21 Aralık 2012 Cuma

Meşrûtiyetin parlak yıldızları- M. Latif SALİHOĞLU

Meşrûtiyetin parlak yıldızları(1)

Sahte kahramanlar, en az yüz yıldır ortalıkta cirit atıyor. Onların meddahlığını yapan propagandistler de, yalan–dolanla zihinleri alabildiğine bulandırmaya çalışıyor; meselâ, gerçek ile sahte olanın yerini değiştirmek için, şeytanın aklına gelmeyecek hile ve desiselere başvuruyor.

Bilhassa bu sebeple, son yüz yılın nesli hakiki kahramanları adeta göremez, bilemez, tanıyamaz bir hale geldi.

Dahası, az buçuk duyup tanıdığı şahsiyetleri bile, ya eksik, ya da yanlış (hatta bir kısmı tam zıt mânâda) tanıma talihsizliğini yaşadı.

Meselâ, bugünkü neslin yüzde kaçı Ahmet Cevdet Paşa, Namık Kemâl, Ziya Paşa, Enver Paşa, Resneli Niyazi, Prens Sabahaddin, Mizancı Murad, Ferruh Bey, Çerkez Ethem, Kâzım Karabekir, Hüseyin Avni, Ali Şükrü Bey gibi itibarlı şahsiyetleri hakiki vechesiyle yeterince biliyor, tanıyor?
Şimdi tutup "Yüzde onu biliyor" diye cevap versem, eminim ki bu oranı bile fazla, mübâlağalı bulanlar olacaktır. Ki, hiç de haksız sayılmazlar.

Velev ki, yüz 15–20 bile olsa, bununla yine de iktifa edilmemeli ve etmemeliyiz.
O halde, gözümüzün önüne çekilen siyah "sahte kahramanlar" perdesini mutlaka yırtıp atmak ve kimin ne mal olduğunu bilgi–akıl–vicdan projeksiyonu ile görüp tanımak durumundayız.
İşte, bizler de elimizden geldiğince bu istikamette hareket ederek yakın tarihimizin yıldız şahsiyetlerini okurlarımıza tanıtmaya çalıştık.

Şimdi sırada daha başka parlak yıldızlarımız var. Sırasıyla onları da sizlere takdim ediyoruz.

Bedel ödeyen dâvâ adamları

Evet, hürriyet ve meşrûtiyet yolunda çok büyük emek sarf etmiş, çetin mücadelelerden geçmiş, defalarca ölümün kıyısından dönerek çok ağır bedeller ödemiş oldukları halde, pek fazla tanınmayan iki yıldız şahsiyetten burada kısaca söz etmek istiyoruz: Bunlardan biri Prens Sabahaddin Bey, diğeri ise Mizancı Murad Bey.

Yakın tarihimizdeki demokrasinin gelişme seyrini daha iyi anlayabilmek için, bu ve benzeri şahsiyetlerin hem biyografilerini bilmekte, hem de fikrî cephelerini öğrenmekte büyük fayda var.
Şimdi, sırasıyla bu zatları biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Prens Sabahaddin Bey

Meşrûtiyet dönemindeki Osmanlı Ahrar Fırkası ideologlarından fikir ve siyaset adamı Prens Sabahaddin Beyin, I. Meşrûtiyet'in feshedilerek ilk Meclis–i Mebusan'ın kapatıldığı gün olan 13 Şubat 1878'de dünyaya geldiği rivâyet edilir.
Onun prensliği, anne tarafına dayanır. Annesi Seniha Hanım, Sultan II. Abdülhamid'in kız kardeşidir. 

Babası Dâmad Mahmut Celâleddin Paşa, hürriyet–meşrûtiyet taraftarı olması ve Yeni Osmanlılara yakınlık duyması sebebiyle, Mutlâkiyet rejimi tarafından sakıncalı görülüyordu.
Önce, Adliye Nezaretindeki işine son verildi; ardından inzivada kalmaya mecbur edildi.

Mesele bununla da bitmedi; hemen her hareketi yakın takibe alındı. Evinin ve aile hayatının sürekli şekilde takip ve tarassut altında tutulması, onu ve aile efradını ziyadesiyle rahatsız etti. 
M. Celaleddin Paşanın ailesi, hem bu rahatsızlık sebebiyle, hem de çocuklarının daha iyi bir tahsil görmeleri mülâhazasıyla, İstanbul'dan ayrılarak Fransa'ya yerleşti. 

Ailesi Fransa'da iken Jön Türklerle temasa geçen ve onlarla birlikte hareket etmeye başlayan Prens Sabahaddin, 1902'de Paris'te yapılan Ahrar Kongresinde en ön safta boy gösterdi. Kongredeki rakibi ise, Meşrûtiyet taraftarı olmakla birlikte daha ziyade milliyetçi ve merkeziyetçi fikirleriyle tanınmış olan Ahmet Rıza Beydi.

Ahrar hareketi, bu kongreden sonra iki kola ayrıldı: Milliyetçi–Merkeziyetçi Grup ile Hürriyetçi Liberal Grup. 
* * *
II. Meşrûtiyet'in ilân edilmesiyle birlikte İstanbul'a gelince Ahrar–ı Osmaniye Fırkası saflarına katılan Prens Sabahaddin, bu fikrî ve siyasî hareketin ideologlarından biri oldu. 

Ne var ki, 1908 yılı seçimlerini komitacılıkla iş gören İttihatçılar kazandı. Bunlar, kendilerine rakip olarak Ahrar Fırkasını gördükleri için de, onlara karşı her türlü baskı ve yıldırma yöntemlerini devreye soktular. 

Her şeye rağmen, 1920'li yıllara kadar aralıklı da olsa Türkiye'de kalmaya gayret eden ve siyaset yoluyla millete hizmet etme fırsatını kollayan Prens Sabahaddin, Osmanlı Hanedanına mensup bütün fertler için getirilen yasaktan o da nasibini aldı ve yurt dışına gitmek zorunda kaldı. 
Prens Sabahaddin ve onun gibi hürriyetçi aydınların bir şekilde bertaraf edilmesiyle birlikte, meydan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ferit gibi milliyetçi geçinen katı merkeziyetçi ideologlara kaldı.

Zıt dünyaların insanı

Evet, Ziya Gökalp ve Prens Sabahaddin, gerek fikir ve gerekse siyaset âleminde birbirine en zıt görünen iki şahsiyet idi. 

Gökalp'in dünya görüşü Türkiye'de 1908'lerden 1950'lere kadar olanca ağırlığıyla devam ederken, bu tarihten sonra ise Prens Sabahaddin Beyin fikir ve dünya görüşüne doğru tedricî bir yöneliş gözlemlendi.

Bediüzzaman Said Nursî 1908'de Prens Sabahaddin Beye hitaben yazmış olduğu bir mektupta, güzel fikirlerinin neşv ü nemâ bulması için, zaman ve zeminin şartlarına dikkat çekiliyor, özetle ve bilmânâ şunlar ifade ediliyor:

"Prens Sabahaddin Beyin sû–i telâkki olunan (yanlış anlaşılan) güzel fikrine cevap
"Sizin teşebbüs–i şahsi ve hiss–i rekabete istinad eden fikriniz güzeldir. Musabakayı, müsbet yarışı intac eder. 

"Hatta bu fikir, terakki yolundaki medeniyet makinesinin buharı hükmündedir. 
"Adem–i merkeziyet (yerinden yönetim) sistemine, herhangi bir tefrikaya meydan ve mahal bırakmadan gidilmeli. 

"Bu fikrin güzelliğini (teoride) taakkul ediyoruz; fakat tatbikini şimdilik irade edemiyoruz. Tatbiki için çok zaman lâzım. Fakat, hükümetler şimdiden teşebbüsata başlamalı." (Bkz: Osmanlıca Nutuk, 1. Mektup.)

Mezarı Eyüpsultan'da

30 Haziran 1948'de İsviçre'de vefat eden Prens Sabahaddin Beyin mezar nakli, 4–5 sene sonra ancak mümkün olabildi. 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti, 1951'de Taif'te bulunan Mithat Paşanın mezarını İstanbul Şişli'deki Hürriyet–i Ebediye Tepesine nakletti. 

Bundan bir sene sonra ise, Ahrar–Demokrat hareketin fikir öncülerinden olan Prens Sabahaddin Beyin mezarını kendi vatanına nakletmek için harekete geçildi. 

İlk adım, Osmanlı Hanedanına mensup kimseler için yapılan kànun değişikliği noktasında atıldı. 
Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın şiddetle muhalefet ettiği bu girişim, Başbakan Adnan Menderes'i istifa eşiğine kadar getirdi. Sonunda, Bayar geri adım atmak zorunda kaldı ve ilgili kànun kabul edilerek yürürlüğe girdi. 

16 Haziran 1952'de kabul edilen ve bazı şartlara bağlı tutulan 5958 sayılı söz konusu kànunla, Osmanlı Hanedanına mensup sadece ölmüş olanlar ile hayattaki hanımların yurda girişlerine izin verildi. 

İşte, bilhassa Adnan Menderes'in fikirlerine hayranlık duyduğu Prens Sabahaddin Beyin mezarı da, bu kànunun kabul edilişinden iki hafta sonra İsviçre'den alınarak İstanbul'la getirtildi. 
Sabahaddin Beyin mezarı, halen Eyüpsultan Kabristanında olup ziyarete açıktır.

Meşrûtiyetin parlak yıldızları (2)


Bir başka yıldız şahsiyet: Mizancı Murat

Günümüz Türkiye'sinden çok az kimsenin tanıdığı bir şahsiyettir, Mizancı Murat Bey.
Oysa, yaşadığı devrin en parlak yıldızlarından biridir: Tarih, edebiyat, hukuk, gazetecilik ve hatta siyaset bilimi gibi muhtelif sahalarda kendini iyi derecede yetiştirmiş müstesna bir kabiliyettir.

Onun bilhassa hürriyet ve meşrûtiyet uğrunda hayatını hiçe sayarak göstermiş olduğu çabalara mukabil, bu içtimaî nimetlere oldum olası muarız ve muhasım kimseler tarafından önce bedenen yok edilmek istendi, bilâhare de istikbâl neslinin nazarında ademe mahkûm edilmeye çalışıldı.
Yakından ve hakkıyla tanınmamasının öncelikli sebeplerinden biri budur.

Öte yandan, Mizancı Murat Beyi hem hayatta iken, hem de vefatından sonra onu eserlerinde takdir ile yâd edenlerin başında Bediüzzaman Said Nursî'nin geldiğini görmekteyiz.

Bediüzzaman, Münâzarât isimli eserinin ilk baskısında, birbirine zıt iki fikir sahibini mukayesede bulunurken, Tanin gazetesi muharriri Hüseyin Cahit'le yıldızının barışmadığını, onu yanlı ve hatalı bulduğunu, buna mukabil Mizan gazetesi muharriri Mizancı Murad'ı kendine yakın bulduğunu açıkça beyan ediyor.

Zira, Hüseyin Cahit, komitacılıkla iş gören İttihatçıların gözdesi bir isim iken, Murat Bey ise, Ahrar grubundandır ve bu siyasî misyonun fikir öncülerinden biridir. İşte, bu dostluk ve yakınlık sebebiyledir ki, Mizancı Murat, 1908 seçimleri arifesinde Ferah Tiyatrosunda vermiş olduğu bir konferans esnasında maruz kaldığı tehdit ve baskılar karşısında, Üstad Bediüzzaman ona canını siper etmiştir.

Şimdi, günümüzde çok az tanınan bu müstesna şahsiyeti biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Kısa Biyografisi

Mizancı Murat Bey, 1853'te Dağıstan'ın Huraki köyünde doğdu.
"Mizan," çıkarmış olduğu gazetenin ismi olup, onun silinmez bir lâkabı olmuştur. Murat ismi ise, Dağıstan'daki hürriyet kahramanlarından "Hacı Murat"a atfen ona verilmiş.

Murat Bey, 1864'te rüştiye tahsilinin ardından, lise öğrenimi için Sivastopol'a gönderildi. 1873'te liseyi (idadi) bitirdikten sonra İstanbul'a geldi.

İstanbul'da Maliye Bakanı Dağıstanlı Şirvanizade Rüştü Paşa tarafından himaye gördü. Kısa bir süre sonra, Halep Valiliğine atanan Şirvanizade ile birlikte Halep'e gitti. Şirvanizade'nin vefatı üzerine ise, tekrar İstanbul'a döndü ve muallimliğe başladı.

Rusça ve Fransızca'yı bilen Murat Bey, bilâhare o zamanki Dışişleri Bakanlığı bünyesinde mütercim/çevirmen olarak çalıştı.

1877'de Hasibe Hanım ile evlendikten sonra, Mülkiye Mektebinde tarih ve coğrafya dersleri, 1880'de ise öğretmen okulunda (Darülmuallimin) tarih dersleri vermeye başladı. Bir müddet, aynı okulda müdürlük yaptı. Yaklaşık iki yıl kadar sonra da Maarif Nezareti (bugünkü MEB) Teftiş Heyeti üyeliğine tayin edildi.

Gazetecilik ve yazarlık kabiliyetine de sahip olan Murat Bey, memuriyetin yanında aynı yıllarda Vakit ve İttihad isimli gazetelerde siyasî muhtevalı yazılar neşretti. 1886'dan itibaren de kendi çabalarıyla "Mizan" isimli gazeteyi yayınlamaya başladı. Mizan: İçinde ölçü, denge, terazi, vasat, hukuk, adalet gibi kavramları barındırır.

Mizan'daki yazılar, ağırlıklı şekilde hürriyet ve meşrutiyetle ilgiliydi.
Mizan'ın bu minval üzere devam eden neşriyatı, Murat Beyin başına iş açtı. Mutlakiyet sistemini eleştirmesi, monarşik düzene karşı gelmesi, üzerine şimşeklerin çekilmesine sebebiyet verdi.
Murat Bey ve çalışma arkadaşları, bilhassa 1880'li yılların sonlarından itibaren yakın takibe alındılar. Şiddetli baskılara uğradılar. Çıkarmış oldukları gazete, sansüre uğradı ve defalarca kapatılması cihetine gidildi.

Nihayet 1890 yılı başlarında Mizan'ın neşrine set çekilmiş oldu.
Murat Bey de, bir yıl kadar sonra Düyun–u Umumiye Komiserliği vazifesiyle tavzif edildi. Tam dört sene bu görevde bulundu.

Reform paketi ve mecburi hicret

Mizancı Murat Bey, ülkenin topyekûn kalkınması, hürriyet ve demokrasi atmosferinde kalarak huzura, sükûna kavuşması ve ileri dünya ülkeleriyle rahatla yarışabilir bir kulvara girmesi için, gayet hacimli bir reform paketi hazırlayıp Padişaha (Sultan II. Abdülhamid) sundu.

Ne var ki, saltanat cenahından beklediği ilgiyi göremedi. Aksine, tehlikeli bir şahsiyet olarak algılandı ve üzerindeki baskıların daha da yoğunlaştığını fark etti.

Bu sıkıcı ve baskıcı gelişmelere daha fazla dayanamadı ve hem Düyun–u Umumiye Komiserliği görevinden ayrıldı, hem İstanbul'u terk ederek Avrupa'ya hicret etmek durumunda kaldı.

1895 yılı sonlarında Sivastopol üzerinden Dağıstan'a, oradan da Kiev–Viyana yoluyla Paris'e giden Mizancı Murat, çeşitli sebeplerle yurt dışına kaçmış bulunan Jön Türkler ile irtibata geçti.
Jön Türklerin bir kolu olan İttihatçıların Paris temsilcisi Ahmet Rıza ile bir türlü uyum sağlayamadı. Bu sebeple, Paris'i de terk ederek oradan Kahire'ye geçti.

Murat Bey, burada da boş durmadı Kahire'de Mizan isimli gazetesini yeniden neşretmeye başladı.
Kahire günlerindeki yazılarında Sultan Abdülhamid'i doğrudan tenkit etti. Hatta, bazı makalelerinde Padişaha yönelik olarak, "Ya meşrûtî idareye geç, ya da istifa et!" şeklinde üst perdeden sözler sarf etti.

Haliyle, bu da onun en ağır şekilde cezalandırılmasına bir gerekçe oldu. Öyle ki, gıyabında idama mahkûm edildi.

1896 yılı Temmuz ayında tekrar Paris'e gitti. Aynı yılın Kasım ayında yapılan kongrede Jön Türklerin lideri konumuna geldi. İnisiyatif kullanarak, cemiyetin merkezini Cenevre'ye taşıdı ve Mizan gazetesinin neşrini bu kez Cenevre'de sürdürdü.

Ne var ki, bu süreçte Jön Türkler, Paris ve Cenevre merkezli olmak üzere iki kola ayrılmış oldu.
Bu arada, Padişah da boş durmuyor, Jön Türk hareketini etkisiz kılmaya çalışıyordu.

Mizancı Murat, 1897'de cemiyet başkanlığını bıraktı. Sultan Abdülhamid de, aynı günlerde siyasî tasarrufta bulunarak, İstanbul'da tanınmış olan bütün Jön Türkler'i toplayıp Trablusgarp'a sürgüne gönderdi. Ardından, Avrupa'da faaliyet gösteren bütün Jön Türklerin, gazetelerini kapatarak İstanbul'a dönmeleri için muhtelif teşebbüslerde bulundu.

Mizancı Murat, bu teşebbüslere olumlu tepki verdi ve daha evvel hazırlayıp padişaha teklif etmiş olduğu reform paketinin dikkate alınacağı vaadiyle İstanbul'a dönmeye ikna edildi.

Ne var ki, gelişmelerin istikameti yine başka oldu. Fikir hürriyeti hususunda hiçbir ilerleme kaydedilmediği gibi, gazetecilerin üzerindeki baskılarda da herhangi bir hafifleme emaresi görülmedi.
Murat Bey, buna rağmen ümidini kaybetmedi. Sabırla çalışmaya devam etti. Bu arada, 1899'da Şûra–yı Devlet'e bağlı Maliye Dairesi üyeliği görevine atandı. O da, II. Meşrûtiyetin ilân edildiği tâ 1908 Temmuz'una kadar bu vazifeyi deruhte etti.


Meşrûtiyetin parlak yıldızları (3)

Bir başka yıldız şahsiyet: Mizancı Murat (Dünden devam)

Mizancı Murat, II. meşrûtiyet'in ilan edilmesiyle birlikte, Maliye Dairesindeki görevinden ayrıldı. Hiç zaman kaybetmeksizin, Mizan gazetesini yeniden neşretmeye başladı.

Gerek yazılarıyla ve gerekse gazetenin genel yayın politikasıyla, eskiden olduğu gibi yine hürriyeti, meşrûtiyeti, adalet ve kanun hakimiyetini savundu.

Ne var ki, bu defa eskisinden çok daha şiddetli bir baskı ile karşı karşıya geldi.
En ufak bir tenkit yazısına daha tahammül göstermeyen İttihatçı bağnazlar,  Murat Beyi tehdit ve yıldırma taktikleriyle pasifize etmeye koyuldular.

Öyle ki, Mizan'daki yazıların yanı sıra, Murat Beyin sohbet ve konferanslarına dahi silâh ve şiddet yöntemiyle müdahale etme teşebbüsünde bulundular.

Nitekim, Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosunda verdiği bir konferansı sabote etmek ve silâh zoruyla konuşmasına mani olmak için tiyatro salonuna gelen İttihatçı komitacıların bu nâmertçe teşebbüsü, orada bulunan Bediüzzaman Molla Said'in gayretiyle boşa çıkartıldı. Gerginliğin had safhaya çıktığı esnada inisiyatifi ele alan Bediüzzaman, İttihatçı militanların çıkardığı gürültü ve yaygarayı dindirmek için yüksekçe bir yere çıkar ve şu mealde sözler sarf eder: "Beyler! Hatibin sözünü kesmek, meşrûtiyet adabına uymaz."

Şahitler anlatıyor

Bediüzzaman Hazretleri, 1909 Mayıs'ında çıkarılmış olduğu Sıkıyönetim Mahkemesinde, bu hadise hakkında şunları söyler: "Kaç defa, büyük içtima'larda heyecanları hissettim. Korktum ki, avam–ı nâs siyasete karışmakla, asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla heyecanı teskin ettim. Beyazıt'ta talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin eyledim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki, bedevî bir adamım. Medenilerin entrikalarını bildiğim halde, işlerine karıştım. Demek cinayet ettim." (Divan–ı Harb–i Örfi, Altıncı Cinayet.)
* * *
Bu hadisenin şahitlerinden olan M. Süleyman Çapanoğlu ise, orada gördüklerini şu sözlerle anlatır:
"Mizan gazetesinin sâhibi ve baş yazarı tarihçi Murat Bey, Şehzadebaşı'ndaki Ferah tiyatrosunda, İttihad ve Terakkî idaresiyle Roma devletinin mukayesesi için verdiği 'Romalıların yükselme ve alçalma sebepleri' adlı konferansında, İttihad ve Terakki'ye karşı giriştiği tenkidler sebebiyle, salonu dolduran İttihadçıların gürültü çıkararak, hakaret ve sövme ile konferansını yarıda bıraktırmaları ve kendisinin tekrar kürsüye çıktığı takdirde tabanca çekilerek mani' olunacağını bildirmesinden sonra, dinleyiciler iki grup halinde birbirine girdiler.

"İtişme ve kakışmaların başladığı sırada, birden bire bir yay gibi fırladığı koltuğun üzerine çıkan Bediüzzaman, gür bir ses ile: 'Ya Eyyühel Müslimîn!' diye söze başladı.

"Sesiyle salona bir anda hâkim olduktan sonra, konuşma hürriyetine saygı göstermek lâzım geldiğini, bir hatibin sözünün kesilmesinin ayıp olduğunu ve terbiye sınırlarının dışına çıkmanın, Meşrûtiyet ve Hürriyeti ilân etmiş bir millet için utanılacak bir hareket olduğunu, İslâm dininin fikre saygı göstermeyi emrettiğini söyledi. Sözlerini âyetlere, hadislere isnad ettirerek ve İslâm tarihinden de örnekler vererek, Hazret–i Muhammed'in (asm) müşaverelerini ve irşadkâr sözlerini ve hitabelerini şahid tutarak, terbiye ve nezaket dairesinde dağılmalarını tavsiye etti.

"Bunun üzerine, bütün o külhanbeyleri, şirretler veya yaygaracıların süt dökmüş kedi gibi dağılması, hâlâ hafızalarda yaşar." (Yeni Asya, 3 Temmuz 1973)

Fikren mağlup olunca kuvvete başvurdular

Mizan'ın neşriyatından ve Murat Beyin faaliyetlerinden şiddetle rahatsız olan İttihatçılar, sonunda onu da kara listeye aldılar ve pusuya yatarak fırsat kollamaya başladılar.
Beklenen fırsat, nihayet 31 Mart Vak'ası münasebetiyle çıkmış oldu.

Hareket Ordusu marifetiyle ihtilâl yapan, sıkıyönetim ilân eden ve Divan–ı Harp Mahkemesini kurduran İttihatçılar, birçok Ahrar mensubu gibi Mizancı Murat Beyi de idam talebiyle sorguya çektiler.

Bu safhada, Mizan gazetesi temelli kapatıldı. Murat Bey de, 31 Mart Hadisesine karıştığı iddiasıyla mahkemede yargılandı ve sonunda"müebbet kalebentlik" cezası ile Rodos Adasına sürgün edildi.
Önce Rodos, ardından Midilli'de yaklaşık dört yıl kaldı. Ancak, burada da boş durmadı ve 12 cilt halinde tasarladığı, "Tarih–i Ebülfaruk" isimli Osmanlı Tarihini yazdı ve bunun ilk 7 ciltlik bölümünü neşretti.

Murat Bey, 1912'de çıkartılan genel aftan yararlanarak İstanbul'a döndü. Bu arada hastalandı. Tedavi olmak için bir müddet için İsviçre ve Fransa'da bulundu, ardından tekrar İstanbul'a geldi.
Döndükten sonra, Mizan gazetesini yeniden çıkarma imkânını bulamadı.

Ancak, yine de fikir ve kalem nâmusunu korumanın bir gereği olarak bazı gazete ve dergilerde yazılar yazmaya devam etti. Yazılarında, sınırlı da olsa İttihat ve Terakki'ye muhalefet etmeyi ihmal etmedi.

Fikren ve beden hayli yıpranan Mizancı Murat Bey, 15 Nisan 1917'de Anadolu Hisarı'ndaki evinde Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Mühim eserleri

Kuvvetli fikir, geniş bilgi ve üretken bir kalem sahibi olan Murat Bey, sayısız makalenin yanı sıra, onlarca ciltlik eser telif etmiş bir şahsiyettir.
Kronolojik sıraya göre, bir kısmı 8–10 cildi bulan eserlerinden bazıları şunlardır:
Muhtasar Târîh–ı Umûmî (1880–85) 
Muhtasar Târîh–i İslâm (1890) 
Devr–i Hâmidî Âsârı (1891) 
Turfanda mı, Yoksa Turfa mı? (1892) 
Hürriyet Vadisinde bir Pençe–i İstibdâd (1908) 
Mücâhede–i Milliye (1908) 
Tencere Yuvarlandı Kapağını Buldu (piyes, 1908) 
Târîh–i Ebülfâruk (1909–16) 
Enkaz–ı İstibdâd İçinde Züğürdün Tesellîsi (1911) 
Tatlı Emeller, Acı Hakikatler (1912) 
Taharrî–yi İstikbâl (1913–14)


Hiç yorum yok: