7 Ağustos 2013 Çarşamba

Ahiret olmasaydı-En hayırlı ayrılık-Mustafa Ulusoy

Ahiret olmasaydı-1

Dilsiz bir yankıya dönerdi hayat denilen. Eğer ahiret olmasaydı, bir yere gitmeyip durakta öylesine beklemenin katmerli saçmalığıyla düğümlenirdik. Acılarımızın, kederlerimizin, yalnızlıklarımızın üzerindeki kutsallık mührü kalkar, zelil mahluklara dönerdik.
Soylu amaçlar bir bir katledilirdi eğer bir diyar-ı aher olmasaydı.
Ne hafızanın bir manası kalırdı, ne acı tatlı hatırlamaların, ne de nisyanların, unutmaların. Biz varlığa, varlık bize yabancı yabancı bakakalırdık. Geçen her anı ebediyen kaybetmenin yasını tutardık bir ömür boyu.

Bütün umutlar çöpe gider, tüm hayaller budanır, tüm arzular topraktan sökülmüş kurumaya mahkum bitkilere dönerdi.  
Tek düze bir cızırtıya dönüşürdü eğer ki bir seyrangâh-ı daiminin ebedi sakini olmaya namzet olmasaydık. Yarım yamalak yaşanan hayat yarım yamalak söner giderdi.
Ahiret olmasaydı, yaşamak koca bir yalan olurdu. Yalan olduğunu bile bile, kendimizi kandıra kandıra yaşar, yalan olduğunu bile bile ölürdük.
Viran olmuş binadan farkı kalmazdı
Eğer ebediyet için yaratılmamış olsaydık, hayat vakarını kaybeder, azameti gömülüp giderdi simsiyah hiçliğin içinde. Viran olmuş binadan farkı kalmazdı ne gülmenin ne ağlamanın. Ne sevginin ne nefretin. Ne hastalığın bir anlamı kalırdı ne şifanın. İyiliğe iyilik denemez, kötülüğün adı bile bir başka olurdu.
Eğer, “Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmünde,” olduğu “başka, dâimi bir memlekete” gitmeyecek olsaydık; yaşamak dediğin bir zul, bir zulmet, kahredici bir azaptan başka bir mana bulamazdı. Gezinen günler manasız, geceler manasız, gündüzler başka bir manasız olurdu. İyilikle kötülüğün, hayırla şerrin, merhametle nefretin arasında hiçbir sınır kalmaz, ayrılıklarla vuslatlar manasızlık denizine batıp hiçlik içinde yokluğa karışır giderdi.
Eğer ahiret olmasaydı, denizlerin, nehirlerin yüzeyinde bir görünüp bir kaybolan bir parıltıdan başka bir şey olamazdık. Her daim kaybolma, yok olma endişesiyle ne yaşanan hayata hayat denirdi, ne eksik kalan, tamamlanmamış hayata hayat.
Eksik kalan hayatın bile bir manası var ahiret olunca.
Boşu boşuna yaşar boşu boşuna ölür giderdik, ne uğruna olduğunu bilemeden, gönlümüzde kötücül bir utançla.
Bir diyar-ı aher olmasaydı...
Bu dünyanın tüm ziynetleri ne gözümüze yetiyor ne gönlümüze. Dünyanın tüm tatlı sadaları kulaklarımızı dolduramıyor. Dünyanın tüm sevgilileri zerrece tatmin edemiyor kalbi.
Bir diyar-ı aher olmadığında, bırakın kalp ve ruhumuzu, hayallerimizi bile dolduramazdı dünya.
Sürgüne yollanmış da bir daha asli vatanına gidemeyen, “ne fark eder” bir hayatı yaşayanlar olur giderdik.
Eğer bir diyar-ı aher olmasaydı, günde on dokuz saat aç ve susuz kalmak saçmalık, bir sofranın etrafına dizilip nefse, “Hadi sana izin” demek anlamsızdı. Her şey saçmaydı. Konuşmak ve susmak, yazmak ve okumak. Sen ve ben saçma sapandık.
Eğer, bir mahkeme-i kübra olmasaydı; diğerkamlık, vericilik, isar hasleti, kendinden çok başkasını düşünmek, feragat ve fedakarlık nasıl anlam bulurdu?
Ahiret olmasaydı, hayata inancımız kalmaz, kaskatı kesilirdik.
Mademki ahiret var, selam sana ey hayat.

‘Arkamda adım kalsın’

İnsanların illegal örgütlere üye olma dinamiklerini hep merak etmişimdir. Geçen hafta Zaman Pazar ekinde Bünyamin Köseli legal örgüt üyesi Mehmet Güvel Bey’le konuşmuş. Köseli’nin “Sosyalizmi göremeyecek olmanız sizi umutsuzluğa düşürmüyor mu?” sorusuna Mehmet Bey’in verdiği cevap dikkatimi çekti: “Ben görmesem bile belki çocuklarım görür. Göremesem bile bu yolda ölmek istiyorum. Ölümün şekli benim için değişmez. Ölüm oruçları da olabilir, bir polis kurşunu da ya da ses getirecek başka bir eylem de. Hasta yatağımda, kimseye yük olarak ölmek istemiyorum. Arkamda adım kalsın isterim. Bu yüzden sıradan bir ölüm bana yakışmaz.” İnsanın ses getiren bir eylemle arkasında adının kalmasını arzulayışı; dünyada devamlılık kazanma yoluyla dünyanın faniliğiyle bir baş etme biçimi olabilir mi, diye düşündüm.

Yorgunluk


Yeğenim Sevde yazdığı bir tweet’te anneannesinin (benim annemin) bir lafından bahsetmiş: “Allah iş gailesi versin, yorgunluk nedir ki. Allah gönül yorgunluğu vermesin, bu yorgunluktan ne olur ki.’’ Tümüyle ümmi, yani okuması ve yazması hiç olmayan bir kadının ağzından çıkan bu sözlerin altında yatan bilgelik şaşırtıcı.

En hayırlı ayrılık-2

Fersah fersah uzaklara gitmek ister insan. Köşe bucak kaçmak, uzaklaşmak, ayrı ve ırak kalmak ister. Merhametsizlerden, zalimlerden, kalpleri taşlaşmışlardan sonsuz uzağa düşmek ister.
Yüzünü dahi görmek istemez mücrimlerin, vicdanı tefessüh etmişlerin, iyilik nedir bilmeyenlerin.
 Ağzından hayır çıkmayanlardan bir kelime bile duymak dünyevi bir cehennemdir mazluma. Yalancılığı, fitneyi, fesadı bir hayat tarzı haline getirenlerin olmadığı bir dünya hayalini kurar sabah akşam.
 Savaş olmasın, barış ve selamet hakim olsun diye umut eder. Kurşun gibi sözlerin uğultusuyla dolar kulakları bazen. Öyle olur ki, iyilik eder kötülük bulur.
Verirken kullanılır.
Severken karşılık bulduğu nefret olur. Sıdk ve doğruluğuna yalandır karşılık gelen.
Dostluk elini uzatırken, eli küstahça itilir kimi zaman.
Bu da iyilerin başka bir kaderidir.
Bu dünyanın gerginliği bitmez
Bu dünya gergin, gerilimli bir dünyadır. Çünkü bu dünya bir “mübareze-i hayat meydanı”dır.  Mutlak Varlık “şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihana meydan esma-i hüsnasına âyine ve kalem-i kader ve kudretine bir sahife olmak için” yaratmıştır.
İnsan hayatı tecrübe ettikçe anlar ki, bu dünyanın her türden gerginliği bitmez. Ne nefsiyle, benliğiyle olan mücadelesi, ne toplumların mücadelesi, ne de devletlerin.
İnsan anlar ki, dünya zıtların çarpışma yeridir. Hayır-şer, güzel-çirkin, yarar-zarar, kemal-noksan, ziya-zulmet, hidayet-dalalet, iman-inkâr, tâat-isyan, nur-nâr, havf-muhabbet arasında hep bir gerilim olmuştur, olacaktır. Bu, ilk insanın yaratılmasından beri dünyanın alnına yazısıdır…
 Bu dünyada zalimlerden, merhamet yoksunlarından, kötülüğü iş edinmişlerden, zulmün kasvetli karanlığından menhus, kötücül bir zevk alanlardan kurtuluş yoktur. Kimi zaman aynı mahalleyi, aynı işyerini, aynı şehri ya da aynı ülkeyi hatta aynı evi paylaşmak zorundadır böyleleriyle insan.
Zıtların hareket meydanı olan bir dünyada sonsuza dek kim yaşamak ister? Kötülükle iyiliğin, karanlıkla aydınlığın, imanla inkarın, sevgiyle muhabbetin bu kadar iç içe olduğu bir dünya hiç de iç açıcı değildir.
Bu dünyanın da eceli var
Her şeye rağmen, dünya yine de caziptir.
Bütün cazibesi, ahiretin tarlası olmasındadır. Ebedi hayat, fani ve zıtların hareket alanı olan bu dünyada kazanılacaktır.
Zamanın Bedii, Kur’an’dan devşirdiği umutla der ya: “Âlem-i beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır.”
Bu, gönlümüze su serper.   
Dünya caziptir çünkü gerilimli, gergin, sorunlu, hayırla şerrin sürekli mücadele ettiği haliyle ebedi olarak devam edecek değildir.
Herkes gibi, her şey gibi bu dünyanın da bir eceli vardır ve ölecektir.
Yıldızlar çarpışacak, gezegenler rayından çıkacak, dağlar dümdüz olacak, denizler yanacak, yeryüzü hallaç pamuğuna dönecektir.
İşte bu iyilerin, hayır üzere yaşayanların, mazlumların dört gözle beklediği bir andır. Zalimlerden, mücrimlerden kurtuluş anıdır bu an.
Kainatın tasfiye edildiği, cehennemle cennetin dünyada birbirine taban tabana zıt unsurlarının ebedi olarak ayrışmaya başlayacağı andır: Bütün hayırlar cennete, bütün şerler cehenneme akacaktır.
“Cehennem ağzını açmış bekliyor”dur.
“Cennet ise âguş-u nazdaranesini açmış gözlüyor”dur sakinlerini.
Dünya âleminin ölüme maruz kalıp yenisinin kapısını aralaması; dünyadaki  cennet ehlinin kötülüklerden ve kötülerden sonsuza dek kaçma, kurtulma, feraha erme halinin başlangıç anıdır.
Kötülük kirli elini iyilikten çekecektir artık.
Yasin Sûresi’nin (36; 58) verdiği müjde gibi: “Ve (o gün müşriklere de) denilir ki: ‘Ey mücrimler! Bugün (mü’minlerden) ayrılın!”
Sanıyorum ki,  bu ayrılık hayatın en anlamlı, en güzel, en tatlı, en ferahlatıcı, asla üzmeyen, keder vermeyen ayrılığı olacaktır.
Yoksa cennet nasıl esenlik, huzur yeri olurdu ki.
Sırf zalimlerden kurtulmak için bile insanın cennete gidesi geliyor.

Dindarlar neden gösteri yapmaya pek ihtiyaç duymazlar?

Cuma namazını kılıyordum. O an sadece İstanbul’da milyonlarca insanla “birlikte, bir arada” olduğum hissine kapıldım. Bu bir aidiyet hissidir işte. Yirmi dört saate yayılmış şekilde, dünyanın farklı şehrindeki insanlar cuma namazı için bir araya gelecekler, O’na kulluk etme etrafında “birleşeceklerdi”. Yani müminler beş vakit namaz, cuma namazı, bayram, teravih namazları, hac gibi ibadetlerinde ya da aynı zaman diliminde oruç tutarak bir araya gelip “Birlik” duygusunu yaşıyorlar, en azından manen birbirlerine yaslanıyorlar, birbirlerinden güç alıyorlar, dedim kendi kendime cami cemaatine bakarken. Seküler bir hayat tasavvuru olanların böyle bir imkan yok ellerinde. Hem Gezi olaylarının hem de parklarda forumlar yaparak, her fırsatı değerlendirip gösteriler düzenleyerek “Gezi ruhunu” devam ettirme arzusunun sadece iktidara muhalefet etmekle yorumlanamayacağını; işin bir de varoluşsal bir ihtiyaç olan  “Bir olma” hissini yaşamaya yönelik bir tarafı olabileceğini düşündüm o an.

“Ramazan’a aittir’’

Geçenlerde Mary Weld’in “Bediüzzaman Said Nursi Entelektüel Biyografisi” kitabının Isparta hayatı bölümünü okurken, insanda hem tebessüm hem de hayret uyandıran bir olayı yeniden hatırladım.
Temmuz 1935’te Said Nursi ve bazı talebeleri tutuklanıp Eskişehir cezaevine yollanır. Evlere baskın sırasında üzerinde “Ramazan’a aittir” diye yazan bir kitap bulunur. Güvenlik güçleri,  Kur’ân yazısını okuyamadıkları için “Bu Ramazan kimdir?” diye günlerce arayıp tararlar. Nihayet Isparta köylerinden “Ramazan” isimli habersiz bir masumun kitabı zannederek, kelepçeli halde Eskişehir cezaevine yollarlar.
Aradan iki ay geçtikten sonra, kitabın, Ramazan nâmındaki habersiz masum köylüye ait olmayıp, Bediüzzaman’ın “Ramazan Risalesi” adlı bir eseri olduğu anlaşılınca, mazlum ve masum Ramazan serbest bırakılır. Bediüzzaman arada sırada onu gördüğü zaman, tebessüm ederek, “Kardeşim Ramazan hakkını helâl et” diyerek teselli eder.

Hiç yorum yok: