21 Ocak 2013 Pazartesi

“God bless you all!”Taha Kılınç


“God bless you all!”


Bu, Libya'nın başkenti Trablus muhaliflerin eline geçtiği gece, eski 'Yeşil Meydan'da düzenlenen gösteride açılan devasa bir pankartın başlığıydı. Amerikan Başkanı Barack Obama, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, İngiltere Başbakanı David Cameron ve ABD'nin BM Daimi Temsilcisi Susan Rice'ın yan yana fotoğrafları da yer alıyordu pankartta. 

"God bless you all!" cümlesinin İslâm kültüründeki tercümesi şudur: "Allah hepinizden razı olsun!" Müslümanlar bu cümleyi, karşısındakini en üst düzeyde ödüllendirmek amacıyla kullanırlar. 

Libyalı muhaliflerin, Trablus'un düştüğü gece, kendilerini Kaddafi'den kurtardıklarını düşündükleri isimlere böylesine sembolik değeri yüksek bir övgüde bulunmuş olmaları düşündürücü. 

Pankartta Türkiye ya da başka herhangi bir İslâm ülkesinin yer almaması da düşündürücü. Yine de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu önceki gün Bingazi'ye giderek Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil ile görüştü. Hatta 'elden' para yardımında bile bulundu Türkiye. 

Sıradan Libyalının zihin dünyasında Türkiye'nin ve Türklerin ne ölçüde ve ne şekilde yer ettiğini henüz bilmiyoruz. Ancak özellikle genç nesillerin bütün dikkat, sevgi ve coşkularını 'Batılı kurtarıcılar' üzerinde yoğunlaştırdıkları söylenebilir.

Yine dikkatlerden kaçmaması gereken bir diğer gelişme de şu idi: Muhalif isimlerden Ahmed Şabani İsrail gazetesi Haaretz'e yaptığı açıklamada, "Libya'nın bütün dünyanın yardımına ihtiyacı var, buna elbette İsrail de dahil. İsrail, uluslararası alandaki nüfûzunu kullanarak Libyalı muhaliflerin tanınmasına yardımcı olmalı" dedi. Doğrusu bu, oldukça erken yapılmış, 'kullanılma'ya da oldukça müsait bir açıklama idi. 

Muhaliflere sempati beslemeyenler için bu verilerin ortaya koyduğu yalın gerçek şu: "Libya 'postmodern' biçimde işgal edilmiştir". Buna günlerdir gelmeye devam eden yağmalama ve soygun haberlerini, ayrıca Batılı şirketlerin şimdiden Libya petrolüne dair yaptıkları 'iştah dolu' açıklamaları da eklediğinizde manzara daha da karmaşıklaşıyor, kararıyor. "Hak ve adalet düzeni bu şekilde mi sağlanacak?" sorusu ciddi bir soru haline geliyor. 

Elbette birkaç belirtiye bakıp eksiksiz bir teşhis koymak doğru olmaz. Ancak belirtiler de 'hastalık' hakkında bir fikir verir. Belirtileri görmezden geldiğinizde hastalığın büyüyüp bünyeyi tamamıyla sarma ihtimali vardır. 

Eğer Libyalı muhalifleri sempati, hatta coşku ile destekliyorsanız, "Ömer Muhtar'ın torunlarının başaracaklarını" umabilirsiniz. Ama o zaman da, Ömer Muhtar'ın mücadelesinin Libya'nın tarihinde nereye oturduğunu sorgulama hakkı vermiş olursunuz: 

1940 tarihli bir fotoğraf karesi ile başlayalım: Mussolini, ülkesinin yıllar süren kuşatmasından sonra muzaffer bir komutan edasıyla Libya'ya birkaç ziyaret gerçekleştirmiştir. O ziyaret sırasında, Derne kentindeki yerel din adamlarının bağlılıklarını sundukları kareler hakikaten yürek paralayıcıdır. Yine, Mussolini'nin bir ziyaretinde, Libyalı aşiret reislerinin Mussolini'ye faşist selamı verdikleri sahne de bundan daha hafif duygular uyandırmaz. 

Ömer Muhtar 1931 Eylül'ünde idam edildiğine göre, demek ki, daha aradan on yıl bile geçmeden Libyalı elitler, yönetici takım ve ulemâ sınıfı İtalyan egemenliğine boyun eğmiştir. 

"Onca baskıya dayanmak kolay değildir" denebilir. Doğrudur. Hakikaten İtalyanlar Libya'da insanlık sınırının dışına çıkan birçok uygulamaya imza atmışlardır. Ancak kritik nokta bu değildir. "Ömer Muhtar'ın torunları" güzellemelerinde hep ihmal edilen soru şudur: Ömer Muhtar, yanında bir avuç adamla vatanını savunmaya çalışırken, Libya ona ne kadar yardım etmiştir? Tarih kaynakları, aşiretlerin ve ulemâ sınıfının Ömer Muhtar'ın yanında durmak yerine hızlı bir şekilde İtalyanların safında hizalandığını yazıyor. 'Çöl Arslanı', bu çok yönlü kıtlığa rağmen senelerce boyunca yine iyi dayanmıştır, denilebilir. 

Ömer Muhtar'ın o şanlı direnişini gösterdiği zamanlar geçince, Libya hızlı bir şekilde önce İtalyan, ardından da İngiliz egemenliğine girdi. Enteresan bir süreçtir o: İtalyanların boyunduruğundan şikâyet edildi, ardından Kral İdris eliyle İngiliz boyunduruğu geldi. İngiliz boyunduruğundan şikâyet edildi, ardından Kaddafi'nin ilmeği geçti Libya'nın boynuna.

Şimdi görünen o ki, Batılı güçler yeniden geri döndüler. Kendilerine düzülen övgülere bakılırsa, epey özlenmişlerdi. Hatta çok da hoşgeldiler. Ama Kaddafi'nin 1969'da İngilizlerin Libya üzerindeki etkilerine bir tepki olarak iktidara geldiği gerçeği hatırlanırsa, David Cameron'a Trablus'ta edilen hayır dualarının ne anlama geldiğini düşünmek de gerekmez mi? 

Libya özelinde sormamız gereken temel sorular şunlar: Libya'nın ta Osmanlı'dan bu yana içine yuvarlandığı bu sosyal ve siyasal kısırdöngüyü aşabileceğine dair somut işaretler ve ümitler var mı? Muhalifler, 'özgür bir Libya' vaat edebiliyorlar mu? Yoksa 'yeni Libya', eskilerinin biteviye tekrarından ibaret mi olacak? 

Bu sorulara net cevaplar verilmeli. Ve -mümkünse- Ömer Muhtar'ın aziz hatırası istismar edilmeden.

Hiç yorum yok: