Al karısı, Kırım cazısı, erlik, kapos, arap, arvağı, dohsun duyar...
Nelerden korktuğumuz sorulsa, birçoğumuz cinlerin adını veririz kuşkusuz. Ama adını bile duymadığımız onlarca yaratık çağlar boyu Türkler'i korkudan tir tir titretmiş. Doğum sonrası depresyonu bile 'şarlatanlar'dan bilinmiş. Kaynanalar geceleri cazı olup torunlarını öldürmüş. Kuyulardan çıkan Şubat Karısı çocuklara, Kara Kura iseerkeklere musallat olmuş… Yani ne kötülük varsa kadınlardan mı bilinmiş?.. Yok, kötülüklerin bir babası var: Erlik.
Cinli film Musallat'ın yönetmeni Alper Mestçi "Türk insanı şeytan, vampir ya da kurt adamdan korkmaz. Bir vampir gece yarısı Taksim'de yalnız dolaşmaya kalksa çok pis dayak yer" demişti. Bu yılbaşı bir kez daha kanıtlandığı üzere "Taksim korkusu" konusunda Mestçi haklıydı; bizi korkutsa korkutsa ancak bir "üç harfli", yani cin korkutabilirdi. Peki İslamiyet cinleri korku dağarcığımıza çekmeden önce acaba nelerden korkuyorduk? Türkler'i tarih boyunca en çok neler titretmiş diye araştırırken karşımıza Yrd. Doç. Dr. Muharrem Kaya'nın Bağlam Yayınları'ndan 2007'de çıkan"Mitolojiden Efsaneye Türk Mitolojisinin Türkiye'deki Efsanelerde İzleri" kitabı çıktı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nde halk edebiyatı ve halk bilimi dersleri veren Kaya, İslamiyet öncesinden bugüne kadar getirdiğimiz, Anadolu'da hâlâ batıl inanış olarak sıkça rastlanan, uykuları bölen korkularımızı deşmiş. 410 kaynak kitaptan faydalanılarak yazılan eser tam bir arşiv niteliğinde.
Depresyon mu? Al Karısı mı?
Kitapta geniş yer verilen korku karakterlerinden biri Al Karısı. Lohusa kadını ve bebeği öldürüp ciğerlerini suda yıkayıp yediğine inanılan bu kötü ruh, doğum sonrası depresyonunu açıklayamayan eski insanların hayal güçlerinden doğmuş gibi görünüyor. Albastı olarak da anılan Al Karısı kara ve sarı olmak üzere ikiye ayrılıyor. Hoppa ve şarlatan diye de adlandırılan sarı albastılar hoca, baksı ve şaman gibi alim insanların dualarıyla insanlardan uzaklaştırılabiliyor. Kara albastılar ise ancak kendilerini görebilen askerlerden, demircilerden ve tüfek sesinden korkuyor. Al Karısı'nın evde kalmış kızlardan türediğine inanılıyor ve boğmasın diye loğusa yalnız bırakılmıyor. Al basmasın diye Hakkari'de yorgana iğne batırılıyor, loğusa yatağı yanına süpürge konuyor. Iğdır, Ağrı, Van, Hakkari, Muş ve Malatya çevresinde Al Karısı'nın ağıl, samanlık, su kenarları ve ıssız yerlerde bulunduğuna ve destursuz buralara girilmemesi gerektiğine inanılıyor. Manisa'da kapının ağzına kazma kürek konması, bir şişin üzerine elma, portakal, üzerlik otu, çörek otu ve mavi boncuk, kırmızı kurdeleyle bağlanıp lohusanın başına asılması birer korunma yöntemi. Çukurova'da ise lohusanın yatağının altına soğan, ayna, tarak, ekmek, bıçak koyup yüzünü kırmızı bir örtüyle kapatıp yatağına iğne takılıyor; etrafındaki su kaplarının ağzı da kapanıyor. Zira Al Karısı'nın kuş şeklinde gelip suya boncuk atacağına, o sırada çocuğun öleceğine inanılıyor.
Çocukları öldüren babaanneymiş!
Türk korku karakterlerinde dişi yaratıkların başı çektiği gözleniyor. Örneğin yeni doğan çocuklara musallat olan kötü ruhların, örümcek kılığına girebilen babaanne veya hala olduklarına dair anlatılar var. Örneğin bir doğu Karadeniz hikâyesinde olduğu gibi… Dört çocuğu da bilinmeyen bir sebepten ölen adam beşinci çocuğunun başından ayrılmaz. Bir gece bacadan aşağı inen bir yaratığın bebeğin yanına gittiğini görür. Adam yaratığı döver, kolunu bacağını kırar ama yaratık kaçmayı başarır. Adam sabahleyin yatağından kalkamayan annesini uyandırmaya çalışır. Yaşlı kadın oğluna gece evire çevire kendisini dövdüğünü söyler. Adam bebeklerini öldürenin kendi annesi olduğunu anlar.
Urfa'da yaygın olan Şubat Karısı efsanesinde ise her yılın şubat ayında evlerin bahçesindeki kuyulardan çıkan kötü bir cadının çocukları bir yakınının sesiyle kuyuya çağırdığı, sonra da onu kuyuya çekip boğduğu anlatılıyor. Doğu Karadeniz'de anlatılan Mayısa da dişi; alevden saçları olan bir yaratık. Issız yerlerde yaşıyor, yaylalarda insan kılığında yağ satıyor. Ondan alınan yağ yedi dere geçince insan pisliğine dönüşüyor. Akçaabat'ta da tarladaki ürünlerin bereketini çalan, beşikteki bebeklerin canını alan Kırım Cazısı (cadısı) diye isimlendirilmiş kötü ruhlu kadınlardan söz ediliyor. Kara Kura denen bir diğer yaratıksa kedi büyüklüğünde bir keçiye benziyor, boğmak için geceleri erkeklerin üzerine çullanıyor.
Neden eşikte durulmaz?
Eski Türkler yeraltını kötülüğün başlangıcı olarak görüyordu. Erlik, eski Türk inanışlarında yeraltındaki ruhların başı kabul edilirdi. Kendisine kurban verilmezse insanların canını alıp yeraltına indirip hizmetçi olarak kullandığına inanılırdı. Bazen de insanlara kötülük yapsınlar diye yeryüzüne gönderirdi. Erlik atletik yapılı, yaşlı, kara gözlü, dizlerine kadar uzamış ikiye ayrık sakallı, köpeğin azı dişi gibi bıyıklı, tokmak çeneli, ağaç kökleri gibi boynuzlu ve kıvırcık saçlı tasvir edilirdi. Yeraltında kara çamurdan yapılmış bir sarayda yaşadığı düşünülürdü. Sarayı insanların gözyaşlarından oluşmuş dokuz nehrin birleştiği yerdeydi. Nehrin üzerinde at kılından bir köprü bulunurdu; yeraltından kaçmaya çalışan canlar köprüden geçerken Erlik köprüye basar ve onları suya düşürür, su da onları Erlik'in kucağına teslim ederdi. Akşamüzerleri akciğer kanı içen Erlik kel öküze binerdi. Demir başlı yedi oğlu vardı. Oğulları kapı eşiklerinde dururdu. O nedenle günümüzde hâlâ eşiğe basmak pek çok yörede iyi olarak görülmez.
Ve karabasanlar…
Türk korku karakterleri arasında 'karabasanlar' çok popüler. Örneğin Kamos, Harput çevresinde faaliyet gösteren kötü bir ruh. Onun yalnız başına uyuyanlara ağırlığıyla çöktüğüne, insanları çarpıp öldürdüğüne inanılıyor. Cüce veya kara kedi gibi gözüküyor. Kamos'un bastığı kişi kanının çekildiğini sanıyor. Kamos'un börkünü (şapkasını) kapanların elinde börk kadar altın kaldığına inanılıyor. Sivas'ta da simsiyah bir gölgeye benzeyen, insanı göğsüne bastırarak nefessiz bırakan Enkebir'den ve Hıbilik'ten söz ediliyor. Hıbilik'in kendisini yakalayana altın verdiğine dair anlatılar da mevcut. Hayvan görünümlü veya yarı hayvan, yarı insan şeklindeki yaratıklar da Anadolu'nun korku dağarcığında önemli bir yere sahip. Tekirdağ'da derlenen iki efsanede zincirli manda ve zincirli inek şeklindeki şeytanların gece önüne çıkan insanları kaçırdıkları anlatılıyor. Trabzon'da derlenen bir efsanedeyse Kara Koncolos adlı yarı hayvan, yarı insan, kıllı vahşi bir yaratıktan bahsediliyor. Kapos veya Kepoz adıyla bilinen ve Elazığ'da anlatılan bir başka efsanevi yaratıksa çeşitli hayvan kılıklarına girip insanları korkutuyor; bir insanın kılığına da girip o kişinin yakınlarını kandırıp öldürebiliyor.
Hayvanlar arasında da yılan önemli bir korku unsuru. Sivas'ın Şarkışla ilçesi Gücük köyünde derlenen ev yılanı efsanesinde evin gelininin evde yaşayan kara yılanı öldürmesi üzerine yaşananlar anlatılıyor. Yılan öldürüldüğü zaman kendisini öldürenin resmi gözünde kalırmış. Yılanın eşi böylelikle onu kimin öldürdüğünü öğrenirmiş. Gelin o gece öldürdüğü yılanın eşi tarafından ısırılıp zehirlenir ve ölür. Şarkışla'da yılanların eşiyle birlikte öldürülmesi gerektiğine inanılır. Eğer teki öldürülürse gözüne un sürülmelidir, böylelikle eşi öldürülen yılanın un çalarken yani hırsızlık sonucu öldürüldüğüne inandırılır ve kimseyi zehirlemeden evi terk eder.
Çevreci ruh Talay Kan
Eski Türkler dağ, taş, tepe, kaya, vadi, ırmak, mağara, ağaç, göl, deniz, demir ve kılıcın birer ruhu olduğuna inanıyordu. Özellikle taş, eski Türkler'de pek çok efsaneye malzeme olmuş. Ağrı'da çocuk boncuğu adlı taşla ilgili inanç hayli ilginç. Bu taş kayısı büyüklüğünde, şeffaf ve rengarenk. Bu taşın çocukların öldürülmesinde kullanıldığına inanılıyor. Taş sahibinin o taşı bir çocuğun üstünde sıkması halinde o çocuk ölürmüş! Eğer çocuğun evinde de o taştan varsa bir tesiri olmuyor. Taşın bu olağanüstü gücü çocuğa kırkı çıkıncaya kadar tesir ediyor. Bu yüzden Ağrı'da kimse kırkı çıkmamış çocuğu konu komşuya göstermez.
Eski Türk inanışlarında hastalıklar da gökyüzündeki kötü ruhların işi olarak görülüyordu. Örneğin Hagdan Buuray Toyon bel bükülmesi ve kamburluğu, Dohsun Duyar deliliği, Çaaday Bolloh ayak ve göz hastalıklarını, Kere Ubahalaah Hotun baş, mide, karın ve eklem hastalıklarını insanlara musallat ediyordu. İblis Kuha ve Ohol Uola ise insanlara kıskançlık, rekabet, düşmanlık ve intihar aşılayan savaş tanrılarıydı. Talay Kan ise yeryüzündeki bütün suların ve denizlerin hakimi bir ruhtu, evi 17 denizin birleştiği yerdeydi. Suyun temiz olmasından ve balığın üremesinden sorumluydu. Suyun kirletilmesini, avlanan balığın ateşe atılmasını, göllerin kurutulmasını sevmez, bunları yapanları kendisine yani suya alarak boğardı. Boğulan kurbanın akrabası da yedi gün içinde balık avlar veya sudan geçerse cezalandırılacağına inanırdı.
Öyle anlaşılıyor ki, günümüze kadar etkilerini sürdürebilmiş eski Türk inanışlarında korkular daha çok kadın ve yeraltından peydah oluyor! Korkulara karşı yapılan büyülerde de yine doğadaki, taş, ot, su gibi materyaller kullanılmış.
'Altın Pusula'dakiler arvağı mı?
Eski Türk inanışlarında şamanların ve bilge insanların hayvan şeklinde arvak (cin, eş) denen bir ruhu olduğuna inanılırmış. Geyikli babanın geyiğe binerek gezmesi, Hacı Bektaş Veli'nin şahin olup uçması arvak ile bağlantılıdır. Harput'ta "Ne biçim kişiymiş ki ağırlığı (arvağı) beni bastı, fikrini sözünü kabul ettirdi" deyişi bu inanışının devamıdır. Vizyondaki "Altın Pusula" filmi de bu eski Türk inanışından izler taşıyor. Filmde her insanın yanında canını temsil eden ve 'cin' denen bir hayvan bulunuyor. İyilerin cini iyi hayvanlardan, kötülerinki ise pek sevimli olmayan hayvanlardan seçilmiş. Kişiye istediğini yaptırmak için cinine zarar vermek yetiyor çünkü cinin canı acıdığında sahibi olan insanınki de acıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder