynını yapsın.”
Ne Türkiye’yi bu saçmalıklara sürükleyecek, ne de kendisinin Batının karşında Doğu’nun, Hıristiyanlık karşısında Müslümanlığın, efendilerin karşısında ezilen milletlerin şampiyonu yapılmasına izin verecekti.
“Bizim bir tek ilkemiz var: Tüm sorunları Türkiye’nin bakış açısından değerlendirmek ve Türk çıkarlarını korumak.”
Türkiye’yi kendi milli sınırları içinde, küçük, kaynaşmış bir millete ve müreffeh bir devlete kavuşturacaktı.
Fakat bu sınırlar içinde tek söz sahibi, kendisi olacaktı. Bu yeni Türkiye’yi yaratacak ve düzene koyacak, ona başarı ve gönenci (refah) getirecek tek kişinin kendisi olduğuna inanıyordu.
* * *
Artık Türkiye’nin kabul edebileceği barış şartlarını bildirmesinin zamanı gelmişti. Bu koşullar, Misak-ı Milli’dekilerle aynıydı. Türkiye, yabancı müdahalesi olmaksızın, kendi sınırlan içinde bağımsız bir egemen devlet olmalıydı.
Daha küçük çaplı bir adam olsaydı, taleplerini rahatça genişletebilir, yeni tutkularla körüklenebilir, fetih rüyaları görmeye başlayabilirdi. Çünkü tüm İslam ülkelerinden, Hindistan, Afrika, Malay Devletleri, Rusya, Afganistan, Iran ve Çin, hatta Hıristiyan Macaristan’dan bile kutlama mesajları, onur kıIıçları, övgü telgrafları yağıyordu: Her insanın başını döndürmeye yetecek kadar aşırı övgüler birbirini izliyordu.
Dünyadaki tüm bağımlı uluslar yeni bir umutla kıpırdanmaya başlamıştı. Batı’ya karşı düşmanlığın kümeleştiği her yerde İnsanlar kendilerine yeni bir savunucu bulduklarına inanarak, yepyeni bir umutla Mustafa Kemal’i görmeye geliyorlardı.
Avrupa’nın tüm kudretine galip gelmiş olan bu Müslüman kumandanı, kendilerinin beyaz adamdan ve Hıristiyan’dan kurtuluşa doğru ilerleyişlerinin öncüsü olarak görüyorlardı. Sovyetler onu sıkıştırıyordu. Afganistan, askeri ittifak öneriyorlardı. Suriyeliler ve Mısırlılar yardımını istiyorlardı.
Her taraftan Batı’ya karşı Doğu’nun şampiyonluğunu yapması için davetler geliyordu.
Fakat her ne kadar övgüye bayılıyor, bütün bu dalkavukluğu kana kana içiyor, sahnenin en ortasında kurumla geziniyor olsa da, Mustafa Kemal her zamanki akılcılığını, sağduyusunu ve berrak hedefler saptama alışkanlığını korudu. Hiçbir hayale kapılmadı.
Türklerin neler yapabileceğini tam olarak biliyordu. İmparatorluk ya da yeni topraklar fethetmek rüyalarını gerçekleştirmek gibi bir serüvene girmeyecekti.
Osmanlı İmparatorluğu ölmüş ve gömülmüştü. İyi ki de ondan kurtulmuşlardı, çünkü gerçek Türklerin kemiğindeki iliği emiyordu. Beş yüz yıldır Türkler Irak’ta, Arabistan’da ve Afrika’da dövüşmüşler ve ölmüşlerdi; hiçbir kazançları olmaksızın Padişah tarafından arsızca sömürülmüşlerdi: Artık yetmişti! Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltmeye filan kalkışmayacaktı.
Ona gelenlerden bazılarına,
-“Hepimiz, bütün Müslüman kardeşlerimizin özgür olmasını dileriz. Ancak, dileklerimizin ötesinde onlara hiçbir şekilde yardım edemeyiz” cevabını verdi. Meclis’te de şunları söyledi: “Ben ne bütün İslam milletlerinin birliğine, hatta ne de Türk halklarının birliğine inanıyorum.
Her birimiz kendi ideallerine sahip olma hakkına sahibiz, ancak, hükümetimiz gerçeklere dayanan belirli bir politika izlemeli ve bir tek amaçla, doğal şuurların içindeki milletinin bağımsızlığını ve yaşamını koruma amacıyla çalışmalıdır. Ne duygusallık ne de yanılsama, siyasamızı etkilememelidir. Düşleri ve hayaletleri bir yana bırakılım! Geçmişte bunlar bize çok pahalıya mal olmuştu.”
* * *
“Yürümeyi öğreninceye ve yolu tanıyıncaya dek, milletimin elinden tutup ben yönlendireceğim. Ancak ondan sonra kendi başına karar verebilir, kendi kendisini yönetebilir. O zaman benim eserim de tamamlanmış olacaktır.”
Bu belki yanılgı içindeki bir çılgının haykırışıdır. Belki de iyiyi ve doğruyu inşa etmek üzere Evrenin Büyük Mimarı’ndan esinlenmiş birinin sesidir.
O, Diktatördür. Gelecek, onun güçlü avuçları içinde uzanmaktadır. Eğer bu eller gevşer, titrer ve başaramazsa, her şeyi mahvedecek kadar güçlü olsa da eğer inşa edemezse, o zaman Türkiye ölecektir.
Ailesi, dostu olmayan yalnız bir adam olarak, Türkiye’nin halkını sahip olduğu tüm özel mülklerinin ve iktidarının varisi yapmıştır.
O, Türkiye’de bir daha kesinlikle bir diktatör ortaya çıkmasın diye diktatör olmuştur.
...
Yukarıdaki anlatımlarda;
-Mustafa Kemal Paşa,
-Türkler ve
-Türkiye hakkında herhangi bir karalama, düşmanlık bulunmakta mıdır?
- “Osmanlı İmparatorluğu ölmüş ve gömülmüştü. İyi ki de ondan kurtulmuşlardı, çünkü gerçek Türklerin kemiğindeki iliği emiyordu.
-Beş yüz yıldır Türkler Irak’ta, Arabistan’da ve Afrika’da dövüşmüşler ve ölmüşlerdi; hiçbir kazançları olmaksızın Padişah tarafından arsızca sömürülmüşlerdi: Artık yetmişti! Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltmeye filan kalkışmayacaktı….”
Kitap da yapılan bir karalama varsa O da herhalde üstteki ifadelerle Osmanlıya yapılanlardır...
(1) Kılıç Ali, Atatürk’ün hususiyetleri,
2) Bozkurt, H.C. Armstrong
(*) Çanakkale Savaşı, 1915-1916; Kurtuluş savaşı, 1919-1922 yılları arasında yapılmıştır. Her nedense Çanakkale savaşı, bizde de, Kurtuluş Savaşı kapsamında değerlendirilmektedir. Veya öyle düşünülmesi istenmektedir.

Hiç yorum yok: