13 Haziran 2013 Perşembe

Necip Fazıl’ın çıkış sebebi-Çocuk, bu sesi nereden buldun?-Mehmed Niyazi

Necip Fazıl’ın çıkış sebebi

Bütün insanların Hz. Adem’in çocukları olduğunu, hepsinin “tarak dişi” gibi eşitliğini ilan eden İslamiyet, yalnız iki insanın farklılığına işaret ediyor; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İslamiyet’in ilk  dönemlerinde Müslümanlar ilimleri birbirlerinden ayırmıyorlardı; sonradan “tabii bilimler” olarak nitelendirilenler de Allah’ın azametini bizlere anlattıkları için diğerleri gibi değerliydiler.

    Endülüs’teki aydınlık, Avrupalıların gözlerini kamaştırdığından öğrencileri buraya akmaya başladılar. Kuzey Afrika ile Avrupa’nın güneyindeki milletlerin, bilhassa İtalyanların ticarî ilişkileri fazlaydı. İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten Roma’ya göç eden Bizanslı alimlerin gayreti de bunlara katılınca, Batı’da müspet bilimler nüvelenmeye başladı.

    Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe İncillerdeki maddî hatalar anlaşılır oldu. Zamanla bu maddî hataların çokluğu fark edilince, ilim adamlarıyla kilise mensupları karşı karşıya geldiler. Ortaçağ boyunca ilim dünyasıyla kilisenin kanlı mücadelesi sürüp gitti. Müspet bilimler geliştikçe, Avrupalı aydınların pek çoğunun nezdinde din önemini yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Oysa hırsı, ihtirası frenleyen en ciddi fenomen dindir. Giderek iyice cılızlaşan manevi değerler, gelenekler, Avrupalı’nın artan hırsı, ihtirası karşısında duramaz oldular. Maneviyatın, geleneğin bulunmadığı yerde dejenerasyonun baş göstermesi tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın getirdiği açlık, kıtlık ihtiraslarını olabildiğine kamçılayınca, aşınan manevî değerler, onlara bağlı olarak gelenekler iyice güçsüzleşti; kural tanımazlık alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyayı yönlendiren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.


    Dramatik yıllarımız başlayınca, en büyük emelimiz “Kanun-ı Kadim”e dönmekti. Bir türlü “Kanun-ı Kadim”e işlerlik kazandıramayınca, Batılıları taklit etmek bize tek çare imiş gibi göründü. Onlarda çok güçlü olan kilise teşkilatını andıran, manevî dünyamızı düzenleyen bir yapılanma da yoktu; Avrupa’da yüzyıllarda oluşan dejenerasyonun bizde kendisini çok çabuk göstermesi tabii idi; çünkü aydınlarımızın ekseriyeti Batı’yı bu durumun ortaya çıkardığını sanıyor, onlar gibi olmanın ihtirasını yaşıyorlardı. Üç gün okula giden çocuğumuz babasını, annesini beğenmiyor, en büyük düşman babasını, annesinin başörtüsünü görüyordu. Yöneticilerimiz de gerçekten Batılılaşmamız için metafiziğimizden, tarihimizden tamamen kopmamızın şart olduğu kanaatindeydiler; bütün eğitim, öğretim ve bilim yuvalarımızı bu gaye ile düzenliyorlardı. Söz konusu durumun, azıcık ilimden nasiplenmiş olanlar için, bizi yok oluşun girdabına sürükleyeceği aşikârdı. Said Nursi, Süleyman Tunahan, Sami Ramazanoğlu, Abdülhakim Arvasi, daha pek çok muzdarip, sürüklenmek üzere olduğumuz felaketten bizleri kurtarmak için canlarını dişlerine takıp mücadeleye başladılar. Çağın imkânlarıyla donanmış organize bir güçle, inançlı, fakat her türlü imkândan mahrum bir zümre karşı karşıyaydı. Adeta ebabil kuşlarının fillere karşı koymaları gibiydi. Sanki tarih yeniden yaşanıyordu. Ecdat yadigârı bu topraklarda yeryüzünde emsali görülmemiş orantısız bir mücadele sürüyordu. Bu cübbeli, sarıklı, sakallı insanlar idraklerini ve şahsiyetlerini apayrı bir dünyada bulmuşlardı; yeni nesillere hitap etmeleri çok güçtü; sadece dünyaları değil, kelimeleri, telakkileri, zevkleri de farklıydı. İşte bu hengâmede ortaya bir ses düştü; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyordu. Bu ses, tarihin derinliklerinden, manevî dünyamızı yüklenerek geliyordu; hem günümüz gencinin anlayacağı kadar taze, hem de idrak sahiplerini sarsacak kadar etkiliydi: “Atomlarda cümbüş donanma şenlik / Ve çevre çevre nur çevre çevre nur / İç içe mimari iç içe benlik / Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” Bu sesin sahibi şairliğini, şöhretini, o güne dek bütün dünyevî kazanımlarını tehlikeye sürdüğünün farkındaydı. Neylersin ki inanan hesap yapamazdı; o da yapmadı; saf saf  tanklara adeta bir güvercin gibi saldırdı: “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim / Minicik gövdeme yüklü Kaf dağı / Bir zerreciğim ki arşa gebeyim / Dev sancılarımın budur kaynağı” Üzerine gelen belalara da “Bir fikir ki  sıcak yarada kezzap / Bir fikir ki beyin zarında sülük / Selam selam sana haşmetli azap / Yandıkça gelişen tılsımlı kütük” feryadıyla  katlandı. Bir gün bu topraklarda lekesiz bir şafak sökerse, beyni olanlar bu sese çok şey borçlu olduğumuzu teslim edeceklerdir.

    Yazdıklarından nasıl kavi iman sahibi olduğunu görüyoruz. Demek ki kendini kurtarmıştı. Fakat bizler, gelecek nesiller için zindanlara girdi. Onun mahkûmiyetleri nesillerin kurtuluşu oldu. Rabb’im nur içinde yatırsın.

Çocuk, bu sesi nereden buldun?

Necip Fazıl’ın yazdıklarından anladığımıza göre, babasının ilginç bir kişiliği varmış. Ünlü Kısakürek ailesi, aslen Girit muhaciri olan annesini pek kabullenmemiş.

Bu tavrın annesini yaralamasının, aşırı zeki olan küçük Necip’in gözünden kaçmasına imkân yok; dolayısıyla annesine düşkünlüğü artar. On iki yaşındayken hastanede yatan annesini ziyarete gider; annesinin ona “Şair olmanı ne kadar isterdim” sözünü Necip Fazıl şöyle yorumlar: “Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi…” Annesinin içine bıraktığı kor, Bahriye Mektebi’ndeki hocaları tarafından alevlendirilir.

    “Ne oldumsa bu mektepte oldum” dediği, o günkü adı “Mekteb-i Fünun-u Bahriye-i Şahane”nin Necip Fazıl’ın hayatında çok önemli yeri bulunmaktadır. Hocalarının arasında Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Aksekili, Hamdullah Suphi gibi önemli simalar vardır. Teneffüste arkadaşlarıyla aruz alıştırmaları yapar. Tek nüshalık elle yazılmış “Nihal” isminde bir dergi çıkarır. Herhalde küçük Necip’in hevesi, yeteneği edebiyat öğretmeni İbrahim Aşki Bey’in dikkatini çeker; yüksek irfan sahibi olarak tanımladığı bu insan onunla yakından ilgilenir. Yararlanacağını düşünerek evinden Sarı Abdullah’ın Semerat-ül Fuad’ı (Gönül Verimleri) ile Divan-ı Nakşi’yi Necip’e getirir. Yazdıklarından, bu kitaplardan çok etkilendiği anlaşılmaktadır; “Mektebin camiindeki minareden sabah ve yatsı ezanları okunurken yatağımdan doğruluyor, elimle başımı kapatıyor ve anlatılmaz haşyet duyguları içinde yüzüyorum.”

      Tabii bu kitaplar bir çocuğun çabucak okuyup bir kenara koyacağı cinsten değildir. Onlarla uzun süre haşır neşir olduğunu şu sözlerinden anlıyoruz; “Baş meselem Allah… Koltuğumun altında, yaprakları öd ağacı ve gül yağı kokan Semerat-ül Fuad ve yumurta akıyla parlatılmış, esmer kâğıt üzerine yazma Divan-ı Nakşi, rıhtım boyunca dalgalara karşı düşünce. Darağacına çekilen Mansur’un menkıbesi, tac ve tahtını yele veren İbrahim Ethem’in macerası ve dünyayı bütün nakışlarıyla perde üzerinde gölgelere benzeten Nakşi şair, ruhumu akşam ıssızlığına çevirmişti.”

    Çok sevdiği dedesi Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, on üç yaşındayken de babasıyla annesi ayrılmıştı. Baba tarafı Necip’e ilgisizdi; o da annesini yalnız bırakamazdı. Dedesinin sağlığında debdebeli konağın gözbebeği olan çocuk, annesiyle beraber, Tersane’de işçi olan dayısının Kasımpaşa’daki evine sığınmıştı. Üstelik Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu bulunan İttihat Terakki döneminin polislerinden büyük dayısının çoluk çocuğunun geçimi de küçük dayısının omuzlarındaydı.

    Bir yanda hiç alışık olmadığı yoksulluk, diğer yandan sanatkârlığın amansız ruh burkuntuları onu sıkıştırıyordu. Hamisiz, dostsuz ve işsizdi. Küçük dayısına yük olmaktan duyduğu acı da katlanılır gibi değildi. Hapisten çıkan büyük dayısı Erzurum’a polis müdürü olarak tayin edilince, annesiyle beraber onun yanına gittiler. Bir süre sonra dayısı, Adana polis müdürlüğüne atanınca, tekrar küçük dayısının Kasımpaşa’nın Okmeydanı’na yakın bir yerinde tuttuğu yeni eve geldiler. Buradaki yaşantısını yıllarca sonra şöyle tasvir edecektir: “… Haliç ve Topkapı’dan Sarayburnu’na doğru kubbeler ve minareler. Bu manzaradan isim veremediğim bir hasret tüttüğünü hissediyorum. Bir giden var, bir beklenen var. Okmeydanı’na çıkan yollardaysa tozu toprağa katan ve matemli bir kadın gibi saçını yolan bir rüzgârdan başka bir şey yok…” Bu kahırlı, yalnız yıllar ruhunu olgunlaştıran mektep olur. Posta ile gönderdiği ilk şiirlerinden biri Tercüman Gazetesi’nin edebiyat ilavesinde yayınlanır. Ardından Yeni Mecmua sayfalarında “Sevgilim” başlıklı şiirine yer verir. Çok genç olmasına rağmen sanatın piyango olmadığını bilir; ne yaptığının farkındadır. Yakup Kadri’ye giderek, içinde şiirleri bulunan defterini masasına bırakır ve şunu söyler: “Bu defterde şiirlerim var. Lütfen bir göz atar ve beğenirseniz “Yeni Mecmua”da neşrine delalet ederseniz makbule geçer.” der.

    Ziya Gökalp, Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Ahmet Refik, Ömer Seyfettin, Halide Edip gibi ünlülerin toplandığı derginin kaliteden taviz vermediği sanat çevreleri tarafından bilinmekte idi. Genç Necip Fazıl’ın, şiirlerini bu dergide yayınlamasını istemesi kendisine olan özgüveni göstermektedir. Henüz on yedi yaşındayken Ahmet Haşim gibi büyük bir şair; “Çocuk, bu sesi nereden buldun?” diye sormak zorunda kalır. Abdülhak Hamit’in “Ey zekâ” diye hitap etmesi de onu takdir ettiğini gösterir. Üstad Necip Fazıl’ın hayatını gözden geçirince “Öldürmeyen darbeler insanı güçlü kılar” sözünü söyleyen filozofa hak vermemek mümkün mü?

Hiç yorum yok: