18 Kasım 2012 Pazar

“Din ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkümdurlar!” Mustafa Kemal Paşa ve Kuran’ın Türkçeye tercümesinin perde arkası -İnönü ile Atatürk’ün sürtüşmesinin perde arkası -Başsız vücudu Meclis’in önünde ayağından asılan Topal Osman’ın gerçek hikâyesi -Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten azli ve istifası İngilizlere karşı bir oyun mudur?-Cumhuriyetin kurulmasını kim istedi? -canmehmet.com


“Din ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkümdurlar!” (1)


Cumhuriyetin ilk yılları ile yakın tarihimizde bugüne kadar karanlıkta kalmış birçok olay, taraflarının ağzından ve belgeleri ile verilmektedir. Tarih şunu göstermiştir; eserleri yakarak, halkı korku ile sindirerek gerçeklerin üzeri ilelebet örtülememektedir.
Bu bölümde konu başlıkları verilen olaylar ilerleyen bölümlerde detaylandırılacaktır.
-“Dini ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar,”
- “Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etsinler… “ (Mustafa Kemal Paşa)
**
Karabekir, konuyu yakın arkadaşı İsmet Paşa ile de görüşür.
“16 Ağustos’ta İsmet Paşa ile görüştüm. 18 Temmuz’da Teşkilat-ı Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız (İslamlık terakkiye manidir) münakaşasını ve Gazi’nin yakın zamanlara kadar her yerde İslam dinini, Kuran’ı ve hilafeti medhü sena ettiği ve pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe dahi okuduğu halde dün gece heyet-i ilmiye muvacehesinde peygamberimiz ve Kuran hakkında hatır ve hayale gelmeyecek tecavüzde bulunduğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan’dan yeni geldiği hakkındaki kanaatin umumi olduğunu da söyledim…”
“İstiklal Mahkemeleri’yle işe başlamalarından M. Kemal Paşa’ya ve kendisine karşı kalplerdeki büyük sevginin sarsıldığını ve hele mahkemeler keyfi kararlar verirlerse değil istanbul’un, bütün vatandaşların endişeye düşerek aynı duygulara kapılacaklarını, bunun için bu mahkemenin hiçbir tesire kapılmadan asilane iş görmesini ve işi çabuk bitirip geri gelmesini ve artık şu veya bu sebeplerle bu mahkemeleri bir vasıta olarak kullanmamalarını ve meselenin Türk milletinin ve Türk vatanının şerefi olduğunu ve Cumhuriyet idaremizi zayıf gösterecek olan bu cebir ve şiddet vasıtası göstermekliğimiz lüzumunu izah ettim.” Göstermekliğimiz lüzumunu izah ettim.”
**
Eski arkadaşlarıyla Karabekir arasındaki bir tartışma da, orduya alınacak araç ve gereçler konusundadır. Karabekir, İsmet Paşa’ya bir mektup göndererek şunları yazar:
-“Orduya ait işlerden ve hele tayyare, mühimmat fabrikalarına hakkında gazetelerde gördüğüm birtakım şirketlerin talip oluşundan resmen bizlere haber verilmemesinin mahzurlu olduğunu ve işlerin Enver Paşa’nın zamanındaki gibi dar bir çerçeve içinde yapılmasının önüne geçilmesi.”
**
Karabekir 9 Nisan günkü dördüncü toplantıda şu görüşü ileri sürer ;
-“Nutuk çok yanlış ve tarafgiranedir Nutuk’ta daha ziyadede teferruat üzerinde durulmuş ve esaslar kamilen ihmal edilmiştir Benim yakılan kırk kitabım içinde biri de Nutuk’un hata ve sevap cetveli adını taşımaktaydı. Bunda Nutuk’un yanlışlar bir bir gösterilmişti,”
**
-“Şeyh Sait’in, hilafetin kaldırılmasından sonra, “İslamın Kürtler ve Türkler arasında tek bağ olduğu” biçiminde konuştuğu İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın 24 Şubat 1925 tarih ve 154 sayılı gizli belgesinde yazılıdır...”
**
Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi’nce 1972 yılında yayınlanan;
-“Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938)” başlıklı kitap Genelkurmay Başkanlığı tarafından (yayınlanmasına rağmen, kendi yayınları) toplattırılır…
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bu bölümünü okumak yasaktır!
(Bu kitapla ilgili yayın yasağı 10 yıl sonra 1982 yılında serbest bırakılmıştır.)
**
-“Her ihtilal, çatışmalar ve çalkantılar içinde oluşur. Bu çatışma ve çalkantılar, ihtilalcileri karşı karşıya da getirir. Mustafa Kemal ve Karabekir Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın utkuya ulaştıran iki eski dost, iki eski asker ve iki eski ihtilalcidir.
Ama yolları, hilafetin kaldırılması ve cumhuriyetin İlanıyla birlikte ayrılmıştır.
İhtilal, evlatlarını yer…”
**
-“İlk sözü Gazi aldı.
Peygamberimizi ve hilafeti medhü sena etti. Çok uzun süren sözlerinin sonlarında:
(Bundan sonra makam-ı hilafetin dahi Türkiye Devleti için ve bütün İslam âlemi için ne kadar feyizkâr olacağını da istikbal bütün vuzuhuyla gösterecektir. Türk ve İslam-Türkiye Devleti bu iki saadetin tecelli ve tezahürüne menba ve menşe olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır) dedi. (Atatürk’ün I Kasım 1922 tarihli konuşması için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri)
**
“İzmir’de iken 29 Ocak’ta M. Kemal Paşa ile Lâtife Hanım’ın nikâhları yapılmıştı. Fevzi Paşa ve ben, Gazi’nin şahidi olarak iki yanında oturmuştuk.
5 Şubat’ta Akhisar’da iken İsmet Paşa’dan 4 Şubat’ta sulh müzakeresinin inkıtaa uğradığı hakkında şifreli telgraf geldi. Yine bu arada Ankara’dan Meclis ikinci reisi Ali Fuat Paşa’dan mühim bir şifreli telgraf geldi:
“Gazi’nin geçen yıl millete verdiği söz mucibince bir tarafa çekilmesi şartıyla kendisine bir saray ve ayda on bin lira verilmiştir, müzakereye koyalım mı?”
Gazi buna çok kızdı. Rengi kaçtı. Şifreyi bana da okuttu. Mütalaamı sordu. O hâlâ hilafeti uhdesine almaya ve eski mefkuresine kavuşmaya uğraşırken kendisine bu tavsiye çok acı geldi. Gerçi gıyabında bu tarzda ve dış siyasetimiz henüz takarrür etmeden bu teşebbüs doğru değildi. Bunun için mütalaamı şöylece söyledim…”
**
Hocaları Toptan Kaldıralım!
Karabekir, o günlerde, Ankara’nın Keçiören semtinde “Kubbeli Köşk” diye bilinen bir küçük köşkte kira ile oturmaktadır. 19 Ağustos 1923 günü M. Kemal, Lâtife Hanım ve İsmet Paşa bu köşke yemeğe gelirler.
Yemekte tartışma çıkar. Tartışma Karabekir ve İsmet Paşa arasındadır. M. Kemal, tartışmayı sessizce izler.
İsmet Paşa müthiş bir inkılap hamlesi teklif etti:
Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılabı yapmazsak hiçbir zaman yapamayız.
İlk Fethi Bey grubundan işittiğim bu yeni inkılap zihniyetini İsmet Paşa da bir çırpıda tamamlıyordu. Aradaki zaman fasılaları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin üç maddelik programı kulaklarımda tekrarlandı:
I- İslamlık terakkiye manidir.
2- Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli.
3- Hocaları toptan kaldırmalı.”
Peki ama ne olmak istiyorsunuz, dedim, Hıristiyan mı, dinsiz mi?
**
Atatürk’ten İnönü’ye 6.8.1933:
“Başvekil İsmet Paşa Hazretleri’ne:
İsmet; sen büyük adamsın; hassas olduğun kadar his veren adamsın.
Sen benim sözlerimi okurken gözlerin yaşarmış; ya ben seni okurken hıçkırıklarla ağladığımı söylersem, inanır mısın?
Ben duygularını sofrada değil, kimsenin yanında değil, yatak odama çekildikten sonra mahremimde yazıyorum. Sen beni muhakkak çok seviyorsun. Ya ben seni!
Buna cevap istemez.
Gözlerinden öperim.”
İnönü’den Atatürk’e 5.10.1938:
Sevgili Atatürk; Sevgili Velinimetim;
Muhterem Celâl Bayar bana sizin selamınızı getirdi. Çok sevindim. Bir soğuk algınlığından yatakta ıstırap çekerken sizden lütufkâr ve şefkatli bir haber bana ihya edici bir ilaç gibi geldi. Yüreğimin ta içinde bütün muhabbet hislerim sızladı. Bütün ömrümün en aziz hatıralarını teşkil eden hadiseler hafızamda canlandı. Aziz varlığınız düşüncelerimin âlicenap timsalidir Sizin bir an evvel afiyet bulmanız yegâne ve samimi dileğimdir Sizi kudret ve sıhhatle ve şan ve şerefle aramızda görmek ümidi her zamankinden sağlamdır
İki mübarek elinizden, sevgili ve can verici yüzünüzden doymadan binlerce öperim sevgili Atatürk, büyük Atatürk, velinimetim Atatürk
Tazim ile.
İsmet İnönü.”
(Tarih araştırmacısı Emekli Albay Kemal Tüfekçioğlu’nun arşivinden alınan bu iki mektup ilk kez, 11 Kasım 1986 günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı (Mumcu Uğur, “Atatürk ve İnönü”)
Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü tarafından paraların ve pulların üzerinden Atatürk’ün resimleri kaldırılmıştır.
Para ve pullarla da yetinilmemiş, Duvarlardaki Atatürk’ün resimleri de depolara kaldırılmıştır.
Devam edecek…
Resim;yazarlikyazilimi.meb.gov.tr
Kaynakça;
-“Kazım Karabekir anlatıyor” Uğur Mumcu, 25. Baskı: Aralık 2009, Ankara,

Mustafa Kemal Paşa ve Kuran’ın Türkçeye tercümesinin perde arkası (2)

Gerçekler topal misalidir. Biraz geç gelirler. Onlar bizim yürüdüğümüz yolları aydınlatan sokak lambalarıdır. Onlara geç geldikleri için kırılmamak, kızmamak gerekir.
“…Diğer taraftan da Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı: İslamlık terakkiye mani imiş! Halk Fırkası ladini (din dışı) ve laahlaki (ahlak dışı) olmalı imiş. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları halde istiklallerini” muhafaza ediyorlarmış. Medeniyete girmişlermiş. Türkiye İslam kaldıkça Avrupa ve İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı İslam olduğundan bize düşman kalacakmış. Sulh yapmayacaklarmış. (1)
10 Temmuz 1923’te Ankara istasyonundaki Kalem-i Mahsus binasında fırka nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbıhallere başlamıştık.
-Dini ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar, dediler. (2)
Kendisini hilafet ve saltanat makamına layık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla latife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi:
Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.
Gerçi İsmet Paşa da 5 Ocak 1923 tarihinde bana yazdığı mektupta (Vatanımız ne zaman mamur olacak? Bir tek ve asıl mesele budur. Sulh olsa da olmasa da) demişti. Fakat iki Lozan arasında Ankara’ya geldiği zaman kendisinden bu garip manada mütalaa işitmemiştim. Zengin olmak, mamur olmak, planlı bir çalışma ve zamanla olurdu.
Gazi’ye şu mütalaamı söyledim:
-Nereden, ne maksatla geldiği bilinmeyen ve üzerinde kendi milli kudretimizle işlenmeyen fikirler milli bünyemizi sarsar. Tanzimat’ın da bu surette kurbanı olduk.
-Bizi kuvvetle çözemeyenler yaldızlı formüllerle cevherimizi eritebilirler. Harben kazandığımızı, sulhtaki yanlış ve vakitsiz adımlarımızla daha doğrusu Avrupalılara aldanmakla elimizden kaçırdığımızı onlar pek iyi bilirler. Bunun için ilim ve ihtisasa hürmet etmek ve bilgili ve seciyeli adamlarımızla üzerinde işlenmemiş fikirleri program diye kabul etmemek, yeniden aldanmamak için biricik yoldur.
-Kendi ilim müesseselerinde işlenmemiş veya kontrol edilmemiş bayağı fikirlerin tatbiki diğer bir bakımdan da tehlikelidir. Emirle yaptırılacak, yani şiddetle tatbik olunacak demektir. Bu tarz belki itaat temin eder fakat sevgi asla!
Bu hususta kendi tecrübelerime de dayanarak diyebilirim ki, itaat görünüştedir ve muvakkattir.
M. Kemal Paşa:
Dini ve ahlaki inkılap yapmadan önce bir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu prensibi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabiliriz.
Ben:
- Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Paşam, bu akide bizi Bolşevizme götürür. İngilizler, mütarekenin ilk zamanlarında bizi Bolşevikliğe teşvik ediyorlardı. Demek bizi başka yoldan yine oraya sürmek istiyorlar? Bunun manası açıktır:
Türkiye’yi Ruslarla paylaşmak.
Bu hususta Erzurum’da da aynı fikrimi izah etmiş olduğumu ve daha önce de Amasya kararınıza mani olmuş bulunduğumu hatırlarsınız. Sonra siz Meclis kürsüsünden haykırdınız:
(Sulhtan sonra millet safları içine çekilerek bir ferd-i millet gibi yaşayacağım.)
Halbuki şimdi halkın asla hoşuna gitmeyeceği ve benim bile ucunu bir uçurum gördüğüm bir formülü halka kabul ettirecek bir idare kurmaya gidiyorsunuz. Bunu yapmayınız. Milli birliğimiz sarsılır; bir tufeyli tabaka halkın başına geçer kanını emer.
Hiçbirimizin hayatı uzun değildir. Bu milletin yeni sarsıntılara tahammülü yoktur. İzmir İktisat Kongresi İktisadi ihtiyaçlarımızı tespit etti. Bir heyet-i milliyemiz maarif programını tespit edecek. Mütehassıs bir askeri heyetle (ordunun ilim ve irfanını) tespit ettiriniz. Bu suretle planlı ve programlı olarak İstiklal Harbi’ni canıyla, başıyla kurtaran milletimize hürriyet ve aşk saadetini tattıralım.
Gazi beni sükûnetle dinledi. Münakaşayı uzatmadı.
Anladık ki, yeni bir muhit onu yeni havaya çekmek istiyor. Fakat kati kararını vermiş değil.”(3)
Karabekir, gelişen yeni koşullardan ve oluşan ortamdan iyice kuşkulanmıştır.
Din konusunda çıkan tartışmalar Karabekir’i adım adım M. Kemal’den uzaklaştırmaktadır.
Şark Cephesi komutanı, Bolşevikliğin de din karşıtı düşünce sahiplerinin de İngilizlerce kışkırtıldığı kanısındadır.
Karabekir, bugün müze olarak kullanılan Ankara Garı’ndaki özel Kalem Müdürlüğü’ne uğrar. Odaya girdiğinde Tevfik Rüştü Bey,
-“Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam” diye konuşmaktadır.
Karabekir sorar;
-“Nedir o kanaat?”
Mahmut Esat (Bozkurt) yanıt verir
“İslamlığın terakkiye mani olduğu kanaati. İslam kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati.”(3, dip no,32)
Karabekir anılarının bu bölümünde şunları yazar.
“Mustafa Kemal Paşa’yı bu sefer de kimlerin nerelere götürmek istediği görülüyordu.”
Söyleşi başlamıştır Karabekir İslamlığın gelişmeye engel olduğu yolundaki düşüncelerin Avrupalı diplomatlar tarafından ortaya atıldığını söyler Bu yorumunun tartışabileceğini de anlatır
Ve devam eder
“… Münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa o da din değiştirme gayretidir. Bence İslam kalırsak mahvolmayız. Bilâkis yaşarız, hem de yakın tarihlerdeki misalleri gibi itibar görerek yaşarız. Fakat din değiştirme oyunu ile birliğimizi ve salabetimizi kırarak bizi mahvedebilirler.”
Tartışmaya Fethi Okyar da katılır Okyar, Karabekir’in
-“mütehakkim bir eda” diye tanımladığı biçimde şunları söyler
“Evet Karabekir, Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmlar.”
Karabekir bu tartışmanın nasıl sonuçlandığını anılarında şöyle anlatır
“Gazi riyaset yerinde. Fethi Bey onun solundaydı. Ben de kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum. Fethi kapıdan girince hemen onun soluna oturmuştum. Fethi Bey, son olarak bana kesin cevap verince ben de başımı sağa çevirerek ona ve aynı zamanda Gazi’ye hitaba başladım.
Önce Türklerin İslam dinini kabul etmeleri sayesindedir Ki, Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırdıklarını ve bize bugünkü hâkim vaziyeti verdiklerini, aksi halde Bizans medeniyeti ve dini içinde Kayseri Rumları halinde kalacağımızı anlattım.
Sonra da:
Bu bayağı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmaklığımıza amil olan şey bir değildir. Fütuhatlık, temsil kudretini göstermemek, Avrupa’nın ilim ve fen cephesiyle temassızlık gibi mühim sebeplerdir. Aynı yanlışlıkları yapan Hıristiyan devletlerinin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz. Bu zelzelenin haklı sebeplerini araştırmayıp onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar bu (İslamlık terakkiye manidir) fikrini garip buluyorum.
Bu bayağı ve tehlikeli fikrin aramızda da ilmi münakaşaya tahammül edemeyecek kadar taraftar bulmasından da çok müteessir oldum.
Fakat ben de iddia ediyorum ki, Türk milleti ne dinsiz olur, ne Hıristiyan olur. Hakikat budur. Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hülyanızdır.
Böyle bir harekete cüret memleketimizde kanlı bir istibdada başlar ve İstiklal Harbi’nin samimi birliğini de birbirine katar. Nerede ve nasıl karar kılınacağını da kestiremesek bile milli bir dram olacağından şüphe etmemeliyiz.
M. Kemal Paşa’ya hitaben sözlerime şöyle devam ettim:
- Paşam, maddi cephemiz zaten zayıftır. Güvenebileceğimiz manevi cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek dayanabileceğimiz nemiz kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, artık fikir kuvvetiyle mahvedeceklerdir. Siz millete karşı bizi bu hale getiren gailenin istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamiyle iradesine sahip olarak yürüyeceğini. Meclis kürsüsünden dahi defalarca haykırdınız. Millet Meclisi’ni tekbirler ve salalar arasında açtınız.İslamlığın en büyük din olduğunu hutbelerle de ilan ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız!
M. Kemal Paşa sözümü keserek:
- Müzakere çok hararetlendi, burada kesiyorum, dedi.”
İkinci Meclis Toplanıyor
…18 Temmuz’da İslamlığın terakkiye mani olduğunu haykıran Fethi Bey ve arkadaşları bu maniayı nasıl ve ne zaman kaldıracaklardı? Hükümet programı ile mi, yoksa Gazi’nin herhangi bir hamlesiyle mi?
Bu bekleyiş uzun sürmedi. Hemen bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü.
Şöyle ki:
Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal Paşa heyet-i ilmiyenin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyerek “Kuran’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı.
Bu arzusunu ve hatta mücbir olan sebebini başka muhitlerde de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Seriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu malumatı vermişlerdi:
(Gazi, Kuran-ı Kerim’i bazı İslamlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kuran’ın Arapça okunmasını namazda dahi menederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca Kuran’ı da İslamlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.)(4)
Bazı yeni simalardan da bahsettikleri gibi bu akşam da bu fikre mümaşat eden (beraber olan) bazı kimseleri görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:
-Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınızın içeride ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi alakadar makamlara bırakmalı. Fakat, rasgele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde Arapçaya ve dini bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi, geçirmelidir. Geçirmelidir.
- Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malumdur. Doğrudan doğruya tercüme ettirmeli… gibi bazı hoşa giden bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:
Müstemlekeleri İslam halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasi çıkarlarına göre Kuran’ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi, mesela Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada maarif programımızı tespit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdani olan din bahsinden değil, ilim cephesinden istifade hayırlı olur. Kuran’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa milli kalkınmaya hasretmek daha hayırlı olur.
M. Kemal Paşa, beyanatıma karşı hiddetle bütün zamirlerini (içyüzünü) ortaya attı:
- Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etsinler…”(5)
İşin bir heyet-i ilmiye huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref:
-Paşam, çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor, diyerek bahsi kapattılar.
Bizler de hususi masadan kalkarak sofraya oturduk ve yedik içtik. Fakat heyet-i ilmiyenin bütün azaları müteessir görünüyordu.
Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kuran’ı ve peygamberi her yerde medhü sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza (incinme duygusu) veriyordu.”  (6)
Karabekir, din ve devrim konularındaki endişelerini her yerde anlatır. “Uzmanlar” der, “fikirleri işlesinler.” Yoksa din ve ahlak konularında atılacak yanlış adımlar “gençliği züppeleştirir”.
Paşa endişelidir. Şöyle düşünür:
Dini ve ahlaki devrim, bilim adamlarına dayanmadığına göre “nereden geldiği belli olmayan bu fikir” toplumda hem de “her şeye müsait bir muhitte yaman hadiselere” yol açabilir.
Karabekir, konuyu yakın arkadaşı İsmet Paşa ile de görüşür.
“16 Ağustos’ta İsmet Paşa ile görüştüm. 18 Temmuz’da Teşkilat-ı Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız (İslamlık terakkiye manidir) münakaşasını ve Gazi’nin yakın zamanlara kadar her yerde İslam dinini, Kuran’ı ve hilafeti medhü sena ettiği ve pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe dahi okuduğu halde dün gece heyet-i ilmiye muvacehesinde peygamberimiz ve Kuran hakkında hatır ve hayale gelmeyecek tecavüzde bulunduğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan’dan yeni geldiği hakkındaki kanaatin umumi olduğunu da söyledim. (7)
İsmet Paşa, Macarlar ve Bulgarlar, aynı saflarda İtilaf Devletleri’ne karşı harp ettikleri ve mağlup oldukları halde istiklallerini muhafaza etmiş olmaları Hıristiyan olduklarından, bize istiklal verilmemesi de İslam olduğumuzdan ileri geldiğini, bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtulduksa da İslam kaldıkça müstemlekeci devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklalimizin de daima tehlikede kalacağını bana anlattı.
Ben de bu fikre iştirak etmediğimi şu mütalaalarıma dayanarak söyledim:
Böyle bir fikrin doğuracağı hareket milletin başına yeniden daha korkunç ve daha meşum bir istibdat idaresi getirecektir. Daha kazanamadığımız milli neşe kaçacak, birçok emekle kurulan milli birliğimiz de bozulacaktır. Biz içeride birbirimizi boğarken bize bu kurtuluş yolunu gösteren politikacılar da (Türkler Hıristiyan oldular) diye bütün İslam âlemini bizden nefret ettireceklerdir. Bu suretle bizi tedip etmek için İslam âlemi ruhlarında isyan duyacaklardır. Artık İtilaf Devletleri Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle başaramadıkları emellerini, İslam ordularını ve hele Arapları, (salli ala Muhammed) diye üzerimize saldırtmakla istihsale kalkışacaklardır.
Sultan Mahmut devrinde (Türkler Hıristiyan oluyor) diye Arap ordularını Anadolu içlerine sevk eden ve orduları idare eden Fransızlar değil miydi? Türk donanmasını ifsat eden ve Mısır’a teslimine sebep olan politika aynı oyun değil miydi? Öteden beri bir taraftan hükümete (Avrupalı olun, Garp hayatını aynen alın, başka kurtuluşunuz yoktur) derler. Diğer taraftan da attığımız adımları teşvik ederler ve İslam âleminde de (Türkler Hıristiyan oluyor) diye aleyhimizde nefret uyandırırlar.
Esasen imkânsız olan bir şeyi yapıyor görünmek bile maddi ve manevi bütün kudret kaynaklarımızı mahv ve harap eder. Neticesi bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri de kâfi gelmeyeceğinden kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Neticede Bolşeviklik cereyanları arasında mahvolmak veya müstemleke olarak istiklalimizi kaybetmek de çok uzun sürmez. M. Kemal Paşa’nın son beyanatı bütün ilim adamlarımızı hayret ve korku içinde bırakmıştır.
Çok vahim neticeler doğurabilecek bu fikri hep bir arada müzakere ve münakaşa etsek millet ve memleketin hayrına olur.
Lozan bize istibdat ve tehlike getirmesin!
-Hocaları Toptan Kaldıralım!
Karabekir, o günlerde, Ankara’nın Keçiören semtinde “Kubbeli Köşk” diye bilinen bir küçük köşkte kira ile oturmaktadır. 19 Ağustos 1923 günü M. Kemal, Lâtife Hanım ve İsmet Paşa bu köşke yemeğe gelirler.
Yemekte tartışma çıkar. Tartışma Karabekir ve İsmet Paşa arasındadır. M. Kemal, tartışmayı sessizce izler.
“İsmet Paşa müthiş bir inkılap hamlesi teklif etti:
Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılabı yapmazsak hiçbir zaman yapamayız.
İlk Fethi Bey grubundan işittiğim bu yeni inkılap zihniyetini İsmet Paşa da bir çırpıda tamamlıyordu. Aradaki zaman fasılaları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin üç maddelik programı kulaklarımda tekrarlandı:
I- İslamlık terakkiye manidir.
2- Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli.
3- Hocaları toptan kaldırmalı.
Peki ama ne olmak istiyorsunuz, dedim, Hıristiyan mı, dinsiz mi?
Hiçbirine imkân olmamakla beraber her iki yol da hem tehlikeli hem de geridir. Münevver Hıristiyanlık âlemi ilim zihniyetine daha uygun bir din esasları araştırırken bizim. Onların köhne müesseselerini benimsemekliğimiz müthiş tehlikesi ile beraber geri bir hareket olur. Dini kaldırmak İse yine müthiş tehlikesi ile beraber medeniyet âleminin nefret ettiği geri bir yol olduğundan maksatsız bir hareket olur.
Bir millette duygu birliği, itikat birliği ve menfaat birliği olmazsa idare edenlerle edilenler arasında bir uçurum açılır ve bu uçurum günün birinde o millete mezar olabilir.
Ben, her fırsatta söylediğim gibi dinle uğraşmanın bizi daha ziyade terakkiden alıkoyacağı ve daha ziyade geri götürebileceği buna tesir yapmalı ve ne de tesiri altında kalmalıdır! Biz milli istiklalimiz gibi milli hürriyetlerimizi de en mukaddes gaye tanımalıyız ve bunun zevkini bütün millete tattırmalıyız. Bunun için medeni hedeflerimizde sürat, fakat İçtimai gayelerimizde tekâmül yolunu tutmalıyız.
Ben, taassuptan uzak ve terakki sever bir insan olduğumu eserlerimle de gösterdim. Zaten yakından biliyorsunuz. Din hakkındaki düşüncemi Şark’ta iken çocuklar için yazdığım (Öğütlerim) başlıklı eserimde de üç yıl önce neşretmiş bulunuyorum. Müsaadenizle okuyalım.
Din ve mezhep öğüdünü okudum, sükûnetle dinlediler, hiç cevap vermediler. Bahis de kapandı…”
Devam edecek…
Batı, görmek istediği Doğu’yu nasıl tasvir etmektedir?
“Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu, artık hiçbir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler…” (8)
Resim; turbohaber.com
Kaynakça;
(1) “Kazım Karabekir anlatıyor” Uğur Mumcu, 25. Baskı: Aralık 2009, Ankara,
(2) (a.g.e.S.75)
(3) Dip not; 32 Karabekir’in anlattığı tartışmayı M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali adlı kitabında şöyle doğrular. “Dinle devlet işlerinin birbirlerine karışması Türk milletinin felaket sebebi olduğunu ileri sürmüştüm. … General Karabekir fikrime asabiyetle hücum etti.” Bozkurt Mahmut Esat, Atatürk İhtilali, İ.Ü. İnkılap Enst. Yay., 1940, s. 439. Karabekir bu kitabın 213 ve 214. Sayfalarında anlatılan Erzurum Kongresi ile ilgili olayların doğru olmadığını da yazmaktadır
(4) (a.g.e.s.85)
(5) (a.g.e. s.86)
(6) (a.g.e.S.87)
(7) (a.g.e.S.89)
(8)Lovis Massignon (Kaynak; “ORYANTALİZM”, Edward SAİD (www.derszamani.net)

“Benim bu sarayda resim takımlarımla bir iki bohçam var. İstemezlerse bunları alır giderim” (3)


Bulunduğu yeri, oturduğu makamı milletinin bir emaneti olarak görebilmek...
Diyen, Halife Abdülmecit Efendi ile yaptığı görüşmeyi Kazım Karabekir Paşa şu sözlerle aktarmaktadır;  “12 Kasım’da Halife Mecit Efendiyi ziyaret ettim. Beni birbuçuk saat yanında alıkoydu. Gözlerini daima yere tespit ediyor; ara sıra öte beriye bakıyor ve bir düziye (sürekli) babası Abdülaziz’in iyiliğinden ve Vahdettin’in kötülüğünden bahsediyordu. Birkaç kere müsaade istediysem de salıvermedi. Ve sonunda korkak bir eda ile şunları söyledi:
-“Benim bu sarayda resim takımlarımla bir iki bohçam var. İstemezlerse bunları alır giderim.”
-”Bu sözleriyle, hal ve tavırlarıyla tehdit edildiğini anlatmak istiyordu. Gerek arkadaşlarımdan gerekse gazetecilerimizden aldığım havadislerle de karşılaştırılınca M. Kemal Paşa’nın çıkamadığı bir makamı yıkmak kararını vermiş ve fiiliyatına da geçmiş olduğuna şüphe kalmadı.” (1)
Paşaların kavgasının arkasında yatan gerçek nedenler…
Karabekir, Cumhuriyet’in ilanını Trabzon’da “Bahriye müfreze kumandanlığından” haber almasından yakınır.
Ve Başkomutan M. Kemal Paşa’yı şöyle eleştirir
-“istiklal Harbi’nin tehlikeli günlerinde sonuna kadar feragatli, fedakâr arkadaşlarının rey ve irşadına ihtiyaç gösteren M. Kemal Paşa artık muzaffer bir başkomutan sıfatıyla maiyet komutanlarına Cumhuriyet’! dikte ettirmiştir. Eski arkadaşlarının rakip olabileceği endişesi ile sui şahsiyetler icadı da lazım gelmişti; bunun için eski arkadaşlarını kötülemek lazımdı. Bunu da hakkıyla yapmıştır.”
Atatürk, Söylev’de Cumhuriyet’in ilanına karar verilirken Ankara’da bulunan arkadaşları ile konuştuğunu şöyle anlatır:
-“Gece olmuştu, Çankaya’ya gitmek üzere Meclis’ten ayrılırken, koridorlarda beni beklemekte olan Kemalettin Sami ve Halit paşalara rastladım. Ali Fuat Paşa Ankara’dan ayrılırken bunların Ankara’ya geldiklerini o günkü gazetede (Bir uğurlama ve bir karşılama) başlığı altında okumuştum. Daha kendileriyle görüşmemiştim. Benimle görüşmek için o zamana değin orada beklediklerini anlayınca akşam yemeğine gelmelerini Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa’ya söylettim, ismet Paşa ile Kâzım Paşa’ya ve Fethi Bey’e de Çankaya’ya benimle birlikte gelmelerini söyledim. Çankaya’ya varınca, orada beni görmek üzere gelmiş olan Rize Milletvekili Fuat, Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref beylere rastladım.” (2)   
-“Onları yemeğe alıkoydum.”
Kemalettin Sami (3) ve Halit paşalar, Karabekir’in kolordusunda görevli komutanlardır.
-‘Atatürk, Karabekir’e Söylev’de şu yanıtı verir:
“Baylar görüyorsunuz ki, Cumhuriyet’in ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmayı ve onlarla görüşüp tartışmayı hiç de gerekli görmedim. Çünkü, onların öteden beri ve doğal olarak bu konuda benim gibi düşündüklerinden kuşkum yoktu. Oysa, o sırada Ankara’da bulunmayan kimi kişiler hiçbir yetkileri yokken, kendilerine bilgi verilmeden, düşünceleri ve uygun görüp görmedikleri sorulmadan Cumhuriyet’in ilan edilmiş olmasını gücenme ve ayrılma nedeni saydılar.”
Karabekir, Atatürk’ün bu sözlerini anılarında şöyle yanıtlar:
“Halbuki salahiyetli olmadığını söyledikleri arasında hem mebus hem de kolordu komutanları vardır.”
Yol ayrımı Cumhuriyet’in ilanı ile artık iyice belli olmuştur. (4)
Erzurum’dan Ayrılış
Karabekir, 4 Kasım 1923 günü Trabzon’dan ayrılırken yayınladığı bildiride kırgınlığın ve küskünlüğün ipuçları görünüyor.
-“Muhterem halkımıza veda ederken geçmiş günlerde el ve kalp birliğiyle mazhar olduğumuz muvaffakiyetleri anmakla beraber Cenab-ı Hak’tan yalvarıyorum ki, bu masum halk bir daha felaket görmesin. Çektikleri azap ve ıstırap bitmiş olsun. Kahraman orduma berri ve bahri (kara ve deniz) silah arkadaşlarıma veda ederken her birini bağrıma basıp yüksek alınlarından ruhumla öpüyorum. Ve onların şerefle dolu menkıbelerini yad ederek mazide olduğu gibi istikbal için de bütün Şark mıntıkasına yaslanmış olan pek heybetli bir Arslan timsalinin dimağıma ebedi hatlarla nakşedildiğini görüyorum.”
Kâzım Karabekir, 5 Kasım günü vapurla Trabzon’dan ayrılır. Vapur 9 Kasım günü İstanbul’da olacaktır. Vapur kaptanı yolda emir almıştır. Vapur, bir gün sonra İstanbul’da demirleyecektir. Karabekir bu gecikmenin nedenini halkın kendisini karşılamasına engel olunması biçiminde yorumlar.
“10 Kasım sabahı vapurumuz Boğaz’a girdi. Kavak’ta ayrı ayrı istikametlerde Rauf Bey ve Refet Paşa” (5) ve İstanbul gazete muhabirleri vapurumuza çıktılar. Her biri bir sual soruyor, bana arkadaşlarımla görüşmeye ve beş yıldan beri görmediğim şirin yerlerimizi seyretmeye fırsat vermiyorlardı. Endişeleri Cumhuriyet’in ilan şeklinden doğuyordu.
Bir sabah top sesleriyle endişe ile uyandık. Meğer Cumhuriyet ilan oluyormuş. Ankara’dan gelen haberler M. Kemal Paşa’nın yeni topladığı bir muhit ile tam bir diktatörlüğe gittiğidir. Milli hâkimiyet yerine şahsi hükümranlık kurulmuştur. İstiklalimizi kurtaranlar hürriyetimizi boğacaklar mıydı?
Gazetecilere kısaca şu cevabı verdim:
-“Ferdi veya zümrevi tahakkümler bir milleti mahv için kâfi sebeplerdir. Buna misal isterseniz biz ve bütün Müslüman hükümetlerdir. Hepsi birer müstebit idarede uyuşmuş kalmışlardır. Milletin kuvveti, halkın kuvvetidir. Bunun da manası Cumhuriyet’i ifade eder.
Rauf Bey ile Refet Paşa’dan öğrendiğim de Cumhuriyet adı altında şahsi saltanat kurulmuş olduğu ve halk ve matbuatın da kurtuldukları bir istibdattan diğer bir yenisine düştüklerinden feryat ettikleridir.
İstiklal Harbi’nde birinci derecede vazife görmüş bu arkadaşlar dahi sabahleyin top sesleriyle uyandıktan sonra Cumhuriyet’in ilan olduğunu öğrenmişlerdir. M. Kemal Paşa, mefkuresi olan hilafet ve saltanat makamına geçmesini arkadaşlarının önlediğini görünce cumhurreisliğine de mani olacakları endişesi ile işi sert bir kapatma suretiyle Millet Meclisi’nin daha vahim ciheti de kayd-ı hayat şartı ile mevkiinde kalabilmek için eski arkadaşlarını Cumhuriyet aleyhtarı ve padişah taraftarı göstermesidir.” (6)
Öğleden sonra gazeteciler Karabekir’i soru yağmuruna tutarlar.
Sorular genellikle hilafet sorunu ile ilgilidir.
Karabekir, hilafet ile ilgili soruları “malumatım yoktur” diye kendisinin de“cumhuriyetçi” olduğunu söyler,
Karabekir, Ali Fuat Paşa ve Adnan Bey’in de son gelişmeler konusunda kendisi ile aynı kaygıları taşıdıklarını öğrenir:
“Hepsi de M. Kemal Paşa’nın bu hareketinden teessür duymuşlardı. Ve istikbalde keyfi hareket edeceğinden endişeli idiler. Halka ve matbuata karşı zor durumda bulunduklarını ve sevinçli günlerin herkese zehir edildiğini anlatıyorlardı. Ankara’dan esen havanın kanlı bir istibdat hakareti ile meşbu (dolu) olduğunu, intihaba esas olan umdelerin 2. Maddesine rağmen Osmanlı Hanedanı aleyhine de atıp tutmalar başladığını ve ilk günden beri kendisini tutan bizler aleyhine M. Kemal Paşa’nın fikri ve fiili aleyhtarlık uyandırmaya başladığını öğrendim.
Koca İstiklal Harbi, daha sevinçlerine doyamadık. Uğrunda fedakârlık edenleri ne çabuk elem ve ıstıraba düşürdün!
M. Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet paşaların bir arada üçlü resimleri bastırılmıştı. İstiklal Harbi’ni bu üç başın idare ettiği propagandası yapılıyor ve Şark Cephesi âdeta küçültülüyor âdeta İstiklal Harbi kadrosundan benimle birlikte çıkartılıyordu!
Fedakâr ve vefakârlıklarıyla bu davaya hizmet edenler yerine yeni şahsiyetler beliriyordu. M. Kemal Paşa, Meclis reisi olarak sağına Fethi Bey’i, (7)
başvekil olarak da soluna İsmet Paşa’yı almış, her üçü de dillerine doladıkları tehlikeli bir yolculuğa çıkmışlardı.
Erkân-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa da ordu ile arkalarında sessiz sedasız yürüyecekti.
Uzun harp yıllarının elem ve ıstıraplarını ve acı ve tatlı binbir hatıralarıyla vücut bulan milli birliğimiz ve milli salabetimiz (sağlamlığımız), milli seciyemiz (karakterimiz) ve milli hürriyetimiz, şimdi son muvaffakiyetlerin sarhoşluğu ve ihtirasıyla gevşeyecek, çözülecek ve bozulacak mı idi? Bu hal ilahla emellerine kavuşamayan düşmanlarımızı er geç emellerine kavuşturacak bir tefrikaya (bölünmeye), bir yıpranmaya, bir çöküntüye sebep olmayacak mı idi?”
Karabekir bu kaygılarla kararını verir;
Ankara’ya giderek uzlaştırıcı ve birleştirici rol oynamak ve böylece düşünce birliği sağlamaya çalışmak. ,
Karabekir, kurulan yeni rejimin bir “başkomutanlık tahakkümü” yaratacağından kuşku duymuyor, İttihat ve Terakki günlerinde ettiği yeminleri anımsıyordu.
İki arkadaş artık karşı karşıya geliyorlardı. Bir siyasal kavga başlamak üzereydi.      ,
O günlerde neler düşünüyordu Karabekir?
Şunları:
“İstiklal Harbi’nin birinci derece mesul bir şahsiyeti ve “milletin hürriyetine çocukluğundan beri ant içmiş bir vekili sıfatıyla, karşıma dikilenlerin suallerine ve endişelerine haklı cevaplar vermek kolay bir şey değildi. Hilafet ve saltanatı almak için koyu bir mutaassıp çehre ile minberlere kadar Çıkıp hutbeler okumak, muvaffak olamayınca da bizzat medhü sena edilen mukaddesata dil uzatmak ve bunları altüst etmek üzere bir diktatörlüğe çıkmak gibi iki tehlikeli İfratın birinden diğerine atlamak herkesin yapabileceği bir iş değildi. Fakat bu felaha (kurtuluşa) doğru bir gidiş de değildi.
Geldiğim günkü şikâyetler arasında (hükümetin İstanbul matbuatına karşı şiddetle hareket edeceği) endişesi de vardı. Fakat kimsenin de bundan yıldığı yoktu.”
Gazeteler o günlerde bir hükümet bildirisini yayınlar Anadolu Ajansı’ndan gelen bildiride, hükümetin basın özgürlüğüne saygılı olduğu ve basın özgürlüğünü kısıtlayıcı hiçbir önlem düşünmediği yazılmaktadır.
Karabekir, bu bildiriden söz ettikten sonra şunları yazar:
“Bu vaat ve ilana rağmen iki hafta sonra İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi gelmiş ve matbuata karşı şiddetini göstermiştir. (8)
Evet, siyasal kavga başlamıştı. Bu kavga ne yolla ve nasıl yapılacaktı? Karabekir, Gazi’yi uyarmaya karar vermişti. Uyarıların yararı olmazsa ne yapacaktı?
Bütün sorun da buydu.
Karabekir günlerdir hep aynı konuyu düşünmektedir: “Milli hükümetinkuruluş günlerindeki dindarane sözleri ve hareketleri …  2. TBMM intihabındaki umdenin ikinci maddesindeki, “hilafetin âl-i Osman’da kalması değişmez düsturdur” kararını ve Mustafa Kemal’in Balıkesir’de verdiği hutbeyi.
Karabekir bu kaygılarla ve bu düşüncelerle Gazi’yi uyarmaya karar verdiğini yazıyor.
Tanin gazetesinde 11 Kasım günü şu satırlar yayınlanır:
-“Arkadan arkaya verilmiş bir karar karşısındayız. Millet Meclisi’nin bu kadar kayıt altında kaldığını, hariçten verilen kararları tescil mevkiine indirildiğini görmek cidden elim oluyor. Hilafet bizden giderse beş-on milyonluk Türkiye Devleti’nin âlem-i İslam için hiç ehemmiyeti kalmayacağını, Avrupa siyaseti nazarında da en küçük ve kıymetsiz bir hükümet mevkiine düşebileceğimizi anlayabilmek için büyük dirayete lüzum yoktur.
Milliyetperverlik bu mudur?
-“Hakiki hilâfet hissini kalbinde duyan her Türk makam-ı hilâfete dört elle sarılmak mecburiyetindedir.Hanedan-ı Osmani de kabul edilmese ve binaenaleyh ilelebet Türkiye’de kalması taht-ı temine girmiş hilafeti elden kaçırmak tehlikesini icat îtmek, akıl ve hamiyet ile hiss-i milliyet ile zerre kadar kabil-i telif değildir.”
Karabekir, bu satırları “bütün seyahat ettiğim yerlerdeki şikâyetlerin hülasası” diye tanımlar.
15 Kasım günü halife, Rauf Bey ile Adnan Bey’i akşam yemeğine çağırır. Yemekte Romanya’dan gelen bir İslam cemaati de bulunur
24 Kasım günü İstanbul Fatih Belediyesi’nin verdiği yemekte TBMM Başkanı Fethi Bey ile karşılaşırlar.
Yolların ayrıldığı o yemekte bir kez daha anlaşılır,
Karabekir, Edirne’de Fethi Bey ile görüşmesini şöyle anlatır;
“Ondan da Gazi Paşa nezdinde samimi birliğin hırpalanmamasını, ifrat fikirlerin tepeden inme bir şeklin mucip olabileceği tehlikeleri önlemeye çalışmasını rica etmiştim. Fakat seyahatte gördüğüm hali ricalarımın aksi fikirde olduğunu bana anlattı. Gerçi kendileriyle Ankara’da fikir çarpışmamız olmuştu. Fakat kendi fikirlerinin yürümesi için İstiklal Harbi’nde kendilerinden çok daha büyük fedakârlıklar yapan arkadaşların hakları olan mevkileri işgalden sonra onları küçük görmek ve göstermek ne arkadaşlığa ve ne de insanlığa yakışırdı!”
Karabekir ve Fethi Bey 24 Kasım günü aynı trenle Edirne’ ye doğru yola koyuludan İstasyonda halk toplanmıştır,
Karabekir, “Fethi Bey heyeti 12 mebustu. Meclis reisi olduğundan daima lazım gelen hürmeti gösteriyor ve ilk önce onun inip binmesine dikkat ediyordum… Fethi Bey’i tanıyan yoktu” diye anlatır o günkü Edirne gezisini.
Yolda Muradlı’da Karabekir’i “Yaşasın Ermenistan fatihi” diye karşılarlar. Hadımköy’de milli eğitim müdürü. Fethi Bey’» Karabekir sanarak Karabekir’i över.
Fethi Bey, trende Karabekir’e sorar:
“Biz iki heyet halinde mi gidiyoruz? Edirne’ye böyle mi gireceğiz? Bu nasıl olur paşam?”
Çatışma burada da baş göstermiştir.
Fethi Bey ve Karabekir, Edirne’nin kurtuluş gününde Sultan Selim Camii önünde birer konuşma yaparlar. Karabekir konuşmasında “Bizi kurtarmış olan yegâne kuvvet” der, “Türkün birliğidir.”
Devam eder:
“Bütün millet yürekten canciğer olup el ele verirse herhalde memleketimiz bugünden daha mesut bir halde yaşar. Bundan sonra en büyük vazifemiz asrın icap ettirdiği terakkiyata (ilerlemeye) sarılmak ve cehaletten kurtulmak olmalıdır. Bütün millet de birlik ve azimle koşmalıdır. Şunu da unutmamalı ki, Edirne’nin çok kuvvetli kaleleri sukut etti (düştü). Fakat Sultan Selim Camii, bu muazzam abide sukut etmedi. Türkün en büyük kalesi bu mübarek mabet ve onun şerefelerinden fışkıran ilahi seslerdir. Bizler bu ilahi gayeye bütün ruhumuzla sığınmalıyız.
Efendiler, Türkün birliği ve dini, bu iki muazzam kuvvet bizi saadete erdirecek ve Allah’ın inayeti ile hüzünlü yaşlarımızı dindirecektir.”  (9)
Devam edecek…
(1) Uğur Mumcu, “KAZIM KARABEKİR ANLATIYOR”
(2) a.g.e. Dip not 44; Atatürk Söylev, 2. Cilt, TDK Yay., 1981, s. 586. Fuat Bey (Bulca): Albay ve 2. Ve 4. Dönem milletvekili (1881-1962). Ruşen Eşref Ünaydın, Tasvir-i Efkâr gazetesi yazan, 2., 3. Ve 4. Dönem milletvekili (1892-1959).
(3) a.g.e. Dip not 45;  Kemalettin Sami Paşa (Gökçen): Balkan. I. Dünya ve Kurtuluş Savaşı’nda bulundu. Kafkas Tümeni komutanlığı ve Ankara komutanlığı görevlerinde bulundu. 1922’de ordudan ayrıldı. 1934 yılında Berlin büyükelçisiyken öldü.
(4) a.g.e. sahife,106
(5) a.g.e. Dip not 46; Rauf Bey: 1881 yılında doğdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda bahriye nazırlığı yaptı. Erzurum ve Sivas kongrelerine katıldı. Bayındırdık bakanlığı, TBMM ikinci başkan lığı ve başbakanlık yaptı. Lozan Antlaşması sonunda İsmet Paşa ile uyuşmazlığa düşerek bu görevinden istifa etti. 1924 yılında Karabekir ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu. İzmir suikastından sonra yurt dışına kaçtı. Lonra’da büyükelçilik yaptı. 1967 yılında öldü. Refet Paşa (Bele): Refet Paşa, 1919’da M. Kemal ile Samsun’a çıkanlar arasında yer aldı. Kurtuluş Savaşı’nda içişleri ve milli savunma bakanlıkları ve Batı Cephesi’nin güney kesimi komutanlığını yaptı. I922’de TBMM tarafından Trakya’yı teslim almakla görevlendirildi. 1926’da kendi isteği ile askerlikten ayrıldı. I924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na girdi. 1963’te öldü,
(6) a.g.e. Dip not 47; Dr Adnan Bey (Adıvar): TBMM 2. Başkanlığı ve sağlık bakanlığı yaptı. Atatürk ile uyuşmazlığa düşerek 1926 yılında eşi Halide Edip Adıvar ile yurt dışına gitti. I939’da yurda döndü. 1955 yılında da öldü.
(7) a.g.e. Dip not 48; Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest Fırka da “irtica” nedeniyle kendi kendini fesih karan alacaktır Fethi Okyar anılarında şunları yazar “Gazi, bu teşebbüs basarılı olmaz ve muhtelif fırkalar memlekette fikir ve felsefelerini söylemek ve tatbik etmek için kanunların teminatı altında mücadele etmezlerse rejimin diktatörlük olacağını ve kendisinin ölümünden sonra bir istibdat mücadelesi bırakmak istemediğini kaç defa söylemişti.” Okyar bu değerlendirmesinden sonra “bugün hakikatler teferruatıyla gelecek nesillerin dikkat ve uyarısına tam olarak” yansıtamadığını, bunun “elemi içinde olduğunu” da yazıyor Üç Devirde Bir Adam, s. 529.
(8) a.g.e. Sahife,109
(9) a.g.e. Sahife,112

İnönü ile Atatürk’ün sürtüşmesinin perde arkası (4)


İsmet Paşa Banknotlardan ve pulların üzerindeki Atatürk’ün resmini kaldırıp kendi fotoğrafını koydurmuştur.
YKB yayınları tarafından, İsmet İnönü’nün, “Defterler 1919-1973” ismiyle günlükleri yayınlanır. Ancak, günlüklerde, 1938 yılında Atatürk ve İnönü arasında yaşananlar yoktur. NUTUK’ ta da, 1919 Samsun’a çıkışın hikâyesi anlatılmaz. Anlaşılan, Yakın Tarihimizdeki zülfü yâre dokunanların üzeri bir süre daha kaldırılmayacaktır.
Başvekil İsmet İnönü ile Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında sürtüşme nedeni;
-“Siyasal lider grubu hem partiye hem de meclise bütünüyle hâkim olurken, bu grup içerisinde özellikle de 1925-1937 arası 12 yıl boyunca başvekillik yapan ismet Bey’le Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında gerginlik giderek artmaktaydı.
Cumhurbaşkanı son yıllarında siyasetten büyük ölçüde çekilip ülkenin günlük yönetimini İsmet Bey’in sorumluluğuna bırakmış, kendisini harf ve dil gibi özgül reform tasarılarına vermişti. Çevresindeki küçük bir yandaş ve dost grubuyla çoğu gecelerini yiyip içerek ve ülkenin sorunlarını ve geleceğini tartışarak geçiriyordu.
Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde genellikle gecenin geç saatlerinden günün ağarmasına dek süren bu toplantılara, değişik mesleklerden kişiler sık sık çağrılırdı. Önerilerde bulunulur, eleştiriler dile getirir, planlar hazırlanır ve kararlar alınırdı.
Bu durumu potansiyel tehlike haline sokan şey, Mustafa Kemal’in göreli olarak günlük hükümet işlerinden uzakta tutulmuş olmasıydı. Bu nedenle onun plan ve kararları Başvekil İsmet Bey’inkilerden git gide ayrı düşmekteydi.
Mustafa Kemal’in bu yan emeklilik durumunda bile ülkenin tartışmasız hâkimi olarak kalması, onun, kendi arkadaş ve danışman çevresinin etkisi altında eğer isterse, başvekilin ve kabinenin almış olduğu kararların tersine kararlar alabilmesine yol açıyordu.
Yıllar boyunca bu olgunun iç işlerinde, ekonomi ve dış işlerinde birçok örneği yaşandı.
Cumhurbaşkanı kabinenin bir vekilini İsmet Bey’e danışmadan iki kez istifaya zorlamıştı.
Onun bu müdahalesi. Cumhurbaşkanının Çankaya’daki sofra kabinesine karşı giderek daha ihtiyatlı hale gelen İsmet Bey’i sinirlendirmekteydi.  (1)
Nihayet Eylül 1937’de, iki adam arasında, Atatürk’ün İsmet Bey’den istifasını istemesiyle sonuçlanan aleni bir kavga oldu. İsmet Bey, sağlık nedenlerini öne sürerek, derhal istifa etti. Yerine eski İzmir İTC (İttihatçı) sekreteri ve Teşkilât-ı Mahsusa başkanı, 1924’te kurulan Türkiye İş Bankası’nın ilk genel müdürü ve 1932’den beri iktisat vekili olan Mahmut Celâl (Bayar) getirildi. (2)
-“Milli Şef İnönü’nün günlükleri son günlerin popüler kitaplarından. Ne hikmettir bilinmez ama günlüklerin 1938 yılına ilişkin kısımları ortada yok. Ta 1919′dan 1973′e kadar tuttuğu günlüklerin hepsinin bulunup, Atatürk’le aralarının epeyce limoni olduğu 1938′e ait günlüklerin “bulunamaması”, zihinlerde dikkat çekici olmanın ötesinde birtakım sorular akla getiriyor. (3)
“İsmet İnönü’nün “Defterler” Not defterlerinin 1920, 21, 26, 31, 32, 33, 34, 38 ve 64 yıllarına ilişkin kısmı ‘Defterler’de yok.
Atatürk’le aralarının fena halde bozuk olduğu, hatta ikisi arasında var olan ilişkinin boyutu anlatılırken “ölüm, öldürme, öldürtme” gibi ifadelerin geçtiği, Atatürk’ün son yılına, 1938′e ilişkin notların ortalıkta olmaması manalı bir vaziyet mi, yoksa tarihsel muammayı ortaya çıkarma fırsatı yakalamış bir araştırmacı/kitap için talihsizlik mi bilinmez.
İsmet Bey’in Milli Mücadele saflarına katılmakta epey isteksiz davranıp İstanbul’da geçirdiği günlerini bilardo ve satranç oynamayıp, aile ziyaretleri yapmakla, hastalıklarla doldurduğunu görüyoruz.
Mustafa Kemal’in, ordu müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya Padişah tarafından gönderildiğini de (3 Mayıs 1919 tarihli not) öğreniyoruz (bakalım, onun Padişah’tan gizlice, ona rağmen ve tehlike altında gittiğini iddia eden birtakım bağnazlar buna ne diyecek).
Cepheden gelip Lozan’a giden İsmet Paşa’nın, görüşmeler sırasında heyette bulunan Rıza Nur’la fikir ayrılığına düştüğünü, 4 Aralık 1922 notundan anlıyoruz. Notta, “Rıza Nur gönderilecek” diyor.
Rıza Nur, sonraları Lozan hatıralarını yazıp, Türkiye’nin ve davanın orada İsmet Paşa tarafından satıldığını iddia edecekti.
Notlarda 1935′ten itibaren yerinden alınacak veya bazı görevlere atanacak isimler geçmeye başlıyor. Bu nokta önemli gibi. Zira, İnönü’nün devlet kadrolarına kendine yakın isimleri getirmek istediği belli oluyor. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında büyük payın kendisine ait olduğuna başından beri inandığı anlaşılan İnönü, kendisi için yazılan bir dörtlüğü 1 Ocak 1923′te, üstelik Lozan görüşmelerinin sürdüğü sırada defterine almış.
Dörtlük şöyle:
İsmet Paşa’ya,
Hûn ı İsmet neşr iderken seyf-i satfetle çekin,
Askerin serdâr -ı âlî-şânı sendin çok yaşa,
Azm i kahhârınla hasmın oldu pâmâl i celâl,
Galibiyet bak bugün ardındadır İsmet Paşa…
Dörtlükteki fikre katılıyor olmalı ki, İsmet Paşa bunu 1923 günlüğünün ilk sayfasına koymuş. Bu fikirdeki birinin gerek siyasi rakipleri, gerekse Atatürk’e karşı kadrolaşması kaçınılmaz.
Görünen o ki Atatürk’le sürtüşmeye başlamalarının temel sebeplerinden biri İnönü’nün kadrolaşmaya gitmedeki ısrarı.
Notların 18 Eylül 1937 olanından, Atatürk ile aralarında ihtilafa yol açan gelişmenin, Nyon anlaşması için giden Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras’a, kendisi haricinde Atatürk’ün de talimat vermeye başlaması ve ardından başlayan tartışma olduğu anlaşılıyor.
Bu, asıl sebep olmak yerine bardağı taşıran damla olarak görülmeli.
Atatürk’le ünlü kavgalarını ve ‘çekilme’ olayını, 18 Eylül 1937 tarihli notta detaya girmeden, “Akşam, Gazi, istasyondan hareket, çekilme kararı” şeklinde geçiştirmiş.
Atatürk ölüp, İnönü cumhurbaşkanı olduktan sonra, ‘Şubat 1939′ ibaresiyle yazdığı günlükte, ilişkilerini ve kavgalarını, Atatürk’e bakışını, kendi yandaşlarının vaziyetini bir yerde özetliyordu:
“-Son seneler hükümet azasının ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için iptidai usuller kullanmak istedi. Hülasa Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk’ündü… (Başbakanlıktan ayrılma kararını) gizli tutalım derken, kendisi gece gündüz benden şikayet etti.
-Devletin maliyesini banka gibi bir hale getirmek huyumdan bahsetti… Bütün dikkatim yeni tertibin muvaffakiyetsiz ve antipatik olması ihtimaline mahal vermemek için dostlarıma hep sükun ve yardım tavsiye ettim. İlk anda Atatürk’e benim çekilmemin halkça iyi telakki olunduğu raporunu vermişler.
-Atatürk hakikatin tam zıddı olduğunu hadisat ile öğrendikçe çok şaşkın oldu… Stadyumda, konserde, sokakta bana tezahürat devam etti. Bir yere çıkamaz oldum. Stadyum tezahürü hakiki bir hadise oldu. Hayatım fazla gelmeye başladı… İstanbul’a geldiğimi istemiyordu. Temasa gelmekten katiyen çekiniyordu. Çok iyi muamele ediyordu. Hatırımı almağa çalışıyordu. Arada bir derin bir mahcubiyet ve muhabbet nöbetine uğruyordu. Fakat benden çekiniyordu.”(4)
İnönü Nasıl Oldu da Cumhurbaşkanı Seçildi?
-“Atatürk’ün ölümünden tam 26 saat sonra yeni cumhurbaşkanımız seçildi: İsmet İnönü.
Hem de meclisteki oyların tamamı alarak. İşte burası çok ilginç. İsmet Paşa, Atatürk’ün ölümünden önce tam bir sene etrafta görünmüyordu. 1937 Eylül’ündeki ünlü kavgadan sonra yolları ayrılmış, sağlık sorunlarıyla boğuşan Atatürk’le ölümüne kadar hiç görüşmemişti.
Hatta öyle ki; Atatürk’ün hastalığının son evresinde ismet İnönü’nün görüşme isteğine izin verilmemişti. Atatürk’ün son bir yılda çevresinde kümelenen gruptakiler Hasan Rıza Soyak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras bir ölüm durumunda İsmet Paşa’nın Atatürk’ün yerine geçmesini engellemeye çalışıyorlardı.
Eğer İstanbul ziyareti olursa ve Atatürk’le görüşmeye gelirse suikast düzenleneceği haberleri dolaşıyordu.
İsmet Paşa Atatürk’le ölüm döşeğinde görüşemedi. Ama her ne olduysa oldu ve ölümden tam 26 saat sonra alelacele yapılan meclis oturumunda İsmet İnönü bütün milletvekillerinin oyunu alarak (348) cumhurbaşkanı seçildi.
Peki ne oldu da son günlerinde Atatürk’le görüşmeyi dahi beceremeyen İnönü bütün oyları alarak cumhurbaşkanı seçilmişti? Onu öldürtmeye kalkan milletvekillerinden hiçbiri muhalefet etmedi ve oturuma katılan milletvekillerin oylarının tamamını aldı.
Atatürk’ün girdiği son komada Dolmabahçe’de toplantı yapılıp Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’ya cumhurbaşkanlığı vekâleti zaten verilmişti. Daha cenaze kaldırılmadan bu acele niyeydi?
Devletin devamlılığı için dense de sakın inanmayın. Kıran kırana bir iktidar savaşı yaşanıyordu. Hangi gizli el bu seçime dokunmuştu acaba?
Peki, Atatürk öldükten sonra Dolmabahçe Sarayı’ndan Ankara’ya yapılan uğurlama töreni ve cenaze namazına Cumhurbaşkanı İnönü katıldı mı? Hayır katılmadı.
Ata’nın naşı ne zaman Etnografya Müzesi’ne kaldırıldı? Mart 1939’da. O halde 19 Kasım’dan Mart ayına kadar cenaze neredeydi?
Katafalkta!
Atatürk’e uygun bir kabir yapma girişimi ise İnönü’nün 12 yıllık iktidarında tam bir yılan hikâyesine dönüştü.
Anıtkabir’in yerinin tespiti için bir komisyon kurulmasına 1941 yılında karar verilmişti, yani Atatürk’ün ölümden üç yıl sonra! Tek parti dönemi: İsmet Paşa tek adam. Ama Anıtkabir için yer konusunda bir türlü karar verilemiyor! Aynı yıl uluslararası proje yarışması açıldı. Yarışma sonucunda Türk mimarlar Emin Onat ve Orhan Arda’nın eserleri layık görüldü ve inşaata 1944 yılında başlandı.
Yani tam 6 yıl Atatürk için yapılacak anıt mezarının inşasına başlanamamıştı.
Anıtkabir’in temelini o günlerin Başbakan’ı Şükrü Saraçoğlu attı. Saraçoğlu’nun temelini attığı Ankara Ulus’taki devasa Gençlik Parkı ise birkaç yılda hizmete (1943) girmişti.
Hem de ödenek yokluğundan birkaç kez inşaat durduğu halde. Anıtkabir ise bir türlü bitmiyordu.
1945’te mozole ve tören meydanını kapsayan 2. Kısım inşaatına başlandı. Giriş kuleleri çevre düzenlemesi ile ağaçlandırılması ise 1950 yılma gelindiğinde bitmemişti.
İsmet İnönü 1950 seçimleriyle birlikte koltuğunu Celal Bayar’a devrettiğinde tam 12 yılda bitmemiş bir Anıtkabir inşaatı ve Etnografya Müzesi’nde bekleyen bir naaş bırakmıştı.
Bugünden baktığımızda yobazlara kol kanat gerdiğini düşündüğümüz Celal Bayar ise önce Atatürk’ün aziz hatırasına yapılan saldırıları engellemek için Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkarttı (1951).
Ardından da bütün hızıyla yarım kalmış Anıtkabir inşaatını bitirdi. Hatta 1951 yılında projenin bir an önce bitirilebilmesi için bir tadilat bile istedi.
Mimarlar mozole bölümünde değişiklik yapıp kısa sürede inşaatı bitirdiler ve 1953 yılında önder Atatürk ebedi istirahatgâhına defnedildi.
İsmet Paşa cumhurbaşkanlığı koltuğunu Atatürk’ün ölümünden tam 26 saat sonra, yani 11 Kasım s sabahı almıştı. Ama Anıtkabir’in yapımını 12 yılda bitirememişti!
Banknotlardan Atatürk’ün resmini kaldırıp kendi fotoğrafını koyan ismet Paşa mı daha fazla Atatürkçü, yoksa Anıtkabir’i bir an önce tamamlayıp ulu önderi ebedi istirahatgâhına uğurlayan Celal Bayar mı?
Bu noktada o dönemi daha iyi anlamak için İsmet Paşa’yı da biraz anlatmak istiyorum.
…Önce Milli Mücadele günlerinden başlayalım. Özbekler Tekkesi ve menzil hattından Anadolu’ subay kaçıran ilk örgütlenme Karakol Cemiyeti’yi  İstanbul’daki bütün subaylar bu irtibat noktasından karakol cemiyeti başta olmak üzere gizli örgütlenmelerin aracılığıyla Anadolu’ya geçiyorlardı.
Milli Mücadele’nin ilk günlerinde o kadar da kararlı olmayan ismet Paşa, Anadolu’ya gitme konusunda da karasızdı. Karakol yöneticileri bir türlü İsmet Bey’in çekingenliğini kıramadılar ve onu 7 gün göz hapsine aldılar. Daha doğrusu alıkoydular.
-Ya Anadolu’ya gideceksin ya da ayağımıza dolanmayacaksın dediler.
İsmet Paşa, Anadolu’ya ne zaman geçti peki? 1920’de… (1920’nin Ocak başında bir iki günlüğüne yaptığı Ankara ziyaretiyle karıştırmayın.) Yani Milli Mücadele için bütün örgütlenmeler tamamlanmış Erzurum ve Sivas kongreleri bitmiş, ama en önemlisi İstanbul’daki meclis 16 Mart’ta İngilizler tarafından basılıp dağıtılmıştı ve bu dönem Ankara’daki meclisin hazırlıkları tam sürat devam ettiği bir zamandı…
Milli Mücadele’ye en son katılmasına karşın Cumhuriyetin kadroları içinde hemen sivrildi ve Atatürk’ün sağlığından en son yıla kadar hep ikinci adam olmayı başardı.
Şevket Süreyya Aydemir’in anlattıklarından yola çıkacak olursak İsmet Bey, o günlerde Kazım Karabekir Paşa’ya “bir çiftlik alalım ve çiftçilik yapalım” teklifini yapıyordu.
İsmet Bey subaylık günlerinden kalma bir alışkanlık hep günlük tuttu’. İnönü hemen her şeyi kısa şifreler inde küçük takvim yapraklarına not etmişti. Örneğin Bir gün içinde şu notları görmek mümkündü:
-İngiltere elçisiyle toplantı… Heyet-i vekile… Erdal’a Matematik çalıştırılacak, Ömer’in diş ilacını unutma!..
Bütün bir hayatını kısa kısa notlarla kayda geçiren İsmet Bey, en önemli yılları atlamıştı. Ona soyadını armağan eden 1. Ve 2. İnönü savaşlarının olduğu yıllar günlüklerde yoktu. Defterler 1919’un 11 Aralık’ında kesiliyor, 16 Nisan 1922’de tekrar başlıyor ve hayatının sonuna kadar gidiyordu.
Acaba İsmet Bey, cephede kâğıt kalem mi bulamamıştı? (5)
“Atatürk’ün ölümü ve  İsmet Bey’in iktidara dönüşü…
Atatürk’ün 1937-1938 yıllarında çabuk öfkelenir ve sıkça karar değiştirir olması belki de kötüye giden sağlık durumu yüzündendi.
1923 ve 1927 yıllarında geçirdiği ve daimi hasar bırakmamış olduğu anlaşılan iki kalp krizi bir yana bırakılırsa, Mustafa Kemal, 1937 yılı başlarına kadar genel olarak sağlıklıydı. Yıllar süren alkol alışkanlığı yüzünden ilerlemiş durumdaki sirozun arazları bu tarihten itibaren kendisini göstermeye başladı. Hastalık ancak 1938 yılı başında resmen teşhis edildi ve durumu Mart ayından itibaren hızla ağırlaşmaya başladı.
Hastalığı halktan gizlenmişti (Ekim’de hastalıktan söz eden bir gazete derhal üç ay kapatılmıştı), ancak üst düzey siyasetçiler yaklaşan sonu bilmekteydi ve böylece bir iktidar kavgası başladı.
Son yılın olaylarına rağmen İsmet İnönü açıkça önde gelen adaydı, ama hükümetteyken birçok düşman edinmişti. En azılı düşmanları da Atatürk’ün “sofra kabinesi”nin üyeleriydi. Bu kişiler onu (Washington’a büyükelçi atamak suretiyle) bertaraf etmeye ve Atatürk’ün ardılını seçecek olan, İsmet Bey’in yandaşlarıyla dolu meclis için yeni seçimlere gidilmesini tezgâhlamaya girişmişlerdi.
Cumhurbaşkanının, İsmet Bey’in ardıl olmasına karşı çıktığı yolunda sözlü bir “siyasal vasiyet” inden bile söz ediliyordu.” (6)
Ancak bütün bu girişimlerden bir sonuç çıkmadı. Mustafa Kemal (Paşa) Atatürk, 10 Kasım 1938’de İstanbul’da, son birkaç aydır hasta yattığı Dolmabahçe Sarayı’nda öldü. 11 Kasım’da Millet Meclisi İsmet İnönü’yü Cumhuriyet’in ikinci Cumhurbaşkanı seçti.
Bu atanmayı dört etkene borçluydu:
-Başvekil Bayar’ın, İnönü’nün hasımlarıyla işbirliğini reddetmesi (Bayar bu süre boyunca İnönü’yle temasını sürdürmüştü);
-İnönü’nün hasımlarının kabul gören bir aday bulmayı becerememesi; hem milletvekillerinin hem de parti bürokratlarının yıllar önce bizzat İnönü tarafından seçilmiş olmaları;
-Askerî liderlerin İnönü’yü destekleme kararı ve
-Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın, mecliste büyük destek göreceği bildirildiği halde, aday olmama kararı.
Atatürk’ün naaşı geniş çaplı keder ve yas gösterileri arasında Ankara’ya getirildi ve geçici olarak Etnografya Müzesi’ne konuldu; 1953’te, o zamanlar başkentin dışında kalan, ama şimdi tam merkezde olan bir tepeye kendisi için inşa edilmiş görkemli bir Anıtkabir’e defnedildi.
Devam edecek…
Resim;resulsarica.blogcu.com
Kaynakça; Erik Jan Zurcher,  “Modernleşen Türkiye Tarihi”
(1) a.g.e. Dip not 10; Cemil Koçak (1986) Türkiye’de Millî Şef Dönemi, Ankara: Yurt, 17-19
(2) a.g.e. Sahife.272
(3) “Defterler 1919-1973″, Aksiyon; Sayı 929 | 24 – 30 Eylül 2012, Ahmet Dinç
(4) “Defterler 1919-1973: 1-2 Cilt / Takım, Yazar   İsmet İnönü, Yayınevi: Yapı Kredi (1/2002) (Aksiyon;  9 Mart 2002 / AHMET DİNÇ)
(5) Hep inanmamızı istediler, Gürkan Hacır
(6) Erik Jan Zurcher, Dip not,11; Andrew Mango (1999) Atatürk, Londra: John Murray, 524; yazar Hasan Rıza Soyak’ın anılarını temel almıştır.

İsmet İnönü (ilk kez) anlatıyor; Atatürkle ihtilafımızın nedenleri (5)


1890 yılında İsviçreli Bomonti kardeşler tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nda kurulan ilk modern bira üretim tesisidir. 1938 yılında Tekel'e devredilmiştir.
“Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu âdet kalkmağa başladı. Hele nihayete doğru (1936 – 37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam (ile) takip etmeğe başladı…”
Günlüklerden 1;
“18 Eylül Cumartesi (1937)
-(Başbakanlıktan) Çekilme kararı
(14 Eylül’de 9 devletin (İngiltere, Fransa, Yunanistan, Türkiye, Romanya, Yugoslavya, Mısır, Sovyetler Birliği ve Bulgaristan) katılımıyla imzalanan ve Akdeniz’de korsanlık faaliyetlerine karşı alınacak ortak önlemleri belirleyen Nyon Anlaşması 18 Eylül’de TBMM’de oybirliğiyle onaylandı.
Konferansta Türkiye’yi Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras temsil etmiştir Konferans sırasında İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı Atatürk’le,Ankara’da bulunan Başbakan İnönü’nün Hariciye Vekili’ne birbirinden farklı talimatlar vermesi, Atatürk ile İnönü arasında dış politika konusunda bir anlaşmazlığa yol açmıştır İnönü bu olayı şöyle anlatmaktadır:
-“Tevfik Rüştü Nyon ‘da idi Ben Ankara’da idim. Atatürk Florya’da idi Tevfik Rüştü konferansta bazı teklifler, teşebbüsler yapıyordu. Bunlar bizim verdiğimiz talimata uygun değildi soruyordum. Nereden çıktı bu’. Atatürk haber veriyormuş ona’ dediler Ama Tevfik Rüştü Bey dikkatli idi bu işlerde..
Benim anladığım, ikimizi de, Atatürk’ü de, beni de, ayrı ayrı idare etmeye çalışıyordu. Anlaşılan Florya’dan sormuşlar O da tabiatıyla malumat vermiş…
Öyle olmuş, böyle olmuş…
Aslında fazla ehemniyetli bir şey değildi bu hadise”. (1)
(18 Eylül akşamı Atatürk ve İnönü birlikte trenle İstanbul’a hareket etmiştir Yolculuk sırasında Atatürk, İnönü’den başbakanlık görevinden ayrılmasını istemiştir Atatürk’ün ortaya attığı formüle göre İnönü bir süre izinli sayılacak. Bu süre içinde başbakanlığa İktisat Vekili Celal Bayar vekâlet edecekti İnönü bunu kabul etmiş ve not defterine “Karar; çekilme kararı “ şeklinde bir not düşmüştür)
Günlüklerden 2;
Günlük tarihi 1937; (22 Haziran Salı)
-Tren. Dr. Saydam.
-Bu sene muhacir işleri için 2 milyon lira açığı var.
Günlük tarihi 1937; (Tarih yok)
-Bugün Heyet-i Vekile. Yeni proje ve ertesi gün Mecliste yapılacak işlerin görüşülmesi. Şükrü Kaya’nın sonradan gelmesi.
-Mesele var diye bira fabrikası meselesini anlatması.
-“(Tarih 17 Eylül olmalıdır “Bira fabrikası meselesi” Atatürk’le İnönü arasında tartışma yaratmış bir konudur Cemil Koçak hu tartışma konusunu şöyle özetlemektedir:
-“Atatürk, Atatürk Orman Çiftliği karşılıksız olarak Hazine’ye devredilirken, çiftlikte bulunan bira fabrikasının yine kendi mülkiyetinde kalmasına karar vermiştir.
Ancak bira fabrikasının İstanbul’da bir rakibi vardır: Bomonti Bira Fabrikası…
İstanbul’daki Bomonti Bira Fabrikası ise davalıdır. İmtiyaz süresi sona erdiğinden devletçe devralınacaktır.
Buna karşılık, Bomonti Bira Fabrikası, bu muamelenin iptali için yargı yoluna başvurmuş ve davanın Danıştay’da görüşülmesini talep etmiştir.
Ancak Atatürk, bu konuda ısrarlıdır ve gereken muamelenin biran önce tamamlanmasını ve bira fabrikasının devlete devrini talep etmektedir.
Atatürk, özel mülkiyetinde bulunan Atatürk Orman Çiftliği’ndeki bira fabrikasının, rakibi niteliğindeki Bomonti Bira Fabrikası’nın devlete devrinden sonra, bir sözleşme yapılarak, bira üretiminde ve satışında tekel haline getirilmesini istiyor… bu projeye şiddetle ve sert biçimde karşı çıkıyordu.” (2)
Günlüklerden 3;
“Şubat 939…
-Atatürk ile münasebetlerimizi belki birçok defa yazacağım. Yeni hayatıma başlarken son senelerime ait birkaç satır ile başlamak zaruri oldu.
Son seneleri Atatürk’ün çok zor olmuştu. Gece alkol tesiri ile alınan teşebbüsleri ertesi gün daima iptal etmek bir eski âdetimiz idi. Son seneler bu âdet kalkmağa başladı. Hele nihayete doğru (1936 – 37 vuzuh ile hatırladığım seneler) gece arzu veya teşebbüs ettiği bir işi ertesi gün tamamen sakin ve tamam iken de iltizam (ile) takip etmeğe başladı.
Sıhhatında ve alkolün tesiratında bu tebeddülü fark ettiğim andan itibaren korkum çok arttı.
Son seneler hükümet azasının ayrı ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için iptidai usuller kullanmak istedi.
Hülasa, Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık, esasında Atatürk’ündü.
Tatbikatta idaresizlik ve haksızlık ikimiz arasında bana düştü.
Haksızlık ona aitti şunun için:
-Aramızda geçen bir devlet işini sonra görüşürüz dedikten sonra, akşam masada halletmek yani gündüzden tasarladığı mülahazaları ve sebepleri imposition şeklinde karar olarak tebliğ etmek ve bu vesile ile sevmediği birkaç vekili tahkir etmek istedi.
Evvela sakin idim, sükûnetle geçiştirmek istedim. Halindeki tecavüz manasının arttığını gördükçe sabrım tükendi. Sonra şiddetle mukabele ettim. Mukabelemin şiddeti onu sükûnete getirdi. Tasmim ettiği hadiselerde haklı olmak için sebep toplamak kararına derhal başladı.
Sükûnet …tariz,,, hafif tahrik.
Sonra Hatay ve Nyon meselesini de söyledi, Ayrılmak kararı kısa oldu. Dil kongresi için İstanbul’a giderken trende beraber bir kahve içtik, “Ne olacak” dedi. 
Ben evvela çok müteessirdim. Ağlayacak vaziyette idim. Gönlünü almayı istiyordum.
-“Çok mustaribim” dedim. “Bilmiyorum nasıl oldu.
-“Alem önünde olmasaydı” dedi,
-“Ne düşünürsün?” dedi.
Birden uyandım Her zamanki gibi geçmiş veya geçecek bir hadise addediyordum.
Bu sual üzerine ayıldım. Teessürümü yendim.
-“Bir şey düşünmedim. Ne emrederseniz öyle yaparız” dedim.
-“Bir fasıla verelim.”
Ben – Hay hay size müteşekkir olurum.
O – Şekli.
Ben – Hastalık.
O – Evvela izinle yapalım.
Ben – Çok iyi. Kongreden evvel mi, sonra mı?
O – Nasıl istersen, sofraya gidelim.
Ben – Çok yorgunum gedip yatayım.
O – Gizli tutalım. Kimi düşünürsün.
Ben – Mazur gör kimseyi söyleyemem.
O – Celal Bayar.
Ben – Hakikaten bana iyi tesir etti.
İstanbul’a beraber gittik. Tren de kalabalık vekiller filan var. Neşeli görünerek çıktık, iki gün sonra izin kâğıdımı yazdım. Kendisi ile görüştüm, Ankara’ya geldim.
İşittiklerime göre bana gizli tutalım derken, kendisi gece gündüz benden şikâyet etti.
Devletin maliyesini banka gibi bir hale getirmek huyumdan bahsetti
Çünkü kendisini dolduran sebeplerden biri maliye ve inhisar vekillerine olan antipatisi idi.
Ben Ankara’da yalnız bir ay kadar kaldım. Sakin durdum. Sofra konuşmaları gazetelere (Ahmet Emin iktisadi kalkınma vesairesi…) neşriyatı devam etti.
Atatürk beni İzmir manevrasına davet itti. Ben daha izinli başvekilim, ilk pek hiddetli, pek kıyasıya şeyler düşünüldüğü günler yumuşar gibi oldu.
Bütün dikkatim yeni tertibin muvaffakiyetsiz ve antipatik olması ihtimaline mahal  vermemek için dostlarıma hep sükûn ve yardım tavsiye ettim.
İlk anda Atatürk’e benim çekilmem halkça iyi telakki olunduğu raporunu vermişler.
Atatürk hakikatin tam zıddı olduğunu hadisat ile öğrendikçe çok şaşkın oldu.
Meclis açıldı, yeni hükümeti âlem, bir ay alıştıktan sonra çok soğuk karşıladı.
(Hükümet krizini Celal Bey’in muvaffakiyetiyle geçirdiğini ima ettim. Crise söz ne kızdı. Devlet benim elimdedir. Kriz yokturdan başla).
Stadyumda, konserde, sokakta bana tezahürat devam etti. Bir yere çıkamaz oldum. Stadyum tezahürü hakiki bir hadise oldu. Hayatım fazla gelmeye başladı.
Meclis grubunda Salih Bozok sual sordu. Ansız ve nazik bir mevzu olmasına rağmen sükûnetli konuştum.
Bilhassa Atatürk’e muhabbet ve minnetimi tebarüz ettirdim. Bana yaptığı para yardımını söyledim. Çünkü bana en çok ıstırap veren şey para yardımı idi.
Bunu senelerce istemedim. Bu en nihayet bir emniyet meselesi de oldu. Bunu alenen söylemek için bir vesile benim için pek kıymetli idi, söyledim ve kurtuldum. O akşam Atatürk’te idim. Çok mahcup ve sakin görünüyordu, Celal Bayar ve etraf da çok memnun idiler. Fakat Atatürk’ün ıstırap içinde olduğunu fark ediyordum.
Sofrada bir hiçi vesile ederek bana karşı ansızın azami derecede arrogans gösterdi. Sükûnet gösterdim. Artık hiç münakaşaya girmeyecektim.
Bir müddet sonra yeni bir nizam teessüs etti. Tamamen şahsi bir gidiş. Benim vesvese vermekten sakınmamı anladı. Adamlarının ağızlarını açıktan tutmağa karar verdi. Benden hiçbir surette bahsetmemek müraccah olacağını kabul etti. Bana da azami derecede emniyet vermek istedi.
Vedid’i her akşam yanına çağırmağa başladı. Öyle ki bazıları onu benim yanımda kendi adamı görmeye başladılar.
Hükümet için 1937 teşrin nutukları ve sonraları baştan başa sansasyon ve demagoji oldu.
Döndük Tekrar pekiyi görünüyordu. Hastalık için Fisenje geldi, ilk endişeler belirdi. Bir buçuk ay istirahattan sonra Adana’ya gitti.
Hastalık ehemmiyet peyda ettikten sonra … yahut bu dışarıda anlaşıldıktan sonra Atatürk’ün hali tekrar değişti. Benimle temas kendini ve hükümeti zayıflatıyor zehabına düştü, teması istemez oldu. Adana’dan geldi. O gün istasyonda iyi görüştük.
Ertesi gün İstanbul’a gitti. O gün giderken selam vermedi. Hastalığı artık meydanda idi.
İstanbul’da uzun müddet yatta kaldı. Bu esnada (Haziran 1938) ben hastalandım. Ölüm tehlikesi geçirdim.
Atatürk alakadar oluyordu. Etrafı daha çok alakadar oluyor, iyileşecek miyim, ölecek miyim bunu öğrenmeyi pek istiyorlardı.
Atatürk’e Fisenje’yi hükümet tekrar getirmek istiyordu. Kendisi istemiyor Benim için getirmiş oldular.
Atatürk’ün hastalığı Ağustostan itibaren ağır istikamet aldı. Bundan sonra Atatürk’ün bana karşı muamelesinde şu noktalar karakteristiktir:
İstanbul’a geldiğimi istemiyordu, temasa gelmekten katiyen çekiniyordu.
Çok iyi muamele ediyordu, hatırımı almağa çalışıyordu.
Arada bir derin birdir mahcubiyet ve muhabbet nöbetine uğruyordu.
Fakat benden çekiniyordu.
Celal Bayar ile her zaman selam yolladı. Selamlarına mektuplarla cevap veriyordum.
Dr. Aras (Tevfik Rüştü) ile selam yolladı, mektupla cevap verdim.
Lozan gününde kimseye bir kelime yazdırmadılar. Kendisi telefonla çok muhabbetli şeyler söyletti. Sonra haber aldığıma göre bunları yazı ile göndermesek düşüncesinde idi. Hasan Rıza (Soyak) bu şekil ile iktiza etti.
Salih Bozok mektuplar yazmağa başladı. Behiç Bey ile selam yolladı.
İki üç ay türlü şayialar çıktı. Haberler hep halef üzerine dolaşıyordu. Mareşal (Fevzi Çakmak) Fethi Okyar – Celal Bayar. Bir aralık ve sonraları Dr. arsa ve bihassa Şükrü Kaya.
Sabiha Gökçen her hafta cumartesi gider ve pazartesi gelirdi. Gelir gelme bana Atatürk’ten haberler muhabbetler getirirdi.
Vasiyet fikri ve ihtimali üzerine memleket aylarca çalkalandı. Memleket bütün bu şayiaları, daha doğrusu telkin ve teşebbüsleri tasfiye etti. Hadisat şöyle hülasa olunabilir:
F Okyar, fitneye iltifat etmedi. Mareşal, ortalığı bir müddet yokladıktan sonra müstağni vaziyet aldı. Çekilmemin bidayetinde başında korkmuş, bana hiç sokulmamıştı. Sonra eskisinden daha çok sokuldu.
Şükrü Kaya, H R. Soyak başlıca (okunamadı) olarak Dr. Aras ile beraber bir vasiyet koparmak veya uydurmak için çok çırpındılar. Son ana kadar bu ümidi muhafaza ettiler.
Atatürk’ten koparamadılar. Şifahen uydurmaya H. Rıza teşebbüs etti. Celal Bayar kabul etmedi. …..umumiyenin tazyiki son derece artmış idi. Benim hayatım üzerinde iki taraflı alaka azami dereceyi buldu.
Şükrü Kaya, Ankara’nın büyük idare ve inzibat amirlerine bir vasiyet çıkarsa canla başla tatbik edileceğini söyledi. Ertesi gün zabıtnameden bu ifadesini çıkardı.
Hastalığın son ağır zamanında Celal Bayar beni haberdar etmeğe, ettirmeğe başladı. Şükrü Kaya, Meclis’i yeniden intihap ettirmek için ciddi teşebbüs aldı. Başvekil de buna taraftar idi. Atatürk, Meclisin açılmasına Ankara’ya gelemedi.
Bu teşebbüs dile düştü ve reddolunması muhakkak bir mahiyet arz etti.
Hastalık sırasında en çok telaş edenlerden biri de Fuat Bulca idi. Fethi Bey ile çok uğraştı, saptıramadı. Her vesile ile bana hulus göstermekten geri kalmıyordu.
Dr. Aras, bence mülhem olarak, beni memleket dışına bir sefarete filan çıkarmağa teşebbüs etti. Bana itiraf etti. Kati olarak önledim, reddettim.
Ondan sonra Atatürk hasta oldukça bana son derece temallüktü, iyileştikçe uzakta bir karakter ile tebarüz etti.
Teşrinisani günleri beni İstanbul’a götürmek için Şükrü Kaya ve onun tertibinde ansızın bir fazla gayret belirdi. Ben de candan istiyordum. Fakat Şükrü Kaya tertibindeki bu gayret yakın arkadaşlarının dikkatini celbetti. Katiyen bırakmadılar. Onlar haklı ve isabetli çıktılar. Şükrü Kaya İstanbul’a son anda beni götüremediği için pek hiddetli idi,
Benim İstanbul’a gitmediğimin tek sebebi, Atatürk yalnız bununla müteselli oluyordu. Benim burada kalmam onu bahtiyar ve minnettar ediyordu. Benim burada kalmamı sıhhatim için kendi arzu ettiğini her vesile ile söylüyordu…” (3)
Devam edecek…
Tüm yönleri ve  belki de ilk kez tüm bilinmeyenleri ile, “Topal Osman Olayı…”
Resim;skyscrapercity.com
Ana kaynakça; İsmet İnönü, “DEFTERLER 1919-1973″, Yapı Kredi Bankası Yayımları. 2 Cilt halinde yayınlananlar, İsmet İnönü’nün günlükleridir.
(1) Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor. Aktaran Cemil Koçak, age, s 54). Olayın İnönü tarafından ayrıntılı olarak anlatılması için bakınız: İsmet İnönü, Hatıralar, İkinci Kitap, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1987, s 285-286
(2) Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938 – 1945), Cilt 1, İstanbul, İletişim Yayınlan, 1986, s. 58-59). Olayın İnönü tarafında ayrıntılı olarak anlatılması için bakınız: İsmet İnönü, Hatıralar, İkinci Kitap, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1987, s 287-289.)
(3) İsmet İnönü, DEFTERLER 1919-1973 Yapı Kredi Bankası Yayımları

Başsız vücudu Meclis’in önünde ayağından asılan Topal Osman’ın gerçek hikâyesi (6)


Siyasette yükselmek merdiven misalidir. Basamaklara basarak yükselebilirsiniz. Bu basamaklar bazen bir Sultan, bazen bir Çeteci olabilmektedir.

“Osman Ağa üstüne gelindiğini sezince, Çankaya Köşkü’ne hücum etti. Köşkte kimseyi bulamayınca kapıyı kırıp içeri girdi, ne bulduysa parçalayıp ortalığı karmakarışık etti. Bu haber geldiği sırada silah sesleri de duyuldu. Bir süre sonra haber geldi. Osman Ağa altı yardımcısı ile vurulmuş ve ele geçirilmiştir (1)
Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ile, I. Dönem TBMM üyesi Gazeteci-Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923 Tarihinde öldürülür.
Bu cinayetin bir önemi, üç -görünür- nedeni vardır.
Önemi;
-Türkiye’nin ilk siyasi suikastlarından biri olması;
Üç -görünür- nedeni;
-TBMM’de, Bir milletvekili olarak Mustafa Kemal’e en sert muhalefetiortaya koyması;
- Bir gazeteci olarak muhalif görüşlerini, sahibi olduğu Tan gazetesi aracılığı ile yayması.(Tan Gazetesi, 19 Ocak 1923′te Ankara’da yayına başlamış ve sadece 68 sayı yayınlanabilmiştir.)
-Topal Osman’ın, Muhafız taburu komutanı olarak gerek Mecliste, gerekse dışarıda davranışlarının kontrol edilememesi, bu pervasız, kontrolsüz tavırları nedeniyle Topal Osman’dan kurtulunmak istenmesi, “Bir taşla iki kuş” vurulması düşüncesi.
Bir ara vererek Kazım Karabekir Paşa’nın günlüklerine bakalım konu ile ilgili bir bilgi var mıdır?
-“14 ocak 1923 Akşam harekât. 7.30 sonra
(Gazi paşa, Fevzi paşa, ben trenle Ankara’dan hareket)
Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş. Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi;
-“Muhalifler matbaa yapıyor siz hala uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!”
Dedim; Paşam bu tarzda mukabele doğru mudur?” (2)
Gazeteci-Milletvekili Ali Şükrü Bey kimdir?
1884 Trabzon doğumlu Ali Şükrü, Bahriye Mektebi’nde öğrenimini 1904 yılından tamamlayarak orduya bahriye (erkanıharp) subayı olarak katılmıştır. Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti’nin kurucularındandır ve ikinci başkanıdır. Cemiyetin Osmanlı donanması için almak istediği nakliye gemilerini teslim almak üzere Liverpool’e gönderildiğinde çok iyi düzeyde İngilizce öğrenmiş, Liverpool Times gazetesinde çeşitli makaleleri yayımlanmıştır.
Ali Şükrü Bey, Yüzbaşı rütbesinde iken askerlikten istifa ederek siyasete atılır vesiyasi görüşleri İttihat ve Terakki aleyhtarıdır.
1920′de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Trabzon mebusu olarak seçilmiştir. İstanbul’un işgalinden sonra  Ankara’ya gider ve ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Trabzon milletvekili olarak katılır.
Ali Şükrü Bey TBMM’ye girişinden hemen sonra, halkın milli mücadeleye inandırılması ve düşman propagandalarının etkisiz hale getirilmesi amacıyla meclis tarafından oluşturulan İrşad Encümeni’nde görev alarak Anadolu’da dolaşmıştır.
Muhafazakâr bir yapıda olan Ali Şükrü Bey mecliste, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Birinci Grup‘a muhalif milletvekillerinin toplandığı İkinci Grup‘un liderlerinden biri oldu.
İkinci grubun görüşlerini açıklamak ve yaymak üzere Mustafa Kemal’in Hâkimiyeti Milliye gazetesine karşı Tan gazetesini yayınlamaya başladı.
68 sayı çıkabilen gazetenin hemen hemen tüm başyazılarını Ali Şükrü Bey yazdı. Lozan görüşmelerinden sonra yapılan meclis oturumlarında; İsmet Paşa’nın hariciyeci olmadığı için Lozan’da acemice işler yaptığını ve TBMM’nin kendisine verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri sürdüğünü savundu. Lozan’da devam eden müzakerelerin durumu hakkında TBMM’ye açıklanan resmi bilgiler ile dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri dile getirdi. (3)
1923’te, başta Halifeliğin kaldırılması olmak üzere pek çok konuda ‘Halk Fırkası’ grubuna şiddetle muhalefet etti.
27 Mart 1923 günü Mustafa Kemal’in özel muhafız alayı komutanı olan Topal Osman tarafından öldürüldü…”
“Osman, yaktın beni!”
Mahir İz, “Bu çete” diye nitelediği Topal Osman ve milislerinin şehirde nizam ve intizamı, hattâ askeri kışlada disiplini bozacak tavırlar takınmaya başladıklarını anlattıktan sonra; “Elbette bu gayri tabii hal devam edemezdi. Galiba ‘bir taşla iki kuş vurulsun’ diye Ali Şükrü Bey’in izale-i vücudu Topal Osman’a havale edildi.” Diyor.
…Olayın meydana geldiği akşam da Ali Şükrü’yü Osman Ağa bu kahveden Mustafa Kaptan’a evde nargile içmek için çağırtır. Olayın oluş biçimini ise şöyle anlatıyor:
“Oturmuşlar, sohbete başlamadan önce iki nargile gelmiş. Bir taraftan da sohbet başlamış. Tam bu sırada kahveler gelmiş. Ali Şükrü Bey kahve fincanını eline alır almaz, kara donlu çete tarafından dördü. Yağlı ipi Ali Şükrü Bey’in eğilmeyen başına geçirmişler. Ali Şükrü o esnada,
-Osman, yaktın beni!
Demiş ve eliyle oturduğu iskemlenin hasırlarına can havli ile o kadar kuvvetle sarılmış ki naaşının avucunda o hasır parçaları görülmüş. (4)
Topal Osman Ağa’da  öldürülüyor…
“…Pazar günü akşamüstü köşkün beş altı yüz metre berisinde sineklerin konup kalktığı bir çukurun içinde Ali Şükrü’nün ölüsü bulunmuştu. Çıkarılan ölünün elbisesi üzerine bir torba da geçirilmişti. Vücudun türlü yerleri parça parça edilmiş çift iple boğulduğu anlaşılmıştı.
Sol eli kırılmış, dili dışarı fırlamış. Sımsık yumuk sol avucunda sandalyenin hasırları kalmıştı.Sol kulağının yanında bir de bıçak yarası vardı. Ölünün bulunduğu yer Topal Osman’ın kaldığı yere beş yüz metre uzakta idi.
Sıra Topal Osman’ın yakalanmasına gelmişti. O akşam Topal Osman’a karşı harekete geçilmedi. Gece alman tedbirlerle Mustafa Kemal Paşa ile eşi Latife Hanım, kimse duymadan Çankaya Köşkü’nden istasyondaki binaya aktarıldı.
Bundan sonra güvenlik kuvvetleri harekete geçerek Topal Osman’a teslim olmasını bildirdiler. Karşı koyunca yirmi dakika kadar çatışmadan sonra yanındakilerden bazıları öldürüldü. Topal Osman yaralı olarak ele geçti ise de kısa bir süre sonra o da öldü…” (5)
Topal Osman Kimdir?
“Mustafa Kemal, Bandırma vapuru ile Samsun’a geldikten sonra 29 Mayıs 1919’da (Topal) Osman Ağa ile Havza’da gizlice buluşmuş ve öyle tanışmıştı. Bu tarihten yaklaşık 1.5 yıl sonra da Mustafa Kemal, Topal Osman Ağa’dan Giresun Laz uşaklarından oluşan kendisinin korumasında görev alacak bir muhafız birliği oluşturmasını istemiş ve Ankara’ya getirilmesini rica etmişti.
Osman Ağa ve Mustafa Kemal’in muhafız birliğini oluşturacak ‘’Kara Zıpkalılar” Ankara’ya 10 Kasım 1920’de gelirler.
“Şimdi Topal Osman Ağa ile birlikte Mustafa Kemal’in Havza’da başlayan Milli Mücadele yolculuğundan önce Topal Osman’ın hayat hikayesine kısaca bakalım. Doğan Avcıoğlu’nun; “Mustafa Kemal’ın ısrarla hizmetinde tuttuğu en ilginç kişi” diye nitelediği Topal Osman kimdir? “
…Osman Ağa, 1884 yılında Giresun Hacı Hüseyin Mahallesi’nde doğmuştur. Babası Hacı Mehmet Efendi ve dedesi İsmail Kaptan, Giresun’un önde gelen Türk eşrafları arasında idiler. Kendileri deniz ticareti ile uğraşırlardı. Rus limanları ile Karadeniz limanları arasında taşımacılık yaparlardı. Ekonomik durumları oldukça iyiydi.
Osman da küçük yaştan beri ailenin işlerine yardımcı olurdu. Çok defa Batum’a, Trabzon’a, Samsun’a, Ordu’ya gidip gelmişliği vardı. Gençliğinden beri liderlik vasfına sahip birisiydi. İsmindeki ‘Ağa’ ifadesi de bunun sonucudur.
Osman askerliği çok sevmesine rağmen, askeri okula gidememiştir. İsteğini savaşa, savaşmaya yöneltmeye çalışmış ve bunda da oldukça başarılı olmuştu.
…Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki çöküş dönemi Giresun’u da etkiler; Rum, Sırp, Arnavut, Bulgar uluslarının Osmanlıya karşı bağımsızlıkistemleri Karadeniz’deki Rum ve Ermeniler üstünde de etkili olur. Pontus’taki bu antik etnik gruplar bu ortamdan hareketle kıpırdanmaya başlarlar. Bu durumdan imparatorluğun egemen unsuru olan Türkler rahatsız olurlar. Bu durum karşılıklı heyecanlı hareketlerle istenmeyen olayların çıkmasına yol açar.
Derken… 1912 yılında Balkan Savaşı patlak verir. Seferberlik ilan edilir. Osmanlı yeni asker toplar. O) sırada Osman Ağa da asker adayıdır. Ama bedelli askerlik te vardır. Osman’ın babası Hacı Mehmet Efendi oğlunu askere göndermek istemez. Askerlik şubesine gider, askerlik bedeli olan 54 sarı altın lirayı ödeyerek oğlunu cepheye gitmekten kurtarır.
Bu durumu duyan Osman çok üzülür. Babasına gidip bedeli alması için ısrar eder. Aski halde gönüllü Olarak arkadaşlarıyla birlikte askere gideceğini bildirir. Babası İkna olmayınca, isyan eder ve askere gönüllü olarak yazılır. 65 gönüllü arkadaşı ile Giresun’dan İstanbul’a hareket ederler.
Osman Ağa’nın askerlik yaşamı böylece başlamış olur. Bundan sonra Osman Ağa’yı cepheden cepheye, savaştan savaşa dur durak demeden izleyeceğiz.
Osman Ağa, Balkan Savaşı’nda Trakya-Çatalca önlerinde savaşırken sağ diz kapağından aldığı şarapnel parçasıyla yaralanır. İstanbul-Şişli Etfal Hastanesi’nde tedavi olur. Ama bacak eski halini almaz. Osman Ağa Topal kalır. İşte Topal’ lakabı bu savaştan kendisine anı olarak kalmıştır.
Giresunlu gönüllülerin yandan çoğunun şehit olduğu bu savaştan sonra Osman Ağa Giresun’a “Topal” olarak değnekleri ile döner.
…Almanya savaşta yenilince, Osmanlı İmparatorluğu da yenik sayılır. Böylece 1. Dünya Savaşı bitmiş olur. Arkasından 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi  imzalanır. Osmanlı ordusu silah bırakır. Ülke işgale başlanır. Mondros Mütarekesi şartları Karadeniz’deki azınlıkları sevindirir.
Azınlıkların İstanbul’a ihbar üstüne ihbar ederek hemen yakalanıp cezalandırılmasını istedikleri kişilerin başında “Topal Osman” geliyordu. Topal Osman, Giresun Ermeni ve Rumları dışında, şiddet yanlısı tutumu ile azınlıklar dışında Müslüman halk içinde de korku salıyordu.
Hatta Mondros Mütarekesi sonrası Giresun Belediyeye Başkanı Hacı Bey sağlık ve yaşlılık nedeniyle görevinden istifa edince Topal Osman hiç kimseye danışma gereği duymadan kendisini Belediye Başkanı ilan etmişti.
Çünkü o günlerde Pontus sahillerinin tek hakimiydi Bunda, Giresun eşrafı ve halkının Pontusculara karşı Topal Osman’ı ‘kurtarıcı’ olarak görmelerinin de büyük payı vardı.
Topal Osman’ın silahlı adamları dışında bir de Belediye Başkanlığı gibi resmi bir mevziyi elde tutması Pontuscular için istenmeyen bir gelişme idi.
Çetecilikten yarbaylığa
I.Dünya Savaşı’nda Osman Ağa’yı 94. Alay’da adamları ile birlikte “yarbay” rütbesine kadar yükseldiğini görüyoruz. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığı sırada; çetebaşı Topal Osman, Ermeni sürgünü suçlusu olarak aranmaktadır. Bu sırada Osman Ağa’nın başka bir görevi de yöredeki asker kaçakları ile mücadeledir. Topal Osman’ın etkisi bu yıllarda oldukça artar. Giresun’dan Samsun’a kadar uzanan sahil bölgesinde tek otoritedir. Bir derebeyi olarak anılır. Bilgisi dışında bölgede adeta kuş uçurulmaz.
Osman Ağa, sert metotları ile Rum çetelerini çok güç duruma düşürür. Rum çetelerin Türk köylerine yaptığı kötülüklerin, baskıların en az üç, beş mislini onlara yapar. Çetecileri “gemi kazanlarında cayır cayır yaktırdığı” hâlâ yöredeki halk anlatıp duruyor.
Topal Osman çevresine topladığı gönüllülerle Rum çetelerini tepelemeye çalışırken, Mustafa Kemal’de 9. Ordu Müfettişi olarak Rumları ve Ermenileri Türk çetelerinden korumak için padişah tarafından “resmi” görevli olarak 16 Mayıs 1919’da Samsun’a gönderilir. Mustafa Kemal ve 21 arkadaşı 19 Mayıs 1919 günü Samsun Limanı’na ayak basarlar.
Yani Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkınca yapacağı işler arasında Topal Osman’ı ve çetesini yakalayıp etkisiz hale getirmesi de vardır.
Mustafa Kemal’in daha önce Topal Osman ile bağlantılı olduğu ve Samsun’a çıkar çıkmaz Havza’da kendisi ile görüştüğü de çeşitli kaynaklarda belirtilir.
Mustafa Kemal’in Topal Osman’la görüşme isteği kendisine ulaşınca. Topal Osman yanına yakın arkadaşları Temoğlu İsmail Ağa’yı, Dalgaroğlu Bilal’i ve Çavraklı Kara Ahmet’i alarak Havza’nın yolunu tutar.
Topal Osman’ın Mustafa Kemal’le tanışmasını sağlayan bu ilk görüşme 29 Mayıs 1919 günü Havza’da gerçekleşir.
İki lider arasında uzunca süren gizli bir görüşme yapılır. Bu görüşme ile karşılıklı güven duygulan oluşur. Mustafa Kemal’in Osman Ağa’ya şöyle dediği yazılır:
“- Çok buhranlı günler yaşıyoruz. Ümitsiz değiliz. Senin hakkında gerekli bilgileri edindikten sonra seni buraya çağırttım. Bundan sonra el ele çalışacağız. Pontuscuların Karadeniz kıyılarında neler yaptıklarını bir de erbabının ağzından dinleyelim dedik.”
Osman Ağa’da Giresun ve çevresiyle Rum ve Ermenilerin faaliyetleri hakkında ayrıntılı bir rapor sunar. Arkasında Mustafa Kemal özetle şöyle der:
“-Görüyorum ki, vatansever duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın. Senin bugünkü yolun, o günkü açtığın çığırdan gelmektedir. Memleket  kurtuluncaya kadar, içinde bir tek dış ve iç düşman kalmayıncaya kadar çarpışmak zorundayız. Sen, Karadeniz köy ve şehirlerini koruyacaksın. Çeteni derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Bir alay teşkil edeceksin. Bu alayın kumandanı olacaksın. Sana genç ve atak subaylar vereceğiz. Pontuscular hangi usulleri kullanıyorsa, siz de o usulleri çekinmeden kullanın. Vatanı kurtarmakta bu son şansımızdır. Bu mücadeleyi kaybedecek olursak, tarihten siliniriz.” (5)
İstanbul Hükümeti’nin idam suçlusu olarak aradığı Topal Osman’ın Belediye Başkanlığı ile ilgili olarak Mustafa Kemal ile aralarında şu konuşma da geçer:
“- Pontus belasının temizlenmesini tamamıyla senin tecrübeli ellerine bırakıyorum. Osman Bey seninle durmadan muhabere edeceğiz. Belediye Reisliği’ni bırakıp uzaklaşmamalıydın. Şimdi yine bu mevkiiyi elde edebilir misin?’
Topal Osman güler ve Mustafa Kemal’in bu istemine karşı şunu söyler:
“Ne demek Paşam? Çocuk oyuncağı bu, Siz arkamızda bulunduktan sonra evvel Allah Giresun Belediyesi’ne gidip oturmamız artık gün meselesidir.”
Bu cevaptan sonra Mustafa Kemal da;
“Mademki Türk halkı tamamıyla seni destekliyor hiç durma teşkilatını yap. Git reislik makamına otur Şehir bilfiil senin ve adamlarının işgalinde bulunsun. Sen kaçıp dağa çekileceğine Pontuscular ve Rumlar kaçsın. Onlar bir kere kanunsuz yola adın atar göründüler mi zamanla hepsini temizleriz.” Der.
Uzun süren görüşmeden sonra Topal Osman da Mustafa Kemal’in bu yaklaşımına karşın şöyle der:
“Siz hiç merak etmeyin Paşam! Bu Pontus Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki hepsi mağaralarda eşek arılan gibi boğulup gidecek.” (6)
Mustafa Kemal ile Topal Osman’ın tanışması ve bundan sonraki birlikteliği Giresunlu araştırmacı Mustafa Dağ şöyle yorumluyor:
“Topal Osman Ağa artık bu dakikadan itibaren fikirleriyle, canıyla, malıyla, adamlarıyla ve her şeyiyle Mustafa Kemal’in yanındaydı. O’nun için canını her an vermeye hazırdı. Mustafa Kemal’e ve O’nun hareketine engel olmak isteyen ve O’nun muhalif gördüğü herkes Osman Ağa’nın artık en büyük düşmanıydı. Topal Osman Ağa’nın Mustafa Kemal’e bu yürekten bağlılığı ölünceye kadar devam etti. Nitekim canını da bu uğurda verdi.” (7)
Buraya kadar çok kısa bir özetini verdiğimiz olaylar akışa göre iki veya üç bölümde verilecektir.
Elimizde meraklılarını tatmin edecek kadar olaya birinci dereceden şahit olanların anı ve belgelerin olduğunu düşünmekteyiz.
Umarız meraklıları için de bu olayın perde arkasını aralamış oluruz.
Kaynakça; Cemal Şener, “Topal Osman Olayı”, Etik yayınları, Berdan Matbaası, 12. Baskı
(1) Cemal Şener, “Topal Osman Olayı”,  Etik yayınları dip not 35; Feridun Kandemir, Rauf Orbay, s.l06.
(2) “Kazım Karabekir Paşa günlükler”, (YKB yayınları, sahife; 840)
(3) Avni Özgürel, (13 Temmuz 2003). “Ali Şükrü ve Topal Osman”. Radikal. (3 Temmuz 2010)
(4) a.g.e. (Alıntı;Feridun Kandemir, “Siyasi Cinayetler,)
(5) a.g.e.dip not 37; Feridun Kandemir, Siyasi Cinayetler, s.41.
(6)a.g.e. Dip not 23; H. İ. Dinamo, aynı eser, 2. Cilt, s. 113-133.
(7) a.g.e. Dip not 24; Mustafa Dağ, Gurbetçi Giresun Dergisi, sayı: 11, s. 14.

Atatürk, “Bunlar birbirlerine ateş etmezler, ne sen, ne ben, ne Ankara… Bir şey kalmaz.” (7)


Atatürk; "Meclis Muhafız Birliği’nde Topal Osman’la gelmiş Karadenizliler var. Bunlar birbirlerine ateş etmezler, ne sen, ne ben, ne Ankara… Bir şey kalmaz..."

Ali Şükrü, Osman Ağa ve adamları sırra kadem basmışlar. Hükümet ve Mustafa Kemal oldukça güç durumda kalmıştır. O sırada Mustafa Kemal ile Başbakan Rauf Orbay arasında şu konuşma geçer:
“Atatürk– Şimdi ne düşünüyorsun?
Orbay;– Bir şey düşündüğüm yok. Topal Osman’ı yakalamak gerek. Çankaya’nın arkasında, Ayrancı tarafında Papazın Bağı denilen yerde bulunduğu sanılıyor.
Atatürk;– Nasıl yakalatacaksın?
Orbay – Meclis Muhafız Birliği ile.
Atatürk – Meclis Muhafız Birliği’nde Topal Osman’la gelmiş Karadenizliler var. Bunlar birbirlerine ateş etmezler, ne sen, ne ben, ne Ankara… Bir şey kalmaz.
Orbay – Suçluları yakalatmak mutlak gerek… Eğer Başkomutan olarak ve herhangi bir düşünce ile sizce buna gerek görülmüyorsa, benim bunu yarın mecliste anlatmam gerekecektir.” (1)
Şimdi yaşananları biraz daha açmak adına bu tarihten geriye gidiyor ve o günlerdeki Türkiye Büyük Millet Meclisinde oluşan gruplara ve anlayışlarına bakıyoruz;
Mecliste Gruplar
Birinci TBMM kurulup çalışmalara başlayınca çeşitli konuların tartışılmasında meclis üyeleri arasında görüş ayrılıkları belirmeye başlar.
Bu ayrılıklar giderek türdeş grupların oluşmasına yol açar.
İşte 1. TBMM’de; 1 Grup ve 2. Grup diye adlandırılan gruplarda bu oluşumun sonucudur.
Anayasa’nın kabulü, Londra Konferansı’na davet Mustafa Kemal’in meclis başkanlığı, başkomutanlığı, Sadrazam Tevfik Paşa’ya çekilen telgraf gibi sorunlarda beliren görüş ayrılığı bir dizi grubun oluşmasına neden oldu.
Bunlardan M. Kemal’in etrafında oluşanına 1 Grup, M. Kemal’in en güçlü muhaliflerinin oluşturduğu grup ise 2. Grubu oluşturur.
İkinci Grup için Sabahattin Selek, şöyle diyor:
İkinci Grup ise büyük çoğunluğu ile saltanat ve hilafet taraftarı muhafazakâr fikrin temsilcisi idi ve ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhalifleri İle takviye edilmişti.” (2)
Diğer grupların başlıcaları ise istiklal Grubu, Halk Zümresi, Tesanüt Grubu, İslahat Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi vs.
Mustafa Kemal, bu durumu Nutuk’ta şöyle anlatıyor:
-“Filhakika sayıları çok, üyeleri sınırlı olan bu hizipler birbirleri ile yarışmaya kalkmışlar ve biri diğerini dinlememek yüzünden..
Misak-ı Milli’nin tesbit ettiği esaslarda kayıtsız ve şartsız birlik ve müttefik olan fikirler ve emeller. Anayasa’nın getirdiği görüşlerde tamamen iştirak etmiş manzarasını arz etmiyordu. Mevcut hizipleri birleştirmek veyahut mevcut hiziplerden birini takviye ederek iş görmek için dolaylı olarak çok çalıştım. Fakat bu suretle hasıl olan neticelerin payidar olmadıkları görüldü. İşte bizzat müdahale zaruri olmaya başladı. Nihayet “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” adı ile bir grup teşkiline karar verdim.” (3)
Birinci Grup, başlıca şu üyelerden oluşur:
Mustafa Kemal Paşa, Şeref Bey (Edirne), Şevket Bey (Edirne), Emin Bey (Samsun), Mahmut Esat Bey (İzmir), Mustafa Necati Bey (Samban), Kılıç Ali Bey (Antep), Vehbi Bey (Karasi), Zekai Bey (Adana), Avni Bey (Samban), Muhittin Bey (Bursa), Mazhar Bey (Bursa), Mazhar Bey (Üsküdar), Osman Nuri Bey (Bursa), Rıfat Bey (Karasi), Hamdi Bey (Trabzon).
İkinci Grup’ta çoğunluk muhafazakar unsurlardan oluşmasına rağmen çeşitli nedenlerle Mustafa Kemal’in karşısında yer alıp bu grupta kalmış olanlarda da vardır. Ama hepsinin hemen hemen ortak oldukları nokta; Anayasa’nın ülkenin gerçek ihtiyaçlarına cevap vermediği alelacele hazırlanıp kabul edilmiş olduğudur.
İkinci Grup’ta toplanan muhalif milletvekilleri şöyle tasnif edilebilir:
1-Hilafetçi-saltanatçı milletvekilleri,
2- Mustafa Kemal’in artan otoritesi ile diktatör olacağı endişesine kapılanlar.
3- İttihat ve Terakki’yi yeniden canlandırmak isteyenler,
4- Birinci Gruba çeşitli nedenlerle alınmayanlar veya kırgın olup ayrılanlar vs.
Bu gruba önderlik edenler ise; Hüseyin Avni (Erzurum). Albay Selahattin (Mersin), Ali Şükrü (Trabzon), Müfit Hoca (Kırşehir), Mehmet Şükrü (Afyon), Celalettin Arif (Erzurum) vs.
Mustafa Kemal, Nutuk’ta meclisteki, ‘Islahat’, ‘Müdafaa-i Hukuk’, istiklal Grubu’ ve ‘Halk Zümresi’ gibi grupların adını sayarak bunlar arasındaki çekişmelerden dolayı, “Mecliste hükümeti tutmak ve herhangi bir iş yürütmek imkânsız hale geldi” diyor. Hâkim olan şeyin ise, ‘düzensizlik ve anarşi’ olduğunu vurguladıktan sonra
-“Şu halde iki yoldan birinin seçimi kesin bir şekil aldı. Ya bu meclis ile katiyen iş görülemeyeceği gerçeği üstüne yeni tedbirler almak veyahut yaptığımız gibi bir çoğunluk grubu meydana getirtmek.”
Mustafa Kemal bu düşüncesini uygulamaya da koyuyor. Mecliste Topal Osman’ın adının karıştığı “”Ali Şükrü Olayı” da bu doğrultuda oluşuyor. Nitekim Mustafa Kemal, 2. TBMM’nin oluşturulması için yapılan seçimlerde 2. Gruptan kimsenin meclise alınmaması için yoğun çabalara girişmiş ve bunda oldukça da başarılı olmuştur.
Böylece İkinci Grubu meclis bünyesinden tasfiye etmiştir. Bu konudaki en büyük desteği ise, Alevi, Bektaşi kökenli milletvekilleri vermiştir. (4)
**
Gerçeğinde Ali Şükrü olayının arkasında yatan sadece muhalefet midir?
Burada önce Ali Şükrü, sonrada Necip Fazıl’a kulak verelim;
-Ali Şükrü Bey TBMM’ye girişinden hemen sonra, halkın milli mücadeleye inandırılması ve düşman propagandalarının etkisiz hale getirilmesi amacıyla meclis tarafından oluşturulan İrşad Encümeni’nde görev alarak Anadolu’da dolaşmıştır.
Muhafazakâr bir yapıda olan Ali Şükrü Bey mecliste, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Birinci Grup‘a muhalif milletvekillerinin toplandığı İkinci Grup‘un liderlerinden biri oldu.
İkinci grubun görüşlerini açıklamak ve yaymak üzere Mustafa Kemal’in Hâkimiyeti Milliye gazetesine karşı Tan gazetesini yayınlamaya başladı.
68 sayı çıkabilen gazetenin hemen hemen tüm başyazılarını Ali Şükrü Bey yazdı. Lozan görüşmelerinden sonra yapılan meclis oturumlarında; İsmet Paşa’nın hariciyeci olmadığı için Lozan’da acemice işler yaptığını ve TBMM’nin kendisine verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri sürdüğünü savundu. Lozan’da devam eden müzakerelerin durumu hakkında TBMM’ye açıklanan resmi bilgiler ile dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri dile getirdi. (5)
Bakalım Necip Fazıl bu konuda ne demektedir;
“Artık saffet devrini kapayan ve başında bulunanların hakikî kast ve niyetleriyle tezahüre başlayan Millî Mücadele çığırının, sadece iman ve mukaddesat safındaki bu kahraman çocuğunu, sırf mahrem renkleri ve gizli mânaları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler!Öldürtmediler, biri öldürttü; bu kimdir??? Şehit Ali Şükrü’yü, arkasından boynuna bir ip geçirtmek, hemen sağ kolunu kırdırtmak ve başına bir balta indirtmek suretiyle öldürten şahıs, bu işde alet olarak Giresun’lu Topal Osman’ı kullanmış; peşinden de aynı derecede korkunç bir tertiple bedbaht aletine ölümü tattırmıştır. Hile ve tertip dehasına bakın siz!” (6)
**
Topal Osman Olayı” nı burada bırakıyor ve;
-“sırf mahrem renkleri ve gizli mânaları sezdiği ve bu yüzden muhalefete geçtiği için vahşice öldürttüler!” iddiasına açıklık getirmek üzere;
-“Atatürk neden halife olmak istedi?”
Sorusu ile -belki de ilk kez burada açıklanacak- –kaynağından verilmiş çok ilginç- bilgilerle meraklılarının;
-“Yakın tarihimizin üzerinde neden ağır bir örtü serilmiştir?”
Anlayışının yanında belki de, Sayın Süleyman Demirel’in;
-“Milletimiz bir yüzyıl daha gerçekleri öğrenmemelidir!” öğüdü de sürpriz bir şekilde cevap bulabilecektir.
Resim;habername.com’dan alınmıştır.
Kaynakça;Cemal Şener, “Topal Osman Olayı”, Etik yayınları, Berdan Matbaası, 12. Baskı
(1, Dip Not 34; Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, c.4, s.82.)
(2, Dip Not; 32; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, s.592.)
(3, Dip not 33; Mustafa Kemal, Nutuk, c.2, s.595.)
(4) “Topal Osman Olayı”, Cemal Şener,
(5) Avni Özgürel, (13 Temmuz 2003). “Ali Şükrü ve Topal Osman”. Radikal. (3 Temmuz 2010)
(6) Yazının tamamı için bakınız; http://yahyaduzenli.blogspot.com/2012/04/ali-sukru-bey-trabzonda-nicin.html

Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten azli ve istifası İngilizlere karşı bir oyun mudur? (8)


“Paşa askerlik elbisesi ile kongreyi etkiliyorsunuz, bundan böyle sivil elbise ile gelmenizi rica ediyorum.” Giresun delegesi İbrahim Hamdi Bey’in bu uyarısına kulak vermiş olacak ki Mustafa Kemal öğleden sonraki oturuma sivil giysileriyle katılır.
“Paşa askerlik elbisesi ile kongreyi etkiliyorsunuz, bundan böyle sivil elbise ile gelmenizi rica ediyorum.” Giresun delegesi İbrahim Hamdi Bey’in bu uyarısına kulak vermiş olacak ki Mustafa Kemal öğleden sonraki oturuma sivil giysileriyle katılır.(1)
Mustafa Kemal Paşa, Askerlikten istifa etmesi (gerçekte önce azledilmesi) 8-9 Temmuz 1919, ‘Erzurum Kongresi’nin yapıldığı tarih 23 Temmuz 1919’dur.
Açık ifadesi ile Mustafa Kemal Paşa, azlinden ve istifasından sonra da asker elbisesini giymeye devam etmiştir.
Peki, bu çelişkiyi anlı-şanlı tarihçi ve yazarlar bilmezler mi?
Veya bilir de diğer konularda olduğu gibi görmemezlikten mi gelirler?
Eğer, tüm bildikleri veya samimiyetleri böyle ise,
“Yandı gülüm keten helva!”
**
Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik görevlerinden önce azil, sonra istifa etmesinin arka planında;
-Hem İşgalci İngilizleri yatıştırmak, hem de kurulacak cumhuriyet hareketine “bir politik yön vermek, demokratik bir nitelik kazandırılma düşüncesi mi vardır?
Sorusunun cevabı birkaç farklı kaynaktan verilmektedir.
Umarız araştırmacılar için bir kapı açmış oluruz.
**
Erzurum kongresinde yaşananlar;
“Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nin yapılacağın ve Giresun’u temsilen iki kişinin gönderilmesini Topal Osman’a bildirir. Giresun’daki cemiyette, ili temsil edecek okumuş iki temsilciyi Erzurum’a göndermeye karar verir.
Bunlar Giresun’un yetiştirdiği iki aydın temsilci; Dr. Ali Naci Duyduk ileMühendis İbrahim Hamdi Bey’dir.
Giresun delegeleri büyük bir törenle uğurlanırlar. 10 Temmuz 1919’da yapılması düşünülen Erzurum Kongresi çeşitli engellemeler sonucu 23 Temmuz 1919’da başlar.
Kongre Trabzon ve Giresun delegelerinin açtığı canlı tartışmalara tanık olur. Tartışılan ilk konu; Kongre divan başkanlığına kimin seçileceğidir.
Giresun ve Trabzon delegeleri divan yönetiminin delegelerce belirlenmesini istiyorlar, Mustafa Kemal’in önceden kararlaştırıldığı gibi başkanlığa getirilmesine karşı çıkıyorlardı.
İbrahim Hamdi Bey’in, Kongre’nin “askeri ve tepeden inme” bir izlenim yaratmasını engellemeye yönelik tutumunun bir başka yansıması da Mustafa Kemal’in Kongre sırasındaki giyimine ilişkin olur.
Mustafa Kemal, Kongre’nin ilk günkü oturumuna üniformalı ve padişah yaveri olduğunu gösteren nişanları ile katılır.
İbrahim Hamdi Bey, Mustafa Kemal’in
-“sivil ve milli bir toplulukta ve askerlik mesleğinden bütünü ile ayrılmış olmasına rağmen, padişah yaveri giysisi ile bulunmasının doğru olmayacağını söyler.
Bu düşüncelerini İbrahim Hamdi Bey şöyle ifade eder:
“Paşa askerlik elbisesi ile kongreyi etkiliyorsunuz,  bundan böyle sivil elbise ile gelmenizi rica ediyorum.
İbrahim Hamdi Bey’in bu uyarısına kulak vermiş olacak ki Mustafa Kemal öğleden sonraki oturuma sivil giysileriyle katılır. (2)
**
Mustafa Kemal askerlikten istifa etti mi?
“…Atatürk’ün 1919 Temmuz’undan 1921 Temmuz’unda TBMM tarafından Başkumandanlık yetkisiyle donatılışına kadar sivil bir lider konumunda bulunduğu genellikle gözlerden kaçan bir ayrıntıdır.
İstanbul hükümeti Mustafa Kemal’i yalnız geri çağırmakla yetinmemiş,emirlerine karşı geldiği için askerlikten de azletmişti.
(Hatta pek bilinmez ama Vahdettin, hükümetin azil kararını ‘tecviz etmemiş’ ve bir iki aylık hava değişimi teklifini özel bir telgrafla Paşa’ya bildirmişti.)
Böylece Mustafa Kemal Paşa askerlikten istifa etmekle aslında İstanbul’un kararını örtülü olarak kabul etmiş oluyordu.
Bir başka deyişle, önce görevden alınmış, sonra istifa etmiştir.
Birincisinin tarihi 8 Temmuz 1919′dur, ikincisininki 9 Temmuz 1919. Bu bir.
İkinci çarpıcı husus,
Mustafa Kemal’in askerlikten istifa etmekle birlikte 23 Temmuz’da başlayan Erzurum Kongresi’ne kadar üniformasını ‘hemen çıkarmamış’ olmasıdır.
Daha önce Erzurum ve Trabzonlu vatanseverlerce tarihi kararlaştırılmış bulunan Erzurum Kongresi’ne misafir olmuştu.
Burada kendisinden kuşkulananlar, onu kongreye kabul etmek istememiş ve üniformasını üzerinde taşıdığı için ‘İstanbul’un adamı’ muamelesi görmüştü.
Şark fatihi olarak şöhreti ufukları tutan Kâzım Karabekir ve Cevat Dursunoğlu’nun araya girip teminat vermesiyle Paşa kongreye kabul edilebilmiştir.
Ve üç…
Kongre günü M. Kemal salona omzunda apoleti, boynunda padişah yaveri kordonu ve üniformalı olarak gelince ‘Burası sivil bir platformdur. Üniformanızı çıkarmadan içeriye giremezsiniz’ uyarısıyla karşılaşmıştı.
Bu sert uyarı üzerine Mustafa Kemal bir arkadaşından ödünç aldığı sivil elbiseyle kongreye katılabilmiş ve ilk olarak ulemadan Hacı Fevzi Efendi’nin yanına oturmuştur…
…‘Paşa, üniformanı çıkart, öyle gel!’
Silah arkadaşı Mustafa Kemal’le birlikte kongrenin yapılacağı salonun kapısına kadar gelen ve oradan ayrılarak görevinin başına dönen Kazım Karabekir Paşa,
“İstiklal Harbimizin Esasları” adlı hatıralarında aynı olayı kendi açısından şöyle nakleder:
Samimane ikazlara rağmen Mustafa Kemal Paşa hazretleri mirliva üniforması ve yaver-i hazret-i şehriyari kordonunu çıkarmamışlardı.
Kongreye dahi bu kıyafetle girmişler. Ve kürsüye çıkarak nutuk irad etmek istemişler. Bu manzara kongre heyet-i umumiyesi üzerinde pek fena bir tesir yapmış. Ve Gümüşhane murahhası (delegesi) Zeki Bey kendilerine şu ihtarda bulunmuştur:
- Paşa. Evvela üniforma ve kordonunu sırtından çıkar, ondan sonra kürsüye gel! Ta ki milli kuvvet askerî tahakküm şekline girmesin.
Paşa bu ihtarla üniforma ve kordonunu çıkarıyor ve ondan sonra kongre saflarına kabul ve riyasete intihap olunuyor.”
Yukarıdaki sözlerin sahibi Kadirbeyoğlu Zeki Bey ise nihayet yayınlanan hatıralarında olayı kendi ağzından anlatmış, yine orada hazır bulunan Rauf Orbay ise hatıralarında onu doğrulamıştır.
Hatta Rauf Bey’in bu sırada arkadan Zeki Bey’in kolunu çimdiklediğini ve ‘Ne yapıyorsun?’ dediğini bile biliyoruz.
Ancak bu sert sözlere Mustafa Kemal’in tepkisi beklenenden yumuşak olmuş ve Zeki Bey’e herkesin önünde hak vermiştir. (3)
**
Mustafa Kemal Paşa Askerlikten istifa ettiği halde, Sultan Vahdettin’in yaverliğinden istifa etmemiştir.
Yazar İsmet Bozdağ’da, Tarihçi-Yazar Cemal Kutay’la birlikte Gazeteci Nuriye Akman’la yaptıkları söyleşide,
Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresine, 23 Temmuzda askerlikten istifasından sonra katıldığını ifade ederek devam eder;
-“ Atatürk o kongreye Hazreti Şehriyari kordonlarıyla gelir. İstifa etmiştir ama Hazreti Şehriyari’nin yaverliğini aklından çıkarmamıştır…” (4)
**
Politik hareketler komutan sıfatı ile yönetilmez…
“….Böyle bir politik hareketin, bir “komutan sıfatıyla” yönetilmesinin istenmeyeceğini ve imkansız olduğunu Mustafa Kemal de biliyordu.”
”Kemalizmin devrimci karakterini dışa ve içe karşı kurulan ikili cephe belirler.
Bu hareket, yalnız programı bakımından değil, ayni zamanda eylem ve örgütlenme biçimleri açısından da Jön Türkler hareketlerin çok ilerisindedir.
Mustafa Kemal’in askerlikten ayrılması bile, kurtuluş savaşının bir askeri hareket olmayıp, daha çok bir politik hareket olduğunu gösterir.
Böyle bir politik hareketin, bir “komutan sıfatıyla” yönetilmesinin istenmeyeceğini ve imkânsız olduğunu Mustafa Kemal de biliyordu…
Devrim hareketlerinin politik yön almaları, aynı zamanda demokratik bir nitelik kazanmaları demektir.
Türkiye’nin kurtarılması için gerekli olan tedbirler başarı kazanabilmeleri için kişisel olmaktan çıkmalı, milletin bütünlüğünü temsil eden bir cemiyet tarafından gerçekleştirilmeliydi. (5)
**
-“…Mersinli Cemal Paşa (*) İstanbul’da İtilaf Devletleri baskısına rağmen. Milli Mücadele hareketinin ilk safhasında Batı Anadolu’daki düzenli ordu birlikleri aracılığıyla kuva-yı milliyeyi desteklemiş; silah ve malzeme desteği sağlamıştır.
Anadolu’da başlatılan millî direniş hareketinin lideri Mustafa Kemal Paşa’ya, işgal güçlerinin tüm baskılarına rağmen itibarının iade edilmesi, kuva-yı milliyenin silah, cephane ve teçhizat bakımından desteklenmesi gibi mühim görevleri yerine getiren Ali Rıza Paşa ve kabinesi, yapılacak arşive dayalı belgesel çalışmalarla Türk Millî Mücadele Tarihi’nde haklı yerini alacaktır.
Ali Rıza Paşa hükümeti, Anadolu’daki kuva-yı milliye hareketini Damat Ferid Paşa gibi haince nitelemiyor, aksine millî hareketi meşru ve ma’kul görüyordu”. Bu yüzden kabinenin kuruluşundan hemen sonra Anadolu ile diyalog kurulması konusunda faaliyete geçildi.
Bu kabine millî hareketi meşru bir dava olarak tanımakla kalmıyor; bu hareketin liderleri ile de temasta bulunuyordu. Ali Rıza Paşa kabinesinin Dahiliye Nazırı Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey, sadrazamın bilgisi altında Mustafa Kemal Paşaya adamlarını yolluyor, O’na, İtilaf Devletleri’nden gizli olarak her türlü yardımı yapıyordu (6)
Öte yandan Ali Rıza Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı mahkûm etmesini isteyenlere karşı, “ben, bu alçaklığı yapamam!” diyordu (7)
Bir yabancı yazarın görüşüne göre, “Babıâli bu sırada iki taraflı oynuyordu. Görünürde millî hareketin karşısında, ama gizliden gizliye onun yanında idi.
Nitekim bu ince düşünce tarzı, Türk diplomasisinin esaslarından biri idi.” (8)
Yine bu dönemde Anadolu’nun silahlanması hızla sürdüğü gibi, İstanbul’daki askerî makamlar tarafından da bu açıkça destekleniyordu. Diğer taraftan bu sırada Anadolu’ya asker, silah ve para gönderiliyor; İtilaf Devletleri yüksek komiserlerinin uyarılarına, protestolarına aldırış edilmiyor, verdikleri emirler savsaklanıyordu. (9)
Sadrazam Ali Rıza Paşa bu hareketleriyle milliyetçilere yakınlık duyduğunu da göstermekte idi. Bütün bu olup bitenler karşısında aciz kalan İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon ise
“…İstanbul’da bizimle alay ediyorlar”
tarzında açıklamalarda bulunuyordu. İstanbul’daki İngiliz istihbaratının verdiği bilgilerden yola çıkan Amiral De Robeck, 17 Eylül 1919 tarihinde Lord Curzon’a gönderdiği raporunda,
“Mustafa Kemal hareketinin bağımsız bir cumhuriyete doğru gittiği, Harbiye Nezaretince desteklendiği ve veliaht Abdülmecit’in de bu işin içinde bulunduğunu” belirtiyordu. (10)
İngilizler bu şüphelerinde haklı idiler. Ali Rıza Paşa ve kabine üyeleri Anadolu’yu açıkça ve samimice desteklemekte idiler (11)
Devam edecek
-Mustafa Kemal Paşa’nın unvanı  ne zaman ve kimler tarafından iade edilmiştir?
Resim;internet ortamından alınmıştır.
(*) Mersinli Cemal Paşa (1875 Mersin – 7 Ekim 1941) kimdir?  “Ekim 1919′da Ali Rıza Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı oldu. 20 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolü imzalandıktan sonra 16 Kasım’da Kuvayi Milliye’ye her türlü yardımın yapılacağını bildirdi. 20 Ocak 1920′de İtilaf Devletlerinin İsmail Cevat Paşa (Çobanlı) ile kendisinin görevden alınmasını istediği için istifa etti. 15 Mart’ta İngilizler tarafından tutuklanarak 18 Mart’ta Malta Adası’na sürgün edildi.” (Vikipedi)
(1) Cemal Şener, Topal Osman Olayı, sahife, 69
(2) a.g.e. Sahife, 69
(5)“Atatürk Devrimi Sosyolojisi”,  Kurt Steinhaus, Sosyo-Ekonomik Yönden Az Gelişmiş Ülkelerde Burjuva Toplumunun Gelişmesi Sorunu Üzerine Bir Araştırma”,
(6) Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul 1982, s. 31-32.(http://atam.gov.tr
(7) İlhan Bardakçı, Taşnan’dan Kadıfekale’ye, İstanbul 1975. s. 58.http://atam.gov.tr)
(8) Mikusch, Aynı eser. s. 238.(http://atam.gov.tr)
(9) Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, c.l, Ankara 1975, vesika nr: 38 ; ayrıca bk. D.V.Mikusch.Gazi Mustafa Kemal,(Çev. Nermin Erendil), İstanbul 1981, s. 237 .(http://atam.gov.tr
(10) Kâmil Erdeha, Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler, İstanbul 1975, s. 256.Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, c.I, vesika nr: 39.(http://atam.gov.tr)
(11) Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, c.I, İstanbul 1987, s. 308-309. (http://atam.gov.tr)
Meraklıları; 6-7-8-9-10-11 ve 12 sayılı dipnotları ile konu ile yazının tamamınıhttp://atam.gov.tr/ali-riza-pasa-hukumeti-kuva-yi-milliye-iliskileri/ Ali Rıza Paşa Hükümeti Kuva-yı Milliye İlişkileri” Dr. Zekeriya Türkmen) kaleminden okuyabilirler.


Mustafa Kemal Paşa’nın ordudan istifasından sonra itibarının iadesi (9)


Doğru bir gelecek için doğru bir tarih, bir daha aynı hataları yapmamak için önemlidir.
Mustafa Kemal Paşa askerlikten istifasından sonra da asker elbisesini giymeye devam eder. İbrahim Hamdi Bey’in; “Paşa askerlik elbisesi ile kongreyi etkiliyorsunuz,  bundan böyle sivil elbise ile gelmenizi rica ediyorum.” İfadesinden sonraki oturuma sivil giysileriyle katılır. (1)
Meraklıları konu ile ilgili 8 inci yazıda geniş bilgi bulabilirler.
**
Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten azil ve istifasından sonra yaşananlar
Mustafa Kemal Paşa’nın -8-9 Temmuz 1919 Tarihindeki- azil ve istifasının üzerinden yaklaşık 5,5 aylık bir zaman geçer…
“Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa, 28 Aralık 1919 tarihinde sadarete yazdığı bir tezkirede, III. Ordu müfettişi iken görevine son verildikten sonra askerlik mesleğinden istifa etmiş bulunan Mustafa Kemal Paşanın, bazı siyasî sebeplerden dolayı askerlikten çıkarılarak sahip olduğu nişan ve madalyalarla, fahrî yaverlik rütbesinin Padişah buyruğu ile (2) kaldırıldığını belirtiliyordu.
Cemal Paşa tezkiresine devamla, yapılan işlemin her hangi bir mahkeme kararına dayanmamasından dolayı kanuna da aykırı olduğunu belirterek, düzeltilmesi gerektiğini ve Mustafa Kemal Paşanın sahip olduğu nişan ve madalyalarla fahrî yaverlik rütbesinin geri verilmesini istemekte idi.
Bundan başka, Mustafa Kemal Paşanın ordudan atılmış değil, istifa etmiş kabul edilmesini öneriyordu.(3)
Nitekim, Cemal Paşanın bu önerisi 29 Aralık 1919 tarihli Meclis-i Vükelâ toplantısında yerinde bulunarak, gerekli düzeltmelerin yapılabilmesi için Padişahın iradesinin de alınması lazım geldiği açıklanıyordu, (4) Bakanlar Kurulu da aynı gün Harbiye Nezaretine yazdığı bir yazıda bu konunun düzeltileceğini dile getirdi (5)
Bu arada Harbiye Nazırı, bu konuyu zaman aşımına uğratmadan kısa sürede çözüme kavuşturmak arzusunda idi.
Bu yüzden 30 Aralık 1919’da sadarete yazılan bir yazıda III.Ordu müfettişliğinden alındıktan sonra istifa ettiği halde hiç bir sıkıyönetim mahkemesi kararına dayanmaksızın, idarî kovuşturma sonucu askerlik mesleğinden çıkartılıp, nişan ve madalyaları geri alınan Mustafa Kemal Paşanın bu durumunun düzeltilmesi isteniyordu (6)
Öte yandan hükümet merkezinde bu faaliyetler yürütülürken, Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’da Ankara’ya varmıştı. Ankara vilayetinden Dahiliye Nezaretine gönderdiği şifreden anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları şehre girdikten sonra, doğruca Hacı Bayram-ı Veli türbesini ziyaret etmişler, daha sonra halkın alkışları arasında kurbanlar kesilmiş; halifelik ve Padişahın, devlet ve milletin mutluluğu için dua edilmiş ve bilahire Ankara Ziraat Mektebine giderek oraya yerleşmişlerdi.
Bu arada hey’etin, Ankara’ya gelene kadar uğradığı yerlerde, halkın tamamının kuva-yı milliyeden yana olduğu da müşahade edildi (7)
Mustafa Kemal Paşa, 30 Aralık 1919 tarihinde İstanbul vilayetine çektiği telgrafında ise, Osmanlı istiklalinin yıldönümünü tebrik etti. (8)
Gelişmelere bakılırsa, bu dönemde Temsil hey’eti ile İstanbul hükümeti arasındaki münasebetler gayet olumlu bir şekilde yürütülmekte idi.
Bu sırada Padişah’ın rahatsızlığı Ankara’da da duyulunca, Mustafa Kemal Paşa hatır sormak bahanesi ile ve hem de Damat Ferid Paşa döneminden beri devam eden kırgınlığı gidermek üzere bir telgraf gönderdi.
Bu telgrafında Padişah’a, rahatsızlığından dolayı Temsil Hey’etinin de üzüldüğünü ifade ettikten sonra, şifa dileklerinde bulundu (9) Nitekim, Damat Ferit kabineleri tarafından âsi ilan edilen, dilekleri kabul görmeyen Mustafa Kemal Paşa, Padişah tarafından dahi muhatap kabul olunmakta idi.
Paşanın 14 Ocak 1920 tarihli bu telgrafına karşılık olarak, saray tarafından da bir teşekkür telgrafı gönderildi (10)
M.Kemal Paşa ile İstanbul hükümeti arasındaki bu yazışmalardan da anlaşılacağı gibi, iki taraf arasındaki kırgınlık dönemi sona erdi.
Nitekim, 3 Şubat 1920’de çıkan irade-i seniyyede belirtildiği üzere, askerlikten idarî olarak uzaklaştırılmış olan Mustafa Kemal Paşanın askerlikten istifa etmiş sayılacağı, nişan ve madalyalarının geri verileceği açıklanıyordu. (11)
Ali Rıza Paşa kabinesi bu sırada İtilaf Devletlerinin yoğun baskılarına rağmen, memleket için önemli kararlar aldı. Bunlardan en önemlisi de Mustafa Kemal Paşaya eski itibarının iade edilmesi idi…” (12)
Biz her zaman olduğu gibi konu ile ilgili meraklılarına bir kapı açtık. Bundan sonrası ve daha fazlası araştırmacılarına kalmaktadır.
Resim;turkish-media.com’dan alıntıdır.
Kaynak; 2’den 12’ye kadar sıralı dipnotların alındığı yazının tamamınıhttp://atam.gov.tr/ali-riza-pasa-hukumeti-kuva-yi-milliye-iliskileri/ Ali Rıza Paşa Hükümeti Kuva-yı Milliye İlişkileri” Dr. Zekeriya Türkmen) kaleminden okuyabilirler.
(1) Cemal Şener, Topal Osman Olayı, sahife, 69
(2) Bu irade ve karar için bk. BOA.DUİT.,nr: 68/ 13 ,68/ 14,68/ 16.
(3) BOA.BEO., Harbiye Giden nr: 345546.
(4) BOA., Meclis-i Vükelâ Mazbatası, (MVM.), nr: 217, s. 629 ; Atatürk’le ilgili Arşiv Belgeleri, Belge nr: 75.
(5) BOA.BEO., Harbiye Giden nr: 345542.
(6) BOA.DUİT.,nr:68/ 18.
(7) BOA.BEO. Dahiliye Giden nr: 343585, telgraf 28 Aralık tarihlidir. BOA..Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti, (DH.KMS.), Ds: 53-4, nr: 21, F: 4.
(8) BOA.DH.KMS., Ds: 53-4, nr: 21, F: 7. Telgraf şu şekilde idi:
Mahreci: Ankara.
İstanbul Vilayetine,
Bu gün yevm-i istiklal-i Osmanî olmak münasebetiyle arz-ı tebrikateyler, bu vesile ile vatanımızın tamami-yi halâsı ve devlet ve milletimizi altı asırlık şanlı istiklaliyle mazhar-ı saadet eylemesini Cenab-ı Hakk’tan dileriz. Bu yevm-i mübeccelin saadeti idrakini bilumum milletdaşların yekdiğerini tebrike şitâb eylemelerini tememni eyleriz. 30 Kânun-ı Evvel 1335
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Hey’et-i Temsiliye Namına
Mustafa Kemal
(9) Mustafa Kemal Paşanın bu telgrafı 14 Ocak 1920 tarihlidir. Bk. Atatürk’le İlgili Arşiv Belgeleri, belge nr: 79 : Nitekim Mustafa Kemal Paşa daha önce de Vahdettin’e tebrik telgrafı göndermişti. 15 Aralık 1919 tarihinde gönderdiği telgrafında Padişah’ın mevlit kandilini tebrik ediyordu. Bk. Jaeschke. Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, c.I, Ankara 1989, s. 80.
(10) Atatürk le İlgili Arşiv Belgeleri, belge nr: 80.
(11) BOA.DUİT.,nr:68/20,21.
(12) Bu konu belgelerde olmasına rağmen, diğer kaynaklarda bulunmamaktadır. Bk.. BOA.BEO., Harbiye Gelen nr: 345542 ; BOA.DUİT., nr: 68. Nitekim bu konu Nutuk’ta işlenmemiştir. Mustafa Kemal Paşaya yapılan bu jest, daha doğrusu Millî Mücadeleye verilen bu destek, İngilizlerden gizlenmek amacıyla basına da sızdırılmadığı gibi , Takvim-i Vekayi’de de yayınlanmamıştır. Bk. Zeki Sarınan, Aynı eser, c.II, s. 31-32.

Cumhuriyetin kurulmasını kim istedi? (10)


Cumhuriyetin ilanı istenen Erzurumda ekmek parasını kazanmanın peşinde olan bir boyacı vatandaşımız...
Cumhuriyeti kimlerin istediği ile ilgili hikâyeyi aldığımız, “Atatürk İhtilali”  isimli eser, “Kemalizm doktrincilerinden Mahmut Esat Bozkurt’a aittir. Kendisine Atatürk tarafından görev verilmiş ve yazdığı eser Atatürk tarafından da onaylanmıştır.
Kitap, Atatürk’ü ve O dönemin düşüncelerini gerçek manası ile öğrenmek isteyenlerin yararlanacağı eserlerin başında geldiği için önemlidir.
Mahmut Esat Bozkurt aşağıda hem Fransız hem de bizim Cumhuriyetin ilan edilmesi ile ilgili hikayeler anlatmaktadır.
“Fransa’da Kralcılar…
Hâlâ bugün, Fransa’da kralcılar, bunların gazeteleri ve örgütleri vardır.
Hakikatleri biraz daha açığa koyalım.
Fransa’da, ihtilal patlak verdiği gün cumhuriyetten bahis bile yoktu. Böyle bir kelimeyi bilen yok gibiydi. Louis XVI adına madalyalar basıldı.
Ve üzerlerine “Kurtarıcı Kral” diye yazıldı.
Ekmek İstiyorlar
Versay sarayına giden halk kraldan ekmek istedi.
-“Ekmek ver ve başımızda kal iyi Kral, iyi Kraliçe!” diye bağırdı.
Fransız İhtilali
Fransız İhtilalinde, o sıralarda 17 milyon kadar bir şey olan Fransız milletinin hepsi, ihtilale taraftar ve Cumhuriyetçi miydi?
Bu soruya evet demek imkânı var mıdır? Bir kere bir milletin hepsi nasıl ihtilal taraftarı olabilir?
Buna maddeten imkân yoktur. Beşikteki çocuklar, bir ayağı çukurda İhtiyarlar bunların hepsinin ihtilal taraftarı olması hayal edilebilir mi?
Bundan başka, biraz da vakıalara bakabiliriz.
Üçüncü Cumhuriyet
Ve nihayet, bugünkü Fransız Cumhuriyeti üçüncüsüdür. Ve bir oy fazlasıyla kurulmuştur.
Cumhuriyetlerin düşüşü ve bunların yerini imparator ve kralın alışı, Fransa’da bütün halkın cumhuriyet taraftarı olduğunu mu gösterir?
Bizde nasıl oldu?
Erzurum Kongresi sıralarında, bir gün, Atatürk, Erzurum Millet bahçesinde gezinirken, millet, etrafını almaya başladı. Atatürk’ün yüzüne bakan halk, bir ağızdan bağırdı.
‘Yaşasın Cumhuriyet!” (1)
Cumhuriyet İstiyorlar
Düşünelim bir kere, bunu bağıran kimdi?
Türk halkı… hem de öz Türk halkı.
Bu halk, arkası gelmeyen savaşlarda bunalmış, sırtında yırtık gömleğiyle, ayağında yarım çarığıyla, yeni kurtuluş savaşlarına girmek üzere bulunan bir halktı.
Açtı, çıplaktı. Fakat açım, çıplağım! Diye bağırmadı, ekmek dilenmedi.
Fransız ihtilaliyle son Türk ihtilalinin başlangıcı arasında fark. Fark bu kadar büyüktür.
Fransız ihtilali ekmekle başladı.
Fransız Cumhuriyeti de bunun verimi oldu.
Türk ihtilali ve Türk Cumhuriyeti baylık  davanın verimidir.
Türk önce ekmeği değil, baylığı istedi ve aldı. (2)
Bay Olacağım
Demek oluyor ki, bizde milletin seviye geriliğinden bahsedenler, kendi seviyesizliklerini ispat etmiş oluyorlar.
Demek oluyor ki, Türk milleti oldubittileri kabul etti gibi yanlış bir düşüncede bulunanlar, Türklükten, Türk tarihinden ve bütün milletler tarihinden gafil bulunuyorlar.
Türk Cumhuriyeti İçin Ne Dediler?
Türk Cumhuriyetinin ilanı günlerinde idi. Eski Başvekillerinden Rauf, Vatan gazetesinde çıkan bir beyanatında; Cumhuriyeti ilan etmek suretiyle, milletin oldubittiler (emri vakiler) karşısında bırakıldığını söyleyecek kadar ileri gitmişti.
Derhal şunu kaydetmeyelim ki, eğer, dünyada oldubittilere kapılmayacak, oldubittilerle idare edilmeyecek bir millet varsa, o da Türk milletidir.
Türk milleti, oldubittilerle idare ediliyor demek, ona, en azdan bir hakarettir. Acaba Rauf bunun farkında mıydı?
Ben ummam!
Şu halde dil sürçmesi mi oldu?
Bunu da zannetmem.
Ya nasıl açıklayabiliriz?
Bu, zihniyet farkından başka bir şey değildir.
Eskilerde bir huy vardı. Kendilerini ileri, milleti geri görmek huyu!
Mesele budur.
Bu sakat zihniyet üzerinde biraz daha durmak faydalı olacaktır. (3)
Resim; milletinsesi.com.tr’dan alıntıdır.
(1-2-3-)“Atatürk İhtilali”. MAHMUT ESAT BOZKURT, sahife, 153-154





Hiç yorum yok: