22 Aralık 2012 Cumartesi

Roman ölüyor mu? -Roman ve toplum- Mehmed Niyazi


Roman ölüyor mu?

Önemli bir sanat dalı olan romanın ölüp ölmediği sorusu uzunca bir zamandan beri aydınların, bilhassa romancıların gündeminde yer almaktadır.

Sinemanın, olayları canlı olarak sergilemesi, televizyonun yaygınlaşması bu soruyu daha ciddi boyutlara taşımıştır. Fakat romanda anlatılan incelikler, duygular, örülen atmosfer filmlerde yeteri kadar verilemediği için, sinemanın hiçbir zaman romanın yerini tutamayacağı kabul edilmiştir. Beğenilen bir filmin romanını okumak ihtiyacının duyulması da bu gerçeği doğrulamaktadır. Tabii romanın sinemaya kaynaklık etmesi de, onun yaşamasını lüzumlu kılmıştır.

Sosyal bilimciler olanı incelerler; olabileceklerin hakkında tahmin yürütürler. Fakat hayatı yoğuran hırslar, kinler, kıskançlıklar gibi çeşitli insani duygular onların konusuna girmez. Sanatçı, olaydaki bu duyguları ele alırken meselenin asıl muharriklerine dikkati çeker. Balzac yaşadığı dönemdeki Fransız toplumunu, onun nasıl oluştuğunu romanlarında ortaya koymuştur. Marx, Balzac’tan çok şey öğrendiğini söylerken bir ideoloğun, bir bilim adamının sanatçıdan neler alabileceğini ifade etmektedir. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy Rus insanını, Rusya’da olup bitenleri anlattılar. Onların çizdikleri tablolara, belki onların düşünmedikleri, hatta arzu etmedikleri yerlerden bakan komünist ideologlar, kendilerini haklı gösterecek malzeme bulmakta güçlük çekmediler. Bu itibarla romanların ilim adamlarına, ideologlara kaynak, aynı zamanda ışık olduklarını rahatça söyleyebiliriz.

    Olayların gerçek müsebbibi insandır; hiçbir sosyal bilim roman kadar insanı ele almaz; ondaki arazları, üstün vasıfları günışığına çıkarıp kişileri düşünmeye zorlamaz. Dünyayı kana bulayan, insanlara mazarrat olan iblislerin ruh hallerini Dostoyevski, Peyami Safa kadar hangi bilim adamı gözler önüne serebilmiştir? Dolayısıyla problemlerin çözümünde hiçbir sosyal bilim roman kadar etkili değildir.

    İnsanı kültür yoğurur; dünyada değişik kültürler bulunduğundan, farklı insanların oluşması tabiidir. Fakat değişik kültürlerin insanlarında ortak yönler vardır; hırs, acıma, cimrilik, gaddarlık gibi. İnsanın bu duygularını ele alıp işleyen roman, kültürlerin farklılaştırdığı insanı bütünleştirmektedir. Bunun için Balzac, Dickens, Goethe, Tolstoy, Dostoyevski milli sınırlar içinde kalmamış, insanlığa mal olmuşlardır. İnsanlığa ortak bir kalbi ancak romancılar yerleştirebilir.

    İlmi eserler olayları analiz yapar, sonuçlarına işaret ederken insanlığa doğru yolu da göstermiş olurlar. Fakat bilimler idraklere hitap ettikleri için insanlığı roman gibi sarsmazlar, vicdanını duyurup onları harekete geçirmezler. Mesela dünyanın bir bölgesinde açlık hüküm sürüyorsa diğer insanları sadece vicdanları harekete geçirir. Bu noktada da romanın işlevi karşımıza çıkar.

    Giderek teknolojinin hayatımızda daha çok etkili olacağı açıktır; çünkü insanın tabiatla mücadelesinde yardımcı oluyor; ona rahat bir hayat sağlıyor. Fakat teknoloji beraberinde küresel ısınma gibi bazı problemler de getiriyor. Menfaatinin peşinde olan, insanlığı tehdit eden tehlikeyi umursamaz. Bu tip insanlara ilimler çok fazla şeyler söylemezler.

    Teknoloji dünyamızı küçülttükçe meselelerimizi büyütüyor; çünkü teknoloji kuvvetlilere güç kazandırıyor; zayıfların hazırlanmasına zemin hazırlıyor. Milletlerin arasındaki mücadeleler, halkların sömürülmesi insafsız bir hal alıyor. Bu gaddar hayatın önüne geçecek ilaçların başında roman gelir; zira o insana vicdanını duyuracak en etkili faktördür.

    Bir coğrafyada, insanlığın bazı dertlerine ilaç olacak değerler oluşabilir. Yeni değerleri yaygınlaştırmak insanlığı zenginleştirir. Bu konuda da en etkili unsur, yine romandır; çünkü insan düşünmediği, ama canugönülden “güzel” deyip benimseyebileceği çok olayla okuduğu romanlarda karşılaşabilir.

    Bergson’la birlikte bilim dünyasına sezgi girmiştir. Fakat sezginin romanda yeri başkadır. Araştırmaların, ispatların ulaşamadığı yerlere sezgi ulaşır; bu da görünmeyeni insanlığa gösterir; tehlikeleri işaret eder. Bütün bunlar, daha sıralanabilecek hususlar romanın ölmeyeceğini ve ölmemesi gerektiğini bizlere göstermektedir.


Roman ve toplum 

Romancı toplumun meselelerini ele alır; bunu yaparken insanlığın bir eksikliğini giderdiğinin de şuurundadır.

Ne hikmetse on dokuzuncu yüzyıl romanın zirve yüzyılıdır. Bu yüzyılda Fransa’da büyük ihtilal yapacağını yapmış, ardından gelen olaylar ise artçı sarsıntılar gibi olmuştur. Söz konusu dönemde Fransız aydınına pozitivist dünya görüşü hakimdi; toplumun meselelerine bu gözlükle bakmaları tabii idi. Aynı zaman diliminde birkaç büyük romancı karşımıza çıkmaktadır; Balzac, Stendhal, Hugo, Zola… Balzac ve Stendhal toplumdaki üst tabakanın meseleleriyle meşgul oldular; kahramanlarının sorunlarıyla derinliğine ilgilendiler; fakat metafizik taraflarını pek dert edinmediler. Hugo ise “Sefiller” romanını bir papazın faziletine bina etmekle metafiziğin hayattaki önemini vurguladı. “Notre Dame’ın Kamburu”nda tam bir metafizik dram var. Burjuvazinin ördüğü örtünün altında apayrı bir dünya bulunuyor; burada işçiler, fakirler, düşkünler yaşamaktadır. Bunları ele almakla Hugo, Fransız romanını konu bakımından tamamladı. Sartre ve Camus Fransız kültürü azametini kaybederken görünen iki yıldız; Sartre fikre, Camus sanata yatkın; “Veba”, “Düşüş” gibi eserleri göz kamaştırmaktadır.

    Rus edebiyatını Puşkin’in kurduğu kabul edilir, ama Rus romancılığının temellerini Gogol’un attığını rahatça söyleyebiliriz. Dostoyevski; “Hepimiz onun paltosundan çıktık” dememiş miydi? Gogol çarpıcı eserler vermişse de, ruh dünyasına girmekte yekta olan simsar Dostoyevski’dir. Kimsenin fark edemediği iblisleri teşhis edip ortaya çıkardı. İnsanlık var olduğu sürece o iblisler yaşayacaklar; bunlar sadece belli bir ülkeye ait olmadığı için de Dostoyevski insanlığa mal olmuştur. “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov’a entelektüel geçinen muhitlerimizde sık rastlamıyor muyuz? Parasına tamahen tefeci kadını öldürür; bir insanın kanına girmiştir; kendisinin katil olduğunu bilir; aynı zamanda üstün bir insan olduğuna inanır. Bu ikileme sahip tipler bütün ülkelerde yok mudur? Her çağda yaşamamışlar mıdır?” Karamazof Kardeşler” o dönemin Rusya’sıdır; belki de tüm insanlığın dramıdır. Parlak fikirlerin ortalıkta dolanmasına rağmen ölümlü dünyada son söz metafiziğindir. Dostoyevski, Turgenyev ile mücadele halindedir; Turgenyev Batıcı, Dostoyevski Rus milliyetçisi ve Ortodoks’tur. Turgenyev manevi dünyalarına sırt dönerek romancılık bakımından davayı baştan kaybetmiştir. Çünkü ruhtan mahrum roman kuru olaylar zincirinden öteye geçemez; böyle bir ortamda roman yazmak asfaltta orkide yetiştirmeye benzer. Dostoyevski ise milliyetçi ve Ortodoks olmakla sırtını Rus tarihine ve metafiziğine dayamıştır. Biri “Karamazof Kardeşler”i diğeri “Babalar ve Oğullar”ı yazar. Aralarındaki fark Lut gölü ile Everest tepesi kadar. Tolstoy hem dindar hem de yeni bir din peşindedir; oysa dindarlık teslimiyetle mümkündür. Teslim olan nasıl yeni bir din peşinde olabilir? Bu da onu ölüme götüren huzursuzluk kaynağıdır. “Harb ve Sulh” ile milletinin yaşama gücünü ortaya koydu; “Anna Karenina” ile de ruh derinliğini. Rusya’da çeşitli fikirler mücadele ediyordu. Sonunda materyalizm galip geldi; ruhi bir olay olan sanatı da kökünden biçti. Daha sonra ancak iki romancı yetiştirebilmiştir; Pasternak ve Soljenitsin’dir; ikisi de rejime ters olan metafizikle beslenmişlerdir.

    On dokuzuncu yüzyılda Devlet-i Aliyye’nin temelleri sallanmaktadır. Batı, Osmanlı’nın bilgi bakımından geriliğini vahşice sömürüyordu. Bunu gören Ahmed Mithat Efendi, kurtuluşu ne Batıcılıkta ne de bir başka ideolojide aramadı. Ona göre bir toplum için önemli olan bilgidir. İnancı da “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” düsturunu ortaya koymuyor mu? Batı’nın aldığı mesafenin farkında; oraya göz yummanın intihar olduğunun da şuurundadır. Bundan dolayı yarı Batılı, yarı Doğulu, tipik bir Tanzimat aydını olarak kalmıştır. Halit Ziya, Mehmed Rauf yazdıkları romanlarla Batı’nın değirmenine su taşıdıkları için de arkalarından katıksız Batıcı olan Yakup Kadri ile Halide Edip geldiler. Ahmet Hamdi de Batıcıdır; ama; “Şöyle bir dünya da var” diyerek bizi işaret etmektedir. Peyami Safa, hamlelerimiz için Batı’yı gerekli görmüş; fakat Tanpınar’ın aksine onda asıl olan biziz. “Yalnızız” fikirler geçidi, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” çığlığımız, “Fatih-Harbiye” çarpışan iki dünya. Gönlü Fatih’ten, idraki Harbiye’den yana. Ama idraki gönlü için vardır.

Hiç yorum yok: