19 Kasım 2012 Pazartesi

Şiir ve şahsiyet - Mehmed Niyazi

                      Arthur Rimbaud (1854 - 1891)


On dokuz yaşında şiiri bırakıp başıboş bir hayat sürmeye başlayan Rimbaud gibi kuyruklu yıldızlar sanat dünyasında çok ender görülür. Onların şiirleri daha ziyade duyguyla örülmüştür, düşünce ve felsefeyi harç olarak kullanmadıkları için birkaç istisnası hariç, köpükte kalmışlardır; zevkle okunsalar bile fazla etkileyici değillerdir.
Yeteneği inkar etmemek kaydıyla sanat şahsiyet ve idrakin ürünüdür. Bunlar gökten zembille inmez; bir ortamda dokunur, eğitim ve öğretimle seviye kazanırlar. Sanatkarı kültür, düşünce, acılar besler; çalışmak ise en önemli özelliğidir. Bunları Yahya Kemal’in şahsında ve şiirinde yakından müşahede etmekteyiz. Gözlerini dünyaya geleneksel Müslüman bir Türk ailesinde açtı. İlk dini terbiyesini ona sık sık, “Oğlum dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimiz’i, bir de Murad efendimizi” diyen annesinden aldı. Her Müslüman’ın gönlünün zirve noktası şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’e aittir. Birinci ve İkinci Murad’ların Balkanlar’daki Türklerin hayatında çok ayrıcalıklı yerleri olduğu için onlara da farklı bakmaktadırlar. Oraların vatan iklimine bürünmesinde bu iki Hakan’ın kanı ve kılıcı çok etkili olmuştur. Yunus’un ilahilerinin, Ahmediye ve Muhammediye gibi kitapların okunduğu bir evde Yahya Kemal şahsiyetini bulmaya başladı. Sekiz-dokuz yaşlarındayken Leskofça muhacirlerinden Hüseyin adında yanık bir Müslüman ona Battal Gazi Destanı’ndan parçalar okuması, Budin, Belgrad türküleri söylemesi şahsiyetinde etkili olmuş, yıllar sonra ona şu mısraları yazdırmıştır: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/ Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırdı ilerle/ Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle”.
    Yüzyıllarca Müslümanlar Balkanlar’da “millet-i hakime” idiler; gün geldi pozisyonlarını kaybetmekle kalmadılar; feci muamelelere muhatap olmaya başladılar. Böyle muameleler lügatlerinde yoktu. Çünkü Hıristiyan, Musevi, hatta ateist olsa bile insan eşref-i mahlukattı; onlar din kardeşleri değilse de “Yaradılışta eşleri”ydiler. Fakat muhataplarının insan anlayışları inançla sınırlıydı; bu da onları derinden yaralıyordu. Gerçi Yahya Kemal’in çocukluğunun geçtiği bölgeye Osmanlı hakimdi; fakat Devlet-i Aliyye eski günlerinde değildi; bu da onları tedirgin ediyordu. Böyle bir ortamda yüzyıllarca her bahar kuzeye doğru dörtnal atlarını süren atalarının özlemini duyup dile getirmesi tabii idi: “Aldım Rokofça kırlarının hür havasını / Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını”.
    O da modaya uyup hürriyet uğruna (!) Fransa’ya kaçtı. Fakülte hayatından ziyade sanat dünyasını tercih etti. Oralarda bohem atmosferi hakimdi. Çocukluğunda dimağı, şahsiyeti sağlam örüldüğünden bu bohem ikliminden sanatı için gerekli olanı aldı. Fakat Batı’nın kültüründen etkilendiği kadar ilminden nasiplenmediğinden vatana dönmesine rağmen idraki yine orada kaldı; aklı oranın ilminde değil, irfanındaydı. Onun da temeli eski Yunan’a dayanıyordu. Onlar gibi olmak için biz de Batı’nın kaynaklarından beslenmeliydik. Onun bakımından kültürümüzün hamle yapmasının biricik yolu “Nev Yunanilik” idi. Kendi dünyamıza sırt dönüp Greko-Romen kültür havzasında yerimizi almalıydık. “Bergama Heykeltıraşları”, “Sicilya Kızları” adlı şiirlerini yazdı; “Bir Kitab-ı Esatir” , “Tiyatro”, “Çamlar Altında Muhasebe” ve benzeri makaleler kaleme aldı. Yahya Kemal’in kumaşında tefekkür ve şiir vardı; yazdıklarında bir seviye bulunmakta idi; Bergama Heykeltıraşları şiirinde şöyle diyor: “İnsan vücudu, bazen açık, bazen örtülü / Her çizgisiyle sanatı canlandıran büyü...” Fakat bu sırada geçimini temin etmek için mutlu bir rastlantıyla tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle mazimize eğilmek zorunda kaldı. İşte o zaman neye veda ettiğini, milli açıdan ne gereksiz şeylerin peşinden koştuğunu idrak etti. Bu hususta en büyük yardımcısı çocukluğunda şahsıyla ilgili aldıklarıydı; kendi tabiriyle “Mektepten eve dönmesini” onlar sağladı. İkliminden aldıklarını nasıl bize verdiğini, Yunanilik dönemindeki yazdıklarıyla mukayese edilemeyecek kadar lirik olan şu mısralarında da şahit oluyoruz: “Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına,/ Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına./ Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Frenk,/ Vur! Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.”

Hiç yorum yok: