8 Ocak 2013 Salı

Hürriyetçi Demokratlar'ın köklü hizmetleri -M.Latif Salihoğlu


Onları tanıyalım...

Son yüz elli yıllık tarihimizin şan ve şerefle bezenmiş sayfalarında onların imzası var.
Din, vatan, millet yolunda en büyük hizmeti onlar yaptı. 
Bu uğurda en büyük bedeli de onlar ödedi: Darbe, süngü, hapis, sürgün, zindan, idam, vesaire… 
Başlarına gelmeyen kalmadı. Lâkin, yine de yılmadılar. Dâvâdan vazgeçmediler. Ye'se, ümitsizliğe düşmediler. Her fırsatta yeniden toparlanıp hizmete devam ettiler.
Dönem dönem hizmetleri kesintiye uğradı. Ancak, yine de bitmediler, tükenmediler, yok olup gitmediler.
Dolayısıyla, dün var oldukları gibi, bugün ve inşaallah yarın da var olacaklardır.
* * *
Kimlerden mi söz ediyoruz?
Elbette ki, tâ 1860'larda meydân–ı zuhûra çıkan "Ahrâr–ı Osmaniye"den ve onların takipçileri olan "Ahrar–Demokrat Misyonu"nun dindar, itikadlı (mûtekid) temsilcilerinden…
Bunlar, şahıs(lar)dan ziyade esaslı bir dâvâya bağlandıkları için, şahıs ve parti isimlerinden çok misyonlarıyla tanınıyorlar ve öyle de tanınmaları icap ediyor.
Şayet şahıs, yahut kadro/heyet bazında bu silsileden söz edilecek olursa, karşımıza göz kamaştıran köklü, ciddî, esaslı, ihlâslı şöyle bir asalet tablosu çıkar: Namık Kemâl, Şinâsi, Ziya Paşa, Niyazi ve Enver Beyler, Prens Sabahaddin ve Mizancı Murad Beyler, Ali Şükrü ve Hüseyin Avni Beyler, Re'fet ve Karabekir Paşalar, Tevfik İleri ve Adnan Menderes gibi ciddî, dirayetli şahsiyetler.
Bunların bir kısmı samimi "dost" mesabesindedir; ekseriyeti teşkil eden kısım ise "İslâm kahramanı", yahut "İslâmın fedâisi" pâyesine liyâkat göstermiş birer "hürriyetçi demokrat" şahsiyettir.
Aşağıda delilli–ispatlı şekilde görüleceği gibi, bunların yapmış olduğu, yahut imza koymuş olduğu hizmetlerden, ülke ve millet olarak bugün de istifade etmekteyiz.
O halde, nankörlüğe düşmemek için, onları hayırla ve hizmetlerini takdirle yâd etmek durumundayız.
İşte, biz de–asla körelmemesi gereken–bu "takdir hissi"ne istinaden, her türlü bedeli ödeyen bu efsânevî şahsiyetlerin yüz elli yıllık hürriyet ve demokrasi koridorunda yürüyerek yapmış oldukları, imza koydukları, yahut sebebiyet verdikleri hayırlı hizmetlerinin bir kısmını burada tadât etmeyi mühim bir vazife telâkki ederek sizlerin dikkat nazarlarına sunuyoruz.

İlk Anayasa ve I. Meşrûtiyet

Türkiye'de kabul görmüş ilk Anayasa hüviyetini haiz "Kànun–i Esâsî" ve aynı yıl (1876) ilân edilen ilk Meşrûtiyet idaresi, hiç şüphesiz Ahrâr–ı Osmaniye Hareketinin bir meyvesidir.
Aynı şekilde, 1908'de evvelâ Hürriyet'in ve bağlantılı olarak Meşrûtiyet'in yeniden ilân edilip tatbik sahasına konulmasında, yine yukarıda isimlerini sıraladığımız Osmanlı Hürriyetperverlerinin emeği ve gayreti pek büyük olmuştur.
Keza, meşrûtiyetin, yani demokrasinin "olmazsa olmaz" şartlarından biri olan "muhalefet cephesi"ni ilk teşkil eden, yine Ahrâr–ı Osmaniye Fırkası'dır.
Evet, Meşrûtiyet, 1878'den itibaren ara ara kesintiye uğramış olmasına rağmen, böylesi bir hareketin Türkiye'de tâ o tarihlerde başlamış olması, bizdeki demokrasinin gelişimi, tekâmülü açısından çok hayırlı ve çok semeredar olmuştur. 
Aksi halde, Türkiye bugün demokrasi sancısı ile kıvranan Afrika ve sair Ortadoğu ülkelerinden farksız, belki daha karmaşık, daha sancılı bir durumda olurdu.
Demek ki, yapılan hizmet pek büyüktür. Aynı şekilde, bedeli de ağır olmuştur. 
Özetle: Hürriyet ve Meşrûtiyetin hakiki kahramanları, maskeli sahte kahramanların envâ–i çeşit zulmüne, baskısına mâruz kalmış, dünyada rahat yüzü görememişlerdir.
Evet, bedeli hep onlar ödemiş; parsayı ise, genelde başka kulvarlarda at koşturanlar toplamıştır.
En az yüz senedir bir türlü anlaşılmayan, hatta yanlış anlaşılan bu hakikatin şimdi yeni yeni anlaşılmaya başlaması bile, bizleri nisbeten huzurlu ve bahtiyar kılmaktadır.

Millî Hareketin kahramanları

Doksan yıldır büyük bir nimet olarak sahiplendiğimiz hürriyet ve istiklâlimizin en büyük emektarları arasında, yine yukarıda isimlerini saydığımız millî kahramanlar yer alıyor.
Rusya'daki esaretten kurtularak İstanbul'a gelen Bediüzzaman Said Nursî, buradaki işgalcilere karşı amansız bir mücadelenin içine girdi. Söz ve yazılarıyla, ilmî mahiyetteki eserleriyle halkı ve bilhassa ilmiye sınıfını işgalcilere karşı cesaretlendirmeye ve yekvücut hale getirmeye çalıştı. Bu gayreti, Ankara'da henüz teşkil edilen Millet Meclisi tarafından da takdir edildi.
Anadolu'daki Millî Hareketin mutlak mânâdaki hürriyet ve istiklâl şartına bağlı ilk deklarasyonu mahiyetindeki "Amasya Tamimi"ne (bazıları telgrafla) 22 Haziran 1919'da imza koyan ordu kumandanları, isim ve görevleri itibariyle şunlardır:

1– Ali Fuat Paşa: 25. Kolordu ve Kuvâ–yı Milliyenin de ilk Kumandanı.
2– Miralay Cafer Tayyar Bey: Edirne'de (Trakya) Kolordu Kumandanı.
3– Kâzım Karabekir: 15. Kolordu (Şark Cephesi) Kumandanı.
4– Miralay Refet (Bele) Paşa: 3. Kolordu (Canik–Samsun) Kumandanı.

Amasya Genelgesini imzalayan, ancak "ordu kumandanlığı" sıfatı bulunmayan diğer şahıslar şunlar:

I– Eski Bahriye Nazırı ve Hamidiye Kahramanı olarak bilinen Miralay Rauf Orbay.
II–  2. Ordu Müfettişi (Mersinli) Cemal Paşa.
III– 3. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal. (Çok kısa bir süre sonra, müfettişlik görevinden de istifa ediyor. Erzurum Kongresine "misafir delege" sıfatıyla katılıyor.)
* * *
Millî Mücadele belgesine imza atıp, emrindeki ordularla birlikte canla başla çalışan siyasetçiler ile kumandanların hemen tamamı, Hilafetin kaldırıldığı 1924 senesinde CHF'den istifa ile M. Kemal'le yollarını ayırdılar. Bunlar, gruba yeni katılan şahsiyetlerle birlikte TCF'yi (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) kurdular.
İşte, 1908'deki ilk muhalefet grubu olan Ahrarların başına gelenlerin bir benzeri, ikinci muhalefet grubunu teşkil eden bu "millî kahramanlar"ın da başına geldi. 1926'da İzmir'de idam edilmelerine ramak kalmıştı.
(Yeşilay'ın gönüllü taraftarı olup 1920 Eylül'ünde Meclis'ten "Men–i Müskirat Kànunu"nu çıkarttıran, Lozan'da verilen tavizlere şiddetle karşı gelen ve 1923 yılı başlarında Bediüzzaman Said Nursî'nin eserlerini matbaasında basıp neşreden Ali Şükrü Bey, aynı yılın 27 Mart'ında çok hainane ve caniyane bir şekilde katledilmişti.)
Üçüncü ve en ağır gaddarlığa ise, 1946'da üçüncü kez muhalefet grubunu teşkil eden ve 1950'de iktidara gelen Demokrat Partililer maruz kaldı.
Bir dâvâ eğer bedel ödeyenin ise, bizdeki hürriyet, cumhuriyet ve demokrasinin hakiki sahipleri de, komitacılıkla iş gören Halkçılar değil, belki "Ahrar–Demokrat" denilen Hürriyetçi Demokratlar'dır ki, günümüzde de hayattar olan köklü hizmetlerinin bir hülâsasını bir sonraki yazıda tadat etmeye çalışalım.


Önce, küçük bir iktibas

Bediüzzaman Hazretleri, muhtelif mektuplarında "Demokratlara, eski zamanın Ahrarları nazarıyla bakarak" şunları söylüyor: "Ahrar denilen Demokratlar... Ankara’da dindar Ahrarların kongresi... Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi..."" (Bakınız: Sırasıyla Emirdağ Lâhikası, s. 271, 426, 267; Beyanat ve Tenvirler, s. 202.)

Baskıya, darbeye, muhtıraya, 
idama rağmen, hizmete devam

1946'da kurulan ve kurulduğu aynı yılın Temmuz ayında genel seçimlere katıldığı için çok ağır baskılara uğrayan ve başlarına türlü ezâ–cefâlar gelen Demokratlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu kez ciddî mânâda demokrasiye geçiş yapmasını sağlayarak, bu meyanda mühim bir pâye kazandılar ve büyük şerefe nail oldular.

Ezân–ı Muhammedî

Mayıs 1950'de iktidara gelen Demokratların ilk icraatı, 18 yıldır yasaklanmış olup hapis tutulan Ezân–ı Muhammedî'nin serbestiyetini temin etti.
Üstad Bediüzzaman, onların bu hizmetini, aynı zamanda "farmasonların zincirlerini kırmak" mânâsında görüp alkışlar. (Bkz: Beyanat ve Tenvirler)
Evet, uzun bir yasak ve hapis devresinin ardından, 1950 Haziran'ından itibaren Türkiye semâlarında yeniden yankılanmaya başlayan ve bugün de aynen devam eden Ezân–ı Muhammedî'nin sadâsında, hiç tartışmasız Demokratların–ağır bedelli de olsa–ciddî, ihlâslı emek ve gayreti vardır.
Aynı ihlâslı hizmet zincirine, 1950'den sonraki dönemlerin imzasını taşıyan şu mühim halkalar da eklenmeli: İmam–Hatip Okulları, İlâhiyat Fakülteleri ve Kur'ân Kursları...

İttihad–ı İslâm

Türkiye, İran, Irak ve Pakistan'ın müşterekliğiyle Şubat 1955'te kurulan ve Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "İttihad–ı İslâmın bir nevi çekirdeği"ni teşkil eden Bağdat Paktı, günümüz itibariyle bir mânâda İslâm İşbirliği (Konferansı) Örgütü ismiyle hizmetini devam ettiriyor.
Bağdat Paktı'nın kuruluşuna çok sevinen ve hükümetteki yetkili zevâtı tebrik eden Bediüzzaman, zamanla bu çerçevenin daha da genişletilmesini ve diğer İslâm devletlerine şâmil kılınması tavsiyesinde bulunur... Ne var ki, bu paktın kurulması, hariçteki zalimler ile dahildeki münafıkları tedirgin etti. 
Bu tedirginlik sebebiyle, hemen bir yıl sonra (1956) Suriye ile aramızdaki sınıra bir insanlık ayıbı olan mayınlar döşendi.
İş bu kadarıyla bitmedi; ayrıca, o birliğe imza atan bütün devlet ve hükümet başkanlarına karşı gizli bir plan yürütüldü. Sırasıyla darbelere maruz bırakıldı. Hatta, iştirakçi ülkelerin başbakan ile dışişleri bakanları dahil hemen bütün liderleri katledildi. (Kral Faysal, Nuri Said, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, vesaire…) 
Diğer meselelerde olduğu gibi, demek ki İslâm Birliğini teşkil etme dâvâsının da bir bedeli varmış.
* * *
Bugün Ekmeleddin İhsanoğlu'nun Genel Sekreterliğinde hizmetini sürdüren İslâm İşbirliği Örgütünün kuruluşu da, yine Eylül 1969'da Fas'ın başkenti Rabat'ta gerçekleştirildi. Halen 57 üyesi bulunan, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler gibi uluslar arası hukuka göre tüzel kişiliğe sahip bir teşkilâttır.

Ayasofya

Takdire şâyân bir diğer hizmet halkası ise, 1934'te fiilen cami olmaktan çıkarılıp müzeye dönüştürülen Ayasofya'nın minarelerinden 1980 yılı Ağustos'unda Ezân–ı Muhammedî'nin yeniden okutulmaya başlamasıdır.
Bizzat kendim şahidim. Ayasofya'nın Hünkâr Mahfili, 8 Ağustos'ta ibadete açıldı. Burada Cuma namazı kılındı.
Aynı esnada, Topkapı Sarayı'ndaki Hırka–i Saadet Dairesinde, hafızlar münavebeli şekilde Kur'ân–ı Kerim okumaya başladı.
Bu durumdan şiddetle rahatsız olan "ihanet cuntası", 12 Eylül Darbesinden sonra ilk iş olarak burayı "restorasyon" gerekçesiyle kapattı. Burası, tâ 1991'e kadar da ibadete kapalı tutuldu.
1979'da atılan adım ve halen devam eden durum, Ayasofya'nın ibadete açıldığı mânâsını tam olarak yansıtmamakla beraber, yapılan hizmet yine de bir merhaleyi işaretliyor.
Aradan geçen 32 sene zarfında, henüz daha ileri bir adım atılabilmiş değil.

Kıbrıs'ta garantörlük

Türkiye'nin Kıbrıs meselesiyle ilgili olarak bugün elinde bulundurduğu "garantörlük hakkı" yine Demokratların sayesinde mümkün olabilmiştir.
Özetle: Kıbrıs Antlaşmaları ile ilgili görüşmeler, Türkiye ile Yunanistan arasında 6–11 Şubat 1959 tarihlerinde Zürih'te yapıldı.
Görüşmeler neticesinde, Kıbrıs Antlaşmalarının temelini teşkil edecek metinler hazırlandı ve üzerinde mutabakata varıldı. 
Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan ya da parafe edilen metinlerin İngiltere ve Kıbrıs'taki Türk ve Rum temsilcileri tarafından da imzalanması gerekiyordu. 
İşte, 11 Şubat'ta Zürih'te üzerinde mutabık kalınan metinler, 19 Şubat'ta Londra'da İngiltere Başbakanı Macmillan, Yunanistan Başbakanı Karamanlis ve Türkiye Başbakanı Menderes tarafından imzalandı. (Bu arada, Menderes'in de içinde bulunduğu uçak, Londra yakınlarında düştü. Menderes, sağsâlim kurtuldu.)
Antlaşmalara, Kıbrıs'taki Rum kesimi adına Makarios, Türk toplumu adına da Fazıl Küçük imza koydu.
19 Şubat 1959'da Londra'da imza edilen Zürih Antlaşması ve diğer belgeler, Kıbrıs konusundaki temel belgeleri teşkil etmekte olup, Türkiye, elli üç senedir daha o zaman Kıbrıs meselesinde kazanılmış olan temel hakların üzerine henüz bir ilâvede bulunabilmiş değil. 1974'teki başarılı savaşa rağmen, diplomaside ve uluslar arası platformda, herhangi bir ilerleme sağlanamadı.

NATO

Türkiye'nin 1952'de NATO'ya üye olması, Demokratların iktidarı sayesinde mümkün hale gelmiştir. O günkü Sovyet Rusya karşısında böylesi bir ittifaka dahil olmak kaçınılmazdı. Tam 60 senedir, hiçbir devlet Türkiye'ye karşı saldırgan bir politika gütmemiş, yahut güdememiştir. 
Türkiye, o tarihlerde büyük yardımlar aldı ve bu yardımları derhal yatırıma dönüştürdü. Ülke, bir ucundan bir ucuna adeta şantiye sahasına çevrildi.
Bir devlet politikası olarak, Türkiye'nin NATO üyeliği bugün de devam ediyor.

Avrupa Birliği

Türkiye ile Avrupa Birliği'nin ilk ciddî münasebeti, 31 Temmuz 1959'da Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu'na yapmış olduğu ortaklık başvurusu ile başlar.
Yani, Bugün Avrupa Birliği Bakanlığı seviyesinde yürütülen bu münasebetin ilk adımı, yine Demokratlar, dolayısıyla son Menderes Hükümeti tarafından atılmış.
Darbeler döneminde bu münasebetler büyük ölçüde donduruldu; ancak, Türkiye yine de AB üyeliği hedefinden vazgeçmedi. Hatta, en karşıt görüşte olanlar bile, zaman içinde görüşlerini tashih, yahut tadil etmek durumunda kaldı.
AB'ye üye olup olmamak bir yana, insan merkezli bir medeniyet seviyesini hedef ittihaz etmek ve bu istikamette ilerlemeye çalışmak, en büyük kazanç olsa gerektir.

GAP

Öncelikle sosyal refah ve iktisadî kalkınmayı hedefleyen GAP, Türkiye'nin yüzde yüz yerli ve millî en büyük projesi olup, yine Demokratların eseridir.
Hiçbir ülke, bu proje için kredi vermeye yanaşmadı. Çünkü, bunun kendilerinin değil, bütünüyle Türkiye'nin menfaatine olduğunu ve ülkemizi kanatlandıracak kadar verimli, bereketli bir proje olduğunu fark ettiler. Yardım etmek hiç işlerine gelmedi.
İşte, içinde sekiz–on kadar büyük barajı barındıran Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), bundan elli sene kadar evvel tedricen tahakkuk ettirilmeye çalışılmasına rağmen, yine de ara ara rölantide, hatta bazı dönemlerde tamamen yüz üstü bırakıldı. Hâlâ daha yüzde 20 kapasitesinin üzerine çıkarılabilmiş değil.
Tıpkı Bağdat Paktı gibi bu projeden de endişeye kapılan iç ve dış muarızlarımız, bunu akamete uğratmak için ellerinden geleni ardına koymadılar.
Denilebilir ki, Türkiye'de yapılan darbe ve muhtıraların da bir sebebi GAP'tır.
Sadece darbe değil, hatta terör faaliyetinin bile, yine bu projenin aksatılması maksadına yönelik olduğu söylenebilir.
Bölgeyi terörize edip güvensiz bir coğrafyaya dönüştürüyorlar ki, burada yatırım yapılamasın ve burada medeniyet harikaları neşv û nemâ etmesin.
İthalatçı değil, ikameci olan Demokratların bu meyandaki köklü hizmetler zincirine, demirçelik, alüminyum vb, büyük fabrikaların yanı sıra, büyük barajlar ve kıt'aları birbirine bağlayan asma köprü gibi halkaları da eklemek lâzım.
* * *
Evet, bunlar gibi köklü ve temeli sağlam daha birçok hizmet eseri vardır ki, Hürriyetçi Demokratların imzasını taşıyor.
Bu misyonun sahipleri, bazen darbeye maruz kalmış, zindana atılmış, yahut idam edilmiş; keza, bazen de partileri kapatılarak siyaseten silinmeye çalışılmış.
Ne var ki, bu misyon hareketi, şahıs veya parti ismiyle kaim olmayıp, daima hayırlı hizmetleriyle var olmuştur; var olmaya inşaallah devam edecektir.

Hürriyetçi bir hatip: Hüseyin Avni Ulaş 


Eski Erzurum mebûsu Hüseyin Avni Ulaş, 22 Şubat 1948 yılında İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Hürriyetçi demokrat kişiliğiyle tanınan Hüseyin Avni Bey, 1887 Erzurum (Kümbet) doğumlu.
İlk ve orta tahsilinden sonra, İstanbul’da hukuk tahsilini yaptı. Avukat oldu. Yedeksubay olarak Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşına katıldı.
1918’de Kars’ta kurulan Millî İslâm Şurâ’sının hukuk müşavirliğini yaptı. Hemen ardından, Vilâyât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında yerini aldı.
1919’da yapılan Erzurum ve Sivas Kongrelerine iştirak etti. 1919 yılı sonlarında yapılan seçimlerde Erzurum mebusu olarak Osmanlı Meclisine girdi. Bu meclisin işgalci güçler tarafından kapatılması üzerine ise, diğer mebuslarla birlikte Ankara’ya gitti.
Burada da yeni teşkil olunan Birinci Meclis’te aktif görev aldı. Meclis’teki “ikinci grub”un (hürriyetçi) desteğiyle Meclis Reis Vekili seçildi. Ne var ki, Meclis Reisiyle yıldızı bir türlü barışmadı. Şiddetli münakaşaları oldu.
Halk Partisine muhalif olan Hürriyetçi Terakkiperver Fırkasına dahil olduğundan, 1923’teki seçimlerde Meclis dışında kaldı.
Ardından da 1940’lara kadar büsbütün siyaset dışında kalmaya adeta mahkûm edildi. Bunun temel sebebi, hürriyetçi demokrat bir kişilik olarak CHP’ye muhalif olması ve bilhassa Ali Şükrü Beyin 1923’te katledilmesi üzerine Meclis’te ateşli konuşmalar yaparak cesurane bir tavır takınması idi.
İşte o âteşin konuşmadan kısacık bir bölüm:
“Efendiler! Bu şerefli kürsü, bugün elim bir vazifeye sahne oluyor. Bu şerefli milletin mebusları, bugün kalpleri kan bağlamış zavallı biçareler gibi birbirlerine bakıyorlar.
Efendiler! Ali Şükrü Bey, iki günden beri kayıptır. Memleketin sahibi, azametli bir tarihin sahibi, nâmusuna hakim bir milletin nâmusu kayboluyor, hükümet ise bulamıyor.
Allah’tan çok isterim ki, memleketin şu elim zamanlarındaki bu hal, âdi bir suç olarak zuhûr etsin.
Peki, ya mesele siyasî ise efendiler? O takdirde demek olur ki: ‘Bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı ölecektir, öldürülecektir.’
Ey kâbe–i millet! Sana da mı taarruz? Ey milletin mümessilleri! Sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı! Sana da mı taarruz?
Arkadaşlar, efendiler! Asırlardan beridir, bu milletin kurtuluşu için bayrağı çektik, mücadele verdik. Milletin kurtuluşu onun hakimiyetidir.
Hakimiyet demek, onun oyunu memleket içinde serbest kullanması demektir. Bir millet, sinesinden bir mebus çıkarır. O mebusun ağzı, kalemi o milletin nâmusudur. Bu nâmusa tecavüz eden eller kırılsın! Tecavüz sadece arkadaşlarımıza değil, milletin nâmusunadır. Böyle nâmussuzlar yaşamamalı.”

Cumhuriyet’in ilk demokratıydı

“Cumhuriyet’in ‘demokratik’ hale getirilmesi için “hukukun üstünlüğünü” savunan ve Birinci Meclis’te “İkinci Grup’un” önderlerinden olan Cumhuriyet’in ilk demokratı sayılabilecek Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’ı 23 Şubat 1948’de kaybetmiştik. Hüseyin Avni Ulaş sivil ve hukukçu olduğu için “muhalif” konuma düşmüştü. Kanun egemenliğini kurmak. Hukukun üstünlüğünü savunmak.. Ankara’nın 80 yıldır istemediği ve tehlikeli bulduğu bir öneri. Genç kuşaklara, Hüseyin Avni Ulaş, İkinci Grup filan öğretilmiyor. Ömrünü Türkiye için heba eden Hüseyin Avni Ulaş’ın, memleketi Erzurum’da bir tek büstü bile yok.”
(Mehmet Altan, 23.02.2002, Sabah gazetesi)

İkinci TBMM’ye giremedi

“...Hepsi de benden bigünah ve namuslu arkadaşları astınız. Bende ne gibi bir namussuzluk gördünüz ki bu şerefli ölümden esirgediniz?’ diye, İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla İstiklâl Mahkemesinde yargılanırken Kel Ali’ye çıkışını aklınıza getirdiğinizde ‘Yargı bağımsızlığı’ konusunda şimdilerde sürmekte olan tartışmanın köklerinin ta o zamanlara kadar gittiğini ve ‘Evet ben muhalifim, ama neye muhalifim? Haksızlığa, Adaletsizliğe muhalifim’ dediğini düşündüğünüzde 2008’ler Türkiye’sini kanser gibi sarmış hukuksuzluk ve adaletsizliğin devlet geçmişimizde ne kadar güçlü bir damara sahip olduğunu düşünmez misiniz? ‘TBMM’nin gerçek şurevi fonksiyonu bulunmazsa, siyasî saltanatın şekli değişmekle birlikte bu kez şahıs, zümre ve parti diktatörlükleri ile özde devam eder. Cumhuriyet ancak hürriyetle olur. Hürriyet’e, millete istinad etmeyen cumhuriyet iğfalkârdır’ tesbitine katılmıyorum diyebilir misiniz?
12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 141’ler, 142’ler, 159, 163, 301 ve diğerleri ile sürdürülmek istenen cumhuriyet iklimi Hüseyin Avni Ulaş’ı haklı çıkarmıyor mu? Hüseyin Avni Ulaş 1948’de, düşündüğü cumhuriyeti görememenin üzüntüsüyle öldü. ‘Soy’, ‘sop’, ‘ırk’ çığırtkanlığı yapmadı. Zinde güçler onun için ‘Tanırız, iyi hukukçudur’ demedi. Düşünceleri, yani hem meclis başkanlığının hem başvekilliğin hem de başkumandanlığın tek bir adamda toplanmasına yürüttüğü muhalefet nedeniyle tüm arkadaşlarıyla birlikte tasfiye edildiğinden ‘İkinci’ TBMM’ye giremedi.”
(Şinasi Haznedar,
http://bianet.org/bianet/biamag)

Hiç yorum yok: