21 Ocak 2013 Pazartesi

Çelişkiler ülkesi Lübnan-Lübnan ve tarihsel bir hatanın bedelleri-Taha Kılınç


Çelişkiler ülkesi Lübnan


Lübnan'a kısa süreliğine gittiyseniz, üstelik 'tur' mantığı çerçevesinde gezdiyseniz, çok şey görüp hiçbir şey görememe ihtimaliniz çok yüksek. Beyrut'un merkezindeki kafeler, ünlü saat kulesi veya şehrin 'dillere destan gece hayatı', gerçek Lübnan'ı değil, kurgu Lübnan'ı anlatır çünkü. Beyrut için yakıştırılan "Doğunun Paris'i" tanımlaması da turistik bir atraksiyondan öteye geçmez. 

Lübnan'ı gerçekten tanımak ve anlamak için, sinir uçlarına temas etmelisiniz. Lübnan'ın sinir uçlarına, yani mezhepsel ve dinsel gerilim noktalarına. Bunun için de kuzeydeki 'Sünnilerin kalesi' Trablus'tan başlamalı, küçük Hıristiyan kasabalarını gezmeli, Dürzilerin memleketlerine mutlaka uğramalı, Beyrut'u diğer yüzüyle yani varoşlarıyla görmeli, mümkünse İsrail sınırına kadar güneye inmelisiniz. 

Lübnan'ın Suriye ile kuzey sınırını oluşturan Trablus kenti, 500 binlik bir nüfusa sahip. Tamamına yakınını Sünni Müslümanların oluşturduğu kent, keşmekeşi, kuzeyinde bulunan Nehru'l-Bârid mülteci kampı, bakımsız ama koca bir tarihi bağrında barındıran çarşılarıyla görülmeye değer. Osmanlı zamanında bölgenin en önemli kenti olan Trablus, Libya'daki kız kardeşinden ayırt edilsin diye Trablusşam olarak adlandırılmış ve bilinmiş. Bu isim bugün sadece resmiyette yer alıyor. Libya'nın başkenti olan diğer Trablus'un resmi adı ise Trablusgarb. 

Trablus'un merkezindeki Sünni semti Ebu Samra, 1985'te Suriye ordusu tarafından yerle bir edilmiş. Semtte bir 'devletçik' kuran Selefi hareket Tevhidu'l-İslâmî mensupları, evlerde ve mescitlerde bombalanmış. Hatta semtin odak noktalarından birini oluşturan Mescidu'l-Kadîm, Suriye ordusu tarafından büyük oranda yıkıldıktan sonra, 2000'li yılların başında yeniden inşa edilmiş. 

Suriye ordusunun yaklaşık bir yıldır ülke içindeki muhaliflere yönelik olarak uyguladığı baskıyı, Trablus'ta yakinen hissetmek mümkün. Mescidu'l-Kadîm'deki namazlarda Esed rejimine beddualar içeren duaların edildiğine şahit olabilirsiniz. Veya İran ve Hizbullah isimlerinin açık açık geçtiği, siyasi parti mitingi havasında Cuma hutbeleri dinleyebilirsiniz. 

Trablus'tan Beyrut yönüne yarım saat kadar ilerlediğinizde, karşınıza Cubeyl kasabası çıkar. Cubeyl (ya da turistik adıyla Byblos), Şii Müslümanlarla Hıristiyanların çoğunluğu teşkil ettikleri bir kasaba. Otantik çarşıların içinden geçilerek gidilen tarihi kale ve çevresindeki bölgede Osmanlı Sultanı Abdülmecid'e atfedilmiş bir mescid de yer alıyor. Mescidin iki yanı ise kiliselerle donatılmış. 

Trablus-Beyrut yolunun başkentten önceki son durağı olan Hıristiyan kasabası Juniyeh'ten sonra artık Beyrut'tasınız. Normal zamanlarda insanı çıldırtacak derecede yoğun ve içinden çıkılmaz olan trafiği sağ-salim atlattıktan sonra 'Doğunun Paris'i'ne liman kısmından giriş yaparsınız. Solda Refik Hariri zamanında inşaatına başlanan, ancak ibadete oğlu Saad Hariri'nin açtığı Muhammedu'l-Emin Camii'ni görürsünüz. Yanı başında bulunan Katolik kilisesiyle yarışırcasına dört minareli, turkuvaz kubbeli, sarı kesme taştan yapılmış güzel bir mabettir burası. Lübnanlıların anlattığına göre, Hariri caminin inşaatı için gerekli prosedürü senelerce süren bir takibin ardından tamamlayınca, Katolik kilisesi de minarelerin boyunu aşan bir çan kulesinin inşaatı için kolları sıvamış. 

14 Şubat 2005'te Beyrut'un sahil şeridinde uğradığı bir bombalı saldırıda hayatını kaybeden Refik Hariri için, "Lübnan'ın Turgut Özal'ı" demek yanlış bir tanımlama olmaz. Kabri, Muhammedu'l-Emin Camii'nin hemen yanında yer alıyor Hariri'nin. Ancak Lübnan'daki siyasal çalkantılar o kadar derin ve kestirilemez durumda ki, Hariri için 7 yıldır herhangi bir kalıcı türbe ya da anıtmezar inşa edilememiş. İnsanlar, Refik Hariri ve aynı saldırıda hayatını kaybeden diğer 7 kişinin kabirlerini derme-çatma bir çadırın içinde ziyaret ediyor. 

Beyrut'un merkezindeki 'makyajlı' kısımları (Hamra mahallesinde 1866'da kurulan Beyrut Amerikan Üniversitesi'ni, Ravşa denilen ilginç biçimli kayaları, palmiyeli sahil yolunu) hızlı bir şekilde geçip, güney kısma geçmek gerekir, gerçek Beyrut'u görme adına. Suni Beyrut'ta vakit kaybetmek, Ortadoğu'nun gerçekliklerini de ıskalamak anlamına gelir çünkü. 

Beyrut'un güney kesimlerinde Dahiye ve Harrat Hyrek mahalleleri Hizbullah'ın kaleleridir. Mahallelerin dışında "Hezimeti tanımayan kadrolar" başlığı altında Nasrallah ve diğer önemli Hizbullah liderlerinin posterleri sizi karşılar. Daha sonra Hizbullah'ın bayrakları ve Şia'nın diğer simgelerinin hâkim olduğu bir dünyanın içine girersiniz. Artık Beşşar Esed, Hâfız Esed ve Mahir Esed fotoğraflarını sokaklarda görmek işten bile değildir. İran bayraklarını da hâkeza öyle. Suriye'de yaşananlara nispet, Hizbullah'ın mahallelerinde Esed rejimine destek gürültülü bir şekilde devam etmektedir. 

Sabra ve Şatilla kampları, Hizbullah'ın mahalleleriyle çevrilidir. Sabra'nın bir köşesinde kalan Filistin şehitleri kabristanında Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni'nin mezarı vardır. Hacı Emin, 1974'ün Temmuz ayında Beyrut'ta vefat ettikten sonra bu sakin mezarlığa defnedilmiştir. 

Şatilla kampı ise, 16-18 Eylül 1982'de Hıristiyan Falanjistlerin Filistinlilere karşı düzenlediği ve 3 bin 500 civarında insanın hayatını kaybettiği katliamın izlerini hâlâ taşıyor. Hiçbir sosyal hakkı olmayan binlerce 'sığıntı' Filistinli bu kampta güçlükle yaşamını sürdürüyor. En büyük garabet ise, 'Doğunun Paris'i' Beyrut'un merkezinden buraya gelmek için sadece on dakikalık bir yolculuk yapmanızın yetmesi. 

Hizbullah'ın mahalleleriyle Filistin kampları arasında neredeyse elle tutulur bir gerginlik vardır. Örneğin, Şatilla'nın güney çıkışında Esed bayraklarıyla Suriye rejimine destek olan Hizbullah mensuplarına rastlayabilirsiniz. 

Beyrut'un güneyinden aşağı doğru yolunuza devam ettiğinizde karşınıza önce Sayda, sonra Sur çıkar. Sayda'da görülen Sünni baskınlık, İsrail sınırına doğru yaklaştıkça, yerini Şii fanatizmine bırakır. Nihayet Güney Lübnan, artık neredeyse tamamen Hizbullah'ın hâkim olduğu topraklardır. 

Yol üzerinde Dürzi ve Hıristiyanların çoğunluğu oluşturduğu, altyapının eksiksiz biçimde var olduğu, yolları dümdüz ve engebesiz, turistik ve yemyeşil Deyr el Kamer, Beyteddin ve Muhtara bölgelerine uğrayarak yolunuza devam ettiyseniz eğer, Lübnan'ın diğer kesimlerinde gördükleriniz sizi daha da şaşırtacak demektir. 

Bütün bu karmaşık ve çelişik tabloların nasıl bir Lübnan ortaya çıkardığını ve ülkedeki yüksek gerilimi ise gelecek yazıda konuşalım… 



Lübnan ve tarihsel bir hatanın bedelleri
Tam 18 ayrı din ve mezhebe ev sahipliği yapan Lübnan, hem Ortadoğu'da 'mozaik' demeye lâyık bir ülkedir, hem de aynı zamanda bütün bu unsurların birbirinden kopukluğu nedeniyle patlamaya hazır bir barut fıçısıdır. 

Lübnan'da hangi din ve mezhepten ne kadar insanın yaşadığına dair elimizde somut bir veri bulunmuyor. Örneğin, Lübnan'ın nüfusuyla ilgili bir araştırma yapmaya kalkıştığınızda, karşınıza şu bilgi çıkar: "Ülkenin nüfusu tam olarak bilinmemektedir, çünkü en son nüfus sayımı 1932'de yapılmıştır." Hâlâ 1932'lerin etnik ve dini oranlarıyla siyasi parametrelerin belirlendiği, güçlükle sağlanan dengeler bozulmasın diye nüfus sayımına bile cesaret edilemeyen bir ülkeden söz ediyoruz. 

1975-1990 arasında aralıklarla devam eden Lübnan iç savaşını resmen sona erdiren Tâif Anlaşması (1989), cumhurbaşkanının Maruni Hıristiyanlardan, başbakanın Sünni Müslümanlardan, meclis başkanının da Şii Müslümanlardan seçilmesi şartını getirmişti. Bu, Fransızların 1946'da Lübnan bağımsız bir ülke olurken koydukları kuralın teyidi ve tekrarıydı da aynı zamanda. Fransızlar, 1932'deki nüfus sayımını esas alarak böylesi bir bölüştürmeye gitmişlerdi. Aradan 60 sene geçtikten sonra şartlar ve oranlar elbette değişmişti, ancak 15 senelik bir iç savaşın yorgunluğuyla nüfus meselesi yeniden tartışmaya açılmadı, açılamadı. 

Yine de bazı tahminler yapılıyor. En tutarlı ve dikkatli tahminler, Lübnan'ın nüfusunu 4,5 milyon civarında gösteriyor. 1930'lardan sonra ülkeye yoğun bir şekilde gerçekleşen mülteci akınını, Müslümanların çoğalma hızını ve Hıristiyanların yaşanan gerginlikler nedeniyle ülkeden ayrılmalarını hesaba katarsak, yeni bir düzenlemede Lübnan cumhurbaşkanının Müslüman (muhtemelen de Şii) bir isim olması gerektiği sonucuna kolaylıkla varabiliriz. 

Lübnan'ı gözü kapalı bir turist gibi değil de, ayrıntıları fark etmeye odaklanmış meraklı bir avcı gibi gezerseniz, ülkenin fiziksel anlamda ciddi bir bölünmüşlük içinde olduğunu görürsünüz. Sünnilerin kalesi durumunda olan kuzeydeki Trablus kenti, merkezi hükümetin ilgisizliğine maruz kalmıştır örneğin.

Lübnan'ın şimdiki Başbakanı Necib Mikati'nin memleketi olması da Trablus'un yollarının, sokaklarının, otantik çarşılarının, evlerinin ve sahilinin elden geçirilmesine yetmemiştir. Trabluslular da, adeta her an bir savaş çıkacakmışçasına 'emanet' bir hayat yaşıyor görünümündedirler. 

Elektrik ve su kesintilerinin artık günlük bir rutin haline geldiği Trablus'tan doğu yönüne ilerleyip dağlara tırmandığınızda, Hıristiyanların kasabaları çıkar karşınıza. Ünlü Lübnanlı şair ve yazar Halil Cibran'ın memleketi olan Bşarri kasabası mesela, yollarının bakımlılığı, çevre düzenlemesindeki özen ve binalarının lüksü ile dikkat çeker. Aynı durum, diğer Hıristiyan kent ve kasabaları için de geçerlidir. Hatta şu bile söylenebilir: Bir bölgede yaşayan halkın dini ve etnik kimliğini oraya gösterilen özenden bile anlayabilirsiniz. 

Lübnan parasını elinize aldığınızda, ülkedeki ayrışmaların net bir fotoğrafını da görmüş olursunuz. Paraların üzerinde bazı tarihi eserlerle, sedir ağacı başta olmak üzere ülkenin sembol bitkilerinin resimleri vardır. Ülkede herkesin ya da geniş kesimlerin saygısını kazanabilmiş bir tarihi şahsiyetin paraların üzerinde yer alamaması, dahası böyle bir ismin de bulunmaması, ayrışmanın en kesin işaretlerinden biri gibidir. 

Aynı durum Lübnan bayrağı için de geçerlidir. Ülkenin tarihini, geçmişini, serüvenini gösteren renkler ya da figürler yerine, sedir ağacı konulmuştur Lübnan bayrağının üzerine. Kuzeyinden güneyine birçok noktada rastlanan sedir ağacı, belki de Lübnanlıların üzerinde anlaşabildikleri, ülkenin her yanında rastlayabildikleri tek ortak simgedir. 

Bu fiziksel ayrışma, manevi alanda ve inanç noktasında da kendini gösterir. Sünnilerle Şiiler arasında, adeta ayrı birer din görünümüne bürünen tarihsel ihtilaflar, birbirinin mescitlerinde namaz bile kılmayan, ölülerini ayrı mezarlıklara defneden, siyasi konularda birbirini gırtlaklamaya hazır iki düşman toplum ortaya çıkarmıştır. Beyrut'un güneyinde bu adeta elle tutulur somut bir gerilim halindedir. Yakın bir gelecekte, Sünnilerle Şiiler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşın en kanlı cephelerinden birinin Beyrut ve çevresi olacağını söylemek, kehanet sayılmamalı. 

Hıristiyanlar da kendi aralarında çeşitli mezhep ve fırkalara ayrılmış durumdadır. Cumhurbaşkanı Maruni Katolik Hıristiyanlardan seçildiği için, Ortodokslar ve diğerleri kendilerini daha düşük bir seviyede hissetmektedir. Marunilerin kendi içinde de iç savaş yıllarından kalma derin kinler ve rekabetler vardır. 

Kısacası Lübnan'da bugün gördüğümüz, aldatıcı bir bahardan ve yeni bir savaşın öncesinde yaşanan geçici bir ateşkes halinden ibaret. Lübnan öyle bir ülke ki, herkesin şehidi başka, tarihi başka, inancı başka, hedefi başka, heyecanı ve aşkı başka. Dünyada hiçbir ülke bu kadar gerginliğe rağmen çok uzun süre ayakta kalamaz. Hiçbir ülke için böylesine ağır bir yük kaldırılabilir değildir. Hele de Lübnan gibi güçsüz ve küçük bir ülke için hiç. 

Aslında bütün bunların üzerine şunu da ifade etmek gerekir ki, Lübnan'ın kurulması ve müstakil bir ülke olarak Suriye'den ayrılması tarihsel bir hataydı. Lübnan, Suriye'den ayrılmasının bedelini bitmek-tükenmek bilmeyen çalkantılarla ödedi. Muhtemelen önümüzdeki zamanlarda bu tarihsel hatanın yeni bedelleri karşımıza çıkmaya devam edecek. 

Hiç yorum yok: