8 Aralık 2012 Cumartesi

Türk ırkçılarının Osmanlı düşmanlığı-Evet Osmanlıcılık, ama nasıl? - Mustafa AKYOL - Yazarlar-Mustafa AKYOL

Askerliğimi 2000 senesinde Samsun Sıhhiye’de yaptım. Kısa ama sıkıcı dönemimizdeki en ilginç olay, birliğimizin başındaki general Osman Doğu Silahçıoğlu’nun tüm erlere verdiği bir konferanstı. 28 Şubat rejiminin şahinlerinden biri olan komutan, saatler süren konuşmasında iki ideolojik düşmanını yerden yere vurdu. Birincisi İslamiyet (öyle “irtica” filan değil, düpedüz İslamiyet), ikincisi ise Osmanlı Devleti’ydi.

Çünkü Silahçıoğlu’na göre Osmanlı “saf Türk” değildi; aksine padişahların çoğunun annesi Rum veya Slavdı. Fatih Sultan Mehmet’ten, örneğin, “Rum çocuğu” diye iğrenerek söz ettiğini hatırlıyorum.
Dahası, çatık kaşlı generale göre, Osmanlı, Türk kimliğini bastırmış, ezmiş, geride bırakmıştı. “Türklüğün kurtuluşu” ise, tahmin edebileceğiniz gibi, “en büyük Türk”, yani Mustafa Kemal Atatürk tarafından sağlanmıştı.
O zamandan bu yana Kemalistlerin Osmanlı düşmanlığına dair tonla örnek gördüm. En son da, ulusalcı akademisyen Prof. Nurşen Mazıcı’nın Osmanlı hanedan üyelerine “veled-i zina” dediğini duydum.
Ama bu çirkin hakaret, Mazıcı’nın nefreti kadar cehaletini de izhar etmiş oldu. Çünkü İslam hukukunda cariyeler de nikahlı eşler gibi “helal dairesi”ndedir, dolayısıyla yine İslamî bir kavram olan “zina”nın tümüyle dışındadırlar. Bu apaçık tahkire karşılık, Sultan II. Abdülhamid Han’ın torunu Şehzade Orhan Osmanoğlu’nun açtığı dava ise haklıdır.
Kemalizm’in mirası
Tüm bu Osmanlı düşmanlığı, Kemalist rejimin Türkiye’ye hediye ettiği bağnazlıklardan biridir. Temelinde ise, Devlet-i Aliyye’yi alabildiğince kötüleyerek, onun toprakları üzerinde kurulan ulus-devleti yüceltme dürtüsü yatar. Aynen Sırp veya Bulgar milliyetçilerinin Balkanlar’da, Baasçıların da Arap dünyasında yaptığı gibi.
Hilmi Yavuz hoca, Zaman’daki köşesinde değindi geçenlerde bu konuya. “Muhteşem Yüzyıl bir ilk mi?” başlıklı önemli yazısında “büyük Osmanlı padişahlarının alabildiğine aşağılanıp horlandığı popüler tarihî romanların 1930’lu yıllarda yaygınlaştığını”hatırlattı.
Örneğin Kemalist yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Deli Deryalı adlı romanında Kanunî’nin, “her Osmanlı prensi gibi, mütereddî [soysuzlaşmış] ve şehvetperest” olduğunu yazmıştı. Aynı yazar, Kara Davut adlı romanında da, Fatih Sultan Mehmed’i “acımasız ve zalim bir hükümdar” olarak tasvir ediyor, Türklüğü temsil eden Kara Davut adlı hayali karaktere ise Fatih’i tokatlattırıyordu!
Kemalistler, bu “Türkleştirme” siyaseti ile Türkleri Osmanlı zincirlerinden kurtarıyorlardı akılları sıra. Ama gerçekte onları köksüzleştiriyor ve cahilleştiriyorlardı. Dahası, Selçuklu ve Osmanlı çoğulculuğu içinde bin yıl boyunca yer almış olan Kürtleri çileden çıkararak, dev bir “Kürt sorunu” açmış oluyorlardı Türkiye’nin başına.
Hayal ve gerçek
Kemalizm tarafından inşa edilen bu Osmanlı imajının en büyük sorunu ise, elbette, gerçeklere uymamasıydı.
Öncelikle, iddia edilenin aksine, Osmanlı Türk karakterli bir devletti. Kanun-i Esasi’de “devletin lisanı resmisi” olarak Tu?rkc?e’nin belirtilmesi bundandı.
Ama Osmanlı hiçbir zaman “Türkçü” olmadı, hele de 1930’ların Kemalizmi gibi Türk ırkçılığı yapmadı. Türk olmayan Müslümanları din bağı ile kucakladı, Hıristiyan ve Yahudilere de İslam hukuku gereğince haklar tanıdı. Dev bir imparatorluk kurup bunu asırlarca koruyabilmesinin bir sırrı da buydu.
Türk ırkçısı bir zihinle Osmanlı düşmanlığı yapanlar, tarihe bugünün gözleriyle bakıyor, “çağdaş” saplantılarını geçmişte arıyor, bulamayınca da mahkum ediyorlar.
Ve, en son örnekte gördüğümüz gibi, nefret yanında cehalet de sergilemeyi sürdürüyorlar.

Evet Osmanlıcılık, ama nasıl? - Mustafa AKYOL - Yazarlar

Sanırım şu gerçek artık iyice billurlaştı: Türkiye’de hem Kemalistlerin hem de muhafazakârların kendilerine göre birer “altın çağ”ı var. Bu, Kemalistler için kuşkusuz Atatürk’ün “tek parti” dönemi. Muhafazakârlar içinse Osmanlı İmparatorluğu. Ve her iki kesim de idealize ettikleri bu dönemler konusunda epey “hassas.”
Buna karşın, herhangi bir “altın çağ” fikrini bir sorun olarak gören, hatta demokrasiye tehdit sayan bir kesim de var. “Liberal” diye bilinen (ve aslında kayda değer bir kısmı liberalden ziyade solcu olan) yazar-çizerlerin çoğu sanırım bu kesime dahil.
Oysa bence, devlet zoruyla dayatılan bir doktrine dönüşmedikçe, farklı kesimlerin idealize ettiği, hatta dogmalaştırdığı tarih algılarında bir sorun yoktur. Amerikalı bir sosyal bilimcinin tarifiyle, “açık toplum, dogmasız toplum değildir; farklı dogmaların birbiriyle yarışabildiği toplumdur.”
Dahası, bana sorarsanız, Osmanlı tecrübesinden bugünün Türkiyesi’ne ışık tutabilecek dersler de vardır hakikaten.
Ancak kritik olan nokta, “Osmanlı” deyince ne anladığımız ve oradan bugüne ne hisse çıkardığımızdır.
Güç ve erdem
Ne yazık ki, bazılarımızın muhayyillesinde, Osmanlı denince başka her şeyden çok “güç” akla geliyor.
Devlet-i Aliyye’nin bir zamanlar ne kadar kudretli olduğunu, üç kıtada birden nasıl at koşturduğunu, Avrupa’yı nasıl titrettirdiğini hatırlıyor, bununla mutlu oluyorlar.
Oysa güç, bir erdem değildir. Dolayısıyla da, “biz zamanında şu kadar güçlüydük” diye övünürseniz, başkaları sırf bu sebeple saygı duymaz size.
Dahası, eskiden güçlü olduğunuzu hatırlamakla, bugünkü gücünüze bir şey katmış olmazsınız. “Oradan ilham alalım” deseniz, o da pek bir işe yaramaz, çünkü gücü oluşturan unsurlar geçmişten bu yana çok değişmiştir.
Buna mukabil, eğer Osmanlı algınızın merkezinde “güç” değil de “erdem” yatıyorsa, o zaman durum değişir.
Çünkü Osmanlı’da hakikaten bugüne ışık tutabilecek siyasi erdemler vardır. Cumhuriyet Türkiyesi’nde mumla aradığımız “çoğulculuk” gibi.
Akademisyen Gökhan Bacık, geçen pazar günkü Today’s Zaman gazetesinde yayınlanan “Yurtta Osmanlıcılık lazım” başlıklı akıl dolu yazısında bu önemli meseleye değinerek şöyle diyordu:
“Osmanlıcılık öncelikle çok-kültürlülüktür... Farklı dînî ve etnik grupları korumaktır. [Örneğin] bugün bir Osmanlı devlet adamı yaşasaydı, Heybeliada Ruhban Okulu’nun niçin hâlâ kapalı olduğunu anlayamazdı. Ya da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde Kürtçe trafik levhaları olmayışına bir anlam veremezdi. Balkanlar’dan Yemen’e kadar uzanan dev bir coğrafyayı yöneten Osmanlı devlet aklı, Ankara’dan Diyarbakır’ı yönetemeyen Türk devlet adamlarına gülerdi .”
Dün ve bugün
Gökhan Bacık, Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartlar ile bugünün dünyasının farklı olduğunu teslim ediyor yazıda. “Anakronizm yapmak gerek” diyor.
Ancak yine de hatırlatıyor ki, bugünün Türkiyesi’nde “Osmanlıcılık” yapanların bazıları, hakiki Osmanlı zihniyetinden epey uzak:
“Osmanlıların aksine, bugünkü muhafazakâr Osmanlıcılar çok-kültürlülükten korkuyor. Osmanlıların aksine, bugün Türkiye’de muhafazakârlar arasında bile yaygın bir devlet fetişizmi var.”
Ortada böyle bir sorun var; çünkü Osmanlı’ya atıfta bulunanların bazıları, Osmanlı’nın gerçekte nasıl olduğuna bakmak ve oradan dersler çıkarmak yerine, kendi kafalarındaki şablonları geçmişe yansıtmayı seçiyorlar.
Oysa, “Osmancılık” yapacak isek, (ki bence yapmalıyız), doğru dürüst yapalım. Önce araştırıp anlayalım Devlet-i Aliyye’yi, doğruları ve yanlışlarıyla. Sonra da dönüp kendi ezberlerimizi sorgulayalım.

Hiç yorum yok: