17 Ocak 2013 Perşembe

Peki ya sokaktaki adamın millet tanımı-Asabiyet-Türkiye’nin yüzde kaçı Türk?İbrahim Kiras


         Peki ya sokaktaki adamın millet tanımı

Başbakan Erdoğan’ın önceki günkü grup konuşması sırasında “Biz millet olarak istiklal ve hürriyete yeryüzündeki diğer milletlerden daha fazla aşığız, daha tutkuluyuz” dedikten sonra, “Millet diyorsam bir etnik kökeni, bir inanç grubunu kasdetmiyorum. Bu topraklar üzerinde millet 75 milyonun tamamıdır “açıklamasını yapma ihtiyacı duyması boşuna değil.

Çünkü millet kavramı, en azından bazı aydınların dilinde milletin dilinde ve zihninde olduğundan başka anlamlar taşıyor bugün. Çünkü bazı aydınlarımızın zihninde “millet” kavramının karşılığı yok. Birbirlerinden etnik kimlikleri itibarıyla ayrışan birtakım farklı insan toplulukları görüyorlar çevrelerine baktıkları zaman. Onları birleştiren özellikleri ise görmüyorlar nedense.

Belki de henüz millet aşamasına ulaştığını düşünemedikleri için bu ülkenin insanlarını etnik kimlikleriyle tasnif etmeyi uygun görüyorlar. Oysa millet tarihî ve sosyolojik anlamda etnik topluluk aşamasının sonrasında oluşan bütünlüğün adı. Aşiretlerin veya kabilelerin bir araya gelerek ortak bir etnik kimlik oluşturdukları gibi, değişik etnik gruplar da başka ortak özellikleri dolayısıyla bir araya gelerek millet adı verilen yapıyı oluştururlar.

Ne var ki bugün Türkiye’de “Türk milleti” dediğinizde, hatta sadece millet dediğinizde bile “Vay, etnik bir grubun diğerleri üzerindeki hegemonyasını meşrulaştırıyorsun” itirazıyla karşılaşabiliyorsunuz. Oysa millet adı üstünde etnik kimlikleri aşan, daha geniş bir yapının adı. Millet asla etnisite ile özdeş görülemez. Millet ve etnisite kavramları birbirinin yerine kullanılmaz, kullanılamaz.

Gerçi bizim ülkemizde özellikle 1930’lu, 40’lı yıllarda milletin tanımını etnik temele dayandırmak gibi büyük bir cinayet işlendi. Defalarca yazdım, bunun sebebini yine yazayım: Kemalist kadro hem çoktandır şekillenmiş olsa da cumhuriyetle beraber resmiyet kazanan “ulus-devlet”in ulus kısmına kültürel kimlik bulmak hem de ulusu ve devleti bağlı oldukları pozitivist ideoloji doğrultusunda laikleştirmek peşindeydiler. Bu yüzden milletin yani ulusun tanımını yaparken zorlandılar.

“Milliyette soy ağacı aranmaz, yalnız terbiye aranır... Hangi milletin terbiyesini almışsak o millete ait oluruz” diyen Gökalp, millet kavramını “inancı, kültürü, ahlâkı aynı olan insanların birliği” diye tanımlamıştı.

Kemalistler bunu yapamadılar. Çünkü “Bu millet Kürtlerden, Çerkezlerden, Gürcülerden, Boşnaklardan, Arnavutlardan vs oluşuyor” deseydiler bu farklı etnik kimlikleri tek bir millet kimliği altında buluşturan inancın, kültürün, ahlakın vs.’nin ne olduğunu açıklayamazlardı. Dolayısıyla etnik kimliklerin inkârı politika olarak benimsendi.

Yani Kemalistler etnik kökene dayalı millet tanımına laiklik politikaları gereği sarıldılar. Irkçı oldukları için değil. Zaten biliyorsunuz ki söz konusu kurucu kadroların kişisel olarak etnik aidiyetleri muhtelifti.

Her ne kadar devletin resmi anlayışı tamamen farklılaşmış olsa da geçmişteki yanlış politikaların izleri zihinlerden bütünüyle silinebilmiş değil. Dolayısıyla “hepiniz Türk milletinin fertlerisiniz” diye seslendiğimiz insanların“bize etnik kimlik mi dayatılıyor” diye endişelenmeleri haklı bir hassasiyetin sonucu.

Ama böyle bir hassasiyet var diye millet olmaktan vazgeçmek, değişik etnik kimliklere sahip insanların ortak yönlerini öne çıkarmaktan geri durmak da gerekmiyor. Yapılması gereken millet olmaktan vazgeçmek değil, milletin tanımını yeniden doğru biçimde yapmak olmalı.

Bana sorarsanız, milletin en doğru tanımını “sokaktaki adam” yapabilir. Kendi akıllarınca birtakım kimlik tanımları geliştiren aydınlarımız bizzat milletin kendisini nasıl tanımladığına bakacak olurlarsa şunu görecekler:Milletin ortak zihninde ve dilinde ne farklı etnik kimliklerin inkârı gibi bir manasızlığın yeri var ne de millet olmaktan vazgeçip etnik alt kimlikler itibarıyla ayrışmaya meyleden ayran gönüllülüğün.

Asabiyet 

Başbakan Erdoğan’ın önceki gün grup konuşmasında kullandığı bir kavram galiba kulaklara yabancı geldiği için yadırgandı. Değişik yorumlar yapıldı. Erdoğan’ın ırkçılık anlamında kullandığı “asabiyet” kavramı İbn Haldun’un medeniyet (“umran”) teorisinin temel kavramlarından biridir.
Günümüzün sosyal bilimcileri tarafından “ilk sosyolog” diye selamlanan İbn Haldun 14. yüzyılda kaleme aldığı Mukaddime isimli meşhur eserinde “aynı toplumsal gruba aidiyetin insanlar arasında oluşturduğu bağlılık duygusundan” bahseder. Tunuslu düşünürün “asabiyet” olarak adlandırdığı bu duygu toplumsal dayanışmayı ortaya çıkararak yabancı topluluklara karşı savaşma gücü verir topluma.
Ancak aile bağına, soy ortaklığına yani kandaşlığa bağlı asabiyet kentli olmayan, ilkel seviyede bir ekonomik ve sosyal hayat sürdüren göçebe (“bedevi”) topluluklar için olumlu anlam taşır. Çünkü onları toplumsallaşmaya yöneltir. Ama şehirlileşmenin ve karmaşık ekonomik ilişkilerin ortaya çıktığı daha ileri bir sosyolojik aşamada Mukaddime yazarının “sebep asabiyeti” dediği, daha kuşatıcı bir aidiyet duygusunun devreye girmesi gerekir. Şehirlileşmiş toplulukların soy birliğine dayalı bir aidiyet duygusuyla ayakta durması mümkün değildir çünkü.
Yani göçebe kabilelerin sosyalleşmesi ve daha ileri bir sosyolojik aşamaya geçmeleri için önem taşıyan soy birliğine dayalı aidiyet duygusu, bugünkü terimlerle söyleyecek olursak “etnik milliyetçilik”, gelişmiş şehirli toplumlarda ise tam aksine zararlı ve yıkıcı etkilere yol açabilir.
İbn Haldun’un nesep asabiyeti ve sebep asabiyeti ayrımı, bağlamları farklı olmakla birlikte, Bediüzzüman Said Nursi’nin kullandığı “müspet milliyetçilik”, “menfi milliyetçilik” tabirlerini de akla getiriyor. İlki farklılıkları kucaklayan, birleştirici milliyetçilik. Diğeri ise tam aksine ayrıştırıcı milliyetçilik anlayışı.
Başbakan Erdoğan da daha önceki bazı konuşmalarında aynen bu kelimeleri kullanarak “müspet milliyetçilik-menfi milliyetçilik” ayrımı yapmıştı.
Bu ayrımı yapmak önemli. Zira biraz da kitaplardaki tanımından dolayı, milliyetçiliğin ayrıştırıcı olması gerektiğini düşünüyoruz. Evet, ayrıştırıcı milliyetçilikler var. Mesela bu ülkede yaşayan insanları Kürt, Arap, Çerkez, Gürcü, Arnavut vs vs... diye ayrıştıracak olan etnik milliyetçiliklerdir. Ama etnik kimlikleri kendi zenginliği olarak gören ve millet adı verilen bütünlüğün tarihi süreçte işte bu etnik toplulukların ortak kültür temelinde kaynaşmasıyla oluştuğunu kabul eden bir milliyetçilik “bütünleştirici”olur.
İlaveten, millet adı verilen kuşatıcı yapıyı toplumsal/siyasal birim olarak benimseyen anlayışın feodal kültüre nispetle daha gelişkin bir toplum aşamasını temsil ettiğini (veya en azından günümüzün şartlarına daha uygun olduğunu) kabul etmek gerekir.
Sosyolojik ayrımlar açısından bakmadan farklı milliyetçilik anlayışlarını değerlendirmek ciddi bir hata olur.
Milliyetçiliği İslam açısından yorumlayanların da hiç değilse kavramın lügat anlamıyla toplumsal anlamı arasındaki farka dikkat etmeleri gerekiyor.
İslam ırkçılığı, kabileciliği yani tabiri caizse etnik milliyetçiliği reddediyor. Belirli bir soydan gelmenin kişilere veya topluluklara üstünlük kazandırdığı anlayışına karşı çıkıyor.
Farklı etnik toplulukların ortak bir kültür içinde ve ortak idealler çevresinde kenetlenmesine, insan topluluklarının kabile aşamasından millet aşamasına geçmesine itiraz değil bu.
Tam tersi.


Türkiye’nin yüzde kaçı Türk?

Etnik hassasiyetlerin yüksekliği sosyolojik anlamda geri kalmış topluluklara özgü bir hastalık belirtisi. Toplumsal aidiyetlerimizin sosyoekonomik aşamaları göz ardı edilemez çünkü. Mesela toplumsal gelişmenin başlangıcında, yani insanların göçebe veya yarı-yerleşik aşiret veya kabile düzeninde tarım ve hayvancılıkla iştigal ederek hayatlarını sürdürdükleri dönemlerde ihtiyaç duydukları topluluk dayanışması için kan bağının önemi ve değeri vardı. Ama şehir hayatına geçmiş ve daha karmaşık bir ekonomik düzen içinde varlığını sürdüren toplumların ihtiyaç duydukları dayanışma ruhunu kan bağının sağlamasına imkân yok.
Kabile veya aşiret kimliğinin bir ileri aşamasında “etnik kimlik” yer alıyor. Aynı dili konuşan, aynı soydan gelen ve aynı sosyo-ekonomik şartlar içinde yaşayan akraba toplulukların üst kimliği...
Aynı sosyo-ekonomik şartlarda yaşayan ve gerek kültürel gerekse politik başka ortak paydalara sahip farklı etnik toplulukların birleşmesiyle oluşan daha geniş ve daha ileri bir üst kimlik daha var. Onun da adı millî kimlik. Ayrıca millî kimlikleri de birleştiren daha üst kimlikler -”medeniyet kimliği”- de var. Ama millî kimlikler gibi “politik aidiyet” oluşturmuyor medeniyet kimlikleri henüz. O yüzden sadet dışı.
Bu noktada Türkiye’de yaşanan millî kimlik-etnik kimlik tartışmalarına bakacak olursak burada sosyo-ekonomik problemlerden ziyade düpedüz kafa karışıklığı gözlemliyorsunuz. Bu kitlesel kafa karışıklığının sebebi aynı kavramların birden fazla anlamda kullanılması olabilir mi? Mesela bugünlerde “anayasadan etnik kimlik ifadelerinin çıkarılması” diye bir konuyu tartışıyor kamuoyu. Benim bildiğim kadarıyla anayasada etnik kimlik ifadesi yok. Metnin birçok yerinde “Türk milleti” ifadesi geçiyor ki bu da 66. maddede, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesiyle tanımlanmış durumda.
Gerçi 1961’e kadar yürürlükte olan 1921 anayasasındaki “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” tanımı daha anlaşılır ama şimdiki anayasa metnindeki ibareyi de etnik kimlik ifadesi saymak fazlaca zorlama.
Buna rağmen bazılarımız Türk adlandırmasının etnik kimlik anlamı taşıdığını düşünüyor. Çünkü 1930’larda toplumun homojenliğini sağlamak adına etnik kimliklerin inkâr edilip Türklüğün bir etnik kimlik olarak konumlandırılması bütün ayarları bozdu.
Oysa cumhuriyetin kuruluşunda Türk bu ülkede yaşayan bütün etnik kimliklerin beraberce oluşturduğu milletin adıydı. Osmanlıdaki “İslam Milleti”nin diğer adı... Öyle ki Yunanistan’la yapılan nüfus mübadelesinde ana dili Türkçe olan Karamanlı Hıristiyanlar Yunanistan’a gönderilmiş, ana dili Türkçe olmayan Balkan Müslümanları Türkiye’ye getirtilmiştir.
1930’lardaki yanlış politika uzun süre devam etmedi. Ama etkileri kalıcı oldu. Çünkü etnik hassasiyetler bir kere kaşındı mı kolay kolay iflah olmuyor. Dolayısıyla artık adını ne koyarsanız koyun bazılarını bir “millet kimliği”ni benimsemeye ikna edemezsiniz.
Sadece etnik milliyetçilik davası güdenler değil, sözüm ona Türk milliyetçiliğini savunanlar arasında da Türklüğün tanımı konusunda kafa karışıklığının izleri görülebiliyor. Mesela saygın bir eski siyasetçimiz geçenlerde “yeni anayasada Türk kelimesi çıkarılırsa bu ülkeyi terk ederim, çünkü artık bu ülke benim ülkem olmaktan çıkar” demiş.
Bu tepki anlaşılabilir bir tepki, çünkü bir milletin kendi adını telaffuzu sakıncalı bir kavram olarak görmesi gerçekten de cinnet alameti olabilir ancak. Ne var ki eski siyasetçimiz sözlerinin devamında, “yüzde 80 i Türk olan bir ülkede Türk Milleti ifadesinin çıkarılmasını kabul edemeyiz” diyor.
Ülke nüfusunun “sadece” yüzde seksenini Türk kabul eden bir anlayışla kimlik meselemizi çözemeyiz. Bu çok açık. Geriye kalan yüzde yirmiyi Türk saymıyorsanız, bu Türk saymadıklarınızın da “anayasada etnik kimlik ifadesi var” deme hakları doğar.
Yıllardan beri “Kürt meselesini çözebilmek için önce Türk meselesini çözmemiz lazım” derken bu duruma işaret ediyoruz. Yapılması gereken Türk adının kaldırılması falan değil, doğru düzgün yeni baştan tanımlanması olmalı.
Yoksa etnik milliyetçiliklerin önünü alamayacağız; tarih öncesi çağlara geri dönercesine kan bağı, soy birliği gibi ilkel kavramlar etrafındaki tartışmalarla vakit kaybedeceğiz.

Hiç yorum yok: