19 Ağustos 2013 Pazartesi

Demokrasinin milâdı: 14 Mayıs 1950 -Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı -B. Doğu’dan Demokratlara yaylım ateşi-Demokratlar düşerse, Milletçiler gelir-“Milletçiler” meselesinin hâşiyeleri-M.Latif Salihoğlu

Demokrasinin milâdı: 14 Mayıs 1950

Demokrat Parti, çok ağır bedeller ödeyerek 14 Mayıs 1950’de yapılacak genel seçimlere hazırlanıyordu. 

Kemalistler ise, içinde iktidar potansiyeli taşıyan bu partinin önünü kesmek için iki koldan vargücüyle çalışıyorlardı.

Bu kollardan birini İsmet Paşanın etrafında görünen Halkçılar teşkil ediyorlardı.

Diğeri ise, Fevzi Paşanın etrafında toplanmış bulunan milliyetçi-muhafazakâr kadrolardan müteşekkil idi.

Konuyu derinlemesine araştırdığımızda görüyoruz ki, her iki tarafa da oynayan Kemalistler, 1950 seçimlerinden önce olduğu gibi seçimlerden sonra da Demokratlarla uğraşmaktan, onları yıpratacak faaliyetlerden vazgeçmemişlerdir.

Yakın Tarih Yazıları serisinin daha evvelki bölümlerinde, 1946-50 yılları arasında yaşananları nazara vermeye çalıştık. Kısmen de, 1952’de patlak veren Malatya Hadisesinin arka planını...

Oysa, genel seçimlere hazırlanan 1950 Türkiyesi’nde daha başka mühim hadiseler de yaşandı. Bunları da sırasıyla nazara vermekte fayda var.

Mebus aday adayı patlaması 

Halk Partisinin 27 yıllık baskıcı hegemonyası, halkı usandırmış, adeta canından bezdirmişti.

1923'te kurulan Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), halktan büyük ilgi gördüğü halde, ne mahallî, ne de genel seçimlere girme fırsatı bulamadan kapatılmıştı. Üstelik, yöneticileri de–idam dahil—en ağır cezalara çarptırılarak...

Aradan beş yıl kadar zaman geçti ve bu kez de Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesi yaşandı. Bu parti de, halkın büyük teveccühüne mazhar oldu. Mahallî seçimlere iştirak hazırlığında iken, bu parti de kapatıldı. Ondan sonra, tâ 1945'e kadar hiç kimse ortaya çıkıp da bir parti kurma cesaretini gösteremedi. Zira, baskıcı zulümkârlık had safhaya varmıştı.

Demokratik devletlerin baskısıyla, Türkiye 1945'te çok partili sisteme geçmek mecburiyetinde kaldı. İlk çok partili seçimlere, hür ve eşit olmayan şartlarda bir yıl sonra (1946 Temmuz) ancak gidilebildi.
* * *
Dört yıl sonraki 1950 seçimlerinde, ortaya hayli dikkat çekici bir durum ve tablo çıktı: Türkiye, geçmişte hiç görülmediği şekilde ve ölçüde, hür ve serbest seçimlere sahne olmuştu.

Hürriyete, demokrasiye susamış insanlarımız için mükemmel bir fırsat doğmuştu. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen ehliyetli vatandaşlar, milletvekili aday adayı olmak için, birbiriyle yarışırcasına siyasete yöneldi.

Genel seçimlerin 14 Mayıs'ta yapılması üç ay önceden kararlaştırılmıştı.

7 Mart'ta (1950) seçilip milletvekili olmak isteyen aday adayları listesinde, adeta bir patlama olduğu fark edildi. 

Müracaatta bulunanların sayısı on binlerle ifade edilir bir hale geldi. (Meselâ, sadece Elazığ'da 600 vatandaşın aday adayı olduğu tesbit edildi.)

Oysa, o tarihte yekûn 487 milletvekili seçilecekti. Seçim yarışına da üç parti (CHP, DP, MP) ile bağımsız adaylar katılacaktı.

Fakat, demokrasi havasını teneffüs etmek isteyen milyonların teveccühü, aday adaylarını da hareketlendirmiş ve onları siyaset yoluyla vatana, millete hizmette koşturmaya sevk etmişti.

Demokrat Parti nasıl şahlandı?

Demokrasi tarihimizde, 14 Mayıs'ın pek büyük bir ehemmiyeti var. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında Türkiye'de ilk kez yapılan serbest seçimlerde muhalefet grubunu temsil eden Demokrat Parti yüzde 53 civarında oy alarak büyük bir zafer kazandı. Bu gelişme, aynı zamanda demokrasinin de zaferi oldu. 

1950 yılının Mayıs'ında tek başına iktidara gelen Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kuruldu. DP'yi kuranlar, bir süre önce çeşitli konularda ihtilâfa düştükleri Halk Partisinden (CHP) koparak, yahut ihraç edilerek ayrılan ve nisbeten liberal olarak bilinen bir grup siyaset adamıydı. 

DP'nin kurucuları arasında ismi ön plana çıkan şahsiyetler şunlar: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan. Bu isimler, aynı zamanda sekiz ay evvel CHP grubuna verilen "Dörtlü Takrir"e imza koyan kişiler. 

Türkiye, yeni teşkil edilen Birleşmiş Milletler Teşkilâtına (BM) kurucu üye olabilmesi için, çok partili sisteme geçmek mecburiyetindeydi. İşte, gayr–ı memnunların Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmalarını kolaylaştıran süreç de böylece başlamış oluyordu. 
İlk önce Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Hemen ardından da Demokrat Partinin kurulması çalışmalarına başlandı. 

Gitgide Halk Partisinin baskıcı, totaliter mânâdaki fikir ve politikalarından uzaklaşan Demokratlar, Temmuz ayında yapılacak genel seçimlere doğru CHP ile aralarındaki makasın büsbütün açıldığı, hatta siyaseten birbirine tamamen ters bir istikamete düştüklerini fark ettiler. 

Bu noktada, Üstad Bediüzzaman'ın işaret ettiği "Demokratlar, siyasî meslekleri itibariyle Halkçılara zıt" bir kıvama geldiği, kamuoyunca da büyük ölçüde anlaşılmış oldu. 

Artık, geri dönüşü yoktu bu işin. 21 Temmuz'da genel seçimlere gidildi. Ne var ki, iktidardan düşme korkusu yaşayan Halk Partisi, tedbiren öyle bir seçim sistemi uygulattı ki, demokrasi adına utanç duymamak elde değil. 

Kısaca "Açık oy, gizli sayım" usûlünün uygulandığı 1946 seçimlerinin bir diğer ismi de "sopalı seçim", yahut "süngülü seçim" diye kayıtlara geçti. 

Bu ağır şartlar altında yapılan seçimlerde, DP şiddetin fazla uygulanamadığı sadece İstanbul ve birkaç vilayette milletvekilliği kazanarak Meclis'te grup kurdu. 

Bu tarihten yaklaşık iki sene sonra ise, DP'ye yönelik dehşetli bir bölme harekâtı yapıldı. 1948'de Fevzi Paşanın başkanlığında kurdurulan Millet Partisine, Demokratların toplam 60 kadar olan milletvekillerinin yaklaşık yarısı transfer edildi. MP'ye geçenler ise, daha ziyade milliyetçi/mukaddesatçı olarak bilinen siyasilerdi. 

Böylelikle, DP'nin içi adeta boşaltılmış oldu. Ne var ki, 14 Mayıs 1950 seçimlerine bir ay kadar kala, MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa ölüm yatağına düştü. 

Önemli bir başka gelişme ise, "dinci" gazete ve mecmuaların hemen tamamı Milletçileri desteklemesine mukabil, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri ise "Demokratlara nokta–i istinat" olduklarını izhar ettiler. Hatta, Nur Talebelerinden bazıları Demokrat Partinin teşkilâtlarına kaydını yaptırıp resmen de vazife aldılar. 

İşte, bu dostane tavrın memleket sathında duyulmasıyla birlikte büyük moral kazanan Demokratlara halkın desteği de büyük oldu. 

Nihayet, seçim günü olan 14 Mayıs geldi ve üç büyük parti birbiriyle kıyasıya yarışarak sandığa gitti. Sandıktan çıkan sonuç şu oldu: DP yüzde 53, CHP yüzde 39 ve MP yüzde 3.1 oranında oy aldılar. 

Demokratların kazanmış olduğu bu zafer, ülkede tam bir bayram havası estirdi. Hürriyete, demokrasiye susamış insanlar, sevinçten uçacak gibiydi. 

Memleketin her bir köşesine maddî ve mânevî bahar havası gelmişti. Ancak, bu harikulâde atmosferden rahatsız olanlar da vardı. Işıktan, aydınlıktan korkan yarasa tabiatlı bu kimseler, demokrasi bayramının daha ilk günlerinden itibaren sinsice bir faaliyet içine girdiler. 

1950–60 yılları arasında yapılan üç genel seçimi de Demokratların kazanıp tek başına iktidar olmaları, vatan ve millet düşmanlarının artık sabrını taşırmış olmalı ki, bir cuntanın eliyle darbe ortamını hazırladılar ve kahraman ordumuzun efradını da emellerine alet ederek, 27 Mayıs 1960'ta milletin hür iradesini hançerleme girişiminde bulundular. 

Darbeden sonra da Demokrat misyon devam etti; DP'nin yerini AP aldı. Ancak, Adalet Partisi de önce bir muhtıra (12 Mart 1971) ardından bir başka darbeyle (12 Eylül 1980) iktidardan düşürüldü.

Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (1)

Menderes'e olan teveccüh

7 Ocak 1946'da kurulan ve 21 Temmuz'da ilk defa yapılan çok partili genel seçimlere katılan Demokrat Partinin o zamanki genel başkanı, eski başbakanlardan M. Celal Bayar idi. 
Halk, Bayar liderliğindeki 1946 seçimlerine pek rağbet göstermedi. Gerçi, sandık üzerinde asker süngüsünün koyu gölgesi vardı. Zorbalık had safhadaydı.

Ne var ki, o tarihte zafere ulaşılamamasının tek sebebi bu değildi.

Eski bir İttihatçı olan Bayar, halk tarafından fazla sevilen bir şahsiyet değildi. Bundan dolayı, DP ancak 61 milletvekilliği ile Meclis'e girebildi. 

Fakat, ne zaman ki 14 Mayıs 1950 seçimlerine doğru Adnan Menderes ön plana çıktı ve parti reisliği şansını yakalamaya başladı, halkın DP'ye olan teveccühü de bir anda hızlandı ve hayranlık uyandıran bir seviyeye çıktı. 

Bunun yanı sıra, 14 Mayıs'taki genel seçimlerden kısa bir süre önce çok önemli bir hadise daha yaşandı.

Demokrat Partinin zaferine ve tek başına iktidara gelmesine yol açan bu önemli hadise, hiç şüphesiz Fevzi Paşanın ölmesiydi. Zira, Fevzi Çakmak Paşa, Halk Partisinin (CHP) karşısında ve fakat DP'ye de alternatif bir hareket şeklinde ortaya çıkan Millet Partisinin fahrî başkanıydı. Çakmak Paşa, elinde baston, başında fötr şapka ile meydan meydan dolaşarak MP'ye oy istiyordu. 

Halkın önemli kesimi ise, bu tuhaf manzara karşısında şaşkın ve tereddüt içindeydi. İsmet Paşadan ve Halk Partisinden kurtulmak isteyen seçmen kitlesi, DP lideri Bayar ile MP lideri Çakmak arasında rahat bir tercih yapamıyordu. Kalpler, kafalar karmakarışık vaziyetteydi. 

İşte, bu karmaşık ve tereddütlü vaziyet, genel seçimlerden 35 gün evvel, yani 10 Nisan 1950 günü büyük ölçüde izale oldu. Zira, Fevzi Paşa o gün öldü. 

Mareşalin ölmesiyle birlikte, DP rakipsiz kaldı. Aynı günlerde, Bayar'ın Cumhurbaşkanı, Menderes'in ise Başbakan ve dolayısıyla DP'nin genel başkanı olması gündeme geldi.
Bu atmosferi teneffüs ederek tereddütler içinde bocalamaktan kurtulan halk, Menderes öncülüğündeki DP'ye öyle bir teveccüh gösterdi ki, bir anda bütün hesaplar altüst oldu, bütün siyasî dengeler değişmeye yüz tuttu. 

Demek ki, mevcut liderler arasında en çok sevilen kişi Menderes idi ki, onun DP'nin başına geçeceği kanaatiyle birlikte, görülmedik bir halk desteği hasıl oldu.

Neticede, 14 Mayıs’ta Türkiye'de ilk kez olmak üzere "demokrasinin şânına yakışır tarzda" genel seçimler yapıldı. "Demokrasinin Bayramı" ve "Beyaz İhtilâl" olarak da isimlendirilen bu tarihte tam bir Demokrasi şöleni yaşandı.


"Mükemmel reis" meselesi

Gariptir ki, 1946'da CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'a bir mektup yazan Bediüzzaman Said Nursî, kendilerine rakip olarak ortaya çıkan DP'yi kast ederek "...Eğer bu parti mükemmel bir reis bulsaydı, birden sizi mağlûp ederdi" diyordu. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 191.) 

Bu mektup yazıldığında, DP'nin reisi eski İttihatçı, koyu Atatürkçü Celal Bayar'dı. 

Halk Partisinin "birden mağlûp" edildiği 1950 ve daha sonraki 1954, 1957 seçimlerindeki DP'nin reisi ise, "İslâm kahramanı" liyâkatini kazanan Adnan Menderes idi.


1932’de yasaklanan Ezan-ı Muhammedi, 18 yıllık hapis devresinin ardından, 17 Haziran 1950’de yeniden hürriyetine kavuştu.

Menderes, DP Genel Başkanı


Yaklaşık 4,5 senedir liderliğini Celal Bayar'ın yapmış olduğu Demokrat Partinin (DP) Genel Başkanlığına, 9 Haziran 1950’de Adnan Menderes getirildi. 

Bayar, DP Meclis grubunun oylarıyla 22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı seçilmesi dolayısıyla, partideki görevinden ayrılmak durumunda kaldı. 

Aynı gün Başbakanlık makamına getirilen Menderes, DP Genel Başkanlık görevini vekâleten yürütüyordu. 9 Haziran'da ise, bu vazifeye asâleten seçilmiş oldu. 

Menderes, tam on sene müddetle DP'nin Genel Başkanlığı makamında kaldı. 

Bu göreviyle birlikte, tam da Başbakanlığının 10. yılında, bir askerî cuntanın yapmış olduğu vahşîyane bir darbe sonucu, bu her iki görevinden de mahrûm edilmiş oldu. 

27 Mayıs (1960) Darbesinin sebebiyet verdiği maddî–mânevî tahribat, saymakla bitecek gibi değil. Bu konuya, kronolojik sıralamaya göre değinmeye çalışırız.


Meclis’te Ezan görüşmeleri

14 Mayıs 1950 seçimlerinin ardından işbaşına gelen Demokrat Partinin göğüslemiş olduğu ilk hizmet, ezân–ı Muhammedî'nin aslına çevrilmesi oldu. 

Başbakan Adnan Menderes'in hükümeti kurması, ancak 22 Mayıs'ta mümkün olabildi. Menderes, idarenin başına geçer geçmez derhal ezan meselesini gündeme getirdi. 

Zira, din ve vicdan hürriyeti konusunda millete söz vermişti. Sözünü tuttu ve gereğini de yaptı. 

O dönemin gazete ve mecmualarına (Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Ulus, Son Posta, Yeni Sabah, Zafer, Sebilürreşad...) baktığımızda, ezan meselesinin Haziran ayının ilk haftasından itibaren Meclis'in gündemine getirildiğini ve tâ 17 Haziran'a kadar da üzerinde müzakereye devam edildiğini görmekteyiz. 

17 Haziran günü ise, DP grubunun ezanın serbestiyeti hakkındaki teklifi Meclis'te kabul edilerek, büyük ve mukaddes bir hizmet îfâ edilmiş oldu. 

İşte, Adnan Menderes ve dâvâ arkadaşları buydu...  

Öyle bazı siyasilerin yaptığı gibi, işi savsaklamaya gitmeden, meseleyi sulandırmaya bırakmadan, bin dereden su getirircesine tevillere sapmadan, inanarak söz verdiği bu meseleyi tez elden, dobraca ve merdane bir şekilde ülkenin ve Meclis'in gündemine getirerek dâvâsının takipçisi oldu. 

Ancak, o bu hizmeti yapmaya koyulurken, konuyu istismardan ve dini siyasete âlet etmekten şiddetle kaçındığı gibi, başına gelebilecek her sıkıntıyı, önüne çıkabilecek her türlü riski göze almayı da peşinen kabullenmişti. 

Nitekim, Cumhurbaşkanı Bayar'ın ezan meselesine farklı baktığını ve işi ağırdan almaya çalıştığını fark ettiği anda, istifasını sunmaktan da çekinmedi. 
Neyse ki, Bayar yeni bir hükümet buhranı ve siyasî çalkantıyı göze almaya cesaret edemedi de, tehlike ucuz atlatılmış oldu.
* * *
Bir sonraki bölümde, Ezanın serbestliği için hazırlanan kànun teklifi ile hemen ardından yaşanan gelişmelere paragraf açalım.


Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (2)

18 yıllık hasret bitiyor

Türk milletinin yaşadığı hemen bütün coğrafyalarda yaklaşık 1000 yıl müddetle kesintisiz şekilde okunan "Ezan–ı Muhammedî", 29 Ocak 1932'de çıkartılan keyfî bir kànunla Türkiye coğrafyasında okunması yasaklandı. 

Müslümanları, hasseten Türkiye’de yaşayan ehl-i İslâmı üzüntüye gark eden bu ceberrut yasak, yaklaşık 18 sene devam etti. 

Bu süre zarfında, tüm Anadolu ve Trakya semâlarında Muhammedî ezân sesi sustu; yani susturuldu. (1939’dan itibaren işgalci Fransızlardan devralınan Hatay bölgesinde de aynı ceberrut uygulamaya geçildi. “Münafık kâfirden eşeddir” hükmü, bir kez daha ibraz olundu.)

Öyle ki, 1932’den sonra gizli ezan ve kàmet okunmasına dahi müsaade edilmedi. Okuyanlar hakkında takibat yapıldı, tahkikat açıldı; pekçok mazlûm evlerinden, yahut camilerden toplanarak karakollara, yahut hapishanelere sevk edildi. 

On sekiz yıllık zulümlü baskı, artık had safhaya varmıştı. Aynı şekilde, bu Müslüman halkın içindeki hasret duygusu da dindirilmez, önüne geçilmez bir raddeye çıkmıştı. 

(Bu uzun süre zarfında, yasaklanan aslî ezanın yerine, şarkıya benzer ruhsuz "Türkçe ezan"ın okunması mecburiyeti getirilmişti.) 
* * * 
Muhammedî ezana duyulan derin hasret, 18 yıllık sürenin ardından nihayet sona erecekti. 
Zira, siyasî programında "hürriyet"i bayraklaştıran Demokrat Parti, 14 Mayıs’taki seçimde büyük bir zafer kazandı... Yasakçı CHP ise, halktan büyük bir şamar yedi. 

O tarihte iktidara gelen Demokratların ilk büyük icraatı, "Ezan–ı Muhammedî"yi serbest bırakmak, yani üzerindeki kànunî yasağı kaldırmak oldu. 

Müslüman halk, bu mânâdaki gelişmeleri öylesine coşkulu bir duygu ve duyarlı yaklaşım tavrı ile karşılayıp takip ediyor idi ki,  ezanı yasaklayan CHP bile sonunda yelkenleri indirmek durumunda kaldı.

Ezan için kànun teklifi

Haziran ayının (1950) ilk haftasında, Kayseri mubusu emekli general İsmail Berkok, Adana mebusu Arif Nihat Asya ve Üstad Bediüzzaman'ın sadık dostu Afyon mebusu Gazi Yiğitbaşı'nın da aralarında bulunduğu 12 DP'li milletvekilinin “ezanın serbestliği” için hazırlamış olduğu kànun teklifinin özeti aşağıdaki gibidir: 

"Anayasanın 2. Maddesinde mündemiç 'lâiklik' kelimesinin mânâsı, devlet işlerine dinin, din işlerine de devletin karışmaması şeklinde tefsir ve kabul edilmekte; kànunlarda ayrıca 'Âsayiş ve âdâba aykırı bulunmamak üzere, her türlü dinî vecibenin yapılması serbesttir' denilmektedir. 

"Memleketimizde azınlıkta bulunan Musevî ve İsevî vatandaşların dinî itikat ve âmel şekilleri de tamamen serbest bırakılmıştır. 

"Bu toprağın hakikî evlâtları ve sahibi bulunan Müslüman Türk vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerine, amel ve ibadet şekillerine de müdahale edilmemek iktiza ediyor. 

“Kezâ, partimiz programının 14. Maddesinde de aynen şöyle denilmektedir: 'Partimiz, lâikliğin din aleyhtarlığı şeklinde yanlış tefsirini reddeder. Din hürriyetini, aynen diğer hürriyetler gibi insanlığın mukaddes haklarından tanır.' 

“Buna sebeple, müvekkillerimiz ve seçmenlerimiz olan Müslüman Türk vatandaşların ısrarlı ve haklı isteklerine istinaden, ilgili ceza kànunu metninde yer alan 'Arapça ezan ve kametin okunmasını' yasaklayıcı ibarelerin kaldırılması hususunda hazırladığımız kànun teklifini yüksek Meclis'e arz ederiz."

CHP Grubu da ikna edildi

Bu kànun teklifi Meclis'in gündemine getirileceği esnada, iktidarla muhalefet mensupları arasında ciddî bir diyalog trafiği yaşandı. 

Özellikle Başbakan Menderes'in arzusu şu yöndeydi: Ezan gibi dinî bir meselenin siyasî istismar konusu olmaması için, Meclis'teki bütün partilerin ve mebusların mutabık kalması ve müştereklik içinde hareket etmesi daha münasip düşer. 

Menderes'in, ezan meselesini siyasî istismar konusu haline getirmek istemediği şeklindeki düşünce ve kanaati, anamuhalefetteki Halk Partisi cephesinde de müsbet bir akis uyandırdı.

Ancak, bu partide yine de aykırı sesler çıkmaya devam etti.

Dolayısıyla, ezan konusuyla ilgili olarak CHP grubunun alacağı tavır merak ediliyordu. 

15 Haziran'da toplanan parti grubunda hararetli tartışmalar yaşandı. 

16 Haziran tarihli Yeni İstanbul ve 17 Haziran günkü Son Posta gazetelerinin haberine göre, CHP'nin önde gelen adamlarından Yusuf Ziya Ortaç, Cevdet Kerim İncedayı, Hasan Reşit Tankut ve arkadaşları, Arapça ezan aleyhinde bazı sözler sarf ettiler. 

Bu menfî konuşmalarda, özellikle inkılâpların üzerinde durularak şunlar söyleniyordu: "Ezanın yeniden Arapça okunması, yapılan inkılâplara bir ihanettir. İrticanın meydan alması için bir dâvettir. Arapça ezanın okunması halinde, devrimlerin zedeleneceği muhakkaktır." 

Aykırı konuşmalar bu minval üzere sürüp giderken, son olarak Meclis Grup Başkanı Şemsettin Günaltay söz alarak konuştu ve hazırlanan ezan tasarısına destek verilmesi gerektiğini söyledi. 

Böylelikle parti grubundaki gergin hava da yumuşamaya başladı. 
* * * 
İktidar kanadı olan DP grubunda da eş zamanlı olarak aynı tasarı üzerinde konuşmalar yapıldı ve 18 yıllık yasağın kaldırılması yönünde görüş birliğine varıldı. 

Ertesi gün, yani 16 Haziran'daki Meclis oturumunda, hazırlanan kànun tasarısı uzun uzadıya görüşüldü. Gerek iktidar ve gerekse muhalefet cephesi, uygulanan yasağın kaldırılması gerektiği noktasında birleşti. 

Nihayet, Meclis Genel Kurulunda yapılan müzakere ve oylamadan sonra, ilgili kànun tasarısı aynen kabul edilerek Arabî ezan üzerindeki yasak kaldırılmış oldu. 

Ezanın aslî şekliyle okunması, 17 Haziran günü gerçekleşti. 

O gün, minarelerde okunan Muhammedî ezanı duyan milyonlarca insanın hasreti sona erdi. 

O gün, milyonlarca insanın döktüğü hasret yüklü gözyaşı, adeta sel olup aktı.
* * *
Demokrat Parti, bu ezan serbestiyetinin ardından, 1928'den beri yasaklanmış olan Kur'ân'ın serbestçe okunması ve imam hatip okullarının açılması yolunda da ciddî ve esaslı adımlar atmaya yöneldi.

Bir sonraki yazıda da bu konuyu ele almaya çalışalım.

Demokratlar Ezan ve Kur’ân ile işe başladı (3)

Ezan'dan sonra Kur'ân okundu

Türkiye Cumhuriyetinin totaliter ilk 27 yıllık devresinde (1923–50), Muhammedî Ezan gibi, Kur'ân–ı Kerim'in okunması da yasaklanmıştı. 

Ezan üzerindeki kànunî yasak, 1950 senesinin16 Haziran'da kalktı. 

Bu gelişme, flaş haber olarak radyo vasıtasıyla halka duyuruldu. 

O gün, kesilen kurbanlar eşliğinde ve hasret yüklü gözyaşları içinde yurdun her tarafında Ezan–ı Muhammedî okunmaya başlandı. 

Sıra, Kur'ân–ı Kerimin serbestçe ve bilhassa radyodan okunmasına gelmişti.

 Bu mutlu ve kutlu gelişme ise, 8 Temmuz (1950) günü yaşandı. Az sayıdaki radyonun başında toplanan Müslüman halk, o gün ilk kez radyodan Kur'ân tilâvetini dinliyordu. 

Canlı şahitlerin anlattıklarına göre, yıllardır Kur'ân sesine hasret kalanlar, radyodan yayılan hafızların hazin sesini dinlerken, iradeleri dışında hıçkıra hıçkıra ağlıyor, adeta gözyaşlarına boğuluyorlardı. 

Hazro'da öğretmenlik yaptığımız dönemde (1976), o günlerin havasını bütün zerratıyla yaşayan Yazgı (Barkuş) köyü imamının anlattıkları, bugün gibi hafızamda tazeliğini koruyor. Olup bitenleri adeta yeniden yaşarcasına anlatırken, onu dinleyenler de aynı müşterek duygunun rüzgârına kapılıyordu. 

Genç öğretmenlere "Kardeşlerim, evlâtlarım!" diyerek sesleniyor ve üstüne basa basa şunu söylüyordu: "Şeflik devrinde ezan yasak, Kur'ân yasaktı. Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte, ezan da, Kur'ân da hapisten kurtuldu. Ümmet–i Muhammed'in çeyrek asırlık hasreti bitmiş, elemi sevince inkılâp etmişti. Ortalık bayram yerine dönmüş, her tarafta kurbanlar kesiliyordu. Demokratların bu hizmetini sakın ola unutmayın, sakın ola küçümsemeyin.”


Cebrî, keyfî müdahale vardı

Evet, 1950’den evvel, Türkiye sınırları içinde sadece Ezan-ı Muhammedî değil, Kur'ân-ı Kerim’in okunması da yasaktı. 

Bu yasak uygulaması o derece ile safhaya götürülmüştü ki, bırakın ezanın cami minaresinden okunması, cami içinde gizlice, yani yavaşça okunmasına dahi müsaade edilmiyordu. 

Meselâ, cami içinde sadece cemaatle namaz kılmak için gelenlerin duyacağı şekilde okunan ezan ve kamet şekline dahi müdahale ediliyordu. 

Nitekim, böylesi bir vak'a 1932 senesinde Barla'da yaşandı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin gidip cemaatle namaz kıldığı bir mescide, jandarma tarafından baskın yapıldı. Orada müezzinlik yapan Şemî Güneş'le birlikte iki–üç kişi daha derdest edilerek Eğirdir Hapishanesine götürüldü. Orada falakaya yatırılan bu mazlûmlara  işkence çektirildi. Ardından, bundan böyle Arapça ezan ve Kur'ân okumamaları yönünde telkin ve hatta tehditlerde bulunuldu. 

Yine aynı dönemin canlı şahitlerinden, bizzat görüştüğümüz 1913 doğumlu Hüseyin Bülbül, Barla'da çocuklara Kur'ân dersi veren Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin defalarca karakola şikâyet edildiklerini, mani olamayınca da bu kez onlara iftira edilmeye başlandığını ifade etti. 

İşte, Kur'ân-ı Kerim'in Muhammedî ezanla birlikte yasaklanması bu tarihlerde (1932) başladı ve bu emsâlsiz yasak tam 18 yıl devam edip gitti. 

Yasakların kalktığı radyolardan duyurulunca, bu mukaddes seslere hasret kalmış mü'minler, sevinçten adeta gözyaşlarına boğuldu.


14 Haziran 1950 tarihli Hürriyet gazetesinin haberi.

Şiddetli rahatsızlık başladı


1950 seçimlerinden iktidara gelen Demokrat Partinin icraatları cümlesinden olarak, Ezan-ı Muhammedî ve Kur’ân serbestçe okunmaya başlandıktan sonra, bu gelişmelerden fikren rahatsız olan Halkçılarla siyaseten rahatsız olan Milletçilerin şiddetli salvolarına hedef olmaya başladılar.

Halkçılar, otuz yıllık saltanatları yıkıldığı için, kızgın ve öfkeliydiler. Saldırıya geçmeleri normaldi. Ticaniler üzerinden kumpas çevirmeleri ise, ibret-i âlem bir manzara teşkil ediyor.
Milletçiler ise, Demokratları kendi iktidarları için en büyük engel olarak gördüklerinden, en az Halkçılar kadar hırçın ve öfkeli davranıyorlardı.

Bu “dost” görünümlü cephenin içinde yer alan Büyük Doğu, Sebilürreşad, Milliyetçiler Derneği ile İslâm Demokrat Parti çevreleri, tam bir ittifak ile Demokratlara saldırıyor, onların Halkçılardan bile daha kötü ve çok daha zararlı olduklarını neşriyat yoluyla âleme ilân ediyorlardı.

Malatya Hadisesiyle oyuna getirildiği de kesinleşen bu asabî kesim, alabildiğine hırçın bir dil ve son derece tahrikkâr bir üslup kullanmaktan geri durmadı. 

Onların nazarında “aşk-ı siyaset” diye özetlenebilecek bir iktidar tutkunluğu “aşk-ı İslâmiyet”ten daha mühim, daha üstün bir hale geldi..

Yakın Tarih serisinin ileriki bölümlerinde, bu acip tavırlarının örneklerini göreceksiniz.


Demokratlara saldırı hazırlığı
Milletçilerin daha ilk başlardan itibaren sergilemiş olduğu “Demokrat karşıtlığı” şeklindeki tutum ve davranış biçimi, bu partiyle aynı paralelde ve aynı mantık çerçevesinde hareket eden yeni versiyon partiler tarafından da yıllar yılı devam ettirildi.

Onlara göre, en büyük muarız Halkçılar değil, siyaset sahnesinden silinmesi gereken Demokratlardır. (Merhum Zübeyir Gündüzalp’in tâbiriyle, bunlar Halkçıların dindarları ve milliyetçileridir. Yani, Atatürkçü dindar ve milliyetçiler.)

Nitekim, Millet Partisinin yayın organı mahiyetindeki neşriyat organlarında, tâ o tarihlerden günümüze kadar gelen süreçte, hep şu mânâdaki bir anlayışın yer aldığını görmekteyiz: "DP ile CHP'nin bir birinden farkı yok. Al birini vur ötekine. Hatta DP daha fenadır."

İşte bu Milletçiler cenahı, "Aman ha! Halk Partisi karşısında bölünmeyelim; oylarımızı sakın ha bölmeyelim!" gibi bir endişeyi asla taşımamışlardır.

Dolayısıyla, kendilerine de böylesi bir endişe ile yaklaşılması gerekmez. Zira, hem bunun kıymetini bilmezler, hem de böylesi bir teveccühü hak etmiyorlar.

Onların en büyük arzu, iştiyak ve faaliyetleri, Demokratları bölmek, parçalamak ve mümkünse siyaseten bitirmekten ibaret.

Bunu başarmaya "CHP+Ordu"nun gücü yetmedi; acaba, Milletçilerin gücü yetecek miydi?
Bir sonraki yazıda, bu cepheden DP’ye yönelik yapılan yaylım ateşine bakalım.

B. Doğu’dan Demokratlara yaylım ateşi

DP’de büyük tehlike (!) 

Binbir emek sarf ederek, çetin badireleri aşarak ve büyük bedeller ödeyerek iktidara gelen (14 Mayıs 1950) Demokrat Partinin iktidar süresi henüz daha bir senesini ancak doldurmuştu ki, hiç umulmadık saldırılara ve yıkıcı tenkitlere maruz kaldı.

İşin acip, garip tarafı şudur ki: DP’ye yönelik tenkitlerin en tahripkâr olanları, dost diye bilinen dindar-muhafazakâr kesimden geliyordu.

Tam da Millet Partisinin kuruluşuyla (1948) yeniden yayın hayatına başlayan ve bu partinin adeta neşir organı gibi davranan Sebilürreşad ile, ondan çok ileri derecede bir tarafgirlikle DP’yi yıpratmaya yönelen Büyük Doğu mecmuası, söz konusu yıkıcı tenkitlerin başını çekiyordu.

Bu bölümde, 1 Haziran 1951 tarihli Büyük Doğu mecmuasında çıkan iki yazıdan bazı cümleleri dikkatinize sunarak meramımızı anlatmaya çalışalım.

Demokrat iktidarının daha birinci yıldönümünde neşredilen bu iki yazıdan biri, DP’nin CHP’den çok daha büyük bir “TEHLİKE” teşkil ettiği hususu, tam 15 madde halinde sıralanıyor.

Diğer yazıda ise, “Mukaddesatçı Türk!”e hitap edilerek, iktidara gelmek için yeni bir partinin, “Büyük Doğu Partisi”nin kurulmasının artık şart ve zaruret halini aldığı uzun uzun ifade edilmeye çalışılıyor.

Önce, “Tehlike” başlığı altında sıralanan maddelerin bir kısmını takdim edelim. Özetle şunlar ifade ediliyor:

* Defalarca haber vermiş bulunuyoruz ki, Demokrat Parti içinde birbirine zıt hizipler vardır. Bu partinin başlıca fârikası, her cins ve meşrepten bütün cereyanların kendilerine orada birer köprü başı tesis etmiş bulunmalarıdır.

* Muazzam bir tehlike olarak haber verdiğimiz bu gizli ve sinsi plânın himayecileri arasında büyük sermaye sahibi firmalar, bankalar ve gazeteler vardır.

* Demokrat Partinin içindeki dindarlar, mukaddesatçılar, kökçüler ve Türkçüler zümresi, evvelâ istismar edilip sonra ağızları açık bırakılan halk temsilcileridirler.

* Demokrat Partiyi kendi bin bir zaafı ve tezadı içinde kıstırıp, kendi hâkim temayülü ve şiarıyla bu partiyi mühürlemek isteyen hizip, büyük sermayedarlar sınıfıdır.

* İşte bu sınıf, Demokrat Partinin iktidara talip olduğu 1950 seçim macerasında, kendisini büyük avanslar ve kredilerle desteklemiş, borçlu mevkiine düşürmüş ve kendisine minnettar etmiştir.

* Bu sınıf, Siyonizm ve Dönmelik tesir ve telkini altında olup, bu sınıfın amel ve niyetlerini, gaye ve planlarını idare eden de Yahudiler ve Dönmelerdir.

* İşte, tam 27 yıl CHP’nin bir eşkıya gediği halinde şahsî teşebbüs hakkından kaçırdığı ve tam inhisarlaştırdığı büyük sınaî ve iktisadî teşebbüs sahaları, şimdi (DP iktidarında), onlardan milyarlarca defa beter hizbin elinde, üstelik hürriyet, müsavat, adâlet gibi Mason yaftaları altında, belli başlı bir zümrenin gediği olsun diye çalışılıyor.


8 Haziran 1951 tarihli derginin kapağında, DP Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes’in tehlikeden habersiz çocuklar misali baloncuklarla uğraştığı resmediliyor. Bir önceki sayıda ise, DP’deki büyük “Tehlike”ye dikkat çekilerek, iktidar için Büyük Doğu Partisini kurmanın artık şart olduğu ifade ediliyor.
İktidara alternatif parti hazırlığı

Oysa, asıl büyük taarruz, Menderes’ten her fırsatta para yardımı talebinde bulunduğu tescil edilen Necip Fazıl ve Büyük Doğu cephesinden geldiği artık gün gibi ortaya çıkmış bulunuyor.

Millet Partisi aşkı ile yanıp tutuşan bu kesim, bir taraftan Başbakan Menderes’in inisiyatifindeki örtülü ödenekten para talebinde bulunurken, bir taraftan da inceden inceye DP’nin altını oyma faaliyetini yürütüyor.

Zira, “DP Tehlikesi”nin mübalâğalarla nazara verildiği B. Doğu dergisinin aynı sayısında, kendilerinin yeni bir parti hazırlığı içinde olduklarını alenen ifade ediyorlar.

İşte, “Mukaddesatçı Türk!” başlığıyla neşredilen o yazıdan can alıcı bazı cümleler:

* Otuz iki dişinin arasında otuz iki milyon (genel nüfus) çığlık gömmüş, içini yırtan manalar ve meseleler karşısında lisanın bütün kelimelerini ve hançerenin olanca ihtizaz kabiliyetini patlatıcı bir sükûta geçmiş, her şeyi Allah’a ve onun ilham edeceği kalplere bırakmış bir insana mahsus korkunç şartlar içinde sana hitap ediyorum!”

* Dâvâmızın fikir ve ruh tarafı sonsuz… Onu bir ân için kenara bırakalım; ve madde plânında artık bize ne düştüğünü konuşalım.

* Günümüzün topyekûn müessirleri ve mücbir sebepleri önünde, benim için yapılabilecek yalnız iki şey kalmıştır:

1) Ya her şeye gerçekten ‘Elvedâ!’ demek.

2) Yahut, mukaddes mefkûreyi mutlaka muzaffer kılacak üstün şartları, her ne pahasına olursa olsun aramak, bulmak, yerine getirmek… Ne kadar çare kapısı varsa hepsinin birden tokmağını, Sûr üfleniyormuş gibi bir tarrakayla vurmak…
* * *
Necip Fazıl bu 2. tercih tahakkuku için ayrıca iki mühim teklifte bulunarak, Büyük Doğu camiasının bütün kuvvetiyle harekete geçmesini istiyor. 

İşte, bu meyandaki tekliflerinin özeti:
1) Yurdun her tarafında hummalı şekilde abone çalışmaları yaparak, haftalık mecmua olan Büyük Doğu’yu yüksek tirajlı günlük gazete haline getirmek…

2) Büyük Doğu mefkûresinin tamamiyle kànunî partisini kurmak…

Konuya devamla aynen şunları söylüyor, Necip Fazıl: 

“…Hikmet ve hakikat böylece tesbit olunduktan sonra son söz şudur: Mukaddesatçı Türk! Dâvâmızın kànun yoluyla vatan çapını tutması için Büyük Doğu Partisinin kurulması, bunun için B. Doğu mecmuasının mutlaka gündelik gazete haline gelmesi, bunun için de senin ona abone olman lâzımdır.

“Baş ihtiyacım, en küçük parçadan en koca bütüne yol veren mânâ ve madde sahasında, vatan çapındaki Büyük Doğu müessesesini sana borçlu olmaktır.

“Her şeyi Allah’a borçlu olan sen, bana bu borcunu Allah için ver!” (Agm, 1 Haziran 1951, Sayı: 58)
* * *
Fevzi Paşanın ölmesi, Millet Partisinin mahkemelik olması ve bu partinin kapatılacağı hususu kuvvetle muhtemel olması sebebiyle, kurulacak yeni partinin ismi, 1 Haziran 1951 tarihli dergide “Büyük Doğu Partisi” şeklinde ilân edilmişti.

Ne var ki, bilâhare yeni siyasî hareketin “İslâm Demokrat Partisi” olması daha uygun görüldü…

Bakalım, bundan sonrası neler oldu, neler yaşandı ve bakalım bu kesim için “siyasette kardeş değiliz” diyen Üstad Bediüzzaman, yeni gelişmeler üzerine ne gibi tavsiyelerde bulundu?

İnşaallah, daha sonraki bölümlerde...

Demokratlar düşerse, Milletçiler gelir

Siyasete mecburiyetle bakış 

Otuz beş sene müddetle (1914-49) siyaseti terk eden, bu zaman zarfında tevcih edilen siyasî sorulara “Şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır” diyen Bediüzzaman Said Nursî, 1949 yılı ortalarında (Afyon hapsinden çıkar çıkmaz) “Üçüncü Said”i ilân ederek, siyasetle yeniden alâkadar olmaya başladı.

İşte kendi ifadeleri: “Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, …mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu.” (Emirdağ Lâhikası, s. 423)

Bu mecburiyetle bakış, zannedilmesin ki siyaset hatırına, yahut siyasetten menfaat beklemek hesabınadır. Bu bakış, Eski Said döneminde olduğu gibi, yine doğrudan doğruya “Kur’ân, vatan, millet ve İslâmiyet hesabına”dır. (Emirdağ Lâhikası, s. 389, 422)

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin siyasete bakışı ve alâkadarlığı, hiç şüphesiz, burada zikredilen kudsî değerlerin zarar görmemesi, başka maksatlar için âlet olarak kullanılmaması ve istismar edilmemesi maksadına matuftur.

Asıl maksadı bu şekilde nazara verdikten sonra, şimdi yaşadığı zamanın siyaset tablosuna dair değerlendirmelerine geçelim.

İktidar potansiyeli olan üç parti

Üstad Bediüzzaman, “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat” başlıklı lâhika mektubu ile Menderes’e hitaben yazdırdığı bir başka mektubunda, iktidara oynayan üç partinin ismini zikrediyor (4. olan İttihad-ı İslâm Partisi isimli bir parti henüz mevcut değildir, dolayısıyla muhayyeldir; ayrıca, eski İttihad-ı Muhammedî mânâ ve mahiyetini taşımaktadır) ve nihayetinde şu rasyonel ifadeyi kullanıyor: "Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek.” (Emirdağ Lâhikası, s. 386, 422)

Aynı tahlilde, bu necip milletin Halk Partisini kat’iyyen iktidara getirmeyeceğini vurguladıktan sonra, ikinci alternatif olarak Millet Partisinin durumunu nazara vererek, son derece dikkat çekici bir tahlilde bulunuyor.

Yukarıdaki “Eğer Demokrat Parti düşse…” diye başlayan ifadeden de gayet açık şekilde anlıyoruz ki, 1950'de yüzde 53 ile iktidara gelen Demokratlar, günün birinde iktidardan düşebilir.

Demokratların düşmesi halinde ise, iktidara ya Halkçılar, ya da Milletçiler gelecek demektir.

Genel siyasî denklemde, dördüncü bir temayülün hayat bulup iktidara oynaması, o tarihte mümkün görünmüyor, ihtimal de verilmiyor.

Bediüzzaman, günahları kabarık olan Halkçıların millet iradesiyle tek başına iktidara gelemeyeceğini ifade ettiği bu mektubunda, Milletçiler için ise aynı şeyi söylemediği gayet açık.

Bu da gösteriyor ki, DP'nin yüzde 53'üne mukabil 1950'de yüzde 3 civarında oy alan Milletçiler, günün birinde DP ile yer değiştirerek tek başına iktidara gelebilir. Yani, merkezin oyları bu iki siyasî temayül arasında "yatay geçiş" yapıyor demektir. Zira, her iki partinin sosyolojik tabanı hemen hemen aynıdır.
* * *
Burada şu önemli hususu da nazara vermek lâzımdır ki: Üstad Bediüzzaman’ın söz konusu mektubunda olduğu gibi, hakikatte de sûreten milliyetçilerle dindar kadrolar tarafından 1948’de kurulan Millet Partisi 1950 seçimlerine blok halinde iştirak etti. Bilâhare, bazen birleşip bazen de ayrı ayrı partiler halinde seçimlere katıldılar.

Bediüzzaman, bu partinin Türkçü kanadının hakim duruma geçip iktidar olması halinde, Türk milletinin aleyhine dehşetli gelişmelerin yaşanacağına dikkat çekerken, dindar Milletçilerin Demokratları dışlayarak iktidara gelmesi halinde ise, bu kez dinin/dindarların bundan zarar göreceği ihtimalini ehemmiyetle nazara veriyor.
Bediüzzaman, Din-iman hizmetinde “dost ve kardeşiz; fakat, siyaset noktasında değil” dediği B. Doğu ve Sebilürreşad camiasının dergiler, Millet Partisinden sonra İslâm Demokrat Partinin yayın organı gibi neşriyata devam ettiler.
Siyaset noktasında kardeş değiliz

Millet Partisinin kapatılma sürecine girip, dindar kadrolar tarafından (Büyük Doğu, Sebilürreşad çevreleri) İslâm Demokrat Partinin kurulduğu ve tabanda taraftar bulmaya çalıştığı aynı dönemde, partinin bazı dost adamları Üstad Bediüzzaman'ı da ziyaret ediyor ve ondan siyaseten olsun destek vermesini istiyorlardı.

Bir bakıma Nur Talebelerinin sade "Demokrat" yerine, ayrıca artısı bulunan "İslâm Demokrat" ismindeki partiye taraftar olmalarını talep ediyorlardı.

Böyle Eşref Edib gibi zatları kırmayan ve onlara "mücahid, iman kardeşi" nazarıyla bakan Üstad Bediüzzaman, ismi "İslâm" olan bir partinin İslâma ve Risâle-i Nur’un esasını teşkil eden iman dâvâsına vereceği muhtemel zararı nazara vermek maksadıyla, o tarihte talebelerine şu mektubu yazdırıp neşrediyor:

"Aziz, sıddık kardeşlerim,"Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad'da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir. Ben vefat etsem de, Eşref Edip Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.

"Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur'un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz-fakat siyaset noktasında değil.

“Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar." (Emirdağ Lâhikası, s. 281)

Evet, İttihad-ı Muhammedî ve İttihad-ı İslâm gibi isimlerle siyasî parti faaliyeti yapılmasını doğru bulmayan Üstad Bediüzzaman, bu meseleyle ilgili olarak da aynı tavrını daima muhafaza etmiştir.
* * *
1948’de kurulan ve daima Demokratların yerine geçmeye çalışan Millet Partisinin daha sonraları ortaya çıkan değişik isimli versiyonlarını görmeyen, bilmeyen, tanımayanların, Ahrar-Demokrat misyonun da nerede, nasıl ve ne durumda olduğu hakkıyla bilmeleri mümkün görünmüyor. Zira, bu iki misyonun sosyolojik olarak birbiriyle temas eden ve zahiren benzerlik arz eden önemli bazı yönleri var.

“Milletçiler” meselesinin hâşiyeleri

Bir kaç yazıyla üzerinde etraflıca durduğumuz siyasî “Milletçiler” meselesine dair bazı hikâyeleri de aktardıktan sonra şimdilik nokta koyalım.


Üstad Bediüzzaman’ın iktidar olabilme potansiyeline sahip olarak gördüğü üç siyasî partiden biridir, Millet Partisi.

Zaman içinde isimleri değişse de, ana temayül olarak Halkçılar, Milletçiler ve Demokratlar hep var ola gelmişlerdir.

Son altmış-yetmiş senedir kurulan hemen bütün partiler, bu üç ana eksenin yörüngesinde hareket etmişler, bunun dışına çıkma, hele hele uzun vadede bu üç eksenin dışında durma şansını, imkânını bulamamışlardır.

Demek ki, Türkiye’nin rasyonel siyaset tablosunu bu üç siyasî damar teşkil ediyor. Dolayısıyla, diğer küsûrat partiler, bu ana damarlardan beslenen tali derecedeki orta, ince, kılcal damarlar hükmündedir.


Mustafa Sungur’un hatıraları

Bize göre, nihayet derecede dikkat çeken bir nokta şudur ki: 

1948’de Ankara’da, Bediüzzaman’ın dostu Osman Nuri Beyin evinde, Fevzi Paşanın liderliğinde, DP’den yapılan transferlerle 33 kurucu üye sayısıyla kurulan Millet Partisi, öncelikle ceberrut Halk Partisiyle değil, henüz var olma aşamasında bulunan Demokrat Partiyle uğraşmayı, hatta mümkünse onu siyaset tablosundan silmeyi en büyük gaye ve hedef olarak seçmiştir.

Bununla beraber, kuruluş maksadını “tamamıyla İslâmiyete hizmet” şeklinde olduğu hususunu, el altından efkâr–ı ammeye ilân etme cihetine gitmiştir. (Bkz: Mustafa Sungur, Son Şahitler–4, s. 43) 

Hatıralarını şifahî olarak da dinlediğimiz Mustafa Sungur Ağabey, ayrıca şunları naklediyor: "Osman Nuri Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın dostu ve mübarek bir insandır. Harb–i Umumi'de Alay Müftülüğü yapmış ehl–i kalp bir zattır." (Age, s. 44) 

İşte, içinde böyle Osman Nuri, Abdurrahman Şeref Laç, Eşref Edip, Necip Fazıl, Cevat Rıfat, Abdürrahim Zapsu gibi dost ve dindar şahsiyetlerin bulunduğu Millet Partisine (ardından İslâm Demokrat Partiye) bile Üstad Bediüzzaman'ın hiç iltifat etmediğini; buna mukabil, Ahrar tabir ettiği Demokratları destekleme mânâsında bir kaç mektup neşrettiğini, yine aynı hatıralardan (ayrıca Bayram Yüksel’in hatıralarından) okuyup öğreniyoruz. 

M. Sungur, Millet Partisinin DP'ye vereceği muhtemel zararlar karşısında Üstad Bediüzzaman'ın neşrettiği lâhikalardan aşağıdaki iki misâli aktarıyor: 

Birincisi: "...Millet Partisi ise: Eğer İttihad–ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikri ise..." (Age, s. 45 ve Emirdağ Lâhikası, s. 422)


İkincisi: "Milletçilere gelince... Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise... " (Age, s. 45 ve Emirdağ Lâhikası, s. 422)
 
1948’de Millet Partisinin kurulmasıyla birlikte yayın hayatına 20 küsûr yıl sonra yeniden başlayan Eşref Edip idaresindeki Sebilürreşad, 1950’lerde İslâm Demokrat, 1970’lerde ise Millî Nizam ve Millî Selamet Partisine var gücüyle destek olmaya çalıştı. Eşref Edip Bey, aynı zamanda Millî Nizam Partisinin isim babası.
 
“Allah rahmet etsin” diyemedi

Biz Üstadımızın yanına gittiğimizde Ceylan'la beraber. Fevzi Çakmak öleli 4-5 ay olmuş. 'Ben' dedi 'Ölümü ile bazı gençlerin intibahına vesile olduğu halde 'Fevzi Çakmak'a hâlâ Allah rahmet etsin diyemedim. Maamafih.. Sizin hatırınız için şimdi diyeceğim.' 'Aa, Aa, Aa' diye demeye çalıştı, 'Diyemiyorum' dedi. Niçin? Bu icraatların temelinde onun hissesi var..." (Aksiyon, 15 Nisan 2013)

Dostun muhalif siyasî görüşü

Bir önceki bölümde—doğrudan lâhika mektubuyla—nazara verdiğimiz gibi, Necip Fazıl ve Eşref Edip Beyler, din-iman hizmetinde hakiki dost ve mücahidane tavrıyla takdire şâyân birer şahsiyet olmakla beraber, siyaset noktasında, bilhassa 1948’den sonraki dönemde Üstad Bediüzzaman’la ve Nur Talebeleriyle sûret-i kat’iyede anlaşamamış ve mutabık kalmamışlardır.

Bu gibi şöhretli zâtlar, çıkardıkları neşir vasıtalarıyla da, Demokratları alabildiğine yermekten, Fevzi Paşa gibi Milletçileri ise alabildiğine yüceltmekten hiç bir zaman geri durmamışlardır.

Öyle ki, 30 Mayıs 1960’ta işkenceden dolayı baygın halde iken Harp Okulu penceresinden aşağı atılarak vahşice katledilen DP’li İçişleri Bakanı Namık Gedik hakkında bile, yalancı gaddar darbecilerin “İntihar etti” tezine sarılmakta, dahası üstüne yalan-yanlış hikâyeler uydurmakta bir beis görmemişlerdir.


İsim babası, fikir destekçisi

1970’te kurulan Millî Nizam Partisinin isim babası, Milletçilerin eski fikir öncülerinden olan Eşref Edip Beydir. 

Bu dost şahsiyet, aynı zamanda Millî Selamet hareketinin de en dinamik fikrî destekçilerindendir.

Bu konudaki bilgiler, merhumun vefat yıldönümü münasebetiyle ESKADER tarafından geçen sene organize edilen “Babıâli Sohbetleri” esnasında, şahitler tarafından yüzden ziyade dinleyici önünde bütün açıklığıyla ortaya serd edildi.


Oy çokluğu “sevâd-ı âzam” mı?


Önemli bir yanılgı noktası da şudur ki: Bazıları oy çokluğunu “sevâd-ı âzam” şeklinde yorumluyor. 

Üstad Bediüzzaman’ın yaşayış, geçim (derd-i maişet) meselesinde uyulmasıgerektiğini ders vermesi, bu prensibin her zaman ve her sahada tatbikini gerektirmez.

Meşrûtiyet döneminde kurulan Ahrar Fırkası, hiçbir seçimde oy çokluğu elde edemedi, hatta baraj altında kaldı, millet vekili çıkaramadı. Bediüzzaman, buna rağmen onlara destek olmaya çalıştı. Dahası, siyaseten sıfırlandığı halde, yine de başkasının dolmuşuna binmeyerek, 35 sene müddetle iktidar potansiyeline sahip olan bu misyonun yeniden dirilişini beklemeyi tercih etti.

Kezâ, 1961’de ve 1982’de referanduma götürülen darbe anayasalarına yüzde 60’ın, hatta 90’ın üzerinde oy çıktı. Aynı darbeciler, genel seçimler için de yüzde 10 oy barajını getirdi. İstemediklerini elbirliğiyle boğmak için...

Dolayısıyla, darbecilerin oy oranına bakıp, yahut münafıkane oyunlarına aldanıp “sevâd-ı âzam” meselesini yanlış tefsir etmemeli, yanlış yere tatbik etmemeli.

Hiç yorum yok: