9 Temmuz 2013 Salı

MİT hiçbir olayın aydınlatılmasına katkı yapmadı- / MUHSİN ÖZTÜRK

MİT hiçbir olayın aydınlatılmasına katkı yapmadı

30 Ocak 2012 / MUHSİN ÖZTÜRK
Eyüp Aşık, 90’lı yılların tanınmış bir siyasetçisi. İlgilendiği konularla 90’ların hâkim havası örtüştüğünden, faili meçhuller tekrar gündeme geldiğinde anlatacakları olabilirdi. O da asker-sivil ilişkilerinde normalleşmeyi görüp “Teyakkuz eksik edilmesin!” diyenlerden.

Türkiye’de siyasi gündemi işgal eden konular çoğunlukla bir bilinmezlik üzerine oturuyor. İsmi üstünde faili meçhulleri tartışıyoruz hep. Uğur Mumcu, Madımak, Hrant Dink vs. Türkiye’de son yarım yüzyılda işlenen siyasi suikastların hiçbiri aydınlatılmadı, aydınlatılmaması için de büyük direnç var. Eyüp Aşık 90’lı yılların tanınmış bir siyasetçisi. 28 Şubat’tan sonra kurulan hükümette bakanlık da yaptı. Ama onu Türkiye kamuoyu Susurluk, Faili Meçhuller, Uğur Mumcu komisyonu ile yani çete, devlet ve siyaset çerçevesinde tanıdı. Hrant Dink cinayetinden iki üç gün sonra Trabzon’da bize olayın ismi geçenlerle sınırlı kalacağını ve daha üste çıkmayacağını söylemişti. Aradan geçen 5 yıl onu teyit etti. Eyüp Aşık bu olayların çözülmemesinde ve çözülebilmesinde     açık bir adres gösteriyor. Belki eski bir merkez sağ siyasetçisi olarak askerî cenaha karşı ‘işler yolunda’ bakış açısının her zaman bir tehlike içerdiğini üzerine basa basa söylüyor.
-Asker-sivil ilişkilerinin kıvamını nasıl buluyorsunuz?
Hükümetlerin gündemlerinin bir önceliği var. Bir başbakan, bir bakan, bir milletvekili o gün kendini yüz kişi aramışsa ve hepsine cevap verme imkânı yoksa listeye bakar, sekreterine ‘Şunu şunu unutma, uygun zamanda ara’ der. Olaylara da böyle bakar. Onun gündeminde seçim vardır, enflasyon vardır, parti içi konular vardır. ‘Ya, bizim asıl mesele şurada kaldı.’ Kalır o yani. Mesela bugünkü hükümetin artık askerle bir sorunu yok. Artık genelkurmay başkanı onun mesai arkadaşıdır. Onun verdiği bilgiler kendisi için daha doğrudur; dışarıda bağırtılar çağırtılar yaygaradır, önemsizdir. Devletin işleyişi onun için birinci hâl almıştır. Devlet AK Parti’ye, AK Parti de devlete alışmıştır, teyakkuz hâlinde değildir.
-Biraz karamsar bir tablo değil mi bu?
İlle olumsuz değil, bir tür kader gibi, eşyanın tabiatı gibi. Hani adam dedi ya, bin yıl devam edecek. Bana sorarsan devam edecek, ediyor da yani. Oradan birini çekip almak, o işi bitirmek değil. ‘Hücreleri bulalım, kurutalım’ diye bir şey yok. Hücre insanın beynine girmiş. Askerler bu dönemde bir plan yaptılarsa da gerçekleştirememelerinin sebebi çok da stabil bir dönem yaşamamızdır. Büyük krizler ve doğal afetler olmadı. Dink’i öldürmekle, bir kitabevine bomba atmakla Türkiye karışmıyor. Suni sorunlar üreterek darbe iklimi oluşturmak geçmişte olduğu kadar kolay değil. Giderek Avrupalı gibi olduk. Darbeyi istemez olduk halklar olarak.  Ama her şey de bitmiş değil. 2002’den itibaren bunlar takip ediliyordu, vatandaş da takip ediyordu. Şimdi bunlar konuşulmuyor ya,  esas tehlike bu. Bir şey olmuyorsa eğer iklim müsait değildir.

-Siz 97’de bir postmodern darbe sonrasında Mesut Yılmaz hükümetinde bakanlık yaptınız. Sizden de memnun kalmadılar, olaylar oldu, ‘biz de müdahale gördük’ diyor musunuz?

Evet. 1998’de Mesut Bey kendi o günkü ruh hâliyle ve ne gördüyse çıktı grup toplantısında, ‘İrtica ile mücadele devletin ve hükümetin görevidir,  ben de bu görevi kime verirsem o yapar. Ben askerlere görev vermedim’ dedi. Buna benzer, askerlerle ters düşen bir iki olay da oldu. Grup toplantısından sonra çevresinden gelen telkinler ve ülkenin âli menfaati düşüncesiyle o duruşundan ve sözlerinden vazgeçti. ‘Yanlış anlaşıldım’ dedi. O duruş onu başka yerlere, başka geleceklere götürecekti. O sözleri söylemesini ben telkin etmedim, hatta sorsaydı ‘söyleme’ derdim, dedim de; ama o duruşundan vazgeçmesine de taraftar değildim. Ama o vazgeçti. Ama benim bakanlığımdan ve milletvekilliğimden istifa etmeme sebep olan olay, sonra Mesut Bey’in başbakanlığının sonunu getiren Türkbank olayları o duruştan vazgeçmesine rağmen meydana geldi. Mesut Bey ‘normale döndük’ derken öyle olmadığı kendisine yapılan operasyonla belli oldu. ‘Bundan bize hayır yok…’ denilerek üstü çizildi. 1950’den bu yana, beğenilmeyen başbakandan aynı metotlarla olmasa da kurtulmanın yolları bulunuyor.
-Yani o yıllarda yaşanan Çakıcı ve Türkbank olayı bir tür hükümeti götürme operasyonuydu, öyle mi?
Benim Çakıcı ile görüşmem ve onun bana teşekkür etmesi meselesi var. Birine bir görev verildi, dendi ki, ‘sen bakana bunu sor, o da sana güzelce cevap verecek.’ Onlar kayda alındı, getirildi, kondu. Ben de hükümette bakandım, ilişki ağım genişti, benim vasıtamla hükümeti düşürmek düşünüldü. Ben onu gördüğüm için, gittim bir otelde iki gün sabahtan akşama düşündüm, tarttım, kendime göre görüşmem gereken kişilerle görüştüm.  Başbakanı aradım ‘ben istifa ediyorum’ dedim. Mesut Bey yurtdışındaydı, Ecevit ‘hayır olmaz, Başbakan gelinceye kadar bekle’ dedi. Ben dinlemedim, bakanlıktan istifa ettim. DGM’ye gittim, ‘Çakıcı’ya yardım etmekle suçlanıyorum, beni yargılayın’ dedim. Bağırarak çağırarak hallolamazdı bu. ‘Senin dokunulmazlığın var.’ dediler. Hemen Meclis’e milletvekilliğinden istifa dilekçesi verdim. Çünkü dokunulmazlık hemen kalkmıyor, aylar sürüyor, belki de hiç kalkmıyor. Grup başkanvekillerini gezdim, 3 gün içinde oylamayı yaptırdım, sivil oldum gittim mahkemeye. Ben bir hafta içerisinde bakanlıktan, milletvekilliğinden istifa edip mahkemeye başvurunca tartışma kesildi. Dolayısıyla oyunun birinci planı, benim üzerimden hükümeti düşürme planı bozuldu. ‘Böyle bir bakan varsa da o  ayrıldı gitti.’ oldu. Bundan 2 veya 3 ay içinde ikinci oyun Korkmaz Yiğit ve Türkbank hikâyesi perdeye kondu ve hükümet düşürüldü.

-Siz, hukuksuzluğa, devlet adına adam öldürmeye toplum bir kere müsamaha göster di mi başına gelecek felaketlerin hepsini de hak etmiş sayılır diyorsunuz? Sizin duruşunuz bu mudur?

Böyle zamanlarda her zaman karşımda dostlarımı, toplumun önemli kesimini, hatırlı insanları gördüm. Dink olayında ben Trabzon’daydım. Ermeni’dir, hak etmiştir, diye bir yaklaşım olamaz; bu Ogün Samast’ın işi değil’ dedim, toplumun önemli bir kesiminden tepki aldım. “Hepimiz Dink’iz” diyenler azınlıktaydı o gün. Bugün de hâlâ “O öldürülmeliydi, papazı öldüren de Özal’ı öldüren de Dink’i öldürenler de doğru yaptı.” diyorlar. ‘Ogün Samast, cezaevinde yattığı müddetçe masrafı benden’ diyen gazeteci çıktı. Şimdi yer altından kemikler çıkıyor ya bunların normal olduğunu, terörle mücadelenin ancak böyle olacağını söyleyen insanlar yarı yarıyadır. Bu ciddi bir sorun.
-90’larda bunun karşılğı neydi?
Anlatayım. Bir olay vesilesiyle bir jandarma yarbayına -hemşehrim de aynı zamanda- dedim ki, ‘Buradan 5-10 kişi tatbikat için gönderilmiş ve yolda öldürülmüş, böyle konuşuluyor. Hele sen bir anlat bana, gidip açıklayacak hâlim yok’ dedim. ‘Ne yapsaydım, her gün tencere mi kaynatayım onlara, yolladım gelmediler’ dedi. Yani bilgisi dâhilinde olmuştu. Sonra da, ‘bulabilirsem kimyasal bomba arıyorum, bunlara az bile’ dedi. Onu dinleyince ve bunları yaşayınca gelip Ankara’da anlattığımda ‘Devletin yaptığı yanlıştır, insanlık adına doğru yapmıyoruz’ dediğimde arkadaşlarım da ‘Sen vatan haini misin, PKK ağzıyla konuşuyorsun’ dediler. O zaman pek çok insan devlet adına yapılan açıklamaları gerçek kabul ediyordu. Bu yöntemi bir kez kabullendin mi, bir başçavuşun bir köy muhtarını öldürmesi ile bir teröristi öldürmek veya bir cumhurbaşkanını öldürmek arasında çok büyük bir fark kalmıyor. ‘Cumhurbaşkanı da teröre göz yumdu’ deniyor...
-Mesut Yılmaz’a bir yumruk atıldı Macaristan’da. Kaynağı neydi biliyor musunuz?
Mesut Bey’e yumruk atıldığı saat zannederim 04.30’du. Bunu bana bir medya kuruluşundan saat 02.00’de yani olaydan iki saat önce sordular. ‘Mesut Bey’in başına bir olay gelmiş, ne diyorsunuz?’ diye. ‘Böyle bir şey yok, yalandır’ dedim, hiç de ciddiye almadım; ama olaydan iki saat evvel Ankara’da biliniyordu. Olay oradan tesadüfen geçen sinirli bir adamın yumruk atması oldu. Hâlbuki bu Ankara’da bir yerde kotarıldı. ‘Burnunu her yere sokuyor, burnuna vurun.’ dendi herhâlde.
-90’ların başından ve PKK ile mücadelede ‘rutin dışına’ çıkmaktan söz ediyoruz. Devlet katında bu müsamaha nasıl şekillendi peki?
Üst kademede o tarafa gülümseme ve sempati olur. O da toplumu şekillendirir. Bu tip olaylarda başarılı bir adama ‘aslanım’ dersin… Mesela bize  gelen olaylarda Veli Küçük ismine çok rastlıyorduk. 93-94’ten itibaren. Kocaeli’nde jandarma albayı o zaman. O üçgende...  Ben de Veli Küçük isminin hiç değilse Jandarma Genel Komutanı tarafından bilinmesini istedim, üst düzeyden ilettik. Jandarma Genel Komutanı’nın tepkisi, ‘En güvenilir adamımız odur’ oldu. Zaten o sene de generalliğe terfi etti. Veli Küçük içerde ama komutanlarına bir şey sorulmadı henüz. 1990’da İnsan Hakları Komisyonu başkanıyken yüzlerce şikâyet üzerine Yeşil’in Tunceli’deki faaliyetlerini inceledik ve rapor yazdık. Kolordu komutanlığından bize gelen resmî yazıda, ‘faydalanıyorduk, görevine son verdik’ yazılıydı. Sonra anladık ki bu görevine değişik yerlerde hızla devam etti. Veli Küçük kilit isimdi. Tutuklandığı zaman ‘savaş başlıyor’ dedim. AK Parti hükümeti bir koalisyon olsaydı bu tutuklamalar olmazdı, mümkün değildi. Partiler birbirine düşer, ertesi gün o savcıyı görevden alırlardı.
-90’ları böyle yapan şey neydi?
Koalisyonlar, zayıf siyaset ve otorite boşluğu. Herkes boş bulduğu yere daldı. Yasa dışılığa hoşgörüde terörle mücadele bahane oldu. Kürtleri sevmeyen emniyet müdürü veya bir komutan terörle mücadeleyi bahane ederek birçok kanunsuz eylemi yapıyordu. ‘Bu işin gereği’ diyordu. Şimdi ‘terörle mücadelede kanunsuz iş yapabilirsin’ mantığı yok, o zaman vardı. Belki içişleri bakanı, Hizbullah’ın yaptıklarından haberdar değildi; ama Hizbullah’a ‘yürü aslanım’ diyen bir kuvvet vardı. Susurluk Komisyonu’nda ben de dedim ki ‘Mehmet Ağar’ın yerinde ben de olsam yapacağım başka bir şey yoktu.’ Orada sistem terörle mücadele bahanesi ile çeteleri, mafyaları koruyan bir yapı hâline gelmişti. Mehmet Ağar bir Kazım Karabekir değildi yani.
-O hâlde bir sistemden bahsediyoruz
Evet. Mehmet Ağar içine düştüğü sistemin başına geçti ama yine de esas adam o değildi. Susurluk’ta bile ulaşılan Ogün Samast gibi sadece tetikçilerdir. O asıl mekanizma keşfedilmiş değil.
-Peki mafya devlet katında imtiyaz gördü mü?
Gören vardı. O ortam mafyayı besleyen bir ortamdı. Uzantıları her mahallede vardı.
-Çetelerle ilgilenirken bir tehdit aldınız mı?
Benim oğlumla ilgili bir şey olmuştu. Muharrem Sarıkaya bunun haberini yapmıştı. Didim’lere falan götürdüler. Bir operasyon yaptılar. Etkili oldu mu? Biraz da oldu. ‘Ne lüzum var artık yeter’ gibi. Bugün hiç değilse mahalle baskısından kurtulduk, konular daha rahat konuşuluyor. Sana kızan varsa da ortaya çıkmıyor.
-Eşref Bitlis, Hulusi Sayın, Bahtiyar Aydın, Albay Çillioğlu gibi terörle mücadelede daha barışçıl konsepti savunan askerler de bu dönemde öldürüldü. Ne diyorsunuz bu konuda?
Terörle mücadelenin baskı ve şiddet kullanılarak başarıya ulaşacağı, o kararların alandığı dönemde, o isimler aykırı insanlardı. Belki de ‘aykırı otları temizleyelim’ mantığıyla bunlar olmuş olabilir. Devlette terörle mücadelenin şiddet kullanarak olacağı kararlılığı vardı.  Onun için de hükümetten istenen her şey alınıyordu. Terörle mücadele kanunu değiştiriliyordu, koruculuk sistemi, olağanüstü hâl, bölge valililiği vs hepsi gerçekleşiyordu. Bu iş giderek daha ileri gitti. Bir vali yurtdışından silah getirtebiliyor, kendisine bir özel kuvvet kuracak kadar ileri gidebiliyordu. Aklına güvendiğim insanlar bile ‘doğru yapıyor, başka yolu yok’ diyordu. Bir listeden söz edildi, dedikodusu dolaştı bu adam öldürülecek diye, adam öldürüldü. Böyleydi.
-Peki bir plan çerçevesinde miydi her şey?
Mumcu suikastını İran’a bağlamak istediler; ama kamuoyunda o bağ kurulamadı. 80’deki, 70’lerdeki pek çok olay darbeye zemin hazırlamıştı. O gün, onun içindeyken göremiyor, hatta tarafı oluyorsunuz. Dönüp baktığımızda senaryo yazılıp çizilmiş. 90’larda da belki bu senaryolar vardı.

-Hrant Dink cinayetinden bir süre sonra 27 Nisan muhtırası veriliyor. Malatya Zirve ve Rahip Santaro cinayetleri var, misyonerlik karşıtlığı şişiriliyor…

Aynı yıllarda Balyoz’du, Sarıkız, Ayışığı’ydı bir sürü plan var. Geriye doğru baktığınızda bunların arasında bir bağlantı kurulmuş olabilir. Ogün Samast zavallısı nereden bilebilir; Ayışığı’nın, Balyoz’un bir parçasıdır.  O oradan yukarıyı bilse Ayhan Çarkın gibi aşağıdan yukarıya her şeyi anlatır. Çarkın olayların birazından haberdardı, şimdi bağırıyor. Samast bilse o da söyleyecek; ama sadece bir üstünü biliyor. O günlerde yaşanan diğer olaylarla bağlantı kurulduğu zaman, bunların hepsinin birbirine tesiri olabileceğini varsaymak lazım.
-Hrant Dink meselesinin böyle biteceğini 5 yıl önce söylediniz. Şimdi yorumunuz nedir?
90’lı yıllardan edindiğim tecrübeye göre, aşağıdaki yakalanınca bunun yukarıyla irtibatı kurulamıyor. Bu kendiliğinden yapılmış bir cinayet değildir. Bir örgüt işidir; ama bu örgütle bağlantıyı kurmak kolay değildir. İki ihtimali göz önüne alıyorum. Birincisi mahkeme heyeti hakikaten yukarıyla bağlantısını kurma arzusunda değildi. Yukarıda bağlantısı kurulanların kendine göre makbul kişiler ya da korunması gereken kişiler olduğunu düşünerek böyle bir arzu içinde . Böyle demiyorum ama o ihtimali o gün de görmüştüm, o şüphe var bende. Bir de örgüt görünüyor, bu çocuklar bunu kendiliğinden yapmaz ama örgütün telefon görüşmesi, görüntüsü, belgesi, imzası, toplantısı, şahidi hiçbir şeyi yoksa mahkeme heyeti nasıl ‘siz örgütsünüz’ diyecek? Ben Erhan Tuncel’e kadar gideceğini varsaydım; ama Erhan Tuncel’den bile önce kestiler.
-Yukarıyla irtibat kurulamamasının sebebi ne?
Bu iş biraz da istihbarat meselesi. İstihbarat bizim dönemden farklı olarak büyük ölçüde hükümetle ittifak içinde bugün. Bu çok değişik bir gelişme. Bizim Denizli Jandarma Alay Komutanı vardı. Çok güveniyorduk. Daha önce Adıyaman Jandarma Alay Komutanlığı yapmıştı. Biz onu MİT’e almak istedik. Denizli Jandarma Alay Komutanlığı’ndan emekli oldu, Başbakanlık’ta güvenlik danışmanı oldu. MİT’e de dedik bunu al. ‘Bir adam olsun orada da şunun içini bir görelim, ne oluyor, niye bu bilgiler bize gelmiyor’ diye. 6 ay uğraştık. Mesut Bey ağırlık koymaya başladığında adamın terörle bağlantısı olduğuna dair bize bir belge getirdiler. Kardeşi teröristlere yardım  ve yataklık yapmış vs. Adam bir daha devlet memuru olamayacak bir şekilde başbakanlık müşavirliğinden de gitti. Nasıl mücadele edeceksin? Birinin gizli tanıklığı, öbürünün ifadesi kardeşi ‘PKK’ya yardım ve yataklık yapmış’ diye güvenlik soruşturması bozuk çıktı. Adam Albay, sabıkalı çıktı, koyduramadık oraya. Herkes yargıya bağlantıyı niye kurmuyorsun diyor. İstihbarat ne yapıyor peki?  MİT ne yapıyor? Kim azmettirdi, kim yaptırdı en azından dedikodusunu, bilmem nesini. Hiç kendine vazife saymamış.
-90’lardaki MİT’in rolünü nasıl görüyorsunuz?
Benim en büyük şikâyetim MİT’ten. Hiçbir zaman yardımcı olmadı.
-Peki olayların neresinde?
MİT, ‘bilmem kim hangi kadınla hangi gazinoda görüldü’ gibi şeylerle uğraşıyordu. Ayrıca JİTEM, Emniyet birbiriyle koordinasyonlu değildi, birbirlerini engelliyorlardı. Biz daha o zaman bu sebeple güvenlik müsteşarlığı önermiştik. Benim şüphem MİT üzerinedir. Benim istifama sebep olan şey MİT kaynaklı, Mesut Bey’in Türkbank olayı MİT kaynaklı. Organizasyonun içinde MİT’in kurumsal kimliği olmasa bile kişiler var.
-Nasıl yani?
Çakıcı’ya bir taviz verdiler, bir yardım ya da ileriye dair bir söz verdiler; buna karşılık ona dediler ki sen telefon aç, açtığın telefonu dinleyelim ya da sen teybe al. Telefonda, ‘Sen bana yardım ettin, teşekkür ederim’ falan de. O bana yarım saat konuştu, arada da ‘Teşekkür ederim, bana yardım ettin’ dedi. O cümle kaldı üstümde. Ben ‘evet ettim’ demedim. Emniyet’in içindeki insanlar böyle bir şey kuramaz. Adam istihbarat daire başkanı oluyor, 3 gün sonra kovuluyor. Askerlerdeki kuramaz. Çünkü onlar da değişiyorlar. ‘O dönem derin devlet nereden yönetiliyordu?’ dersen bence MİT’in içinden yönetiliyordu. Ancak öyle bağ kuruyorum. Bir de şundan şüpheleniyorum. Bütün o 90’lı yıllardaki olayların aydınlatılmasıyla ilgili MİT’in hiç katkısı yok. Esas yardım etmesi gereken yer MİT’tir. Bugün de etmiyor, o gün de etmiyor. Yani Ayışığı’ydı, şuydu buydu bunların hiçbirini MİT çıkarmadı. MİT’in görevi nedir? Daha bir olay duymamışım ki bu MİT’in sayesinde çözüldü ya da engellendi densin.
-Özel Harp Dairesi’ni nereye koyuyorsunuz?
O belki operasyon kısmı. MİT hiç kimsenin karışmadığı yer. Orayı ne siyasi bilir ne gazeteci ne kimse, orası meçhul. Ve değişmeyen bir yer. Ama hadi ‘onlar yapıyor’ demeyeyim de benim siyasetin içinde bulunduğum sürece MİT’in olayların aydınlatılmasında bir katkısını görmedim.
-Tekrar sormak isterim üste niye gidilemiyor?
Hep aşağıdan yukarıya gitmeye çalışıyoruz, hâlbuki bu olaylar yukarıdan aşağıya gidilse çözülebilir. Yukarıdan aşağıya gitmenin aygıtı da MİT’tir.  Tepeden çözmek gerekir o derin devletin mekanizmasını. MİT istihbar etse ‘bu işleri falancalar yapıyor, bu işler falan yerde kotarılıyor’ dese onun da telefonu dinlense, fotoğrafını çekseler deşifre olmaz mı? Yargının böyle bir iradesi var. Devlet herkesi dinliyor, MİT’in istihbar etmesi lazım. 5’ini, 10’unu değil, bir tanesini etmiyor. MİT değilse başka bir istihbarat olur. Devletin bu işleri istihbar eden bir makamı olması gerekir.

Hiç yorum yok: