3 Ağustos 2013 Cumartesi

Danişmend Oğulları’nın Dinî ve Millî Siyaseti-Mikâil BAYRAM∗

Özet

Anadolu’nun Türkler tarafından feth edilişinden sonra Anadolu’da ilk ilmî ve fikrî faaliyetler
Danişmend Oğulları Devleti döneminde, Danişmend İlinde başlamıştır. Danişmend Oğulları
Devleti’nin kurucusu Melik Ahmed Gazi bilge bir aileye mensup ve kendisi de bilge bir kişi
olduğu için ülkesinde (orta ve kuzey Anadolu) medreseler kurarak bilimsel faaliyetler başlatmıştır.
Anadolu’ya ilim adamları celbetmiştir. Dinî bakımdan Mu’tezile mezhebini ülkesinde
yerleştirmeye çalışırken Türk kültürüne ve Türkçeçiliğe de önem verilmiştir. Kendisinden
sonra oğulları da bu siyaseti devam ettirmişlerdir. Anadolu’da ilk Türkçe eser Danişmed
İli’nde yazılmıştır.


Giriş

Bilindiği gibi 1071 Malazgirt Zaferi sonrasında Orta ve Doğu Anadolu’da
Türkiye Selçukluları Devleti kurulurken Anadolu’nun muhtelif yörelerinde bir
takım beylikler kuruldu. Erzurum ve çevresinde Saltuk Oğulları, Ahlat ve Batı
Azerbaycan’da Ahlat-Şahlar veya Sökmen Oğulları, Diyarbekir ve Mardin yörelerinde
Artuk Oğulları, Erzincan ve Divriği çevresinde Mengücek Oğulları, Orta
ve Kuzey Anadolu’da Danişmend Oğulları beylikleri teşekkül etti. Bu beylikler
arasında Danişmend Oğulları Meliklik statüsünde kurulmuştur. Bunun sebebi
ileride daha iyi anlaşılacaktır. Fakat burada şu kadarını söyleyelim:

“Sahaifu’l-ahbâr” adlı eserin sahibi Müneccimbaşı Ahmed Dede Efendi Sultan
Alp Arslan’ın Danişmendiyye Devleti’ni kuran Gümüş-tigin Ahmed Gazi’ye
Meliklik menşuru verdiğini ve ona bazı imtiyazlar tanıdığını bildirmektedir.1
Vâkıa Ahmed Gazi bastırdığı sikkelerde Melik ünvanını kullanmıştır.2 Çünkü
bu beyliğin kurucusu olan Gümüş-tigin Melik Ahmed Gazi (498/ 1105) Selçuklu
hanedanının muallimi olan Türkmen Danişmend (Bilge) Ali Taylu’nun oğludur.
Kendisi de babası gibi, bilge bir kişi olduğu için “Danişmend Ahmed Gazi”
veya “İbn Danişmend” diye anılmıştır. Babası Ali Taylu Harezm ve
Maveraünnehir’de (Buhara’da) Selçuklu şehzâdelerine muallimlik yapmış, Selçuklu
ailesine kız vererek ve onlardan kız alarak akrabalık ilişkisi kurmuş,3 Büyük
Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetleri bulunmuş ve hatta
devletin kuruluşunda pay sahibi olmuş4 ünlü bir kişidir. Onun oğlu ve ahfadı
tarafından kurulan Danişmend Oğulları Devleti yüz küsur yıl varlığını devam
ettirmiş, bu müddet içinde Anadolu’daki ilmî ve kültürel faaliyetlerde ve Anadolu’nun
Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri bulunmuştur. Hatta
Anadolu’da ilk ilmî ve fikrî faaliyetler Danişmendliler zamanında,
Danişmend İli denilen Orta ve Kuzey Anadolu’da başlamıştır. Bunun sonucu
olarak Anadolu’da ilk medreseler de yine Danişmend İli’nde ve Danişmend
Oğulları zamanında Niksar, Tokat, Amasya, Sivas, Kayseri gibi şehirlerde inşa
edilmiştir.

Burada Danişmend Oğulları’nın dinî eğilimleri ve ülkelerinde uyguladıkları
dinî ve millî politikaları ve bunun sonucu olarak Danişmend İli’nde meydana
getirdikleri dinî ortam tasvir edilmeye çalışılacaktır. Ancak bu konuya girmeden
önce Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulduğu dönemde Selçuklu hanedan
üyelerinin dinî siyasetleri üzerinde bir nebze durmak gerekmektedir. Çünkü
Danişmend Ali Taylu’nun Selçuklu ailesine ve şehzadelere muallimlik yapan
bir kişi olarak hanedan üyelerinin dinî duygu ve düşüncelerinin şekillenmesinde
derin bir etki yarattığı muhakkaktır. Bu itibarla Büyük Selçuklu Devleti’nin
dinî siyasetini yönlendirmede de bu Danişmend-i Buharî diye isimlendirilen Ali
Taylu’nun etkili olduğu anlaşılmaktadır.

a- İlk Selçuklu Sultanlarının Dinî Siyasetlerine Genel Bir Bakış

Büyük Selçuklu Devleti’nin zuhuru sırasında birçok hanedan üyesi şehzâdelerin,
devlet hizmetinde bulundukları ve ülkeler yönettikleri bilinmektedir.

Bu şehzâdelerin bazıları hariç, çoğunluğunun eğitim durumları ve bilgi düzeyleri
ve hatta dinî eğilimleri hakkında hemen hiç bilgi bulunmamaktadır. Fakat
bazı hanedan üyelerinin ve devlet adamlarının dinî eğilimleri hakkında -az da
olsa- bilgi edinilebilmektedir. Bu mahdut bilgilerden anlaşılıyor ki, hanedan
üyelerinin bazıları “Mu’tezile Mezhebi” eğiliminde idiler. Bilindiği gibi
Mu’tezile Mezhebi İslâmın doğuşundan bir asır sonra ortaya çıkmış, İslâm dinini
akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlayan dinî ve felsefî bir harekettir.

Mu’tezile Mezhebi mensuplarına İslâm Dünyası rasyonalistleri (Akliyecileri)
denir. Bu dinî anlayışı benimseyen Selçuklu devlet adamlarının bu eğilimleri
dinî uygulamalarında da açıkça görülmektedir . Bu devlet adamlarından biri de
Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Selçuk Beğ’in oğlu Mikâil’in büyük oğlu
Sultan Tuğrul Beg’dir. İbn Tağrıberdi onun dinî eğilimi hakkında şu önemli
bilgiyi vermektedir:

445 (1053) yılında Selçuklu sultanı Tuğrul Beg Eş’arî’nin “Makâlât” adlı
eserine vakıf oldu. Tuğrul Beg, Hanefî mezhebine mensup idi.5 Onun için minberlerden
Eş’arî’nin lanetlenmesini emretti. Çünkü o eserinde dünyada Allah’ın
kelâmı bulunmadığını ileri sürmektedir. Bu uygulama Ebu’l-Kâsım Kuşeyrî’ye
ağır geldi. Bunun üzerine “Şikâyetu ehli’s-sünne mâ nâlehum mine’l-mihne” (Maruz
Kaldıkları Baskılardan Sünnîlerin Şikâyeti) adlı bir risale kaleme aldı. Bundan
sonra bazı olaylar meydana geldi. Kuşeyrî ve Eş’arîler’den bir topluluk
Tuğrul Beg’in huzuruna çıktılar ve Eş’arî’yi lanetleme emrinin kaldırılmasını
ondan talep ettiler. Tuğrul Beg onlara: “Bana göre Eş’arî bid’atçıdır. Mu’tezile’ye
karşı haddini aşmıştır. Çünkü Mutezile Kur’ân-ı Ke3iim’in (Allah’ın sözünün)
mushaftaki sözler olduğunu ispat etmiştir. O ise, (Eş’arî) bunu inkâr etmektedir.”6
Burada görüldüğü üzere Tuğrul Beg, İmam Eş’arî’nin ve Eş’arîler’in
Kur’ân-ı Kerîm’in yani Allah’ın sözünün kadim olduğu tezine karşı Mu’tezile
mezhebi mensuplarının Kur’ân-ı Kerîm’in mahlûk yani sonradan yaratılmış
olduğu görüşünü savunmakta ve Eş’arî’nin Kur’ân-ı Kerîm’in kadîm yani ezelî
olduğu fikrini bid’at (dinde uydurmacılık) olarak nitelendirmekte ve mezhebî
tercihini, Eş’arî ulemâya karşı savunmaktadır. Buradaki açıklamalardan Tuğrul
Beg’in dinî ve Kelâmî mes’elelere vakıf ve İmam Eş’ari’nin “Makâlâtü’lİslâmiyyîn”
adlı eserini okuyacak kadar bilgili bir kişi olduğu da anlaşılmaktadır.

Bilâhare Eş’arî’nin lanetlenmesi emrinin kaldırıldığı da anlaşılmaktadır.7 Bu
olaydan beş sene sonra Tuğrul Beg’in Abbasî halifesi ile vaki olan görüşmesi,
bundan birkaç yıl önce ünlü Eş’arî siyaset bilimcisi Ebu’l-Hasan el-Mâverdî’nin
halifenin elçisi olarak Tuğrul Beg ile görüşmesi sırasında bu konunun da gündeme
gelmiş olduğu muhakkaktır. Selçuklu Devleti’nin dinî siyaseti ve uygulamaları
ile ilgili olarak Tuğrul Beg’in dikkati çekildiği gelişen olaylardan anlaşılmaktadır.
O dönemde Abbasî halifeleri Eş’ârî mezhebi savunucuları konumunda idiler.
Abbasi Halifesi Harun er-Reşid ve oğulları zamanında Abbasîler Mu’tezile
Mezhebi’ni resmî mezhep olarak kabul etmiş ve bu resmî dinî anlayışa muhalefet
eden veya kabul etmeyenleri cezalandırmışlardır. Fakat Mu’tezile mektebinde
yetişen İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’nin (330/942) bazı itikadî mes’elelere
farklı yorumlar getirmesi ve fikirlerinin kabul görmesi sonucunda Mu’tezile
mensupları ile Eş’ariler arasında büyük bir fikrî ve dinî mücadele meydana
geldi. Bu mücadelede tasavvufî çevrelerin de Eş’arilerin yanında yer almaları
onların galip gelmelerinde önemli rol oynadı. Çünkü akliyeci (Rasyonalist) olan
Mu’tezile mensupları Tasavvufî düşünceye muhalif idiler. Eş’arilik Hilafet
merkezi olan Bağdad’da büyük bir kabul gördü ve zamanla Abbasî Devleti yetkilileri
de Eş’ariliğe meylettiler ve bu mezhebin hamisi konumuna geldiler.

Mu’tezilelileri takibata almaya ve hatta cezalandırmaya başladılar. Selçuklu
Devleti zuhur ettiği sıralarda Irak ve Horasan’da itikatta Eş’arî Mezhebi amelde
Şafiî Mezhebi hakim durumdaydı. Selçukluların ilk zuhur ettiği bölgeler olan
Maveraünnehir’de Maturidi Mezhebi, Harezm’de ise Mu’tezile Mezhebi hakim
durumda idi. Mu’tezile geleneğinin Harezm’de çok kuvvetli olduğu
farkedilmektedir. Bu yüzden o dönemde Harezm’den çıkan Ebû Reyhan el-
Beyrûnî, ünlü Müfessir ez-Zemahşerî gibi alimler Mu’tezile mezhebindendirler.
Bu iki mezhep mensupları amelde Hanefî mezhepli idiler.

Selçuklu ailesinin tanınmış üyelerinden olan Anadolu Selçukluları hanedanının
ceddi Kutalmış’ın da Mu’tezile mezhebli olduğu anlaşılmaktadır. İbnü’l-
Esîr’in Kutalmış hakkında verdiği şu bilgiler bunu göstermektedir: “Şaşılacak
şeydir ki, Kutalmış Türk olmasına rağmen astronomi ilmini çok iyi biliyordu. Bundan
başka felsefe geleneği ile ilgili bilimleri de biliyordu. Kendisinden sonra oğulları ve ahfadı
da felsefe geleneğinden gelen ilimleri öğrenmeye devam ettiler ve bu alanda isim
yapmış olan bilim adamlarını himayelerine aldılar. Bu durum onların dinî inançlarında
pürüz meydana getirdi.”8

Burada görüldüğü üzere bu bilgileri veren Eş’arî mezhebinden olan İbnü’l-
Esîr, Kutalmış’ın astronomi ve felsefe bilmesini tuhaf bulmakta, bu felsefî bilgilerin
onun dinî inanışında yer tutmasını da hoş bulmamaktadır. Bu durum
Kutalmış’ın Mu’tezile mezhebine mensup bulunduğunu gösteriyor. Zaten felsefe
geleneği bilimleri (ulûmu’l-kavm), Mu’tezile ekolünün meydana getirdiği,
Yunan felsefesine dayanan düşünce akımının adıdır. Demek Kutalmış bu felsefî
geleneğe mensup bir kişidir. İbnü’l-Esîr, Kutalmış’ın oğulları ve torunları olan
Türkiye Selçukluları sultanlarının da bu geleneği devam ettirdiklerini de vurgulamaktadır.

Selçuklu Hanedan üyeleri arasında görülen bu dinî eğilimin hanedan üyelerine
hocalık yapan Harezmli Türkmen Danişmend Ali Taylu’dan kaynaklandığı
anlaşılmaktadır. Bu Danişmend Ali Taylu Harezm’deki dinî çevrede yetişmiş
ve çok erken tarihlerde Selçuklu ailesine yakın olma fırsatı bulmuş ve hanedan
üyelerine muallim olmuştur. Bu bilge kişi Selçuklu hanedanına kız vererek
ve kız alarak onlarla akrabalık da tesis etmiştir. Süryani tarihçi Ebu’l-Ferec,
Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi’den bahsederken onu Kutalmış oğlu Süleyman-
Şah’ın dayısı olarak tanıtması9 bu akrabalığı ifade etmektedir. Onun
için Selçuklu ailesinin saygı duyduğu bir kişidir. Beyhâki’nin onun hakkında
verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre bilahere Buhara’ya yerleşen bu Türkmen
danişmend burada muallim olarak ve güzel sözlü bir diplomat olarak Selçukluların
hizmetinde bulunmuştur.10 Zeki Velidi Togan Hocamız Beyhakî’nin verdiği
bilgilere dayanarak bu Buharalı Danişmend’in Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda
büyük hizmetlerde bulunduğunu ve devletin kuruluşunda pay sahibi
olduğunu yazmaktadır.11 Onun oğlu olan Danişmend Oğulları devletinin kurucusu
Gümüş-tigin Ahmed Gazi’ye Alp Arslan tarafından Meliklik ünvanı verilmesi
babasının bu konumu ile ilgili olmalıdır.

İşte bu Danişmend-i Buhari’nin rahle-i tedrisinde yetişen Selçuklu hanedan
üyelerinin birçoğunda böyle İtizali eğilim görülmektedir. Türkiye Selçukluları’nın
ceddi olan Kutalmış, Danişmend Ali Taylu’nun damadı idi. Kutalmış oğlu
Süleyman’ın Suriye’de ve Anadolu’da Mısır’daki Şiî Fatımilerle siyasî ve dinî
ilişkiler içine girmesi, şiîleri dinî bakımdan kendisine daha yakın bulması ile de
ilgili olmalıdır. Çünkü İbnü’l-Esîr Kutalmış’ın oğulları ve torunlarının da onun
dinî eğilimini devam ettirdiklerini yazmaktadır. İleride ifade edileceği gibi bu
Danişmend Ali Taylu’nun daha sonraları İsfahan’a yerleştiği anlaşılmaktadır.
Kaynakların bildirdiğine göre Tuğrul Beg Dandanakan zaferinden sonra
sultan olunca kitabet ve inşa san’atında mahir bir elemana ihtiyaç duydu. Ona
bu işlerde çok mahir biri olarak Ebû Nasr el-Kündurî tavsiye edildi. Muhtemelen
Ebû Nasr el-Kündurî’yi Sultan Tuğrul’a tavsiye eden de Danişmend Ali
Taylu olmuştur. Çünkü bu Amîdü’l-Mülk Ebu Nasr el-Kündurî onun gibi
Mu’tezile mezhebinden biriydi. Bilahare Vezir olan Kundurî bu makama geldikten
sonra Mu’tezile mezhebini devletin resmî dinî görüşü haline getirdi ve
bu yönde uygulamalara başladı. Onun bu uygulaması Horasan’da Eş’arî ve Şafi’i
Mezhebi mensupları arasında büyük rahatsızlıklara yol açtı. Böylece bir dönemde
Bağdad’da Eş’arîlerle Mu’tezilîler arasında cereyan eden ve Eş’arîlerin
zaferi ile neticelenen yukarıda sözünü ettiğimiz mücadele yeniden gündeme
gelmiş oldu. Bazı Selçuklu Prenslerinin -başta Tuğrul Beg olmak üzere-
Amidü’l-Mülk el-Kündurî’ye destek verdikleri anlaşılmaktadır.

Bu uygulamanın bir sonucu olarak Cuma hutbelerinde İmam Eş’arî lanetlenmeye
başlandı. Bazı Eş’arî Mezhebi ileri gelenleri -başta Ebu’l-Kasım el-
Kuşeyri olmak üzere- tutuklandılar. Ünlü Eş’ari Mezhebi usulcülerinden olan
İmâmü’l-Haremeyn Ebu’l-Maâlî el-Cüveynî Horasan’ı terketmek zorunda kaldı.
Eş’arîler takibata uğradılar.12 İşte bu uygulamalar üzerine Ebu’l-Kasım el-
Kuşeyrî, yukarıda sözünü ettiğimiz “Şikâyetu ehli’s-sunne mâ nâlehum mine’lmihne”
adlı eserini yazdı. Çok geçmeden Eş’arî çevreler bu konudaki şikâyetlerini
Sultan Tuğrul’a arzetme imkânı buldular.13 Abbasî Halifesi’nin elçisi Eş’ari
Mezhepli, siyaset bilimcisi el-Maverdî’nin diplomat olarak Tuğrul Beg ile gö-
rüşmelerinde bu konu da gündeme gelmiş olmalı ki, bir müddet sonra Eş’ariler
üzerinden bu baskılar kaldırıldı.

Eş’arî ve Şafiî mezhepli olan Nizamü’l-Mülk’ün, Amîdü’l-mülk Ebû Nasr
el-Kündurî aleyhindeki faaliyetleri de bu mezhep çatışmalarından başka bir şey
değildir. Bu mücadeleler sonunda Sultan Alp Arslan Kündurî’yi tutukladı.
Kündurî tutuklu iken de yandaşlarına mektuplar yazıyor ve onlarla haberleşiyordu.
Nihayetinde idam edildi14 Onun idam edilmesinde Nizamü’l- Mülk’ün
çok önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Nitekim yerine de Nizamü’l-Mülk
Selçuklu Veziri oldu. Bu defa Nizamü’l-Mülk, de Eş’arî ve Şafiî Mezhebini Büyük
Selçuklu Devleti’nin resmî mezhebi konumuna getirdi. Bu mezhebin yerleşmesi
ve tutunmasını sağlamak için “Nizamiye Medreselerini” açtı. Selçuklu
Devleti coğrafyasında yirmi üç Nizamiye Medresesi kurulmuştur.15 Bu medreselere
Eş’arî ve Şafiî mezhebinden ilim adamları tayin ediliyor ve bu alanda
büyük paralar harcanıyordu.

Öyle görünüyor ki, Sultan Alp Arslan Surabâdi’ye Kur’ân-ı Kerîm tefsiri
yazdırarak16 bu münakaşaların içinde olanları Kur’ân-ı Kerîm’e yönlendirmek
ve Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünü esas almak gerektiği fikrini vermek istemiştir.
Bu eserin Arapça değil Farsça olarak kaleme alınması ile bu konularda daha
geniş tabana hitap etme ve onlara yol gösterme amaçlanmıştır. Sultan Alp
Arslan’ın Tuğrul Beg’e nazaran Abbasî Halifeliği ile daha uyumlu bir dinî ve
siyasî ilişkiler içine girdiği de fark edilmektedir. Bu siyasî gelişmeler giderek
Mısır ve Deylem’deki Şiî şahlanışa karşı Sünnî diriliş hareketine dönüşmekteydi.
Bu açıklamalardan sonra esas konumuz olan Danişmend Oğulları Devleti’nin
dinî ilmî ve millî siyaseti konusuna geçebiliriz.

b- Danişmend Oğulları Zamanında İlmî ve Fikrî Faaliyetler

Anadolu’da ilmî ve fikrî faaliyetlerinin ne zaman ve nasıl başladığı geçtiğimiz
asrın başlarından itibaren söz konusu edilmeye başlanmıştır. Türk Kültürü’nün
pek çok meselelerinde olduğu gibi bu konuda da ilk defa fikir serdeden
Fuad Köprülü olmuştur. O bu konuda şöyle demektedir: Anadolu’nun Türkler
tarafından fethedilişinin başlangıcı sayılan Malazgirt Zaferi’ni (l071) takip eden
ilk yüz senede Türkler Anadolu’yu askerî bakımdan fethetmekle meşgul olduklarından
bu devrede Anadolu’da ilmî faaliyetler görülmemektedir.17 Daha sonra
bu alanda yapılan çalışmalar ve el-yazması eserler ihtiva eden kütüphanelerin
muhtevalarının açıklanması gösterdi ki, Anadolu’da ilk ilmî, fikrî ve kültürel
faaliyetler Denişmend İli’nde ve Danişmend Oğulları’nın himayesinde çok
erken sayılabilecek bir tarihte başlamıştır18. Bu devletin kurucularının bilge bir
aileden gelmeleri ve bilimsel bir geleneğe bağlı bulunmalarının, erken bir tarihte
Anadolu toprağında bilimsel faaliyetleri başlatmalarında etken olduğu muhakkaktır.
Vakıa Anadolu’da ilk medreselerin de Danişmend İli’nde Niksar,
Tokat, Amasya, Sivas, Kayseri gibi vilayetlerde ve Danişmend Oğulları zamanında
inşa edildiği görülmektedir. Danişmend Oğulları Devleti II. Kılıç Arslan
tarafından XII. asrın son çeyreğinde ortadan kaldırıldıktan sonra da
Danişmendliler zamanında Danişmend İli’nde yerleşmiş olan bilimsel gelenek
birkaç asır daha devam etmiştir. Dinî bakımdan fıkhî kaidelere çok bağlı olan
Danişmendliler bu geleneği ülkelerine yerleştirmişler, XV. asra kadar bu gelenek
Danişmend İli’nde ve Danişmendliler’in kurdukları medreselerde devam
etmiştir. Burada bu ilmî, fikrî ve dinî gelenek tasvir edilmeye çalışılacaktır:
Bugünkü bilgilerimize göre Anadolu’da te’lif edilen ilk eser
Danişmendlilerin Kayseri Şehir muhafızı olan Kayserili İbnü’l-Kemal diye ünlenen
İlyas b. Ahmed adlı bir zat tarafından Farsça olarak kaleme alınmış “
Keşfü’l-akabe” adındaki astronomi ve felsefeye dair olan eserdir. Yazar eserini
Danişmendiye Devleti’nin kurucusu Gümüştiğin Melik Ahmed Gazi’ye sunmuştur.
Bir süre önce ortaya çıkarıp yayınladığımız "Keşfü’l-akebe" adlı eserin
Anadolu’da te’lif edilen, bilinen en eski eser olup, Melik Ahmed Gazi’ye sunulmuş
olduğunu tesbit etmiş bulunuyoruz.19 Bu eserde Melik Ahmed Gazi’nin
ilmî, kültürel faaliyetlerindenşu şekilde söz edilmektedir: "O yüce zatı iltizam
edenler çoğunlukla fazıl ve filozoflardır. Dünyanın her yanından bilgin kişiler (ehl-i
ukûl) o hazrete yöneldiler. Her biri ilmini yayması miktarınca itibar görüp, o hazretin
cömertlik denizinden paylarını aldılar."20 Bu kayıt Malazgirt Zaferi’nden kısa bir
zaman sonra Danişmend Oğulları ülkesinde ilmî çalışmaların başlamış olduğu-
nu ve Melik Ahmed Gazi’nin çok sayıda ilim ve fikir adamlarını himaye edip,
çalışmalarına imkân sağladığını açık olarak göstermektedir. Onu "Sahib-kıran"
diye anan İbnü’l-Kemal, Onun Rum, Ermeni ve Şam’da (Suriye) gerçekleştirdiği
fetihleri de dile getirmekte ve bu ülkelerde geniş bir kültürel faaliyet içinde bulunduğunu
da "Rum, Ermeni, Şam memleketleri o Sahip-kıranın varlığının feyzi ile
İslâm nuruyla bezendi"21 diye ifade etmektedir.

Kutalmış’ın oğulları ve ahfadı olan Türkiye Selçuklular’ında ilk Sultanların
dinî ve ilmî konumları hakkında fazla bir bilgi mevcut değildir. En azından
Anadolu’nun fatihi Süleyman-Şah’ın, babasının yolunda ve onun anlayışında
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye Selçukluları sultanlarının da atalarından
gelen geleneği sürdürdüklerini İbnü’l-Esîr bildirmektedir.

Bununla beraber II. Kılıçarslan’ın felsefî konulara ilgi duyduğunu ve bu
alandaki ilmî tartışmalara katıldığını Süryani Mihail bildirmektedir.22 İbn Bibi,
I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in İbni Sina’nın hayranlarından olduğunu bildirmektedir.

23 Mutaassıp bir Şafiî olan İbnü’l-Esîr, II. Kılıç Arslan’ın diğer oğlu ve
Danişmend İli’nin Meliki, II. Süleyman-Şah hakkında şöyle diyor: “ Ancak onun
itikadının bozuk olduğu felsefî inançlar taşıdığı, bu inançta olan kimseleri himaye ettiği
ve onlara destek verdiği bildirilmektedir.”24 Demek oluyor ki, bu bilimsel ve felsefî
gelenek Anadolu’da devam etmiştir. İşte buna benzer haberler, Selçuklular zamanında
(ilk bir buçuk asırda)Anadolu’da devlet adamlarının felsefî geleneğe
bağlı bulundukları ve Mu’tezile mezhebine yatkın olduklarını ortaya koymaktadır.
II. Kılıç Arslan’ın kızı Gevher Nesibe Hatun’un Kayseri’de bir Tıp Merkezi
inşa etmesi de tabiat ilimlerine duyulan ilgiden kaynaklanmış olmalıdır.
Danişmend Oğulları ve Türkiye Selçukluları zamanında ilk 130 yıl boyunca
Anadolu’da te’lif edilen eserlerin hemen tamamı tıp, astronomi (heyet) matematik,
felsefe gibi aklî ve tabiî ilimlere dairdir. Bu dönemde Anadolu’da bulunan
bilim adamları bu yönde faaliyet göstermişlerdir. Bu devrede Anadolu’da te’lif
edilen eserlerin büyük bir kısmı Danişmend İli’nde yazılmıştır. Yani
Danişmend İli’ndeki ilmî ve felsefî geleneğin ürünleridir. O dönemlerde Anadolu’ya
(Diyar-i Rum) gelen Ömer b. Muhammed b. Ali es- Sâvî “Akaid-i ehl-i
sünnet” adlı bir eser kaleme almış olup, önsözünde “Diyar-ı Rum’a geldim. Herkesin
ilm-i nucûm (astronomi) ile uğraşmakta olduğunuı, dinî ilimlerden bî-haber olduklarını
gördüm” demektedir.25 Buradan da anlaşılıyor ki, başlangıçta Anado-
lu’da tabii ilimler çok rağbette idi. Selçuklu ve Danişmendli devlet adamları
bunu teşvik ve himaye etmişlerdir. Ancak XIII. Yüzyıldan itibaren dinî ilimlere,
özellikle de Tasavvufa ve Sünnî İslâmî anlayışa hızlı bir yöneliş olmuştur. Bunun
sebepleri konumuzun dışındadır. Ancak şu kadarını söylemeliyim. Zamanla
Büyük Selçuklu Devleti’nin dinî politikası ve Nizamiye Medreseleri’nin yarattığı
dinî atmosfer Anadolu’da da etkisini göstermiştir. Nitekim “Akaid-i ehl-i
sünnet” adlı eserin sahibi Ömer b. Muhammed es-Savî’nin de Nizamiye Medreseleri’nin
en tanınmış müderrisi İmam Gazzalî’nin(505/1111) paralelinde bir
dinî anlayışta olduğu görülmektedir.

Danişmend Oğulları emirlerinden Kastamonu fatihi, Emir Karatekin’in, İbn
Makula’nın hadis ricaline dair (478/1086) "el-İkmal" adlı eserini okuduğuna
dair bir kaydın bulunması,26 bu dönemde dinî-ilmî faaliyetlerin mevcudiyetini
gösterir. Zaten Niksar, Tokat ve Kayseri’de Danişmend Oğullarından günümüze
ulaşan medreseler de bu hususu açık olarak göstermektedir. Bu medreseler
Anadolu’nun en eski medreseleridir. Hiç şüphesiz bu medreseler Danişmend
İline ilmî bir muhteva kazandırmıştır.

1164-1200 yılları arasında Kayseri’de bulunan Tiflisli Hübeyş b. İbrahim 25
kadar eser te’lif etmiştir ki eserlerin tamamına yakın bir kısmı tabiat ve aklî
ilimlere dairdir.27 Bu eserler arasında Mu’tezile Mezhebi’nin tanınmış ilim ve
fikir adamlarından olan Zamehşerî’nin(538/1145) bazı eserlerinin tercümeleri
de bulunmaktadır. İranlı ünlü İşrakî filozof Şihabü’d-din Sühreverdî (587/1292)
de bir süre Anadolu’da ve Danişmend İli’nde bulunmuş, birçok eserlerini Anadolu’da
kaleme almıştır. Bu felsefî şahsiyet Anadolu’dan Haleb’e gitmiş, oradaki
Eş’arî ulema onun zındıklığına hükmetmişler ve idam edilmesine sebep olmuşlardır.

c- Danişmendliler’in Dinî Siyaseti

Danişmend Oğulları Devleti’nin kurucusu Melik Ahmed Gazi, yukarıda
işaret olunduğu üzere Selçuklu ailesinin muallimi olan Danişmend Ali
Taylu’nun oğludur. Kendisi de bilge bir kişi olduğu için Danişmend Gâzi diye
anılmıştır.28 Kurduğu devlete "Danişmendiye" devleti denmesi bundandır.
Onun da, eniştesi Kutalmış gibi itikatta Mu’tezile mezhepli olduğu anlaşılmak-
tadır. Melik Ahmed Gazi’den sonra diğer Danişmendli hükümdarlar dedeleri
Danişmend Ali Taylu’dan kaynaklanan bu dinî eğilimi gelenek halinde devam
ettirmişlerdir.Melik Ahmed Gazi’nin, bir yandan fütuhat ile uğraşırken, bir
yandan da fethettiği beldelerde yoğun bir kültürel faaliyet içinde bulunduğu,
ülkesinde ilmî ve dinî çalışmaları başlattığı anlaşılmaktadır. Danişmend Oğulları,
özellikle devletlerinin ilk kurulduğu bölge olan Niksar, Tokat, Amasya,
Sivas, Kayseri ve Çorum yörelerinde daha yoğun bir kültürel faaliyet içinde
bulunmuş ve yöreye devletlerinin kültürel politikasını yerleştirmişlerdir. Bu
yüzden de bu yöreler çok erken tarihlerde belli bir kültürel karakter kazanmıştır.
Danişmend Oğulları’nın bu yoğun millî ve dinî diyebileceğimiz, kültürel
faaliyetlerinin sonucu olarak bu yörelerin çok erken sayılacak tarihlerde Türkleşmesi
ve İslâmlaşması gerçekleşmiştir. Bölgelerindeki bütün yerleşim yerlerinde
Cuma namazlarının kılındığı ulu camiler inşa etmişlerdir. Bu ulu camilerin
bir çoğu bugün halâ faal durumdadır. Bu durum Danişmendliler döneminde
Danişmend ülkesinde canlı bir dinî hayatın gelenekleşmiş olduğunu göstermektedir.
Danişmend Oğulları itikatta Mu’tezile Mezhebi’ne yatkın ve felsefî geleneğe
bağlı oldukları gibi, amelde de Hanefî Mezhebi’ne mensup idiler.

Danişmend İli’ndeki Medreselerde Hanefî fıkhı tedris ediliyordu. Ebu Hanife
akliyeci bir fakih olduğu için eskiden beri Mu’tezilîler amelde Hanefî Mezhebini
tercih etmişlerdir. Bu yüzden Danişmend İli’ndeki fakihlere “Türkmen Hanefî
Fukaha” denilmiştir. Hatta o dönemde Hanefî sözü ile Mu’tezile Mezhebi
kasdediliyordu. Rüknü’d-din Süleyman-Şah zamanında Tokat ve çevresinde
Türkmen fukahanın nüfuzlu oldukları görülmektedir. İbnü’l-Esîr, bir filozofun
Rüknü’d-din Süleyman-şah’ın Danişmend İli Melik’i olduğu sırada Tokat’a gittiğini,
Tokatlı bir fakih ile tartıştığını ve bu Danişmendli fakihin Süleymanşah’ın
huzurunda filozofu tartakladığını, Süleyman-şah’ın buna ses çıkarmadığını
yazmaktadır29. Bu filozof da meşhur İranlı İşrakî filozof Şihabu’d-din
Suhreverdî el-Maktul’dan (587/1191) başkası değildir. Zira İbn Bibi, bu
Sühreverdî’nin Süleyman-şah zamanında Tokat’a gittiğini ve “Pertev-nâme”
adlı eserini orada yazdığını bildirmektedir30

Süryanî Mihail, Danişmendli emirler arasında Danişmend Melik Ahmed
Gazi’den sonra en dindar hükümdarın Melik Muhammed olduğunu onun İslâmî
kanunları uyguladığını, asla şarap içmediğini ve Müslümanlara saygı gös-
terdiğini bildirmektedir.31 Ayrıca bu Melik Muhammed Hanefî Mezhebi’ne
mensup bir İslâm hukukçusu olan Abdülmecid b. İsmail el-Herevî’yi Anadolu’ya
getirerek onu Kayseri’ye kadı olarak tayin etmiştir.32 Bu dinî anlayış ve
uygulama Danişmendliler’in dinî politikasının esasını teşkil etmiştir. Bu durum
Danişmend Oğulları Devleti ortadan kalktıktan sonra da Danişmend İli’nde
gelenek halinde devam etmiştir.

Bu Danişmendli geleneği Danişmendli Türkmenlerin dinî eğilimini şekillendirmiştir.
Bu yöredeki Türkmenler müteşerri’(Şeriata bağlı) bir dinî anlayışa
sahip olmuşlardır. Rüknü’d-din Süleyman-şah ve Alâü’d-din Keykubad bu
bölgenin melikleriydiler ve burada eğitim görmüşlerdi. Bu iki şehzade sultan
oldukları zaman bu bölgedeki dinî zihniyeti iktidara getirmişler, destek vermişler
ve gelişmesine vesile olmuşlardı. Babası I. Alâü’d-din Keykubad’a suikast
düzenleyerek iktidara gelen II. Giyasü’d-din Keyhüsrev, İranî çevrelerin desteklediği
şehzadeydi. İktidara gelince Danişmend İlindeki bu Türkmen çevreler
üzerinde şiddetli bir dinî ve fikrî baskı kurmaya çalıştı. Bu yöredeki dinî ve kültürel
zihniyeti yok etmeye kararlıydı. Nitekim iktidara geldiği yıl yani 1237
(635) yılında Eğirdir’de yaptırdığı hanın kitabesinde kendisini zamanın
Keyhüsrev’i ve Zü’l-Karneyni (İranî çevrelerin padişahı) ve İkinci İskender(
Rum halkın kralı) olarak tavsif ederken Türkmenleri kâfir ve müşriklerle
bir tutarak onları, kendisine itaat etmeyen,baği, zındık ve havaric diye anmakta
ve kendisini onları ezen, göz açtırmayan, iflahlarını kesen bir hükümdar diye
tarif etmektedir.İktidarının ilk yılından itibaren Türkmenlere karşı savaş başlatmıştır.
Pek çok Türkmen ileri gelenleri öldürttü. Baba İlyas’ın halifelerinden
Şeyh Uban ve Emirce Sultan bunlardan birkaçıdır. Bir çoklarını tutuklattı. Baba
İlyas, Ahi Evren Hace Nasirü’d-din, Ahi Ahmed de bunlardan birkaçıdır.İşte bu
baskı ve uygulamalar üzerine Danişmend İli’nde Türkmen Babalar, “Babaîler
İsyanı” diye bilinen Türkmenlerin devlete karşı baş kaldırısı olan isyanı başlattılar
Babaîler İsyanı’nın temel sebebi de budur. Burada maksadımız Babaîler
İsyanı’nı anlatmak değildir. Ancak bu harekâtı başlatan insanların fikrî ve dinî
temellerine bir nebze işarette bulunmak istedim. Ayrıca Babaîler Hareketi’ni
Hetorodoksî bir hareket olarak niteleyenlerin onların mı, yoksa II. Giyasü’d-din
Keyhüsrev ve yandaşlarının mı hetorodoks olduklalarını insafla ve islâmi ölçülerle
düşünmeleri gerektiğini de burada bir daha hatırlatmak istiyorum. Eğer
Anadolu Alevîliğine bir orjin, bir çıkış yeri aranmak isteniyorsa Danişmend
Oğulları’nın yarattıkları i’tizal hareketine bakmak gerekir. Babaî hareketinin
meydana gelmesinde, Danişmend İli’ndeki Mu’tezile eğilimli Türkmen
fukahanın büyük rolü bulunduğu muhakkaktır.

1261(659) yılında Sultan II. İzzü’d-din Keykavus’un Anadolu’yu terk etmesinden
sonra Danişmend İli’nin mutlak hakimi konumuna gelen Selçuklu Emiri
Pervane Müinü’d-din Süleyman bu yörenin kültürel karakterini değiştirmek
için, hem yoğun bir ilmî ve fikrî faaliyet içine girmiş, hem de yöredeki Türkmenler
üzerinde ağır bir siyasî ve kültürel baskı uygulamaya başlamıştır. Kırşehir
Emiri Cacaoğlu Nuru’d-din ve oğlu Emir Polat da aynı şeyi Kırşehir yöresinde
gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Bu yöredeki Türkmen ve Ahilerin mal ve
mülklerinin, tekke ve medrese gibi iş yerlerinin ellerinden alınmasına dair Sultan
IV. Kılıç Arslan’dan ferman da alınmıştı. Bu baskılardan dolayı pek çok
Türkmen Beğlerin, boyların ve fikir adamlarının bu yörelerden uç bölgelere
göçtükleri görülmektedir33. Kadı Burhanü’d-din devri (1345-1398) tarihçisi
Aziz-i Esterabadî, Kadı Burhanü’d-din iktidara gelmeden önce yaşanan yoğun
göçlerden ötürü Selçuklular döneminin Kırşehir ve Aksaray gibi mamur şehirlerinin
köy durumuna geldiğini belirtmektedir34. Baba İlyas’ın nebiresi Kırşehirli
Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi, “Menakibü’l-kudsiyye” adlı eserinde Baba
İlyas-i Horasanî’nin pek çok halifelerinin Ercuma’ya yani Karasi İline göçtüklerini

“Çıktı kâfirden Ercuma’ya kaçup

Şeyh Affan u cümlegi suleha”

diyerek ifade etmektedir35.Balıkesir ve Çanakkale yöresinde Karesi Oğulları
Beyliğini kuran Karesi Oğulları ailesinin de Danişmendli oldukları ve hatta
Danişmend Oğulları ailesinden geldikleri tespit olunmaktadır. Ünlü Türkmen
Şeyh Sarı Saltuk da kalabalık cemaatiyle birlikte Bizans’a sığınmak zorunda
kaldı. Bizans Hükümeti’nin de onları önce Çanakkale yöresine yani Karesi İli’ne
yerleştirdiği, bilahere bazı siyasî mülahazalarla Sarı Saltuk ve bir kısım adamlarının
Dobruca’ya sürüldükleri bilinmektedir.Selçuklu Emiri Pervane Muinü’ddin
Süleyman’ın 1278’de öldürülmesinden sonra vatan hasreti çeken bu Sarı
Saltuklu dervişlerden pek çoğu Kırım ve Sinop üzerinden Anadolu’ya dönmüşler
ve ayrıldıkları topraklara yani Tokat ve Amasya yörelerine yerleşmiş-
lerdir.Kırım’da bulunan II.İzzü’d-din Keykavus’un oğlu Sultan Mes’ud’un
Anadolu’ya geçerek, Moğollarla anlaşıp 681(1281) de Konya’da Selçuklu tahtına
geçmesi de daha önce Moğol zulmünden dolayı Anadolu’yu terkedip,
Dobruca’ya, Deşt-i Kıpçak’a ve Kırım’a göçmüş olan Türkmen Dervişler”in
kalabalık kafileler halinde Anadolu’ya dönmelerini hızlandırmıştır. Baba Saltuk
ve dervişlerinin Anadolu’dan göçüş ve tekrar dönüş maceralarını destanî bir
üslupla dile getiren “Saltuk-nâme” adlı eser Ebü’l-Hayr-i Rumî tarafından Tokat
yöresindeki Sarı Saltuklu dervişlerin anlatımlarına dayanarak derlenmiştir36.
Sarı Saltuk’un Anadolu’ya dönen birçok halifeleriyle şahsen görüşen ve
onlarla hac yolculuğu yapan Kâhta Kadısı İbnü’s-Serrac ed-Dimaşkî onları Rufâî
ve Kalenderî olarak nitelemektedir

Pervane Süleyman, İbnü’l-Arabî’nin üvey oğlu ve talebesi olan Sadru’ddin-
i Konevî’nin en tanınmış talebelerini Danişmend İli’ne götürmüş ve orada
kendilerine medreseler inşa ederek Muhyi’d-din İbnü’1-Arabî’nin felsefesini
(Ekberiyye denilen fikir hareketini) yaymaya ve yerleştirmeye çalışmıştır. Kutbu’d-
din-i Şirazî Kayseri’de, Saidü’d-din-i Fergânî Tokat’ta, Fahrü’d-din-i Irakî
ile ilk "Fusûsu’l-Hikem" şarihi Müeyyedü’d-din-i Cendî Tokat ve Sinop’da, Pervane
Süleyman’ın ve oğlu Muhammed’in hizmetinde faaliyet gösteriyorlardı.37
Cacaoğlu Nuru’d-din de Kırşehir yöresinde Mevlevî düşünceyi hâkim kılmaya
ve yerleştirmeye çalışıyordu.

Muinü’d-din Süleyman’ın, Moğollar tarafından idam edilmesinden sonra
(676-1278) Danişmend İli’nde siyasî otorite boşluğu meydana gelmişti. Bu otorite
boşluğundan bi’l-istifade belli merkezlerde Türkmen çevrelerin hem kültürel
faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları, hem de siyasî bir mücadele başlattıkları görülmektedir.
Yukarıda bahsini ettiğimiz Emir Mübarizü’d-din Halifet Gazi’nin
oğul ve torunları (Halifet-zâdeler) da XIV. asrın ortalarına kadar iktidar mücadelelerini
sürdürmüşlerdir. Hacı Şadgeldi’nin Amasya’yı zaptetmesinden sonra
(1362) batıya Osmanlı topraklarına göçmüşlerdir.38Moğol iktidarına ve özellikle
Pervane Muinü’d-din Süleyman’ın ağır baskılarına rağmen Danişmend İli, bu
millî karakterini ve kültürel hüviyetini uzun süre muhafaza etmiştir. Osmanlılar
zamanında Balıkesir ve çevresinde yoğun olarak yaşanan Ustuvanî Mehmed
Efendi ve İmam Birgivî’nin öncülük ettikleri “Kadı-zadeliler” hareketinin de
Danişmendli Fukaha zihniyetinin yeniden gündeme gelmesi olduğunu söylemek
istiyorum. Zira Danişmend İli’nden bu yöreye yönelen yoğun göçler ve
Danişmendli ruhunu devam ettiren Karesi Oğulları müteşerri’ diyebileceğimiz
bu dinî anlayışın bu yöreye yerleşmesini ve Danişmendli geleneğinin devam
etmesini sağlamıştır.

“İbnü’s-Serrac” diye ünlenen Muhammed b. Ali el-Kureşî, Kahta Kadısı
iken 715 (l215) de kaleme aldığı “Tuffahu’l-ervah” adlı eserinde Şeyh Yusuf b.
Nebhan el-Eyluhî’den naklen şu bilgileri vermektedir: “Şeyh Yusuf b. Nebhan el-
Eyluhi bir defasında Türkmen bir taife ile karşılaştı. Bu taife sofîlere en muhalif ve
munkir bir taifeydi. Bunun sebebi Türkmen fukahası olan Danişmendliler idi. Onlar
sofilere son derece muhalif idiler. Onlarda hayırlı bir itikad yoktu. Bu konuda o kadar
aşırı idiler ki, kâfirler dahi onların derecesinde olamaz. Bunlardan bir cemaatle karşılaştım.
Bunlar her kim bir sofiye yarım ekmek verse kâfir olur diyorlardı.”39 Bu bilgileri
veren Yusuf b. Nebhan Kalenderî bir derviş olup, diplomat olarak Hülâgu Han
ile görüşmüş bir kişidir. Anlattığı bu olay da Tokat ve çevresinde geçmiştir. Bu
zatın anlattıklarından Danişmend İli’ndeki Türkmenlerin Fıkıh kurallarına çok
bağlı ve Mu’tezilî bir inançta oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca XIII. yüzyılda
Anadolu’da halk arasında dilenerek geçinen ve tufeyli olan Kalenderî dervişlere
de muhalif oldukları, İbnü’s-Serrac tarafından ifade edilmektedir.

d-Danişmendliler’in Millî Siyaseti

Danişmend Oğulları, gazilik mefkûresine, Türk kültürüne ve Türkmencilik
ülküsüne büyük bir önem vermişler ve ülkelerinde bunu yerleştirmeye ve
yaymaya çalışmışlardır. Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi ve beraberindekilerin
kahramanlıklarını dile getiren "Danişmend-nâme" adlı eser Danişmend
İli’ndeki kültürel anlayışın mahsûlü olduğu gibi "Dede Korkut Hikâyeleri" de
XIV. asırda gene bu yörede, Amasya’da derlenmiştir40.Melhameciliğin (Destan
Kültürü) de Danişmend İli’nde kuvvetli ve yaygın olduğu görülmektedir. Bu
yüzden Anadolu’da melhameye dair ilk eserler gene Danişmend İli’nde kaleme
alınmıştır. Danişmend Oğulları devrindeki bu kültürel politika sonucu,
Danişmend ili belli bir kültürel yapıya sahip olmuştur. Selçuklular ve Osmanlılar
zamanında da bu aslî karakterini muhafaza etmiştir.41

Amasyalı Hakîm Bereket adlı bir zatın "Tuhfe-i Mubârizî" adlı eserinin önsözünde
bildirdiğine göre, bu eserini önce "Lubâbu’n-Nuhâb" adıyla Arapça olarak
yazmış, sonra bunu "Tuhfe-i Mubârizî" adıyla Farsça’ya tercüme edip, Emir
Mübarizü’d-din Halifet Gazî’ye sunmuştur. Halifet Gazî’nin, eseri çok beğendiğini
ve bu eser eğer Türkçe olarak yazılmış olsaydı çok değerli ve bulunmaz bir
eser olacağını belirttiğini, bir müddet sonra da onun emri üzerine bu eserini
Türkçe’ye tercüme ettiğini belirtmiştir.42

Bu Emir Mübarizü’d-din Halifet Gazi, Sultan I. Alâü’d-din Keykubâd’ın
Amasya valisidir. Türbesi halen Amasya’dadır.43 Amasya’da kurduğu medresenin
vakfiyesi 622 (1225) tarihlidir.44 Bu Emir ve ecdadının "Danişmendnâme"
nin kahramanları arasında adlarının anılmış olması,45 bu ailenin Türklük
ülküsüne hizmet etmiş olmalarının ve hakim oldukları Amasya yöresinde,
Türkmencilik hareketini ve Türk kültürünü himaye etmiş olmalarının sonucudur.
Danişmend-nâme’nin bu emir ve ailesinin gayretleriyle yazılmış olduğunu
tahmin ediyoruz.

Görülüyor ki, Anadolu’da ilk olarak Türkçe eser yazma geleneği Amasya’da
yani Danişmend İli’nde başlamıştır. Hakîm Bereket, "Tuhfe-i Mubarizî"
adlı eserinden sonra "Hülâsa der İlm-i Tıb" ve "Tabiat-nâme" adlarında iki Türkçe
eser daha yazmıştır.46 "Tabiat nâme"yi manzum olarak kaleme almıştır. Hiç
şüphe yok ki, Türkmenlerin "Uluğ Sultan" diye andıkları I. Alâü’d-din
Keykubâd’ın, Türk kültürü lehindeki kültürel politikasının te’sirleri,
Danişmend İli’nde daha etkili olmuştur.

Selçuklular zamanında Tokat ve Amasya yöresinde Ahiliğin de çok yaygın
ve kuvvetli olduğu fark edilmektedir. Bir süre önce yayınladığım Turhal ve
çevresinde medfun bulunan evliyanın adları ve kurdukları tekke, zaviye gibi
müesseseleri ile ilgili belgede47 bu bölgede Türkmen ilim ve fikir adamlarının
ne kadar güçlü olduklarını göstermektedir.48 Anadolu’da ilk “Ahi Fütüvvetnâmesi”
de Tokatlı Nasırü’d-din Vaiz tarafından XIII(VII). asrın sonlarında kaleme
alınmıştır.

Sanıldığı gibi Anadolu’da Türkçe eser yazma geleneği Karaman Oğulları
Devleti’nin Türkçe’yi resmi dil olarak ilan etmeleriyle başlamış değildir. Anadolu’da
Türkçe eser yazma geleneği ilk olarak Danişmend İli’nde ve
Danişmend Oğulları’nın yarattığı fikrî ve kültürel ortamda başlamıştır. Bugünkü
bilgilerimize göre Anadolu toprağında te’lif edilen ilk Türkçe eser XIII. yüzyılın
başlarında Amasya’da yani Danişmend İli’nde Hakim Bereket tarafından
kaleme alınan “Tuhfe-i Mübarızi” adlı tıp ilmine dair olan eserdir. Bu Hakim
Bereket daha sonra yine tıp ilmine dair iki risale daha Türkçe olarak kaleme
almıştır. Eserini Danişmendli emirlerden olan Tereken-şah’ın oğlu Mübarizü’ddin
Halifet Alp Gazi’ye sunmuştur.49 Hakim Bereket Danişmendli geleneğinden
gelen bu Halifet Gazi’nin Türkçe eserler yazmayı teşvik ettiğini de kaydetmektedir.
Ünlü Osmanlı tarihcisi Paul Wittek, Timur’un Anadolu’yu istila etmesinden
sonra parçalanan Osmanlı Devleti’nin birliğini Amasya şehzâdesi olan I.
Mehmed Çelebi’nin yeniden sağlamış olmasını, bu şehzadenin 10 sene dağlık
Amasya bölgesinde Danişmend Oğulları’ndan intikal eden millî şuur ve gezilik
ruhu içinde yaşayıp yeniden tav almış olması ile izah etmektedir.50 Şüphesiz bu
doğrudur. Buna Türk ruhiyatına uygun olan ve yine Danişmendliler’den gelen
dinî duygu ile donanmış fetih ruhu ve millî irfanın rolünü de eklemek gerekir.©

Dipnotlar
∗ Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
1 A.g.e., II, s. 575-576.
2 A. Tevhid, Meskûkât-ı Kadîme-i İslâmiyye Kataloğu, İstanbul 1321, s. 84.
3 Sefer Solmaz, “Danişmendli Ailesi İle Büyük Selçuklu Hanedanı Arasındaki Akrabalık İlişkileri”,
I. Uluslar Arası Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Kongresi Bildirileri, (Konya 11-13 Ekim 2000) II,
Konya 2001, s. 271-282.
4 Sefer Solmaz, “Danişmendli Ailesinin Büyük Selçuklu Devleti’nin Kuruluşundaki Rolü”,
Niksarın Fethi ve Danişmendliler Döneminde Niksar Bilgi Şöleni Tebliğleri, (Niksar 8 Haziran 1996),
Tokat 1996, s. 49-59.
5 Mu”tezile mensupları dinî uygulamada Hanefî mezhebine tabi oldukları için çoğu zaman Hanefî
sözü ile Mu”tezile Mezhebi kasadedilmektedir.
6 İbn Tağrıberdi, en-Nücûmu’z-zâhire, V, s. 54.
7 Aynı eser, V, s. 55.
8 el-Kâmil fi’t-târih, X, s. 36-37.
9 Tarih-i Ebü’l-Ferec, Terc. Ö. Rıza Doğrul, Ankara 1987, I331-332. Ayrıca Karş. Osman Turan,
Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 115; Z. Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş,
İstanbul 1981, s. 197.
10 Beyhaki, Tarih-i Beyhaki, Neşr. Ali Ekber Feyyaz, Tahran 1371, II, 641.
11 Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 197.
12 Bu olaylar hakkında geniş bilgi için bkz. Şerefeddin Yaltkaya, “Selçukiler Devrinde Mezahib”,
Türkiyat Mecmuası, İstanbul-1925, I, 102-105.
13 en-Nucumu’z-Zahire, V, 54.
14 Rahatü’s-sudur, I, 115-116; Sadrü’d-din Ebu’l-Hasan Ali el-Husaynî, Ahbaru’d-devleti’s-selcukiyye,
Terc. N. Lugal, Ankara 1943. s.17-18.
15 Nizamiye Medreselerinin kuruluş amacı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Zeki Mubarek, “el-Ahlak
inde’l-Gazzali”, Kahire-1390/1971, s. 26-45.
16 Bu eser “Tefsir-i Surabâdî” adını taşımaktadır. Yazar önsözde eserini Ebü’ş-Şuca Alp Arslan için
kaleme aldığını bildirmektedir. Türkiye kütüphanelerinde çok kıymetli nüshaları olmasına
rağmen henüz basımı gerçekleşmemiştir. Bir nüshası da Konya Mevlana Müzesi Ktp. Nr.
7562’dedir.
17 Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul l928 s. 246.
18 Bu konuda geniş bilgi için Bkz.Mikâil Bayram, Anadolu’da Te’lif Edilen İlk Türkçe Eser Meselesi,
S.Ü.Selçuklu Araştırmaları Merkezi V. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyeti Semineri Bildirileri
(20-22 Mayıs 1994), s. 124-132; Mikâil Bayram Anadolu’da Te’lif Edilen İlk Türkçe Eser
“Keşfü’l-akabe”, Konya 1981.
19 Bkz. Anadolu'da Te'lif Edilen İlk Eser "Keşfü’l-akabe", Konya 1981, s. 10-15. Bu eserin aslı Fatih
(SüIeymaniye) Ktp. Nr. 5426 dadır.
20 Keşfü’l-akebe, Fatih Ktp. Nr. 5426, yp. 250a.
21 Aynı eser ve aynı yerde.
22 O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 230-233.
23 el- Evamirü’l-alaiyye, nşr. A. Sadık Erzi, Ank. 1956, s. 25.
24 el-Kâmil fi’t-Târih, X, s. 36-37.
25 Fatih (Süleymaniye) Ktp. Nr. 5426, yp. 193a.
26 Kayseri Raşid Ef. Ktp. Nr. 1052 de kayıtlı bulunan nüshasının Kıraat kayıtlarında Emir
Karatekin'in adı geçmektedir.
27 Kamilü’t-tabir, Neşr. M. Huseyn Rukn-zâde-Ademiyyet, Tahran 1363, (Mukaddime), s. 2-ll.
28 İbnü’l-Esîr, el-Kâmi’l fi’t-Târih, Beyrut 1385/1966, X, 300; İbnü'l-Cevzi, el-Muntazam, Haydarabad
1359, IX, 114; Matheos, Vekayi-nâme, Ankara 1962, s. 205, 225; H. Hüsameddin, Amasya Tarihi, İstanbul
1929-1932, 11. 296; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 115; İ. H.
Uzunçarşılı, Sivas Şehri, İstanbul 1928, s. 16-43.
29 el-Kâmil fi’t-Tarih, XII, l96.
30 El-Evâmirü’l-alâiyye, Ankara 1956, s. 25
31 Süryanî Mihail, Süryanî Keşiş Mihail’in Vekayi-nâmesi, trc. H. D. Andreasyan, II, TTK Kütüphanesinde
44-2 no’lu basılmamış nüsha, s. 103.
32 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1984, s. 247;
Fakih Abdu’l-Mecid el-Herevî’nin “el-İşraf ala gavamizi’l- hukûmat” adlı eseri Yeni Cami (Süleymaniye)
Kütüphanesi Nr. 359’dadır.
33 Bu konuyu ayrı bir makalede yayınlamış bulunuyoruz. Bkz. Anadolu Selçukluları Zamanında Ahi
Teşkilâtı'nın Kuruluşu ve Gelişmesi, Kelime Dergisi, Konya 1986, Sayı: 3, s. 43-54.
34 Bezm u Rezm, İstanbul 1928, s. 397.
35 Age. Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi, nr. 4937, yp. 108 b. Bu beyte kâfirden maksadın Moğollar
olduğu izahtan varestedir.
36 Ebu’l-Hayr-ı Rumî,Tokat ve yöresine geri dönen Sarı Saltuklu dervişlerin anlatımlarına dayanarak
“Saltuk-name”yi kaleme almıştır.Şükrü Kaluk Akalın bu eseri Ankara 1988-1990’da yayınlamıştır.
Fakat Ebu’l-Hayr-i Rumî’den önce 1315(715) yılında Kahta’da kadı olan İbnü’s-Serrac
diye maruf olan Muhammed b. Ali el-Kuraşî ed-Dimaşkî, Anadolu’ya dönen Baba Saltuk’un bir
çok halifeleri ile tanişmiş ve onların anlatımına dayanarak Sarı Saltuk’dan menkabeler derlemiştir.
Bkz.Teşvikü’l-ervah ve’l-kulûb,Amuca-zade Hüseyin Paşa Kütüphanesi(Süleymaniye),
nr. 272, yp. 180a-185b.
37 Şeyh Sadru’d-din-i Konevî'nin "Vasiyyet-nâme"sinde (Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1958, Sayı: 2, s.
64-66) kendisinin ve şeyhi Muhyi'd-din İbnü’l-Arabî'nin yolundan gidilmemesini ve eserlerinin
okunmamasını öğütlemesini, bu talebelerinin faaliyetlerini onaylamamasının bir ifadesi olduğunu
tahmin ediyoruz. Çünkü o Moğol yanlısı iktidara muhalif idi. Talebesi olan Pervane Süleyman'a
da muhalefet etmekteydi. Yakın dostu Ahi Evren Şeyh Nasîru’d-din Mahmud, Muharrir-i Sadık'ı
el-Hac Tacü'd-din-i Kâşî, Zeynü'd-din-i Sadaka ve muhtemelen kendi oğlu Sa'dü'd-din Çelebi
bu iktidar tarafından öldürülmüşlerdir.
38 Amasya Tarihi, I, 59-67.
39 Tuffahü’l-ervah, Princeton University Library Gift Robert Gerrett, Nr. 97, yp. 130b-131a.
40 F. Kırzıoğlu, Milli Destanlarımızdan Dede Korkut Oğuz-nâmelerinin Tarih Belgesi Bakımından Değerleri,
(Belleten, Ankara 1987, Sayı: 198, 1, 915) adlı makalesinde Dede Korkut Hikâyelerinin, Timur-
'un önünden kaçıp, Amasya yöresine yerleşen Türkmenler tarafından kaleme alındığını yazmaktadır.
Halbuki bu eser Danişmend Oğulları zamanından beri bu yörede teşekkül eden ve yerleşmiş
olan Türk kültürünün mahsulüdür. Hiç şüphe yok ki, Danişmendliler zamanından beri sözlü olarak
yaşayan bu hikâyeler, XIV. asırda bu yörede kaleme alınmıştır.
41 P.Wittek, Ankara Bozgunundan İstanbul Zabtına, Belleten, VII, 582,
42 Bu eserin Konya Izzettin Koyunoğlu Ktp.Nr. 12049' daki nüshasının 1 sahifesinde Emir
Mübarizü'd-din'in adı şu şekilde tesbit edilmiştir.
ÅÍf»AË Ò»Ëf»A kiBJ¿ Aj¿ ÞA ¹¼À»A Á¤§A fÃËAfa ÂBÄI ÔkiBJ¿ Ò°ZM LBN·
Ó» B¨M ɼ»A ÉÀYi ÊBrÄ·jM ÅI Ó»ÌM ÅIA K»E O°Î¼a ÔkB¬»A fÇBVÀ»A
Bu eserin Konya İzzet Koyunoğlu Ktp. Nr. 12049 daki nüshasının tavsifi için bkz. Ş. Tekindağ,
Konya İzzet Koyunoğlu Ktp. de Bulunan Türkçe Yazmalar Üzerine Çalışmalar, Türkiyat Mec. İstanbul
1972, XV, 133-139.
43 Hüseyin Hüsameddin, Amasya Tarihi, İstanbul 1327-1330, I, 59-67. Merhum Hüseyin
Hüsameddin, Emir Mübarizü'd-din Halifet Gazi'nin Amasya 'dak türbesini ta'rif ederken, türbenin
mimarisindeki Türk kültüründen gelen unsurlara dikkatleri çekmiştir. Bkz. a.g.e., I, 196-197.
Bu türbe hakkında ayrıca bkz. O. Cemil Tuncer, Anadolu Kümbetleri (Selçuklu Dönemi), Ankara
1986, s. 64-68.
44 Amasya Tarihi, I, 197; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 131. Bu vakfiyenin
metni, Prof. Dr. Rafet Yinanç tarafından vakfiye üzerinde değerli bir inceleme ve araştırma
ile birlikte "Vakıflar Dergisi"nde (Ankara 1982, XV, 5-22) yayınlanmıştır.
45 Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 131.
46 Konya lzzet Koyunoğlu Ktp. N r. 12050 ve 12051.
47 Mikâil Bayram, “Selçuklular Zamanında Tokat ve Yöresinde Îlmî ve Fikrî Faaliyetler”, Türk Tarihinde
ve Kültüründe Tokat Sempozyumu, (2-6 Temmuz, 1986, s. 30-37).
48 Bkz. Burada Levha, I.
49 Mikail Bayram, “Anadolu’da Te’lif Edilen İlk Türkçe Eser Meselesi”, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları
Merkezi, V. Milli Selçuklu Kültür ve Medeniyyeti Semineri Bildirileri, Konya 1996, s. 95-100.
50 “Ankara Bozgunundan İstanbul Zaptına”, Belleten, Ankara 1943, VII, 582.

Hiç yorum yok: