28 Ocak 2013 Pazartesi

Tarihe işemek-Tarihe işemek


Tarihe işemek

SES getirmek, kendinden bahsettirmek, unutulmamak ve tarihe geçmek maksadıyla yapılan utanmazca tuhaflıkların Türkçe’de çok güzel bir karşılığı vardır: “Zemzem Kuyusu’na işemek” 
Bu deyim, İslamiyet’in ilk zamanlarında yapılmış bir saçmalıktan kaynaklanır. Şöhreti ancak Kâbe’de yakalayabileceğini düşünen zavallının biri gözüne Zemzem Kuyusu’nu kestirmiş ve gidip herkesin önünde kuyuya bir güzel işemiştir. Böyle yapmakla isminin ölümsüzleştiğine inanmaktadır!
Bu iş bir küsur seneden buyana hatırlanmakta, bizim “Zemzem Kuyusu’na işeyen”, İranlılar’ın da “Bevvâl-i çeh-i Zemzem” dedikleri zavallıya Araplar “işeyenlerin babası” anlamına gelen “Ebû Bevvâl” demektedirler. Şöhrete ulaşmak için böyle aptallıklar yapanlardan bahsedildiğinde “Zemzem Kuyusu’na işiyor” denmesinin sebebi budur ama işeyen zavallının ismi artık bilinmemektedir. 


MIRIL MIRIL, ŞIRIL ŞIRIL
Tarihin son zamanlarda pek bir moda olmasıyla beraber, bugüne kadar doğru dürüst bir eser verememiş ve dolayısı ile ismini duyuramamış bazı adamlar, şimdi Zemzem’e yapılan bu ayıbı örnek alıyorlar. Ses getirebilmek için mırıl mırıl saçmalamakta, tarihin içine şırıl şırıl işemedeler! 
Sansasyon yaratabilmek için birkaç sene önce başlattıkları “Biz Türkler, çok eli kanlı milletiz. Asırlar boyunca Ermeni’yi kestik, Arap’ı kestik, Kürt’ü kestik, bu işe Cumhuriyet’ten sonra da devam ettik, hattâ 1940’larda Yahudiler’i yakmak için fırınlar bile yaptık” gibisinden saçmalıklar artık eskidi. Dolayısı ile, yepyeni Zemzem örneklerinin yaratılmasına çalışılıyor ve bol bol “bevvâl”ler, yani “işeyiciler” çıkıyor... 
Üzerine işemeye çalıştıkları son konu ise, Türkçe! 
Adamın biri geçenlerde TV’ye çıkıp Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçe’nin resmî dil olmadığını söyledi, hemen ertesi günü Fatih Altaylı “Yahu, devletin dilinin Türkçe olduğu o zamanın anayasasında bile geçer. Bu adam ne saçmalıyor?” diye yazdı ya... Yeni “bevvâl”, bir gazetede hemen başka bir keramet gösterdi: 1876 Anayasası’nın dil ile ilgili ifadeleri başka türlü de yorumlanabilirmiş, Osmanlı’nın diplomatik dili Fransızca imiş, dolayısı ile Türkçe tek başına resmî dil sayılamazmış, resmî dil iddiasında bulunmak “ulusçuluk”muş, vesaire, vesaire... 
Tanzimat sonrasındaki diplomatik yazışmalarımız Fransızca’dır, tamam. Ama yazışmaların tamamı değil, bir kısmı böyledir... Üstelik bu bahsin unutulmaması, daha doğrusu mutlaka “bilinmesi” gereken bir başka tarafı daha vardır: 19. asırda Avrupa devletlerinin İngiltere dışında neredeyse tamamının diplomatik yazışmaları Fransızca’dır. Bu iş Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nda da, Rusya’da da, Almanya’nın büyük prensliklerinde de böyledir ve Bâbıâlî de bunu yapmıştır. 



‘TROPF’, YANİ MANKAFA! 
Avusturyalılar ise Fransızca diplomatik yazışma işinde daha ileri gitmiş, isimlerindeki asalet gösteren “von” ekini bile Fransızca’ya tercüme edip “de” yapmış, kendi adlarını Fransızca’ya göre yazmışlardır. Meselâ, Avusturya’nın İstanbul’daki maslahatgüzarı Eduard von Klaezl’in Viyana’ya gönderdiği Fransızca raporlarını “Eduard de Klaezl” diye imzaladığını diplomasi tarihine merakı olan hemen herkes bilir. Avusturya’nın meşhur şansölyesi Prens Metternich’in, von Klaezl’den gelen bazı raporların yan tarafına “mankafa, hödük, salak” demek olan “tropf” kelimesini yazdığını da... 
Şimdilerde acemi “bevval”ler tarafından sakız gibi çiğnenen, uzatılan, başka taraflara götürülmek istenen ve Zemzem Kuyusu’na benzetilmesine uğraşılan meselenin temeli şudur: Bir devletin resmî dili, resmî yazışmaların yapıldığı lisandır, Osmanlı Arşivleri’ndeki milyonlarca evrakın da neredeyse yüzde yüzü Türkçe’dir. 
Ah şu Osmanlılar! Hem teb’ayı sürüm sürüm süründürmüş, hem ot yemeye mahkûm etmiş, hem önüne geleni kesmiş, hem de hiç utanmadan Türkçe konuşmuşlar! Ne kadar ayıp etmişler, öyle değil mi?

Hiç yorum yok: