25 Kasım 2012 Pazar

Küresel adalet, ama nasıl? BM kurulurken güya söz vermişlerdi! Abdullah Muradoğlu


Küresel adalet, ama nasıl?

Soğuk Savaş sonrasında BM Güvenlik Konseyi'nin yapısının değiştirilmesi gerekirdi ama şimdiye kadar ciddi hiçbir adım atılmadı. Güvenlik Konseyi'nin yapısını "İkinci Dünya Savaşı"nın galipleri belirlemişti. Galipler, Konseyin "veto" hakkına sahip Daimi 5 üyesiydi. Konsey, küresel adaletin önündeki en büyük engel. Küresel sistemin değişim sürecine girdiği bir dünyada BM'nin yapısının aynı kalması pek çok sorunun kaynağı.
1948'den bu yana BM, İsrail'in hukuk tanımazlığı karşısında etkin bir yaptırım uygulayamadı. İsrail'in saldırganlığını kışkırtan bir durum bu. İsrail küresel sistemin sırtına yapışmış bir parazit gibi yaşamını sürdürüyor. "Uluslararası toplum"un İsrail karşısında etkisiz, hatta duyarsız kalması insanlığın adalet duygularını rencide ediyor.
Dünya değişti ama uluslarüstü kurumlar aynı kaldı. Küresel sistemin kendi kendini yok eden çelişkisi bu. Sistemin egemen ülkelerinde bile "küresel adaletsizlik" sıkça dile getiriliyor ama bir arpa boyu yol alınamıyor. Halihazırda BM, 5 daimi üyenin hegemonyası altında. Bu durum böyle devam edemez, insanlığın ortak vicdanı bu durumu kaldırmaz.
Arap Ligi ve İİT ne işe yarıyor?
Arap Birliği'nin 22, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın 57 üyesi var. BM'nin veto tekelini elinde tutan daimi 5 üyesi karşısında 57 ülke hiçbir şey yapamıyor. Öte yandan, Arap Birliği de, İslam İşbirliği Teşkilatı da üye ülkelerin yapıları nedeniyle zaafiyet içerisinde.
Bu rejimlerin çoğu sömürgecilik sonrasında Batı'nın vesayeti altında kurulduğundan ötürü bağımsız davranma yetenekleri son derece kısıtlı. Arap Birliği ve İİT içindeki devletlerin çoğunda rejimler ile halk arasında tam bir özdeşlik yok. Dahası bu rejimler varlıklarını vesayete borçlular. "Arap Baharı" özünde bu vesayet rejimlerine tepkinin sonucudur.
İslam dünyasının kendi uluslararası kurumlarını yeni dünyanın şartlarına göre yeniden yapılandırması gerekiyor. Böylece küresel sistemin yeniden inşasında başat bir rol oynayabilirler. Lakin vesayet rejimleri son bulup, halkla devletler organik olarak bütünleşmedikçe İslam dünyasının kendisini yeniden yapılandırması boş bir hayal.
Şikago Planı'na dönüş..
"Şikago Planı" 1929'daki büyük ekonomik buhrandan sonra, "para sistemi"nde değişiklik öngörüyor idi. Planın hazırlayıcıları arasında Amerika'nın meşhur ekonomistlerinden İrving Fisher de vardı. 1929 Buhranı hem totaliter rejimlerin(Hitler, Mussolini, vs) kurulmasına yol açmış, hem yeni bir dünya savaşın tetikleyen ekonomik koşulları derinden etkilemişti.
1930'larda hazırlanan Şikago Planı, finans sisteminin rahipleri tarafından baskılanan ABD hükümetleri tarafından içi boşaltıldığı için kadük kalmıştı. Şimdi "Şikago Planı" yeniden gündemde. IMF tarafından Ağustos ayında bir rapor hazırlandı. Jaromir Benes ve Michael Kumhof imzalı rapor, "The Chicago Plan Revisited (Şikago Planı'na dönüş)" başlığı taşıyor.
Öte yandan bu yıl "Roma Kulübü"ne sunulan bir başka rapordan söz etmeliyiz. Rapor Bernard Lietaer ve üç arkadaşı tarafından, "Money and Sustainability: The Missing Link(Para ve sürdürülebilirlik: Kayıp Bağ) başlığıyla hazırlanmış. "Parayla ilgili gerçeği anlatmak" iddiasıyla başlayan raporda para sisteminin reforme edilmesi gerektiği ifade ediliyor. Raporda yerel para sistemlerinin geliştirilmesi de ele alınıyor. Şu andaki gidişatın sürdürülebilir olmadığı tespitinde bulunan raporda mevcut para sisteminin dışında bir kurtuluş olmadığı algısının muhafaza edilmesine ilişkin olumsuz çabalara da dikkat çekiliyor.
Adı geçen çalışmalara internet üzerinden ulaşılabiliyor. Entelektüellerimizin, ekonomistlerimizin ve siyasetçilerimizin bu çalışmalara göz atmalarında yarar var. Küresel sistemin düşünce kuruluşları bile yeni çareler arıyorlar. Türkiye küresel adaletin gerçekleşmesi konusunda İslam dünyasında yeni pencereler açabilir. Hatta küresel ekonomik sistemin adil bir şekilde yeniden kurulmasında lider bir rol de oynayabilir.

BM kurulurken güya söz vermişlerdi!


  • Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın kurulduğu 1945 yılındaki San Fransisco Konferansı'nda büyük devletler, Güvenlik Konseyi'nin daimi beş üyesine verilen veto hakkının kötüye kullanılmayacağı sözü vermişlerdi. Konferansa katılan küçük devletler verilen sözler ve vaatler üzerine beş büyük devlete tanınan veto hakkını kabul etmek zorunda bırakılmışlardı.
  • Türkiye, San Fransisco Konferansı'nda Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerine tanınan veto hakkına ciddi bir itirazda bulunmamıştı. TBMM'de yapılan görüşmelerde ise sadece bir kaç milletvekili vetoyau eleştirmişti. Türkiye'nin BM Anayasası'nı onaylamasıyla birlikte Milli Şef'li Tek Partili rejimden çok partili demokratik sisteme geçilmişti.

İsrail'in Gazze'ye yaptığı kanlı saldırıyla ilgili olarak Başbakan Erdoğan 'İsrail Ortadoğu'da terör estiriyor. Ben BM'nin adaletine inanmıyorum. Birçok karar aldı ama hiçbirini uygulayamadı' diye konuşmuştu. Başbakan Erdoğan konuşmasında şu sözlere de yer vermişti:
'Ey ABD, Batı, Çin size sesleniyorum. Güvenlik Konseyi'nin tamamının reforme edilmesinin gereğini düşünüyoruz.'
BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesine (ABD, İngiltere, Rusya, Çin ve Fransa) tanınan veto hakkı uluslararası sorunların çözümünü kolaylaştırmadı, tam aksine zorlaştırdı. BM'nin gerçek yürütme organı olan Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerine tanınan veto hakkı gerçekte azınlığın çoğunluk kararları karşısındaki egemenliğini gösteriyor.
Veto, BM'nin sağlıklı şekilde işlemesine engel teşkil eden bir ur halini aldı. Bu yeni de değil. 'Filistin sorunu' BM Güvenlik Konseyi'nin test edilmesinde önemli bir işlev görmüştü. Gerçek şuydu: BM İsrail karşısında etkili olamamıştı.
AZINLIĞIN ÇOĞUNLUĞA TAHAKKÜMÜ
Esasında BM, önce Washington'da 'Dumbarton Oaks' toplantısı, arkasından da Kırım'daki 'Yalta toplantısı'nda Roosewelt (ABD), Chirchill (İngiltere) ve Stalin (Sovyet Rusya) tarafından ve onların çıkarlarına göre tasarlanmıştı.
1960'ların ortalarında yayımlanan 'Uluslararası Politika' başlıklı meşhur eserinde Hans J. Morgenthau, BM'nin, Amerika ve Sovyet Rusya'nın ortaklaşa gücü yoluyla dünyayı yönetme aracı olduğunu belirtir. Morgenthau, veto mekanizmasının Amerika ve Sovyet Rusya'nın kendi iradelerine rağmen uluslararası bir yönetime boyun eğmeleri gibi bir amacı ortadan kaldırdığını kaydediyordu.
Morgenthaau'ya göre Konseyin daimi üyeleri arasında azınlıkta kalan bir devlet, veto sayesinde çoğunluğa karşı çıkabilmekte ve kendi çıkarlarını kendisine karşı duran bir çoğunluğun önünde koruyabilmekteydi. Hakikatte durum buydu.
Oysa BM kurulurken, kurucu devletler 5 devlete tanınan veto hakkının bu devletler tarafından istismar edilmeyeceğine inandırılmışlardı. 1945'den 2012'ye 67 yıl yıl geçti, BM tarihine bir göz attığımızda, başta verilen sözlere uyulmadığı gibi küçük devletler tarafından bu örgüte bağlanan ümitler de boşa çıkmıştı.
KÜÇÜK DEVLETLE İTİRAZ ETMİŞTİ
25 Nisan 1945'de başlayan San Fransisco Konferansı haziran sonlarına doğru sona ermiş ve BM Anlaşması kurucu devletlerin delegeleri tarafından onaylanarak kabul edilmişti.
Diplomat Feridun Cemal Erkin'in anılarında belirttiği gibi 50 devletin katıldığı San Fransisco Konferansı'nda en ziyade heyecan ve ihtiras uyandıran sorunlardan biri veto konusu idi. Beş büyük devlete verilmesi istenen bu hak, bütün küçük devletlerin şiddetli itirazları ile karşılanmıştı.
Küçük devletlerin ileri sürdüğü gerekçelerden birini Erkin şöyle anlatır:
'Geçmişte büyük savaşlar, daima büyük devletler arasındaki rekabetler ve ihtilaflar yüzünden çıkıp bütün dünyaya yayıldığı bir gerçekti. Bu bakımdan savaş ve barışı ilgilendiren bütün sorunların BM Güvenlik Konseyi'ne getirilmesi ve orada ancak beş büyük devletin oy birliği ile alacakları karar yolu ile geçerli olması şartı ileri sürülüyordu. Veto konusunun ne dereceye kadar ileri götürüldüğünü göstermek için, şu kadarını söyleyelim ki, bu hakkın tadili için yapılacak taleplerin dahi vetoya tabi tutulması gerekecekti.'
Türkiye'yi San Fransisco Konferansı'nda temsil eden heyette yer alan Erkin hararetli tartışmalar arasında söz alarak şöyle demişti:
'Tartışmalar, artık sadece veto hakkının kabul edilip edilmeyeceği konusunda değil, hatta Birleşmiş Milletlerin doğup doğmayacağı noktası etrafında düğümleniyor. İhtilafın bu derece buhranlı bir safhaya varmış olmasından biz derin bir teessür duyuyoruz. Ancak, sırf veto hakkının reddi yüzünden, bütün milletlerin barış aşkına en aziz ümitlerini bağladıkları BM Örgütünün hayatının tehlikeye sokmaya da razı olamıyoruz. Sırf, meselenin, yasanın kabul edilip edilmeyeceği konusu etrafında toplanması gerekçesi dolayısıyla, büyük devletlerin bizden istedikleri bu aşırı hakkı, hiçbir zaman kötüye değil, hepimizin yararına ve gayet nadir hallerde özenle kullanmaları şartıyla, bütün isteksizliğimize rağmen, kendilerine vermeye razı oluyoruz.'
NAMUS SÖZÜ VERMİŞLERDİ!
Dışişleri Bakanı Hasan Saka da Konferans sürerken yaptığı bir takım açıklamalarda veto konusuna değinerek barışı ve güvenliği sağlamak konusunda büyük devletlerin sözlerinde duracaklarını, hak ve adaletten ayrılmayacaklarını ümit ettiklerini ifade etmişti.
BM Anayasası'nın 15 Ağustos 1945'de TBMM'de görüşülerek oylanması sırasında bir iki istisna hariç, Meclis'e egemen olan CHP'li milletvekilleri tasarıdan duydukları mennuniyetlerini dile getirdiler.
Adem Karabulut'un İstanbul Üniversitesi'nde yaptığı,'Türkiye Cumhuriyeti'nin Birleşmiş Milletlere giriş sürecinin Türk basınındaki yansımaları' başlıklı yüksek lisans tezinde tasarının oylanması sırasında yapılan konuşmalar da yer alıyor. Mesela milletvekillerinden TBMM Dışişleri Komisyon Sözcüsü Refik Pasin şöyle konuşmuştu:
'Şayanı arzu idi ki, veto hakkı küçük ve büyük milletler arasında bir fark yapmamış olsun. Fakat gerek Dışişleri Bakanı ve gerek arkadaşlarının bize verdikleri izahlara göre büyük devletler şeref ve namularıyla bu hakkı suistimal etmemeğe söz vermişlerdir. Bu sözlerin büyük bir kıymeti vardır. Buna inanıyoruz. Her makalede tarafların iyi niyetlerinin önemi vardır. Büyük bir ideal için çalıştıklarına emin olduğumuz büyük devletlerle mukaveleye riayet edeceklerine itimadım vardır. Hükümeti elde ettiği neticeden dolayı tebrik ederim.'
Aradan geçen bunca yıldan sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri küçük devletlere verdikleri sözlere sadakat göstermediler. Yeni bir uluslararası teşkilat mı kurulur, BM yeniden revize mi edilir, zaman gösterecek ama köklü bir değişimin şart olduğu çok açık.
Menderes Meclisi ayağa kaldırdı!
Türkiye'nin BM Anayasası'nı imzalamasının ülkemiz açısından en somut kazanımı 'Tek Parti' rejiminden çok partili demokrasiye geçisi sağlamış olmasıydı. Dönemin meşhur yazarlarından Zekeriya Sertel, Türkiye'nin BM'ye girmekle insan haklarına saygı göstermeyi vaat ettiğini belirterek şöyle diyordu:
'Türkiye'de diktatörlüğe, tek parti, tek şef sistemine ve polis devletine bir son vermek zamanı gelmişti. Bunu yalnız halk ve aydınlar değil, hükümet de anlamıştı. Nazizm ve faşizmden yana olanların sesleri kısılmıştı. Savaş boyunca Almanya'dan yana olan gazeteler ve devlet adamları da şimdi özgürlük ve demokrasiden söz açıyorlardı. Hele bizim ağzımız çözülmüş, sesimiz yükselmişti. Artık açıktan açığa tek şef ve tek parti sistemine son verilmesini, demokrasiye gidilmesini istiyorduk'.
BM Antlaşmasınının 15 Ağustos 1945'de TBMM'de müzakere edildiği sırada Adnan Menderes söz alarak, dünyadaki gidişattan bahsetmiş ve BM Antlaşmasının getirdiği yükümlülüklere vurgu yapmıştı. Menderes, istiklaldan, o milleti teşkil eden yurttaşlarının hürriyetlerinin yekununu anlamak gerektiğinde bir hata olmadığını vurgulayarak şöyle demişti:
'Bize gelince, kabul etmekte bulunduğumuz milletlerarası anayasa ile kendi anayasamızın dışında veya onun ruhuna aykırı bir taahhüt altına giriyor değiliz. Ancak olsa olsa fiili durum ile yazılı anayasamız arasındaki bazı ehliyetsizliklerin bertaraf edilmesi lüzumu hasıl olabilir ki bu da esasen anayasa kanunumuzun milletimize karşı taahhüt etmiş olduğu hususların kemaliyle yerine getirilmesi demektir. Çok uzun yıllardan beri Türk inlılabının tevcih ettiği gayelere tamamen uygun ve mutabık düşen, Birleşmiş Milletler Anayasası'na iştirakimizi iç rahatlığı, sevinç ve güvenle tasdik edebiliriz.'
Menderesin sözleri, CHP'li milletvekillerini ayağa kaldırmış, Meclis'te patırtı çıkmış ve akabinde sert polemikler yaşanmıştı. Mesela Mümtaz Ökmen kürsüye çıkarak şöyle konuşmuştu:
'Bütün bir insaniyetin can ve gönülden alkışlandığı bu prensipleri bu milletin 25 sene evvel kanunlaştırdığı esaslerdan olarak vatandaşlar arasında herhangi bir ırk vesaire gibi fark ve imtiyaz tanımayıp, her vatandaşı kanun muvacehesinde ve her imkandan istifadeye layık kılındığı ortadayken Menderes, neden bilmiyorum milletlerarası bir mevzuun bahsolunduğu bir zamanda bizim fiili durumumuzun buna uygun olmadığını ileri sürdü. Her zaman tekrar etmek imkanına malik olduğu bir şeyi yerinde olmayarak burada tekrar etmiş olmasını cevapsız bırakmaya vicdanım razı olmadı.'
Fuat Köprülü söz alarak Menderes'e yapılan hücumların fikir hürriyetine ters olduğunu söyledi. Köprülü, fikir serbestisine karşı olanların San Francisco paktının imzalandığı gün, hiç olmazsa, başkalarının fikirlerine hürmet etmeleri gerektiğini vurgulamıştı.
Adem Karabulut'un 'Türkiye Cumhuriyeti'nin BM'ye giriş Sürecinin Türk basınındaki yansımaları' başlıklı yüksek lisans tezinde yer alan bilgilere göre solcu yazarlar Sabiha Sertel ve eşi Zekeriya Sertel 'Tan' gazetesinde Menderes'e yapılan hücumları eleştirmiştiler. Sertel'lere göre CHP'liler BM anayasasının özünü ve mesajını kavrayamamışlardı. Sabiha Sertel bir yazısında şöyle diyordu:
'Meclis böyle müşterek bir muhalefet gösterir, kendi arasında dahi muhalefeti fikir ve tartışma ile değil, ayak patırtısı ile boğarsa, BM Anayasasının ancak şekli bu memlekete girebilir, ruhu giremez.'
Eylül 1945'de CHP'den ihraç edilen Menderes, Koraltan ve Köprülü ile 1 Aralık'ta milletvekiliğinden ve partiden istifa eden Celal Bayar 1946 yılının Ocak ayında Demokrat Parti'yi kurdular. Dönemin dünya konjöktürü sebebiyle İsmet Paşa 'Milli şef' ünvanından ve 'Değişmez genel başkan' sıfatından vazgeçti. DP 1950'de tek başına iktidara gelerek, CHP'nin 25 yıllık iktidarına son verdi.
Recep Peker 'veto'ya itiraz etmiş!
15 Ağustos 1945'de BM Anayasası'nın TBMM'de kabul edilmesine ilişkin müzakerelerde, Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesine tanınan 'veto' hakkına istisnai de olsa bazı itirazlar yapılmıştı.
İlginçtir, 'veto' hakkına itiraz eden müstesna isimler arasında Tek Parti rejiminin meşhur savunucularından Recep Peker de vardı. Peker konuşmasında şunları söylemişti:
'Bizim küçük devletlerin haklarını büyük devletlerin vetosu ile tehlikeye düşürecek olan noktada hiç olmazsa teklif sahibi olmamız lazım gelirdi. Buna itiraz eden küçük devletler arasında bulunmak vazifemizdi. (..) Murahhas heyetimizin küçük milletlerle birleşerek bazı teklifler yapması doğru olurdu. Bu eserin bir yarası vardır. O yara da antlaşmanın kollektif emniyetini tam olarak sağlayamamasıdır. Veto hakkı beş büyük devletin elindedir. Herşey onların elindedir. Büyük bir ihtilafın patlamaması için büyük devletler bu kadarla iktifa etmiş olacaklardır. Buna rağmen eser büyüktür. Dünyanın en eski cumhuriyeti olan ve bu antlaşmanın yapılması için bütün milletleri San Fransisco'ya toplayan Amerika'ya derin teşekkürler borçluyuz.'
Ordinaryüs Profesör Yusuf Hikmet Bayur ise Meclis kürsüsünden vetoyu şu sözlerle eleştirmişti:
'Yapılan antlaşma büyük düşüncelerin eseridir. Asıldır, yalnız bu antlaşmada uluslar eşit değildir. Bunun bariz misali beş büyük devlete verilen haklardır. Çünkü bunlardan birinin muhalefet reyi herşeyi suya düşürebilir. Savaşı büyük milletler kazanmıştır. Bunun bir hak olarak tanınması doğru değildir. Almanya ve Japonya savaşı vardır. Almanya savaşı yıpratılarak kazanılmıştır. Japon savaşı atom bombası ile kazanılmıştır.
Bu savaşlara büyük milletlerin hissesi büyüktür. Fakat San Fransisco'da alınan neticeye göre herşeyi büyük devletler yapmıştır. İşte bu doğru değildir. elçika Almanya'ya karşı gelmekte, Yunanistan aylarca iki büyük devlete karşı, Alman ve İtalyan ordularına kaşrı gelmekle büyük işler görmüşlerdir. Yugoslavya'nın dayanması, Sovyet Rusya'ya taarruzu geciktirmiştir. Binaenaleyh küçük devletler de büyük işler görmüşlerdir.
(..)Büyük devletlere oynadıkları büyük rollere göre fazla oy adedi verilseydi daha iyi olacaktı. Dünya o kadar büyük felaketlere uğramıştır ki herşeye rağmen herkes bu antlaşmaya sarılacaktır. Bütün milletler gibi biz de bu antlaşmaya sarılmalıyız. Fakat vicdanımızda antlaşmanın bazı haksızlıklarını hissetmekteyiz. Bu suretle antlaşmayı iyileştirecek ileri bir vicdan hissinin yaratılmasına yardım etmiş olalım.'(Bak: Adem Karabulut, Türkiye Cumhuriyeti'nin Birleşmiş Milletlere giriş Sürecinin Türk Basınındaki Yansımaları)

Hiç yorum yok: