Mardin eski Milletvekili Nurettin Yılmaz'ın anıları çok tartışılacak.
Eski Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz yakında yayımlanacak olan ve ilk kez Yeni Aktüel okurlarıyla paylaştığı anılarında bilinmeyen pek çok olayı tüm ayrıntılarıyla anlattı. Kürt sorununun 1959'da gerçekleşen 49'lar Olayı'yla başladığını belirten Yılmaz, Süleyman Demirel'in kuracağı hükümete destek vermesi karşılığında önerdiği ömür boyu milletvekilliğini reddettiğini açıkladı. İşte KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın Rumlara ait Maraş'taki villaları Türk parlamenterlere hediye etmek istemesinden Turgut Özal'ın Irak'ı da kapsayacak Türk-Kürt Federasyonu planına kadar birçok olayın perde arkası.
1973'te CHP'den, 1977'de bağımsız, 1987'de ANAP'tan Mardin milletvekili olarak TBMM'ye girenNurettin Yılmaz şu sıralarda anılarını yazıyor. 1959'da Türkiye'nin ilk Kürt hareketi sayılan 49'lar Olayı'nda yer alan, 12 Eylül'den sonra Barış Derneği Davası sanığı olarak İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde, ardından Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nde tutuklu olarak yargılanan, Diyarbakır Cezaevi'nde ağır işkence gören, insanların işkence ve baskıyı protesto etmek için kendilerini diri diri yakmalarına tanıklık eden Yılmaz birbirinden çarpıcı anılarını Yeni Aktüel'e anlattı.
* 49'lar Davası'na adı karışanların bazıları, sonraki yıllarda Türk solu içinde yer alıp Kürt siyasi hareketinin önemli figürleri oldu. 49'lar Olayı günümüz Kürt siyasal hareketinde ciddi bir dönüm noktası mıdır?
- 49'lar Olayı'ndan önce Türkiye'de Kürt sorunu diye bir sorun adeta yoktu. Aslında vardı da, buzdağının altında kalıyor, görünmüyordu. Zaman zaman devlet yetkilileri "sorunlar şiddetle çözümlenemez" diyor. Evet doğrudur. İyi ama 49'lar tutuklandıklarında silahlı değillerdi ki! Hiçbirimizin ne silahı vardı ne de şiddete başvurmuştuk. Sadece Musa Anter'in "Kımıl" adlı şiirinden dolayı tutuklanmasını telgraflarla protesto etmiştik. Bir de o sırada Irak'ta general Abdülkerim Kasım, Kral Faysal'ı silahlı darbeyle tahttan indirmişti. General Kasım, yardımlarına karşılık Kürtler'e kuzeyde Kerkük'ün de yer aldığı bir otonom bölge sözü vermişti. Daha sonra sözünden cayınca Barzani de Irak'ı terk etti. O sırada bir kasabada kavga çıkmış ve aralarında Kürtler'in ve Türkmenler'in yer aldığı birkaç kişi hayatını yitirmişti. Bunun üzerine CHP Niğde Milletvekili Asım Eren, dönemin başbakanı merhum Menderes'e "Irak'ta Kürtler Türkmenleri katlediyor. (Öyle bir şey yok, ama o öyle diyor.) Türkiye'de buna misillemede bulunmayı düşünmüyor musunuz" diye soruyor. Yani "Irak'ta Kürtler Türkmenler'i katlediyor, o halde bizim de burada Kürtler'i katletmemiz gerekir" demeye getiriyor. Bunun üzerine 100 kişilik bir topluluk olarak Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'nde toplandık. Sonunda Musa Anter'in tutuklanması ve İleri Yurt Gazetesi'nin kapatılması dolayısıyla ilgili mahkemeyle Baro'ya, Asım Eren'in soru önergesiyle ilgili olarak da tüm devlet ricaliyle Ankara'daki bütün yabancı ülke büyükelçiliklerine protesto telgrafı çekmeyi kararlaştırdık. Masum bir protestoydu bizimki. Ne silah, ne şiddet vardı. Buna rağmen hepimiz tutuklanıp ağır baskı ve cezalara çarptırıldık. Aslında CHP, hemen orada Niğde Milletvekili Asım Eren'i ihraç etseydi, 49'lar Olayı olmazdı.
Demirel'den ömür boyu milletvekilliği teklifi
* 1977'de Ecevit'in başında yer aldığı CHP adaylığınızı veto edince seçime son anda katılıp Mardin'den bağımsız milletvekili seçilmiştiniz. Veto edildiğiniz halde neden 1978 başında 2. MC Hükümeti yerine Adalet Partisi'nden ayrılan 11 milletvekiliyle kurulan CHP hükümetini desteklediniz?
- O tarihte Meclis'te bir oyun çok büyük önemi vardı. Bir tarafta CHP ve 11'ler, diğer tarafta Adalet, Milli Selamet ve Milliyetçi Hareket partilerinin yer aldığı MC! İki taraf da 221 milletvekiline sahipti. Ölümler sonucu beş milletvekilliği boşalmıştı. Meclis Başkanı da tüzük gereği oy kullanamıyordu. Bu yüzden ben ve diğer bağımsız Batman millet vekili Abdülkerim Zilan'ın tavrı her iki kanat için hayati önemdeydi. Hangi tarafa meyletsek o taraf hükümet kurabiliyordu. Veto edildiğim için Ecevit'e ve CHP'nin ileri gelenlerine küsüm. Ecevit, Adalet Partisi'nden 11 milletvekilini ayartmış, her birine bir bakanlık vermiş, hükümet kuracak. Ancak sayı yetmiyor, desteğime ihtiyaçları var. Gel gelelim benim desteğimi istemeye de yüzü yok. Bunun üzerine bir araştırma yapıyorlar ve merhum gazeteciler Mustafa Ekmekçi ve Uğur Mumcu ile iyi ilişkilere sahip olduğumu öğreniyorlar. Ecevit ikisinden de rica ediyor ve "Nurettin Yılmaz'a söz söyleyecek yüzüm yok. Gidip benim adıma ricada bulunun; gelsin, konuşalım" diyor. Rahmetli Ekmekçi ve Mumcu bana geldi ve bunu söylediler. Onları kıramadım. Birlikte Ecevit'e gittik. "Beyefendi beni veto ettiniz. Buna rağmen sırf solcu olduğunuz için size destek vereceğim" dedim. Ecevit çok sevindi, beni merdivenlerin son basamağına kadar inerek yolcu etti.
* 1979'da Süleyman Demirel'in kurmak istediği 3. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti'ne destek vermeniz halinde ömür boyu milletvekilliği ve bakanlık teklif ettiğini anlatıyorsunuz…
- Kuşadası'nda tatil yapıyordum. Abdülkerim Zilan (eski Siirt ve Batman milletvekili, 1977 Genel Seçimi'nden sonra CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından kurulan ancak güvenoyu alamayan 40. Hükümet'in Bayındırlık Bakanı) aradı ve acele olarak Ankara'ya dönmem gerektiğini söyledi. Döndüm, "Nedir bu kadar acil mesele" diye sordum. "Başımıza devlet kuşu kondu; Demirel, hükümetine vereceğimiz destek karşılığında ömür boyu milletvekilliği ve bakanlık teklif ediyor" dedi. Bayındırlık ve Köy İşleri bakanlıklarının birini bana, diğerini Zilan'a verecek. Öyle anlaşmışlar. Beni de ikna edebilse hemen üçüncü MC'yi kuracak. Zilan'a çok kızdım, "Benim adıma nasıl söz verebiliyorsun" dedim. Demirel'li, Erbakan'lı, Türkeş'li bir hükümeti asla içime sindiremeyeceğimi, böyle bir hükümet oluşumuna destek verirsem seçmenlerimin karşısına çıkacak yüzü bulamayacağımı söyledim. Zilan çok güç durumda kalmıştı. Bana "Hiç olmazsa gidelim, bu işin olamayacağını kendin söyle" dedi. Gittik. Zilan'a söylediklerimi Demirel'e de söyledim ve bir MC hükümetine destek vermemin mümkün olamayacağını tekrarladım. Demirel bunun üzerine "Peki mevcut hükümetten (Ecevit hükümeti) memnun musunuz" diye sordu. "Hayır, değilim" deyince "O halde" diye üsteledi. Bunun üzerine Demirel'e, "Beyefendi, ben ne bakanlık, ne de milletvekilliği istiyorum. Sadece kuracağınız hükümetin programına TCK'nın 141, 142 ve 163'üncü maddelerinin kaldırılacağı taahhüdünü koyun, ben de size seve seve oy vereyim" dedim. Demirel "Bu taleplerinizi hükümet programına hiçbir şekilde koyamam" deyince yerimden doğruldum ve "O halde konuşulacak bir şey kalmadı" deyip müsaade istedim.
"Ersever'i eleştirince tehdit mektupları aldım"
* Kitapta, Susurluk skandalında adı geçen Binbaşı Ahmet Cem Ersever'le ilgili bir anınız var. Anlatır mısınız?
- O tarihte Cem Ersever hakkındaki şikayetler çoğalıyordu. Bir süre sonra otomatik silahla Silopi Çarşısı'nı rastgele taradığı haberi geldi. Silopi'ye gittim. Bir jandarma eriyle bir esnaf arasında tartışma çıkmış. Herhalde jandarma görevlisi esnafı dövmeye kalkışınca diğer esnaf müdahale etmiş, jandarmayı engellemişler. Bu da gidip karargâhta anlatmış. "Vay sen misin askerimi tartaklayan" deyip ilçe çarşısını rastgele taramış. İlçede Atatürk büstü var. Önündeki meydanda kürsüye çıktım ve Ersever'in icraatlarını eleştirdim. Bir ara bir vatandaş paçalarımdan tutup çekiştirmeye başladı. "Ne var" diye sorduğumda, "Cem Ersever bize doğru geliyor, aman bizi taramadan kaçalım" demez mi? Tabii meydandan kaçmadığım gibi Ersever'e doğru bakarak eleştirilerimi daha üst perdeden dile getirdim. Vatandaşın korktuğu başına gelmedi, Ersever kalabalığı taramadı ama Ankara'ya döndükten sonra birçok tehdit mektubu aldım.
* Mektuplar nereden geliyordu, altında imza var mıydı?
- Ankara'dan, Bursa'dan ve daha birçok değişik yerlerden postaya atılan tehdit mektuplarında imza yoktu ve "Vatan haini, ölümüne susadın, cezanı bulacaksın" gibi ifadeler taşıyordu.
* Diyarbakır Cezaevi'nde size ve diğer tutuklulara işkence yapanların cezalandırılması için, 12 Eylül'ün etkisi geçip milletvekili olduktan sonra herhangi bir girişimde bulundunuz mu?
- Biliyorsunuz, 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler yargı önüne çıkmamak için Anayasa'ya özel madde koydu. Kaldı ki sivil idareye geçildikten sonra da darbecilerden oluşan MGK'nin etkisi uzun süre devam etti. Geride kalanlar gardiyandır, üsteğmendir, çavuştur, askerdir. Onlar da tanınmamak için kod adı kullanıyordu. İşkence sırasında da gözlerimiz bağlıydı. Hiçbirini tanıma şansımız olmadı. Bir tek cezaevi komutanı yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran'ı tanıdık. O da biliyorsunuz sonradan itirafçı olan ve PKK'dayken "General Zinnar" kod adıyla tanınan Alaattin Kanat tarafından İstanbul'da bir belediye otobüsünün içinde öldürüldü. Yıldıran'ın yaptırdığı insanlık dışı baskı ve işkenceler sonucunda 75 tutuklu cezaevinde can verdi. Kimi açlık grevinde, kimi aldığı darbelerden, kimi çeşitli intihar biçimleriyle yaşamını yitirdi. Cezaevinden sağ çıkmayı başaranların çoğunda kalıcı sağlık sorunları baş gösterdi.
* Diyarbakır Askeri Cezaevi'ndeki işkenceler sizde fiziki iz bıraktı mı?
* Cezaevinden çıktıktan sonra aylarca tedavi gördüm. İşkenceler, baskılar, hakaretler fiziğimden çok ruhumda iz bıraktı. Mesela 30 kişilik askeri cemselere 60-70 kişiyi balık istifi gibi yerleştiriyorlar. Ellerimizde, kollarımızda zincirlerle birbirimize bağlıyız. Araç 100 kilometre süratle gidiyor. Birden zınk diye duruyor. O sert duruşun etkisiyle zincirler damarlarımızı paramparça ediyordu. Her seferinde kan revan içinde kalıyorduk. Cezaevine dönünce tedavi etmek de yok. Tersine duvarın önüne dizip makatımıza cop sokuyorlardı. Bir devlet kendi vatandaşına böyle bir muameleyi reva görür mü?
"Devletin bana özür borcu yok mu?"
* Diyarbakır Askeri Cezaevi'nden çıkanların çoğu dağa gidip PKK'ya katıldı. Sizin aklınızdan da dağa çıkmak geçti mi?
- Bütün samimiyetimle söylüyorum. Evli olmasaydım, yedi çocuğum olmasaydı ben de devlete karşı silahlanır, dağa çıkardım. Geçenlerde gazetede okudum: Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ "Dağa çıkmayı engelleyemedik. Bu konuda başarılı olamadık" diyordu. Size bir örnek vereceğim. Benim oğlum Mehmet İhsan Yılmaz, 1997'de Kıbrıs'taki bir üniversitede okuyordu. 1 Mayıs gece yarısı oda arkadaşı aradı, "İhsan'ı 1 Mayıs gösterileri nedeniyle polis götürdü" dedi. Geçmişte parlamenter olarak birçok kez Kıbrıs'a gitmiştim. Hatta bir defasında parlamento heyeti olarak gittiğimizde o zamanın KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, biz heyet üyelerine Maraş'ta Rumlar'dan kalan villaları hediye etmeye kalkışmış, ben karşı çıkmıştım. "Elinde o insanların vekaleti mi var? Bu gasptır sayın cumhurbaşkanım" diyerek ben almayınca diğerleri de almaya cesaret edememişti. Bu yüzden istemeden de olsa Denktaş'ı aradım ama sesinin tonu dostça değildi. Belli ki bana kızgınlığı sürüyor. Oğlumun polis tarafından götürüldüğünü, akıbetinin meçhul olduğunu, yetkililerden bilgi alamadığımı söyledim. "Bakanlar Kurulu kararıyla 50 arkadaşıyla birlikte sınır dışı edildi, şu anda Mersin'e varmak üzeredir" dedi. Ertesi sabah Mersin Emniyet Müdürü'nü aradım. Bana anlattığı aynen şu: "Efendim hiçbir gerekçe ileri sürülmeksizin oğlunuzun da dahil olduğu 51 Doğu ve Güneydoğulu öğrenci sınır dışı edilmiştir." Daha sonra sınırdışı yazıları da geldi, hiçbir gerekçe yok. O sırada Hikmet Çetin Dışişleri Bakanı'ydı. Rica ettim, Denktaş'la görüştü. Sınırdışı kararı kaldırıldı ve oğlum öğrenimine devam etti. Sayın İlker Başbuğ'a şöyle seslenmek istiyorum: Tabii dağa çıkmayı engelleyemezsiniz sayın Paşam. Ben bir parlamenter olarak ve tesadüfen Dışişleri Bakanı olmuş bir hemşerim vasıtasıyla kararı geri aldırıp oğlumu okuluna döndürebildim. Peki ya o Batmanlı, Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu 50 Kürt genç ne oldu dersiniz? Sakın hiçbir sebep yokken eğitimleri engellendi, istikballerine mani olundu diye, devlete karşı hınç duyup dağa çıkmış olmasınlar? Ne acı ki vatan haini olmakla suçlanan, dışlanan ve sınırdışı edilen oğlum, vatani görevini yapmak üzere askere giderken trafik kazası geçirip yaşamını yitirdi. Bu devletin bana bir özür borcu yok mudur?
* Bülent Ecevit, Erdal İnönü ve Turgut Özal'la birlikte politika yaptınız. Her üç lideri, Kürt sorununa yaklaşımlarıyla değerlendirir misiniz?
- Ecevit'in Kürt sorununa yaklaşımı pozitif değildi. Bir Kürt sorunu olduğunu bile kabul etmiyordu. Erdal İnönü de iyi bir insandı, hümanistti; fakat Kürt sorununu kabul etmiyordu. Daha sonra Paris'teki Kürt Konferansı'na gittiler diye yedi Kürt kökenli milletvekilini SHP'den ihraç etti. Gazeteciler Özal'a sordu: "Nurettin Yılmaz konferansa katılsaydı partiden ihraç eder miydiniz" diye. Özal "Hayır, etmezdik" dedi. Bayan Mitterand, Türkiye'ye Saddam zulmünden kaçan Iraklı Kürtleri ziyarete gelmişti. Özal'a gidip "Ben de gidebilir miyim" diye sordum. "Tabii gidebilirsin. Asıl gitmezsen görevini yapmamış sayılırsın" dedi. Özal Kürt sorununa çok sıcak bakıyordu, federasyonu savunuyordu.
* Özal, federasyonu tartışmaya açtı fakat tepki görünce geri adım attı.
- Efendim Türkiye'deki bazı kalemşörler öyle bir tepki gösterdi ki ister istemez geri adım attı. Aslında Türkler'le Kürtler'in bir federasyon çatısı alında olmasını çok istiyordu. Bu düşüncesini bana açık açık anlattı. "Böyle bir federasyon yapısı hem Türkler'in, hem Kürtler'in, hem de Irak'taki Türkmenler'in yararına olur" diyordu. Ben de gülümseyerek "Hem de Türkiye, Kerkük'teki petrol yataklarına konar" dedim. "Her anlaşmada taraf devletlerin mutlaka kazançları olur" diyerek bu görüşümü destekledi. Özal, çok zeki ve ileriyi gören bir devlet adamıydı. Federasyon isterken çok haklıydı. Dediği gibi bir birleşme olsaydı bugün belki binlerce insanımız ölmezdi. Ama öyle bir tepkiyle karşılaştı ki, deyim yerindeyse söylediğine pişman ettiler onu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder