30 Nisan 2013 Salı

Batı medeniyeti üniversal midir?Batı’nın çıkmazı-Aydınımızın yabancılaşması-Mehmed Niyazi

Batı medeniyeti üniversal midir?
Batı medeniyetinin Hıristiyanlık, Roma hukuku, Yunan felsefesine dayandığı çok sık ifade edilmektedir. Bunların yanında 16. yüzyıldan itibaren müspet bilimler de yer almıştır.

Giderek Batı’da fonksiyonunu artıran müspet bilimler, ortaçağın kaderciliğinin yerine determinizmi, “Üstad dedi ki”ye karşı tenkit melekesini geliştirmişlerdir. Bunların doğurduğu Rönesans’ın Batı’ya şunları mal ettikleri ileri sürülmektedir; din konusunda hoşgörü, siyaset alanında demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Kanaatlerince Batı’yı maddeten ve manen kuvvetli yapan bu değerlerin üniversal olduğunu şöyle ifade etmektedirler: “Ortaya çıkan bu değerlerin hedefi Hıristiyanlık veya İslamiyet, Alman veya Bulgar, doğulu veya batılı, köylü veya şehirli, hükümdar veya tebaa değil, doğrudan doğruya insan ve insanlıktır.”


      Hıristiyanlık Hz. İsa’nın tebliğ ettiği şekilde kalmamıştır; eldeki güvenilir İnciller birbirlerinden farklı oldukları gibi, hepsinde bilgi açısından maddi hatalar vardır. Mesela dünyanın sabit olması, güneşin etrafında dönmesi veya Hz. Adem’le Hz. İsa’nın arasında 4444 yıl bulunması gibi. Oysa vahyin mantığında hata olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu İnciller belli bir bilgi seviyesine gelmiş bulunanları tatmin etmemektedir; fakat kültürlerinin oluşmasında ana unsur olduğu için fazla ses çıkarmamaktadırlar. Bir de eldeki İnciller insandan ziyade, Hıristiyanlara hitap etmekte, hedef kitlesinin diğer din mensuplarına bakışını etkilemektedirler. Aksi takdirde Amerika’ya göç eden Avrupalılar o gaddarlıkta bulunamazlar, yerlileri, İnka ve Aztek medeniyetlerini yok edemezlerdi.

    Müspet bilimlerin Avrupalıların malı olmadığını da belirtmeliyiz. Bunlar insanın idraki seviyesinde tarihin karanlıklarından beri vardı; dünyayı gezen bir özelliğe sahiptirler; nerede ortamını bulurlarsa orada konaklar, meyvelerini verirler. Değişik kaynaklardan beslenen müspet bilimler, ortaçağda Müslümanların elinde en üstün seviyesine ulaşmışlardı. Bugünkü Avrupa’nın ilminde Müslümanların, bilhassa İbn-i Sina’nın, Biruni’nin çok büyük payı bulunduğunu inkâr kabil değildir. Yunan felsefesini de geliştirip Batı’ya intikal ettiren Müslüman ilim ve fikir adamlarının başında Farabi gelmektedir.

    Köklerini Mısır, Hindistan’da bulan Yunan fikir ve düşüncesi, müspet bilimler Batılılara kuvvet vermişlerdir. Fakat Batılıların ele geçirdikleri bu gücü üniversal anlamda kullandıklarını iddia etmek mümkün değildir. Söz konusu değerleri menfaatleri uğruna maymuncuğa dönüştürmüşlerdir; yeri gelir demokrasiyi, yeri gelir diktatörlüğü desteklerler. Batı’nın refahında bu değerlerden ziyade sömürgeciliği etkili olmuştur.

    Sömürgeyle zenginleşen Batı’da ister istemez okullaşma yaygınlaşmıştır; ciddi bilgi birikimine ulaşanları ilânihaye sürü gibi kullanmak mümkün değildir. Ne acılar çektikten, nice insanlar kan gölünde boğulduktan sonra, demokrasi hayatlarına katılmıştır. O bir değer değil, bir mecburiyet olarak ortaya çıkmıştır; fakat onu insanların mutluluğu için değil, kendi refahları uğruna kullanmaktadırlar. Bunu da yadırgamamak lazımdır; zira kültürlerin temelinde, onların taşıyıcısı olan insanın telakkisi bulunmaktadır.

    Kültürlerin mihrakı Tanrı anlayışlarıdır. Hıristiyanlara göre Hz. İsa hem Tanrı’dır hem de Tanrı’nın oğludur. Fani dünyaya gelmiş; en büyük acıları çekerek insanlara örnek olacak bir hayatı arkasında bırakarak makamına çekilmiştir. Bu da Hıristiyanların zihninin somut esaslara göre oluşmasını sağlamıştır. Bunun için maddenin bütün kombinezonlarını ifade eden dillerinde soyut kavramlar azdır; mesela amca, dayı aynı kelimedir; sonradan annemin kardeşi, babamın kardeşi diye açıklarlar; gelin, görümce, elti ve benzerleri aynı kelime ile ifade edilirler. Bütün insanlığa hitap eden değerler ise daha çok soyut kavramlarla oluşurlar. Bu da ancak somut, lokal hadiselerden kurtulmakla mümkündür; bunun için Batı medeniyeti üniversal olmak yeteneğine tam sahip değildir.

    Hedefimiz ne Batı ne de çağdaş medeniyet, sadece ilim olmalıdır. Çağın ilimlerine sahip olabilirsek, hatta üzerine bir şeyler daha koyabilirsek, ancak milletçe yaşama imkânını elde edebiliriz. İlimler de kültürümüzle yoğrularak kendimize has bir medeniyetin oluşmasını temin ederler.

Batı’nın çıkmazı

İnsan tarihin olduğu gibi coğrafyanın da çocuğudur; çünkü hayatını düzenlerken coğrafi şartları göz ardı edemez. Eski Yunan’da ekip biçmeye elverişli arazi azdı; siteler kayalıkların arasına kurulmuştu.

Geçimleri ağırlıkla tarıma dayalı olduğu için insanların gözleri toprağa çakılıydı. Değerlerinden dolayı tarlaların, bahçelerin ölçülmesine çok önem verilirdi. Bu sebeple eski Yunan’da geometri ilmi gelişti. Her şeyi silip atan çöl, insanlara şahane gökyüzü bahşetmektedir. Kum deryasında yıldızların alemi başkadır; devamlı muhayyileleri kurcalar; buralarda yaşayanların biricik umudu göklerdedir. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz; ama belki de vahiylerin bu bölgeye inişlerinde kulların bekleyişi, umudu, duası etkili olmuştur. Çöl ve yıldızların hakim olduğu bir dünya, soyutluğun zihinlerde teşekkülü için biçilmiş kaftandır. Soyut düşünce aritmetiğin anasıdır. Batı’da oluşan geometri ile çöllerde oluşan aritmetiği Maveraünnehir’deki İbn-i Sina, Farabi, Biruni ve diğer alimler birleştirmekle günümüzün ilim ve medeniyetinin raylarını döşediler.  

    Endülüs’te oluşan parlak kültür ve medeniyet Avrupalıların dikkatini çekiyordu. Batı’nın şehirlerinden buraya öğrenciler akmaya başladılar. Avrupalılar, Kuzey Afrika ile ticaret dolayısıyla temasta bulunuyorlardı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten İtalya’ya göç eden Bizanslı bilginlerin de gayreti bunlara ilave olunca dünyanın bu sisli bölgesinde müspet bilimler kökleşmeye yüz tuttular. Çok geçmeden müspet bilimlerle donanmış idrakler, kutsal kitaplarındaki, dünyanın sabit güneşin etrafında dönmesi gibi hataları fark ettiler. Tarih ilmi gelişince, yaradılış ve insanın geçmişteki seyrine dair verilen bilgilerin yanlış olduklarını anlamaları kutsal kitaplarına şüpheyi artırdı. Müspet bilimler mesafe aldıkça, kutsal kitaplarına inançları zaafa uğruyordu. Engizisyon bütün hışmıyla hayata girmişse de Avrupa kıtasında Ortaçağ boyunca sürüp gidecek olan dinle müspet bilimlerin kavgası başladı. Kanlı mücadelelerden sonra müspet bilimler galip gelince, kilise kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldı. Böylece Batılı aydınların nezdinde Hıristiyanlık inanç boyutunu yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Hür tefekküre kavuşan Batılılar müspet bilimleri adeta kutsallaştırdılar. Tabii bu müspet bilimler tekniğe yansıdı, Osmanlı’ya, yani Müslümanlığa karşı galip gelmeleri de cazibelerini artırdı.

    Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe, din önemini yitirmeye devam etti. Batı’nın bilim yuvalarında bir daha dinin hakimiyeti ürkülecek bir olay haline geldi. Tanrı’yı silip yerine tabiatı koydular; Tanrı’nın fonksiyonunu ona yüklediler; kurallar koyacağını kabul ettiler. Fakat insanın idrakinde sorular bitmiyordu. Bu evrenin başı sonu yok mu idi? İnsan nereden gelip nereye gidiyordu? Bu ve benzeri soruları felsefenin çözülmez problemleri kabul ettiler; bunları gündemlerinin dışına attılar. Tabiata yükledikleri de sadece fiziki fonksiyondu. İnançlarının iyice cılızlaşması, kültür dünyalarını etkiledi. Hiç düşünmediler ki kültürün temelini dinler, medeniyetin temelini ilimler oluştururdu. Michelangelo, Hz. Musa’nın peygamber olduğuna inanmasaydı, bir taşı yıllarca yontup hayalindeki Musa’ya benzediğine inanınca, “Kalk ya Musa!” diye o ünlü çığlığı atmazdı. Rembrandt, Hıristiyan gözüyle dünyaya bakmasaydı , “Hz. İsa Hastalara Şifa Dağıtıyor”, “Hz. İsa Ölüleri Diriltiyor” gibi göz kamaştırıcı tabloları yapamazdı. Dostoyevski Ortodoks, Mimar Sinan Müslüman olmasaydı yeteneklerini gün ışığına çıkaramazlardı. Ürettikleri kültürler milletlerin varlık teminatıdırlar; kültür unsurları üretemeyen milletler kol kuvvetine dönüşürler; üretenlerde asimile olurlar. Tabiatın koynunda mutlu yaşamak ancak müspet bilimlerle mümkündür. Bu bilimlerin insanlığın aleyhine kullanılmasını önleyebilecek yegane unsur yine manevi sorumluluktur. Aksi takdirde Nagazaki ve Hiroşima’nın bin beterini yaşamak kaderimiz olur.

    Müspet bilimlerde Batı’nın beyni geliştikçe, önemini yitiren diliyle beraber vicdanı da törpülendi, zamanla ihtirası dizgin tanımamaya başladı. İşte Avrupa’nın acımasız sömürgeciliği buradan doğdu. Manevi hayatı iyice sarsılınca, gelenekleri temellerini yitirdi. Maneviyatın, geleneklerin olmadığı yerde dejenerasyonun hortlaması tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının getirdikleri açlık, kıtlık ihtirasları kamçılayınca, dejenerasyon da alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.

    Metafizik, istendiği zaman ele getirilebilen bir nesne değildir; onun sağlam temellere ihtiyacı vardır. Kutsal kitaplarındaki maddi hatalar onları bu duruma getirmişse aynı reçete ile ayağa kalkmaları nasıl mümkün olabilir?

Aydınımızın yabancılaşması

Standart aydınımız ya Batıcı ya da Marksist’tir. Aslında bunların birbirlerinden farkı yüzeyseldir; sadece ekonomik görüşte ayrılırlar; birisi fertçi, diğeri devletçidir.

Yani olaylara bakışları maddenin üretiminde ve paylaşımında farklılaşır; ama kültürümüze karşı olmak yönünden ittifak halindedirler. Benimsedikleri düşünce sisteminden şahsiyetlerini yoğuracak değerler alamazlar; çünkü insana kişilik kazandıran manevi unsurlardır; bunlara karşı olduklarından şahsiyet zaafı ortak özellikleri haline gelmiştir. Çıkarları söz konusu değilse, hiçbir haksızlık karşısında onurlu bir tavır sergileyemezler. Kolayca iftira atarlar; sevmediklerini karalamak için rahatlıkla yalan uydururlar. Bu tip insanların genel karakteri nefisleriyle düşünmektir. Rüşvetlerin, suistimallerin, sorumsuzlukların kaynağı da burada karşımıza çıkar.

    Tanzimat’la resmi hüviyete kavuşan Batılılaşmamızı sonraki nesiller beğenmediler; zira Tanzimatçılarda “İlim ve teknikte Avrupa’yı örnek almalıyız” tezi ağır basıyordu. Hâlbuki Batı bir bütündür; medeniyeti kültürünün ürünüdür. İlim ve tekniğini almak istiyorsak, önce onun kültürünü benimsememiz gereklidir. Bu görüş sonradan yapılan inkılâpların da gerekçesi olmuştur.

      Kültürler dinle yoğrulurlar. Batılı doğunca kilisede vaftiz edilir; ölünce de oradan defnedilir. Okullar da kilisenin fonksiyonunu takviye ederler. Dini seremoniler, metafizik bilgiler şahsiyeti etkiler; sorumluluğunun şuurunda olan, ölçüleri bulunan kişileri ortaya çıkarırlar. Bu konuda onları taklit etmemiz mümkün değildi; çünkü Müslümanlık ve tarihi gelişmemiz farklıydı. Hiçbir kültürün yozlaşmadan transfer edilemeyeceğini de unuttuk. Yozlaşmış bir kültür, kültürsüzlükten bin beterdir. İslamiyet’ten uzaklaşmakla Batılılaşacağımızı, medenilik vasfını kazanacağımızı zannettik. Bunu başaramadığımız gibi, vicdanımızı besleyen manevi dünyamız yıkılınca, nefsimiz hortladı; hayatımızı onun tatminine tahsis ettik. Meşruiyet endişemiz gündemimizden çıktı.

    Batı bir kültür ve medeniyet dünyası idi; elbette ondan alacağımız pek çok husus vardı. Neyi alacağımıza dair tespitte bulunabilmek için önce bu kültür ve medeniyet dünyasını analiz etmemiz gerekiyordu. Fakat bir hususu idealize edenin, onu analiz etmesi mümkün değildir. İlkokulda öğretmenimiz bize Avrupa’nın medeniliğini anlatmak amacıyla İsviçre’nin dağlarında açık dükkânların bulunduğunu, avcıların ihtiyaçlarını aldıktan sonra, etiketlerindeki fiyatlara göre paralarını bıraktıklarını söylerdi. Hâlbuki üç gün oralarda kalan, büyük mağazalarda özel güvenliklerin bulunduğunu, her dakika bir insanın soyulduğunu, bir kadına tecavüz edildiğini bilir. Elbette Batı’yı idealize etmek saygıdeğer öğretmenimize has değildi; devlet politikasıydı. Bu politikayla yetişen Batıcılarımız kadar herhalde Avrupa’da Batıcı yoktur.

    Marksizm, Batı kültürünün, kendisine ait yönetim sistemindeki çarpıklığa karşı ürettiği ideolojidir; yine Batı’nın öz evladıdır. Marksistlerimiz de ideolojilerini idealize etmekle diğer Batıcılardan geri kalmadılar. Altmışlı yıllarda ünlü bir gazetecimiz Romanya’ya gitmiş, gezi notlarında bir çobanın bizim valimizden otuz kat fazla maaş aldığını, bollukta yüzdüklerini ballandıra ballandıra yazmıştı. Onun yazdıklarını ve benzerlerini okuyan gençler sokağa fırlıyor, “rejimin köpeği” diye polise taş atıyorlardı. Sosyalist ülkelerde kendi rejimlerine dair bu çapta bir yalan yazılmış mıdır?

    Bir anayasa hocasının ev, altyapı problemlerini çözdüğü için Marksist diktatörlüğü övmesini anlamak kabil mi? Ekonomik kalkınmayı fişekleyen hürriyettir; kazandığını istediği gibi harcamayanın gayret göstermesine, daha fazla üretmesine sebep var mı? Diyelim ki Marksist diktatörlük ev ve altyapı sorunlarını çözdü. Mesleği hukuk olan bir kişi, insan onurunun ev, altyapı yatırımlarında değil de hürriyette bulunduğunu bilmez mi? Hele bu maddi imkanlar hürriyetin karşılığı ise köleliğin ta kendisi değil de nedir? Fakat neylersin ki hayranlık bizde akıl ve ölçü bırakmadığından ne söylediğimizin farkında değiliz. Aşağılık duygusunun okyanusunda boğulmamamız için kendi değer ve ölçülerimize sarılmaktan başka çare olmadığını mantık ve ilim bize söylüyor; ama kim bunun idrakinde?

Hiç yorum yok: