7 Ağustos 2013 Çarşamba

Keşfini bekleyen hazine-Batılılaşmak ve çağdaşlaşmak-Hayatın üç ana kavramı-Mehmed Niyazi

Keşfini bekleyen hazine

Dünyanın bütün ciddi fikir ve sanat adamları Avrupa ile Asya hakkında kafa yormuşlardır.
Mesela Paul Valery, İslam, Hint ve Çin olmak üzere Asya’da üç tane Doğu bulunduğunu söylemekte, Avrupa’yı da Asya’nın küçük bir burnu olarak görmektedir. Victor Hugo konuya idrakten ziyade duyguyla yaklaşır: “Ben her zaman Doğu’ya karşı bir şair sevgisi duydum. Uzaktan orada yüksek bir şiir parladığını gördüm. Bu öyle bir kaynak ki ne zamandır oradan hararetimi söndürmek istiyorum.” Thibaudet ise yaşantıyı esas alıp şöyle demektedir: “Avrupa’yı ancak hayat tarzıyla tarif etmek mümkündür.” Suares’in “Avrupa ruh, Amerika makinedir.” deyişini Hintli Tagore daha gerçekçi bir duruma oturtur: “Asya ruh, Avrupa makinedir.”

    Doğu ve Batı’nın özelliklerini daha pek çok aydın, filozof izah etmeye çalışmış, fakat bunların hepsinden Peyami Safa meseleye daha ihatalı yaklaşmış, bu konudaki yanlışlığın “Nısbide mutlakı aramak zaafımızdan” doğduğuna işaret ettikten sonra hükmünü verir; “Mutlak manasıyla garp ve şark yoktur. Avrupa, Asya’ya nazaran garptır, Amerika’ya nazaran şark ve Amerika da Avrupa’ya göre garptır.” Bu üç kıtanın, hatta beş kıtanın beşiği Asya’dır. Dinler, inançlar, güzellikler Asya’da teşekkül edip göçlerle dünyaya dağılmışlardır. Doğu ve Batı, menşeleri aynı olmakla beraber, sonradan farklı özelliklere kavuşmuşlardır. Peyami Safa’ya göre bu özellikler şu şekilde farklılaşmıştır: “Batı, madde ile kavgasında ayrıntıya dalar, çünkü elindeki biricik silah tahlil neşteridir. Bunun için bütünü görmez, ayrıntıda kalır; yani vahdetten uzaklaşır. Şark ise daima bütünü kucaklamak ister; terkibe yönelir.”
    Peyami Safa’nın tespiti doğrudur; fakat niçin böyledir? Olaya bütün olarak bakmak yaradılış hakkında fikir sahibi olmakla mümkündür; bu da vahiy idrakiyle kabildir.
    Batılı filozof ve bilginler ellerindeki mukaddes kitaplara inanmamakta, onları sadece bir kültür unsuru olarak görmektedirler. Yaradılışı felsefenin çözülmez problemleri arasına katıp gündemlerinden çıkarmışlar; böylece de bütün hakkında düşünmeyi lüzumsuz görmeye başlamışlardır. Son yüzyıllarda ilim bakımından da şark, garbı taklit etmektedir; yalnız şarktaki vahiy kültürü bazı bilim insanlarını etkisi altına aldığı için, bu noktada Batı’dan ayrılmaktadır.
     Batı, vahiyle bağını kopardığı, müspet bilimleri putlaştırdığı için hiçbir zaman varlığın esasını kavraması mümkün görünmemektedir. Fakat Asya klasik bilim anlayışını muhafaza eder, Batı’nın analiz metoduna da sahip olursa onların hayal edemeyeceği noktalara varması imkân dahilindedir. İş Batı’nın insanlık için ne ifade ettiğine gelince Peyami Safa sanatkâr sezgisiyle mükemmel bir hüküm veriyor. Hiroşima, Nagazaki’ye atılan atom bombalarını, çevrenin katledilmesini göz önünde bulundurarak Batı’nın ilimdeki yanlışlığının mantalitesinden kaynaklandığını söylüyor:
    “Bütün bu felaketleri insanlığın başına getiren makine ve teknolojinin karşısında değilim; çünkü tehlike teknolojiden değil, garbın materyalist imanından doğmaktadır. Doğu’dan Batı’ya doğru gittikçe sanki güneşten uzaklaşmanın fiziki bir neticesi imiş gibi her şey katılaşıyor ve ruhaniden cismaniye gidiyor.” Bunu belirttikten sonra şu hükme varıyor: “Afrika dünyanın insiyakı, Asya kalbi, Avrupa zekâsı ve Amerika iradesidir denebilir.” Kanaatimizde bu, üstadın içinde bulunduğumuz yüzyıllara dair tespitidir; on ve on birinci yüzyıllarda Avrupa’nın zekâ bakımından Asya ile yarışabileceğini kim iddia edebilir?
    Peyami Safa toplumumuzun çağdaşlaşmasının iki unsurla mümkün olabileceğine kanidir; riyazileşmek ve siteleşmek. Bunların önemini de şöyle belirtmektedir: “Yunan zekâsından, Roma iradesinden ve Hıristiyanlık ahlakından doğan Avrupa, Rönesans’tan sonra Yunan geometrisini geniş bir riyaziye kültürüne ve kapalı Atina-Roma sitesini açık şehirler medeniyetine yükseltti.”
    Elbette ki riyazileşmek, şehirleşmek aydın tabakanın ortaya çıkması için gereklidir. Bu tabaka da ilmin kök salacağı zemini oluşturur. Zaten aydın tarifinden de söz konusu husus açıkça ortaya çıkıyor: “Gerçek münevver, bütün ilimlerin ve felsefe sistemlerinin esasları, tarihi safhaları ve son verileri hakkında bilgi sahibi olan ve bu bilgiyi şahsi temayül ve ihtiraslarının tesirinden kurtarıp objektif fikir haline getiren insandır.”

    Aydınlarımız böyle olsa, sosyal bünyemizde kökleşen ilim yıldızlara varır; fakat bizim aydın zümremiz elde ettiği bilgi kırıntılarını ideolojisi için kullanmaktadır. Felaket de buradan kaynaklanmaktadır. Peyami Safa gerçekten bir hazinedir; onu keşfetmezsek toprak altında unutulan defineye döner; şimdi olduğu gibi..

Batılılaşmak ve çağdaşlaşmak

Bazıları bize; ‘Batılılaşmak değil, çağdaşlaşmak hedef olarak gösterildi’ demektedirler.
Bu iddiada bulunanlar, aynı zamanda Batı’nın kültürünü almakla işe başlamanın gerektiğini ileri sürmektedirler; çünkü Batı medeniyetini, kültürlerinin ortaya çıkardığı görüşündedirler. Son iki yüz yıllık tarihimize bakınca, bunun yalnız bir fikir değil, devlet politikamızın esasını teşkil ettiğini görürüz. Batı’nın alfabesini, kıyafetini, yaşantı biçimini, değerlerini, muaşeret kurallarını almanın çağdaşlaşmamız için şart olduğunda ısrar ediyorlar. O zaman Batılılaşma ile çağdaşlaşmanın arasında fark kalmıyor; aynı olaya kimileri Batılılaşmak, kimileri çağdaşlaşmak diyorlar. Aslında methiyeler düzdüğümüz bu diyarın cahiliydik; sadece Peyami Safa ezberleri bozacak ve yolumuzu aydınlatacak şeyler söylemiş.
    Bu konuda ciddiye alınacak söz söyleyebilmek için hem bizim hem de Batı’nın kültür ve medeniyetini tanımak lazım. Eksiğimizin ne olduğunu, Batı’nın üstünlüğünün nereden kaynaklandığını bildikten sonra söylenenlerin bir değeri olur. Bizi ve Batı’yı tanıdığını iddia eden, analizlere başvuran aydınlarımızın arasında Peyami Safa’nın farklı bir yeri var. Batı’nın nüanslarını, güçlü taraflarını, zaaflarını iyi biliyor. Batılılaşmak veya çağdaşlaşmak zaruretimizi ortaya çıkaran husus ilimde geri kalmamızdır. Buna dair tutarlı hüküm vermek için Batı ilminin özelliklerine, gelişme tarihine dair ciddi fikre sahip olmak gerekir.
    Batı ilmi nedir, nasıl teşekkül etmiştir? Bunlar hakkında fazla bilgimiz olduğunu sanmıyorum. İlimle haşır neşir olanlarımızın pek çoğu bile Batı ilminin devamlı tekamül ettiğini, bir tuğlanın üstüne bir tuğla daha koyarak bugünkü duruma geldiğini zannediyor. Halbuki Batı ilmi düşe kalka, birbirini nakzederek, hatta inkâr ederek mevcut halini kazanmıştır. 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Batı’da ilmin din karşısında zaferleri birbirini kovaladı; bunun verdiği sarhoşlukla Batı, kendince Tanrı’yı tahtından indirdi, onun yerine bilimi oturttu. Fakat Batı’da ilmin saltanatı uzun sürmedi. Jeometrik değişmezlik inancına Emile Bautroux, E.Le Roy ve Poincare’in darbeler indirdiğini belirten Peyami Safa, sözüne şöyle devam etmektedir: “Bir değil, birden çok realiteler mevcuttu ve bunlar birbirinden ayrı şeylerdi. Birbirlerine ircaı imkânsızdı. İddiaya göre evren ebedi ve ezeli idi; aynı zamanda kendi kendini yaratmıştı. Fakat fizik ilmi ve büyük Poincare bu görüşü yalanlıyor. “Max Planc, Einstein, Heisenberg gibi bilim insanları ilmin ufuklarını genişletmekle kalmamış, mahiyetini değiştirmiş, yeni araştırmalara ve keşiflere yol açmışlardı. Şu kesinlikle görüldü ki makro fizikteki kanunlar, mikro fizikte geçerli değildi. Böylece o güne dek oluşan ilim putu paramparça oldu. Elbette bunun ardından Batı’daki düşünce tarzı değişti; metafiziğe on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda gösterilen aşırı düşmanlık yerini tereddüde bıraktı.
    Buradaki sıkıntı eldeki tahrif edilmiş İncillerden kaynaklanmaktadır. “Tanrı” deseler, İncillerdeki maddi hatalar yollarını kesiyor; zira vahyin mantığında hata olmaz; oysa eldeki İncillerde var. “Tanrı”nın yerine tabiatı koyuyorlar. “Tabiat nedir?” diye sorduğumuz zaman, karşımıza dağ, taş, deniz çıkmıyor; halk eden, kanunlar koyan, ne olduğu bilinmeyen, ne ettiğinden fark edilen bir varlık çıkıyor. “Tanrı” denirse Ortaçağ’ın dirilmesinden endişe ediyorlar. Yaradılışın başlangıcı, sonu insanın nereden gelip nereye gittiği, evrendeki şaşmaz düzenin kimin tarafından koyulduğu sorulunca, “Bunlar çözülmez problemlerdir” diyerek geçiştirirler. Bugünkü Batı’daki buhranın bu noktadan kaynaklandığına ihtimal vermek gerek. Batıcılarımız da bu yolda, ihtida edenler gibi daha mutaassıp oldular. “Tanrı” değil de “Doğa” demekle ilim yaptıklarını zannediyorlar. Batı’daki bilimin değiştiğinden de haberleri yok; fizik ve metafizik dünyaların arasında sert çizgiler bulunmadığının farkında değiller.
    Söz konusu hususta Peyami Safa şöyle diyor: “Batılılaşırken oradan almaya çalıştığımız ilmi dogmatikleştirmemeliyiz; ilmin metodunu rehber edinmeliyiz.” O dünyada kaybolmamamız için de şu gerçeğin altını çiziyor; “Bize tarih ve ilim nimeti olarak verilen Doğuluya has kuvvetli seziş hassamızı, iptidai mistik halinden yeni terkiplere doğru tekamül ettirmeliyiz.

    Batı ilmini ve medeniyetini değerlendirirken Doğulu olmanın verdiği sezgi hassamızdan ve tarihimizin kazandırdığı verilerden faydalanmalıyız. Hatta Batı’nın, belki de insanlığın eksikliğini gidermek için bu iki hassamızı geliştirerek o sisli ülkelerde mevcut seviyeye gelen bilime sarılmalıyız. Ancak böylece de kendimizi yitirmeden çağdaşlaşabiliriz.

Hayatın üç ana kavramı

Bizde sözüm ona aydınlar bilimle dinin karşı karşıya iki fenomen olduğunu zannederler; cahillerin dindarlığından, okula gitmişlerin ilme inandığından söz ederler. Bu kanaat bize Batı’dan intikal etmiştir. Rönesans’ın ilk yüzyıllarında, bilimin Hıristiyanlığın karşısında zaferler kazandığı dönemden kalma telakkidir; çünkü o zamanlar bilimle hemhal olanlar inanca karşı tavır alıyor, dindarlar azalıyordu.

Dinin ana mihrakı bir yaratıcıya inanmaktır. Yaratıcıyı inkâr, ispat etmekten çok daha zordur. Buradaki hikmeti herhalde imanın gaybe olmasında aramalıyız. Aklı yerinde olan bir insan yaşadığından şüphe etmez; kendi cinsinin, içinde yaşadığı evrenin başlangıcı olması gerektiğini düşünür; mevcut bilimlerle de bu evrenin anlaşılamayacağını teslim eder. Bir kişinin bir evde doğup yaşadığını ve öldüğünü farz edelim. Evin dışına hiç çıkmamışsa, onu dışarıdan idrak edemez. Biz de onun gibi bir evrende doğuyor, büyüyor, ölüyoruz; evrenin dışına çıkma şansımız yok. Dolayısıyla evreni dışarıdan görmek, kavramak imkânından mahrumuz. Söz konusu hususta biricik rehberimiz mukaddes kitaplardır. Müspet bilimler geliştikçe, İncillerdeki hatalar anlaşıldığından, varoluş konusu Batılı bilginlerin nezdinde şüpheli hale geldi. Zamanla kronikleşen bu şüpheden kurtulmak için Batılı aydınların bir kesimi nihilizmi, yani hiççilik yolunu seçti. Yaratıcının varlığı ve yokluğu bizi ilgilendirmiyor, demek zorunda kaldılar. Bu hususu göz önünde bulunduran Nietzsche kendisinden sonra nihilizmin çok yaygınlaşacağı kanaatindedir; tahmini doğru çıkmadıysa da nihilizm Batı’da ciddi bir cereyan haline geldi. Sözünü ettiğimiz bu telakki dünyevi ve uhrevi kutsal kavramların içini boşaltmakta, ferde tutunacak dal bırakmamakta ve onu tehlikeli bir ortama sürüklemektedir. Nitekim Paul Valery nihilistti; böyle önemli bir idrak hayatın yükünü çekemez duruma gelmiş, intihara teşebbüs etmiştir. Ateist, şuurlu bir yaratıcının yerine kör bir tabiatı koymakta; “varlığı yaratan, varlığın ihtiyaç duyduğu kuralları koyan da o” demektedir. Şuur altlarında kendilerini aldattıkları yatsa da, yine de varlıklarını izah etmek gayretindedirler; hiç değilse böylece tutunabilecekleri hususa kavuşmaktadırlar.
    İlim akla, din imana, sanat hayale dayanır; bunların arasında çelişki aramak yanlıştır; hatta bu üç fenomen kesiştikleri noktalarda birbirlerini beslerler. Mesela Kur’an’da bir vesile ile evrenin genişlediğine temas edilir; bu gerçek son yıllarda ilim tarafından ispat edildi. Bu açıdan bakınca ilim geliştikçe dini beslemekte, ilme ufuk açıcı işlev gören din aynı zamanda sanata derinlik katmaktadır. Dünyanın bütün büyük sanatkârları dindardırlar. İlmin özelliğinde analiz, ayrıntıyı tespit vardır; din meselelere bütüncül bakar. Dinle ilmin birbirinden kopukluğu ilmi çaresizleştirir; ilimden mahrum olan dindarın hayat telakkisi sığlaşır. Bunun için İslamiyet ilme aklın alamayacağı kadar vurgu yapar. Müspet bilimlerin bizatihi hedefleri yoktur; onların itici gücü merak unsurudur. Maddenin sırlarını gün ışığına çıkarmak, tabiat kuvvetlerinin üzerinden perdeyi kaldırmak, sebeplerini izah etmektir. Teknik, müspet bilimin çocuğudur. Din ile ilmin arasındaki ilişkiyi Einstein şöyle ifade eder: “Hedefi din belirler, fakat hangi vasıtalara başvurulması lazım geldiğini ilimden öğreniriz.”
    Hayatın bu üç temel kavramının gayeleri de farklıdır. İlim gerçeğin, din iyinin, sanat güzelin peşindedir. İlim realitenin analizini yapıp sebep ve sonuçlarını ortaya koyarken din kıymet hükümlerini yerli yerine oturtur. Vicdan, izan, hak duygusu, utanma hassası ve benzeri insani özellikler söz konusu oldu mu, ilim sükut eder, din devreye girer. Bu insani kavramların lüzumunu, hayatta oynadıkları rolleri sanat işler. Sanattan mahrum olan bir cemiyeti bekleyen felaket de ilmin konusudur.
    Sanat ruhi bir faaliyettir, insan, ruhunun ürününü ancak sanatla ortaya koyar; aynı zamanda ruh dünyası onunla beslenir. Müspet bilimler tekniğe yansıdıkça insana güç verir; ama o insan din duygusuyla kontrol altına alınmazsa, cemiyet için azgın domuzdan daha tehlikeli olur. Dolayısıyla din, ilim, sanat bir cemiyetin muhtaç olduğu temel kavramlardır. Bunlara sahip olan cemiyetler sadece kendilerini güvence altına almazlar; aynı zamanda geleceğin tarihini yazmaya da adaydırlar.

Hiç yorum yok: