8 Ekim 2012 Pazartesi

Tarihimizde ünlü yalanlar-Yazdırılan yalan tarihten, yaşanılan tarihe-Ismarlama yazdırılmış tarihten, yaşanılmış tarihe-canmehmet.com


Tarihimizde ünlü yalanlar (1)

“Neden tarih konusunda biz bu kadar çok yalan söylüyoruz? Tarihçiler gerçekleri bilmiyor mu? Üç türlü tarihçi var. Birincisi, mesleğinde kısa bir sürede yükselebilmenin yolunun egemen ideolojik paradigma (değerler dizisi) üzerinden yazıp, çizmek olduğunu keşfediyor. Genellikle insanlar böyle yapıyorlar. İkinci grup, gerçegi biliyor ama kamuoyu önünde bunu asla afişe etmiyor. İdeolojik paradigmanın dışına çıkmanın getireceği sakıncayı biliyor. Başkası gerçeği söylediğinde bıyık altından gülüyor. Özel sohbetlerde ise çok ileride şeyler söylüyor.
Üçüncüler ise en küçük tarihçi grup. Bunlar hem yazıyor hem de söylüyor. Ama onların söylediklerini kaç kişi okuyor ve dinliyor?”
“Bugün yaşadığımız bütün çarpıklıkların kökü yakın tarihimizde yatıyor. Zaten bu yüzden yakın tarihimizi öğrenmemiz, bütün gerçekleri bilmemiz, bunları açıkça tartışmamız engelleniyor.
Geçmişimiz, özellikle de yakın tarihimiz, eğitimin her aşamasında sansürleniyor, çarpıtılıyor. Gerçeklerin üstü yalanlarla örtülmeye çalışılıyor. Oysa, bugün bir türlü çözemediğimiz temel sorunlarımızın kaynağını, bu ülkede ordunun ve yargının konumunu, Atatürkçülük ideolojisiyle ‘tek parti’ ideolojisinin ilişkisini ancak yakın tarihimizi bildiğimizde açıkça görebiliriz ve düğümleri çözebiliriz.
Türkiye’nin önde gelen entelektüellerinden olan siyaset bilimi ve tarih profesörü Mete Tunçay böyle demektedir. (1)
“Osmanlı Din (teokratik) devlettir.” Teokratik devlet din adamları tarafından idare edilen bir devlettir. Osmanlı hiçbir zaman böyle bir devlet olmamıştır.
“31 Mart olayı, irticacıların ayaklanması ve bu ayaklanmayı ordunun bastırmasıdır.” 31 Mart olayi, bir ordu içi iktidar kavgasıdır. 1908’de ordunun ittihatçı kanadı iktidarı ele geçiriyor. Ordu içinde ittihatçi olmayan grup buna tepki gösteriyor. Bunun üzerine toplanan Hareket Ordusu gelip kendi ordusunu vurmak zorunda kalıyor. Kisacasi 31 Mart olayi, 1908’de iktidara gelen Ittihatçi cuntaya karşi ordunun kendi içinden bir reaksiyondur. “mürteci” ve “irtica” laflarının siyasi anlamda kullanılması 31 Mart’la başlamıştır.”
“Atatürk, ordunun politikadan ayrılması gerektiğini söylemiştir.” Atatürk’ün böyle bir fikri yok. Atatürk, ”ordu siyasetten çıksın,” diye bir laf hiç etmedi. Aksine eğer ordu Atatürk’ün yolunda gidecekse, politikadan ayrılmaması gerekir. Çünkü Atatürk de öyle düşünüyordu.”
“Atatürk döneminde yargı tarafsızdı” Atatürk döneminde yargı da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk’ün antikomünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırolda dinliyorlar.”
“Milli Mücadele de din istismar edilmedi” “Milli Mücadele, İslam dini istismar edilerek kuruldu. Din devleti oluyoruz havası yaratıldı. İçki yasaklandı. Atatürk, kanuna aykırı olarak içki içti.”
‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi… Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu…’
Mesela… Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela… Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi.
Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.
Dinin kullanılması Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de,
“Benim böyle bir borcum yok” diyor.
Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.
İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?
Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama…
1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir.
Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı. (2)
Örtüyü bir ucundan kaldırdık…
Doğrularımız olmuş yalanlarla devam edilecek…
(1-2) “Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in en önde gelen tarihçilerimizden; Prof. Dr. Mete Tunçay ve Prof. Dr. Cemil Koçak ile konuşmalarından alıntılar.

Yazdırılan yalan tarihten, yaşanılan tarihe (2)


Özgür ortamlarda hiçbir yalan varlığını sürdüremez. Bu güneş ve kar ilişkisine benzemektedir. Kaldığımız yerden devamla;
Ordu toplumdan ileridir.” Toplumdan ileri olabilmesi için askerlerin felsefe ve metafizik eğitimi görmeleri gerekir. Bu iddianın arkasında, Ordunun toplum üzerindeki egemen konumunu sürdürmek hevesi vardır.
“Darbelerde ordu içerisinde uyum vardır.” 1960 darbesinde, 300 generalin 275’i, toplamda tasfiye edilen subay sayısının 5500 olduğuna bakıldığında bu iddia askıdadır.
1960 Darbesinde askerlerin tasfiye konusundan iki başka görüş daha bulunmaktadır. Okuyucuya ve gerçeğe saygımızdan dolayı onları da not olarak kaydediyoruz.
1-“27 Mayıs darbesinden sonra Silahlı Kuvvetlerde gerçekleştirilen ilk iş, generallerin büyük bir çoğunluğunun emekli edilmesi olayıydı. Türk ordusunda sadece 15 general kaldı. Bu dönemde toplamda üst rütbeli 7000 subay emekli edildi. 27 Mayıs siyasete karşı bir darbedir; ama orduya da büyük zarar vermiştir.” Kaynak; Stratejik Boyut Dergisi, sayı 7,
2-“235 general ve 3500 civarında subay (daha çok albay, yarbay, binbaşı) emekliye sevk edilerek, ordu; 1402 üniversite öğretim görevlisi görevden alınarak ve bazı üniversiteler kapatılıp el konularak, üniversiteler; 520 hakim ve yargıç görevden alınınarak, yargı kontrol altına alınmıştır. Kaynak; a) Mümtaz’er Türköne, “27 Mayıs’ın hesabı. İle b) Eski Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli, “Cunta, en büyük tasfiyeyi yargıda ve orduda yaptı”
“Cumhuriyeti sabetaycılar mı kurdu? Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.
Ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?”
Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi.
Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.
Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?
M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış…
Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi.
Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 Haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle…
“Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?”
Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı.
Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar.
Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu.
Bugün de milletvekili yok…
CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?
Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş Milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.
Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?”
Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor.
Mesela Atatürk’e, “Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu” diye soruyorlar.
“Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var.
Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.
Özelliği nedir sizce?
1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. “Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum” türünden mektuplar yazıyor.
Yani…
Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hâkim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.
İsmet Paşa boyun eğdi mi?”
Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.
İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi?
O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor.
Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki…
Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor.
Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu…
“Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?”
Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor.
Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor.
Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına,
“Bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun” diyor.
Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.” (1)
Örtüyü bir ucundan biraz daha kaldırdık…
Doğrularımız olmuş yalanlarla devam edilecek…
(1) “Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in en önde gelen tarihçilerimizden; Prof. Dr. Mete Tunçay ve Prof. Dr. Cemil Koçak ile konuşmalarından alıntılar.

Ismarlama yazdırılmış tarihten, yaşanılmış tarihe (3)

Özgür ortamlarda hiçbir yalan varlığını sürdüremez. Bu güneş ve kar ilişkisine benzemektedir. “Biz birbirimizi korkutmadan, suçlamadan hiçbir konuyu konuşamıyoruz. Eğer rahatça konuşabilseydik, özgürce tartışabilseydik, her konu ağır bir soruna dönüşmezdi bu ülkede. Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi bir sürü sorunun yanında bir de Atatürk sorunumuz var bizim… Atatürk öyle kutsallaştırıldı ki, darbelerden silahlı çetelere kadar uzanan sistemin bütün kötülükleri, suçları bu dokunulmazlık zırhının arkasına gizlendi…” (1)
“Türkiye geçmişini iyi bilmiyor. Niye bilmiyor?
Türkiye’nin tarihinde fay hatları var. Mesela harf devrimi ve dilin sadeleştirilmesi… Bu fay hatları geçmişe uzanmamızı engelliyor. Bakın… Cumhuriyet özünde bir kültürel devrimdir. Tarihteki ilk post modern devrim bizimkidir. Belli bir kültürel yapıdan farklı bir kültürel yapıya geçişi ifade eder bu devrim.
Cumhuriyet’in kültürel devriminin omurgası da laikliktir. Bu kültürel devrim başarılı oldu. Hukuk düzenini Türkiye ölçeğinde laikleştirmiş başka Müslüman bir ülke yok yeryüzünde.
Eğer kültürel devrimin omurgası laiklikse ve kültürel devrim de başarılı olduysa, niye 85 yıl sonra hâlâ laikliğin ve Cumhuriyet’in tehdit altında olduğu ileri sürülüyor?
Türkiye’deki laiklik, Anglosakson kültüründeki sekülarizm değildir.
Türkiye’deki laiklik, dinin devlet tarafından yönlendirilmesidir.
Tek parti döneminde çok daha kolay bir süreçti bu. Ama 1950’lerden itibaren çok partili döneme geçilince, kitleler siyasete katıldı ve din konusunda daha toleranslı bir tavır alma gereği ortaya çıktı. Ayrıca 1970’lerin sonundan itibaren kültür ağırlıklı olarak dünya yeniden yapılandı ve bu post modern dünyada din ve etnisite faktörleri yükseldi. Türkiye de bu gelişmenin dışında kalamadı.
Atatürk’e dönersek… Atatürk nasıl bir askerdi? Çanakkale’yi biliyoruz. Onun dışında bizzat komutan olarak yönettiği savaşlar var mı?
Hayır, ama çeşitli savaşlara kurmay olarak katıldı. Zaten Osmanlı subayları çok genç yaşta cepheden cepheye gitmişlerdir. Atatürk de Trablusgarp’ta, 1911 Balkan Harbi’nde bulundu.
Atatürk’ü sağlığında, ‘meydan savaşı’ kazanmadığı için eleştirdiklerini okudum. Niye böyle söylüyorlardı?
Atatürk yaşarken, birçok komutan ona karşı tavır koydu. Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele… Bütün bu komutanlar Atatürk’ten farklı düşündükleri için zaten İkinci Meclis’te Terakki Perver Fırka’yı kurdular.
Atatürk’e muhalefet, Birinci Meclis’te de vardı. Atatürk iktidarını bence 1927’de pekiştirdi. Ancak o zaman siyasette hâkim bir duruma geldi. Öyle ki, 1927’den önce Atatürk İstanbul’a hiç gelmedi. Çünkü İstanbul riskliydi. Atatürk’e sadece İzmir Suikastı değil daha pek çok suikast girişimi yapıldı. Atatürk iktidarını kademeli olarak pekiştirdi.
İzmir Suikastı davası, aslında Atatürk’e muhalefet eden İttihatçıların tasfiyesi değil midir?
Evet. İttihatçıların tam anlamıyla tasfiyesi aslında İzmir Suikastı’nın bir uzantısı olarak Ankara davasıdır. Mesela değerli bir insan olan Maliye Nazırı Cavit Bey suikast girişiminde bulunmadığı halde idam edildi.
İzmir ve Ankara’daki mahkemelerde yargılananlar arasında kurunun yanında yaş da yandı ama Atatürk’e karşı bir muhalefet oluşmaktaydı ve bazı İttihatçıların İzmir Suikastı’yla doğrudan ilgisi vardı. Ben İttihatçıları iyi bilen biriyim. İttihatçıların gözü karadır.
Atatürk’ün kendisi de İttihatçı değil midir?
Atatürk de İttihatçıydı. Çevresindekiler de İttihatçıydı. Celal Bayar, Yunus Nadi hep İttihatçı gelenekten geliyorlardı cumhuriyet rejimiyle birlikte evrildiler onlar.
İttihatçı zihniyet nedir?
Kelle koltukta ulus kimliğini oluşturmaya yönelik her türlü çabayı göze almaktır İttihatçı zihniyet.
Bugün de ulus-devleti korumak için ortaya çıktığını öne süren silahlı çeteler görüyoruz.
Dünküler başardılar. Ulus-devleti kurdular. Bu başarı, onları meşru kılıyor. Aslında Atatürk’e karşı muhalefet ‘hilafet’ten kaynaklanıyordu.
1922’de saltanatın kaldırılmasına karşı muhalefet vardı.
Ama asıl çıngar 1924’te hilafetin kaldırılmasında koptu. Milli Mücadele’yi Atatürk’le birlikte kazanmış kadrolar arasında hilafetin bir sembol olarak devam ettirilmesi gerektiğine inanan insanlar vardı.
Zaten Terakki Perver Fırka’nın kuruluş nedeninin özünde de hilafet konusundaki görüş ayrılığı vardır.
Bunlar nasıl İngiltere’de kral varsa, Türkiye Cumhuriyeti’nde de halifeyi bir sembol olarak korumak istiyorlardı.
İngiliz demokrasisi gibi bir yapıya ulaşmayı düşünüyorlardı. Atatürk ise kıta Avrupa’sına dönüktü.
Atatürk’ün daha jakoben ve katı laik olan Fransız sistemini mi istiyordu?
Evet. Ben daha doğrusunu söyleyeyim size. Cumhuriyet Türkiyesi, Fransa’daki Üçüncü Cumhuriyet’in bir tür replikasıdır.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin düşünce dağarcığı tamamen Üçüncü Cumhuriyet’tir.
Ayrıca Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’nin radikal partisiyle Cumhuriyet Halk Partisi arasında çok yakın bir bağ vardır.
Bu nedenle bizim laikliğimiz de Üçüncü Cumhuriyet’ten gelmiştir. Fransa’da bu dönem 1870’ten başlar İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam eder.
Üçüncü Cumhuriyet’in ideolojisi nedir?
Fransız devrimini tekrar icat eden ve laik normları Fransa’ya getiren Üçüncü Cumhuriyet’tir. Radikal partinin başında Leon Bourqeois vardır. Onun o tarihlerde yazdığı Solidarite (Dayanışma) adlı kitap daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini oluşturdu. O dönemin fikir adamlarının eserlerini Büyük Millet Meclisi Türkçeye çevirtti.
Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin pozitivist hukuk anlayışı da tamamen Üçüncü Cumhuriyet’in solidarist düşüncesinin ürünüdür ve Leon Duquit diye bir Fransız hukukçusunun anlayışıdır.
Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni mi kurduk biz Türkiye’de?
Bir anlamda öyle. Cumhuriyet’in sosyologu Ziya Gökalp’in düşüncelerinin temelinde de Üçüncü Cumhuriyet’in sosyologu Durkheim vardır.
Durkheim’ın düşüncesi, bizim ulus-devlet inşamızda çok önemli rol oynadı.
Türkiye ekonomisinde devletçiliği inşa eden de gene Charles Gide’dir.
Bunların fikirlerini aldık biz.
Bakın… Şurada Atatürk’ün okuduğu 24 cilt kitap var. Önemli bir kısmı Üçüncü Cumhuriyet dönemine ait, Bunları okuyor Atatürk.
İngiltere’nin sisteminin temeli demokrasiyken, Fransız sisteminde laiklik demokrasiden önce geliyor.
Kâzım Karabekirler, Rauf Orbaylar aslında Atatürk’ü Fransız tipi katı laikliği tercih etmekle, demokrasiye öncelik vermemekle ve tek adam sistemine yönelmekle eleştirmediler mi?
Tabii. Onlar Atatürk’ü hilafeti ilga ettiği için eleştirmiyorlardı. Onlar son kertede Atatürk’ü kendi iktidarını kurmakla, başkalarına yeterince danışmamakla eleştiriyorlardı.
Atatürk ise, din, kitleleri mobilize edebilir düşüncesiyle Terakki Perver Fırka’ya izin vermedi. Rasyonel yurttaş kimliğinin oluşmadığı bir ortamda insanlar inançlarıyla hareket ederler varsayımıyla hareket etti.
Atatürk’ün askerî hayatına dönersek… Hangi aşamalardan, savaşlardan ve başarılardan geçti?
En önemli savaşı Çanakkale’dir ve Milli Mücadele’nin kurgulanıp sonuçlandırılmasıdır.
Atatürk’le aynı dönemde ve onunla hemen hemen aynı yaşta başka bir ünlü asker daha vardı. Enver Paşa. Atatürk’ün ilişkileri Enver Paşa ile nasıldı?
Atak, gözü kara biri olan Enver Paşa çok genç yaşta hürriyet kahramanı imajını elde etti. İttihat Terakki Cemiyeti’nde çok önemli bir yeri vardı.
Atatürk hiçbir zaman İttihat Terakki’de önemli bir yer almadı.
Ordu Enver’den soruluyordu. Unutmamak gerekir ki, ordu reformlarını 1912-13 arasında Enver yaptı. Milli Mücadele’nin başarısında bu çok önemlidir.
Bunu çok az kişi vurgular. Orduyu tamamen mektepli bir yapıya kavuşturan ve alaylıları tasfiye eden Enver’dir.
Bunun sonucu olarak biz Balkan Harbi’ni kaybettik ama Milli Mücadele’yi kazandık. O gençler Balkan Harbi’nde piştiler. Balkan Harbi, Cihan Harbi ve Milli Mücadele’yi zaten hep aynı kadrolar, insanlar yaptı.
Atatürk’ün Enver’le ilişkileri iyi değildi. Önde gelen İttihatçılarla da ilişkisi daha sonra çok bozuldu. Ama bugün bile bizim orduda İttihatçı zihniyetin hâlâ sürmesi ve İttihatçıların yaptıklarının, Ermeni tehciri de dahil, hiç eleştirilmemesi, ordunun bugünkü yapısını reformlarıyla Enver kurduğu için mi?
Öyle de ele alabilirsiniz. Ordu ana omurgasıyla İttihatçıydı ama şunu da unutmamalı. İttihatçıların savaşı da, Milli Mücadele de aslında bir bütündür.
Türkiye’yi inşa eden savaş on yıllık bir savaştır. Bu savaş 1912’de başladı. 1922’de bitti. Bu savaşı 1919 öncesi ve 1919 sonrası diye bölemezsiniz.
O yüzden bu on yıla sahip çıkmak zorundalar. 1912’den itibaren yaşanan bütün siyasal gelişmeye sahip çıkmak durumundalar.
İttihatçılarla Atatürk’ün ilişkileri nasıldı?
Atatürk başlangıçta İttihatçıdır. Selanik’te toplantılarına katılmıştır. Ama Birinci Dünya Savaşı’na girilmesi konusunda eleştirileri vardı. Atatürk karar süreçlerinde etkin bir konumda değildi. Balkan Harbi’nden sonra yeni bir savaş için takatinin kalmadığını düşünüyordu Türkiye’nin. Aslında Türkiye bu savaşın dışında kalamazdı, şu veya bu şekilde savaşa sokulacaktı.
Savaş sonrasında Osmanlı devletinin çöküşünün faturası İttihatçılara çıkarıldı ve Atatürk o dönemde onlara mesafeli durmayı tercih etti.
Nutuk’ta bile İttihat Terakki adını kullanmaz, “cemiyetteydim” der.
Çünkü Türkiye’nin yeni bir devleti İttihatçılardan bağımsız bir imajla kurması gerekiyordu.
Çünkü İttihatçılar Ermeni katliamına bulaşmıştı. Atatürk, Ermeni tehciri sırasında nasıl bir tavır aldı?
O konuda elimizde herhangi bir belge yok. O tarihteki görüşleri neydi fikrimiz yok.
Atatürk’ün Milli Mücadele’nin ilk döneminde İttihatçı liderlerle çok yakın ilişkisi vardı. Ermeni katliamıyla suçlanmış ve hatta idam edilmiş kişilerin ailelerine sahip çıktı ve onlara maaş bağladı.
Atatürk, Ermeni tehcirini ve o sırada meydana gelen ölümleri daha sonra eleştirdi mi peki?
Eleştirdi. Zaten birçok kişi sonradan İttihatçıları bu konuda eleştirdi. Günlük siyaset ve dış politikada imaj oluşturma çabası böyle bir tavrı gerektirdi.
Atatürk, kendi adını bu katliama bulaştırmak istemedi mi demek istiyorsunuz?
Tabii. Kendini bu olayın dışına yerleştiriyor. Kendini bir şekilde güvence altına alıyor.
Bu toprakların insanlarının bir şekilde katledilmiş olması, Atatürk ve yakın çevresi için bir eziklik unsuru getirmiştir. Çünkü geçmişe bakıldığında, bunun bir devletin için sorun olduğunu gördüler. Ama şu da var, Anadolu’nun nüfusunda beş milyon insan kırıldı o dönemde. İki buçuk milyonu Müslümandı.
Atatürk, Samsun’a gitmeden önce Padişah Vahdettin’in yaverliğini de yapmıştı. Padişahla Atatürk’ün ilişkileri nasıldı?
O tarihlerde iyiydi. Bunda yadırganacak bir şey yok. Bir asker olarak imparatorluğu korumak zaten onun göreviydi. Bu insanlar Osmanlı son kertede.
Milli Mücadele’nin ilk aşamasında Padişah’tan farklı bir kimseyi kurtarmak çabası içinde değil ki Mustafa Kemal de.
Samsun’a çıktıktan sonra bile hâlâ İmparatorluğu kurtarmaya yönelik bir mücadele içindeydi.
Ama Milli Mücadele geliştikçe Ankara’yla İstanbul’un görüşleri farklılaştı ve Atatürk Padişah’a karşı tavır almaya başladı. Çünkü Vahdettin hiçbir zaman iktidarından ödün vermek istemedi.
Özellikle Lozan görüşmelerine İstanbul da çağırılınca, saltanatı kaldırdı…
Anadolu’da bildiğim kadarıyla tek bir düzenli ordu vardı o da Kâzım Karabekir’in komutasındaki orduydu. Karabekir’in savaştaki rolü ne oldu?
Çok önemliydi. Kâzım Karabekir destek vermeseydi Milli Mücadele’yi başlatabilmek çok zordu. Mustafa Kemal’in komutasının altına girmeyi kabul etti ve sonuna kadar onun arkasında durdu.
Atatürk’ün yakın dostlarından ve yardımcılarından kimler savaş bittikten sonra muhalif oldular?
Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar, Halide Edip gibi muhalefete geçenlerin hepsi aydın insanlardır.
Bunlar, hilafetin İslam dünyası için bir sembolik yapısı olduğunu ve bunun dünya politikasında kullanılmasını savunuyorlardı. Ama Atatürk ve yakın çevresi hilafetin öyle kendi köşesinde oturamayacağını, bir gün yine saltanat özlemini gündeme getirebileceğini düşünüyorlardı.
Atatürk çok daha merkeziyetçi bir yapı özlemi içindeydi.
Terakki Perverciler ise daha ademi merkeziyetçi bir yapıdan yanaydılar. Daha katılımcı ve daha Meclis’i öne çıkaran bir yapı istiyorlardı. Karabekir, tek adam sistemi nereye varacak diye kaygılanıyordu. Gerçi daha sonraki yıllarda Atatürk için iyi becerdi diye düşünüyor ama…
Atatürk’ün kendisi de “ben maalesef diktatörlük kurdum” demedi mi?
Evet, kendisi de söylüyor. Atatürk dönemindeki yapı otoriter bir yapıdır. Üçüncü Cumhuriyet diyordum ya…
Bu insanlar aslında cumhuriyetçi. Demokrat damarları da var ama, cumhuriyetle demokrasiyi bir arada yürütemeyeceklerini gördükleri an, demokrasiyi değil, cumhuriyeti tercih ettiler.
Bunlar Fransız devrimini okumuş insanlar. Demokrasinin bir takım değerlerini taşıyorlar. …” (1)
Örtüyü biraz daha yukarı kaldırdık…
Doğrularımız olmuş yalanlarla devam edilecek…
Önemlidir; Tarafımızdan içeriğe hiç bir ilave yapılmamıştır. Bu bölümdeki tüm bilgiler, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün kurucu başkanı Prof. Dr. Zafer Toprak’la yapılan konuşmalardan alınanlardır.
(1) “Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in en önde gelen tarihçilerimizden; Prof. Dr. Mete Tuncay, Prof. Dr. Cemil Koçak ile önemli yakın dönem tarihçilerinden Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün kurucu başkanı Prof. Dr. Zafer Toprak’la yapılan konuşmalardan alıntılardır.

Ismarlama tarihten, yaşanılmış tarihe (4)


Kuşlara yuva yapan bir kültür, ne oldu da kardeşine mezar kazmaya başladı?
Özgür ortamlarda hiçbir yalan varlığını sürdüremez. Bu güneş ve kar ilişkisine benzemektedir.
Ve devamla;
“Atatürk’ün hangi konularda çelişkileri vardı?
-Mesela Milli Mücadele’de Atatürk Abdülhamit’ten daha İslâmcıdır. Halkı etrafında toplamak için Abdülhamit’ten daha İslâmi bir dil kullanmıştır. Tamamen politik bir davranış bu.
-Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nda dışarıdan yardım alabilmek için de Mustafa Kemal, hem İslâm’a hem sosyalizme oynadı. Hatta “ben komünistim” anlamında sözler söyledi.
-Lenin’in Ankara’ya gönderdiği büyükelçiye, “Biz zaferden sonra sizin gibi Bolşevik bir rejim kuracağız. Zaten bizim Meclis’imiz de halk tarafından seçildiği için Bolşevizm’e yakın” dedi.
-Büyükelçi, “Sizin Meclis’iniz hacılarla, hocalarla dolu. Proletarya yok orada. Nasıl Bolşevik olacaksınız?” deyince de, “Zaferden sonra ben onları temizleyeceğim” cevabını verdi.
Nitekim Anadolu’da kurulan rejim, Sovyet sistemine benzer tek partili totaliter bir rejim olmadı mı?
-Atatürk, Meclis’i, kendi tayin ettiği üyelerden oluşturdu ama bunu proletaryayı iktidara getirmek ve Bolşevizm’i kurmak için değil, Kemalist rejimi kurmak için yaptı.
-Atatürk’ün bir politikacı olduğunu dikkate almak lazım. Yoksa Atatürk’ün dünya görüşü kapitalizme çok yakındır. Milli Mücadele devam ederken, Amerikalılara Chester imtiyazını verdi.
-Eskişehir’den Musul’a kadar bir demiryolu kurulacak, etrafındaki belli bir arazide de Amerikalılara petrol ve maden arama ve işletme hakkı verilecekti. Amerikalılar iktisadi bulmadıkları için bu imtiyazdan kendileri vazgeçtiler.
-Milli Mücadele sırasında genellikle sosyalist terminolojiyi kullanan Atatürk, zafer kazandıktan sonra kapitalist bir dille konuştu.
Ne dedi?
-Milli Mücadele zamanında yabancı sermayenin sömürücü olduğunu söylerken, zaferden sonra, mesela İzmir İktisat Kongresi’nde, “yabancı sermaye istiyoruz” dedi.
-Çünkü Lozan’da İngilizleri yumuşatması gerekiyordu. Atatürk’ün hem mevcut şartlara göre politik manevra olarak söylediği sözler vardır hem de ilerisi için özlem olarak söylediği sözler vardır.
Peki… Atatürk neden o kadar sert bir şekilde bastırdı Dersim’de ayaklanmayı?
-Milli Mücadele’ye ve Türk milliyetçiliğine önderlik edenler öncelikle Balkanlı Türklerdir. Bunlar, çocukluklarında Balkanların kaybedildiğini gördüler. Bilhassa Müslüman Arnavutların isyan edip Osmanlı’dan kopmasıyla bir şok yaşadılar.
-Balkan faciasından sonra bunların hepsinde “mütecanis olmayan milletler çöker” düşüncesi oluştu. “Türklerden mütecanis bir toplum yaratmalıyız” fikri gelişti.
-Gerçi Atatürk, Milli Mücadele sırasında Kürt unsurunu dikkate alarak, “Türkler ve Kürtler” dedi. Kürtlerin kendilerini geliştirme hakkının olacağını söyledi.
-Amasya belgelerinde Salih Paşa’ya,
-“Kürtler kendi kültürlerini geliştireceklerdir. Bunu bilsinler ki, düşmanın propagandasına kanmasınlar, bize katılsınlar” diye ifadeleri var ama… Milli Mücadele kazanıldıktan sonra…
Atatürk’ün Kürt politikası değişti mi?
-Milli Mücadele kazanıldıktan sonra, memlekette Dersim gibi çok acı olaylara yol açan çok radikal bir Türkleştirme programı uygulandı.
-Bu Türkleştirme politikasının ilk işaretleri Lozan anlaşması imzalandıktan sonra ortaya çıktı. Lozan’a dek ülkede İslâm vurgusu daha güçlüydü ve Türk kavramı daha azdı.
-Mesela Sakarya Savaşı günlerinde, Büyük Taarruz’a hazırlanırken, “Türkiyeliler” diye beyanatlar yayınlayan Mustafa Kemal, İzmir’i kazandıktan sonraki beyanatına,
-“Büyük ve asil Türk milleti” diye başladı. Ayrıca Meclis’te de giderek daha fazla Tük kavramı kullanıldı. Ve Kürt milletvekilleri de bu Türk vurgusuna itiraz etmediler.
Kurtuluş Savaşı’nda ihtiyaç duyulan Kürtlere, savaş kazanıldıktan sonra artık ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle mi Türk vurgusu arttı?
-Bu düşünce baştan beri var ama giderek daha belirginleşti. Şeyh Sait İsyanı Anadolu’da Türkleştirme politikasının radikalleşmesine yol açtı.
-O güne dek, devlette Türklük söylemi artmış olsa da, Kürtlerin de Türkleştireceği yönünde bir işaret yok. Ama Şeyh Sait İsyanı patlayınca, bunların zihinlerinde, hafızalarında Arnavut İsyanı canlanıyor.
-“Memleket bölüşülecek. Bölüşülmemesinin yolu da Kürtleri Türkleştirmektir” diye düşünülüyor.
-1925’teki bu isyanla birlikte çok sert ve otoriter bir Türkleştirme politikası başlıyor. Kısacası Şeyh Sait İsyanı, Kemalizm’i etnik Türkçü bir milliyetçiliğe tahrik eden bir sonuç doğurdu.
Şeyh Sait İsyanı etnik bir isyan mıydı yoksa dinî bir ayaklanma mıydı?
-Şeyh Sait İsyanı hem İslâmi’dir hem de etnik anlamda bir Kürt hareketidir.
-1924’te hilafetin kaldırılması büyük şok yarattı. Çünkü hilafet Türklerle Kürtler arasında güçlü bir bağdı.
-Devletin giderek değişen Türk vurgulu dili karşısında Kürtler kendilerini yabancılaşmış hissediyorlardı. Bir de Güneydoğu’da halkı ayaklanmaya hazırlayacak olan network de zaten hazırdı.
-Şeyhlerin ve feodal ağaların, Cumhuriyet’in Türkçü ve laikleşmeci karakteriyle problemi vardı. Şeyh Sait işte o düğmeye bastı! İrili ufaklı birçok Kürt isyanı oldu. Bunların üçü çok önemlidir. 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı, 1937 Dersim İsyanları…
Atatürk döneminde 16 Kürt isyanı yaşandı. Atatürk sertlik yanlısı bir lider miydi?
-Buna şüphe yok. Atatürk sorunların çözümünde daha çok askerî metotlara alışkın olduğu için radikaldir. “İdare-i maslahatçılar, esaslı inkılâpçı olamazlar” diye bir sözü var Atatürk’ün.
-Jakobenizm budur zaten! Problemlere kesin çözümler getirmek, problemlerin kökünü kazımak, sadece Kemalizm’in değil, bütün devrimlerin tabiatında var. Fransız devrimi de, Bolşevik devrimi de, milliyetçi devrimler de hep böyledir.
-Dünyada şiddete başvurmayan bir devrim var mı? Bunlar, Balkan faciasının zihinlerindeki izleri yüzünden bölünmekten çok korkup çok fazla kuvvet kullanıyorlar.
-Zaten Kemalizm otoriter bir rejimdir. Kemalizm’in demokratik olduğu söylenemez. Hele liberal olduğu hiç söylenemez. Oysa liberal olması demokratik olmasından çok daha önemlidir.
Demokrasi ve liberallik birbirini tamamlayan şeyler değil mi?
-Demokrasi, yönetimin halka dayanmasıyla ilgili bir kavramdır.
-Liberalizm ise doğrudan doğruya özgürlüklerle ilgili bir kavramdır.
-Bu yüzden bir demokrasi ancak liberal olduğu zaman özgürlükçü olabilir.
-Yoksa otoriter ve totaliter demokrasiler de var.
-Atatürk’ün rejimi liberalizme biraz açık olsaydı iyi olurdu. Atatürk’ün rejimi hem liberal değildi, hem de demokrasi değildi.
-Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel sekreteri Recep Peker’in “liberalizm vatan hainliğidir” diye bir konuşması var.
-Recep Peker o dönemin sadece parti genel sekreteri değil, inkılâp dersi veren hocaların da başta gelenidir.
Bu rejim halka dayandığını iddia ediyordu. Halka dayanmıyor muydu?
-Halka dayanmıyordu tabii. Kemalist rejim halka dayanan bir rejim değildi. Demokrasi değildi.
-Demokrasi olmayarak, özgürlüklere belli bir hoşgörü gösterebilirdi ama onu da göstermediği için liberal de değildi.
-Bunu bugün söylediğiniz zaman Kemalistler, düşmanlık gibi algılıyorlar. Amarejimin halka dayanmadığını, silaha dayandığını yazan Kemalist Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur.
-Rejimin halka dayanmadığını, devlet kuvvetlerine dayandığını yazan Falih Rıfkı Atay’dır.
-Çankaya adlı kitabında Falih Rıfkı, “Hakiki milli egemenliği isteyenler terakkiperverdir. Yani Karabekir ve arkadaşlarıdır. Biz ise ordu ve devlet gücüyle ayakta durarak inkılâpları yapmak zorundaydık” diyor.
Atatürk’ü tabulaştıranın ve Atatürk’ü öne sürerek ülkede otoriterliği koyulaştıranın İnönü olduğu söylenmez mi?
-Bu da yanlıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa’nın kurdurduğu Refik Saydam hükümetinin programında Atatürk’ün adı geçmez ama Celal Bayar’ın 1937’deki hükümet programında Atatürk’ün adı ulu önder, ulu gazi, ebedî şefimiz diye 42 kez geçer.
-Çünkü İsmet Paşa’nın hem orduda hem partide gücü vardır. Ama Celal Bayar’ın yoktur. Bugünkü Atatürk imajının oluşmasında Celal Bayar’ın rolü daha fazladır.
-Atatürk’ü kullanmanın yolunu Bayar açtı. İnönü ise 1950’lerden itibaren Demokrat Parti’ye karşı Atatürk’ü kullanmaya başladı. Ahaliden oy alamayınca, Atatürk kavramı öne çıkarıldı ve orduya mesajlar verildi.
Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Kürtlere herhangi bir konuda söz vermiş miydi?
-Kurtuluş Savaşı sırasında iki ayrı halk oturmuşlar mukavele yapmışlar diye bir şey yok. Ama Atatürk, Kürtlerin 1920 yılına kadar sahip oldukları serbestîlerinin, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki Türkiye’de de devam edeceği izlenimini verdi.
Kürtler açısından 1920’lere kadarki tablo nasıldı?
-1920’lere kadarki tablo “Türkler ve Kürtler” tablosudur. Lozan’da, İsmet Paşa “biz Türkler ve Kürtler” diye konuşuyordu. Meclis’te çok sık olmamakla beraber Türkler ve Kürtler kavramı kullanılıyordu.
-Kürtlerin zor kullanılarak Türkleştirilmeleri ise Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra oldu. Türkleştirme politikaları sertleşti ve bugünkü sonuçlar ortaya çıktı.
-Osmanlı’nın bir Kürt meselesi yoktu. Osmanlı devleti Müslüman kavramına dayandığı için Türk, Kürt diye bir ayırım yoktu. Ayrıca Kürtler coğrafi ve tarihî sebeplerle kendilerini temsil edecek bir aydın sınıf da ortaya çıkaramamıştı.
-Kürt meselesi, Milli Mücadele’yle, devletin laikleşmesiyle ve Türkleşmesiyle gündeme geldi.
Atatürk, bir basın toplantısında, Kürtlere özerklik verileceğine dair sözler etmedi mi?
-O basın toplantısı Ocak 1923’tedir. Lozan’da Kürtlere muhtariyetin tartışıldığı dönemdir bu. İzmit basın toplantısında Atatürk, “Haymana’da bile Kürtler var. Türklerle Kürtleri ayıramayız” dedikten sonra, “Muhtariyetten bahsediyorlar.
-Bizim anayasamız bütün vilayetlere bir tür muhtariyet –özerklik- veriyor. Bu anayasayı uyguladığımızda, bütün illerin muhtariyeti çerçevesinde Kürtler de kendi kendilerini yönetmiş olacaklardır” diyor. Atatürk burada hem politika hem diplomasi yapıyor.
Kürtler Atatürk’ün bu sözlerini bir özerklik vaadi olarak algılamakta haksızlar mı?
-Tarihsel olarak haksız değiller. Bu sözler öyle algılanır ama bu sözleri bugünkü bir etnik federasyonun veya özerkliğin gerekçesi sayarlarsa haksız olurlar.
-Atatürk’ün 24 Nisan 1920’de yaptığı çok önemli bir konuşma daha var. Meclis açılalı bir gün olmuş ve “Türkiye sadece Türk değil. Sadece Kürt değil. Sadece Çerkez değil. Bunların elbette hakları olacak. Ama şu zaferi bir kazanalım, ondan sonra bunu görüşelim. Şimdi yaparsak birbirimize düşeriz” diyor. Zaferi kazanınca da zaten bildiği gibi yapıyor.
Atatürk, Şeyh Sait ayaklanmasını, muhaliflerini susturmak için kullandı mı?
-Kesinlikle… Atatürk’ün başvekili Fethi Bey bile Takriri Sükûn Kanunu’nun ve sıkıyönetimin sadece isyan çıkan illerde uygulanmasını savunuyor. Atatürk ise İsmet Paşa’yı başbakanlığa getirerek İstanbul’da bile Takriri Sükûn Kanunu’nu uygulatıyor. Gazetecileri, muhalif basını tamamen susturuyor.
Atatürk’ü yüksek sesle eleştirebilen hiç kimse kaldı mı 1926’dan sonra?
-Hayır kalmadı. Atatürk’ü artık çok alçak sesle bile eleştirmek mümkün değildi. Bunu Nutuk’ta da görüyoruz. Dünün Şark Fatihi olan, Sevr’in şark ayağını kırarak, Doğu’yu kurtaran Kazım Karabekir, Nutuk’ta Atatürk tarafından en hain dimağlar olarak niteleniyor.
Atatürk’e Kurtuluş Savaşı’nda liderlik yolunu açan Karabekir değil midir?
-Evet. İnönü, Abdi İpekçi’ye, “Atatürk, 1927’de Meclis’te Nutuk’u okuduğunda Milli Mücadele’deki yol arkadaşlarına kendisine muhalefet ettikleri için çok öfkeliydi.
-O kızgınlıkla bunları hain olarak niteledi. Eğer Nutuk’u sonra okusaydı, öfkesi yatışmış olurdu ve daha yumuşak bir dil kullanırdı” diyor. Burada önemli olan, Nutuk’un, İsmet Paşa’nın tanıklığıyla, Atatürk’ün çok öfkeli olduğu bir zamanda söylenmiş olmasıdır.
-Dolayısıyla Nutuk, ezelî ve ebedî bir kitap değildir.
-Tarihin, 1927’deki Atatürk’ün stratejilerine göre dizayn edilmesidir Nutuk. (1)
Örtüyü kaldırmak, doğruyu bulmanın ve birbirimizi anlamanın en kolay yoludur…
Devam edecek…
İslamda Vakıf anlayışı; “Cami, mektep, medrese, kütüphane, aşevi, kervansaray, hastane, çeşme, kuyu, misafirhane, yol, köprü, hela, han, hamam, borçlulara yardım, bekar fakirleri evlendirmek, fakir kızlara çehiz vermek, yoksullara odun, kömür, ve gıda yardımı yapmak, borçtan hapse düşenlerin borcunu ödemek, kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, askerleri teçhiz etmek, kış günü dağlarda aç kalan yırtıcı hayvanları beslemek, yolda kalmış yabancı ülke yolcularının beslenmesi ve tedavisi, yazın ağaçları sulamak için kurulmuş sayısız vakıf vardır…
(1) “Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in, Milliyet Gazetesi Yazarı Taha Akyol ile yaptığı söyleşiden alıntılar.
Ve bu dizinin alıntıları; Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in en önde gelen tarihçilerimizden; Prof. Dr. Mete Tuncay, Prof. Dr. Cemil Koçak, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün kurucu başkanı Prof. Dr. Zafer Toprak’la yapılan konuşmalardan oluşmakta ve tarafımızdan hiçbir yorum, ilave yapılmamaktadır.

Ismarlama tarihten, yaşanılmış tarihe, “Türkiyede devlet tarihten korkuyor” (5)


Özgür ortamlarda hiçbir yalan varlığını sürdüremez. Bu güneş ve kar ilişkisine benzemektedir.
“Türkiye Cumhuriyeti, halifeliği kaldırmadan laik bir Cumhuriyet olabilir miydi?” Tabii olabilirdi. Laik bir ülke dini kaldıran bir ülke değildir ki.
Halifelik kaldırılarak sizce hata mı yapıldı?  Bu konuda evet ya da hayır diye bir şey söylenemez. Çünkü kaldırılmıştır.
Peki… Osmanlı’da ordu ile din ilişkisi nasıldı?
Ordu sultanın emriyle hareket ediyordu. Sultan, halifeliği- şeyhülislamlığı pek ileri sürmezdi. Onun için dünyevi sıfatı, sultan oluşu daha önemliydi. Halifelik, Abdülhamit devrinde ön plana geçti.
Orduyla sultan arasındaki büyük ayrılık Abdülhamit’le başladı. Çünkü onun devrinde ordu büyük bir değişiklik geçirdi.
İngilizlerle aramız bozulunca Almanlarla yaklaşıldı ve meşhur Von der Goltz Paşa geldi. Bu dönüm noktasıdır. Goltz Paşa Osmanlı’da askeri okulların müfettişiydi.
Okul kitaplarını yazdı ve bu kitaplarda ‘Bu millet kimdir? Bu milleti kim oluşturacak’ fikirlerini ortaya attı.
Onun ‘silahlanmış millet’ teorisi vardır.
Ona göre, bir millet bütünüyle asker olacak, silahlanacak ve mücadele edecek.
Bugün toplumumuza ve devletin anlayışına hâkim olan ‘ordu millet’ fikrini ortaya attı yani…
Ordu millet fikrini ortaya koydu.
Ona göre, Türkiye’de iki önemli grup vardı.
Bir, halk. Yani köylü.
İki, ordunun yeni elemanları, yani modern eğitimle yetişmekte olan subaylar. Bu ikisini ‘millet’ olarak gördü.
Türkiye’nin kurtuluşunu, inançlı halkla modern subaylarda gördü.
Abdülhamit’in siyasetini desteklemedi. Abdülhamit’e gelince, o da bu modernist düşünceye ve genç subaylara karşı tedirgindi.
Nitekim 1908′de siviller tarafından Selanik’te kurulan İttihat ve Terakki hareketi, askerler katılınca güçlendi. İhtilali modern subaylar yaptı.
Dine geri dönersek… Osmanlı’da dinle ilişki nasıldı?
Her şey din adına yapılıyordu ama aslında dinle alakası olmayan binlerce âdet yaşanırdı Osmanlı’da. Zaten bir şeyin din adına yapılmasıyla, o şeyin gerçek niteliğini birbirinden ayırmak lazım.
Mesela İngiltere’de hâlâ her şey İngiliz kilisesinin de başkanı olan kraliçenin adına yapılıyor.
Ama bu, İngiltere’de hâlâ her şey din adına yapılıyor demek değildir. Yeryüzünde toplumlar ortaya çıktığından beri ‘meşruiyet’ diye bir mesele vardır. Yani bir durumun, olayın, ahlaki gerekçesini sunmak diye bir mesele vardır. Geçmişte din adına gerekçe sunuluyordu, bugün ise demokrasi adına sunuluyor. Ama bizim en ileri gelen tarihçilerimizden biri kitabının başında ‘Osmanlı devleti teokratik bir devlettir’ diyor.
Değil mi?
Bunu okuduğumda donakaldım. Bunu söylemek için tarih, siyasi ilimler ve felsefe bilmemek gerek.
Teokratik devlet din adamları tarafından idare edilen bir devlettir. Osmanlı hiçbir zaman böyle bir devlet olmadı.
Peki Osmanlı sultanı aynı zamanda halife değil midir?
Halife olarak yönetmiyor ki devleti. Sultan olarak yönetiyor. Halifelik bir unvandır. Halife olarak Mekke’yi, Medine’yi onarıyor, hac yollarını açıyor…
Osmanlı’da halkın dinle ilişkisi nasıldı?
Gayet sıkıydı. Çünkü Osmanlı’daki Müslim ya da gayri Müslim bütün toplumlar din üzerine kurulmuştu. Görünürde dine karşı bir yakınlık vardı.
Fakat bu görüntünün ötesinde halk serbestti. Dindarı da vardı, dindar olmayanı da. Düşününüz ki, 17’nci yüzyıldan sonra Anadolu’da Sufi gruplar hâkim oldu.
Zaten Osmanlı’nın kuruluşunda da Anadolu’da hâkim olan İslam, Arap İslam’ı değildi. Orta Asya’dan gelen Sufi İslam hakimdi.
İkisi arasındaki fark nedir?
Büyük bir fark var. Arap İslamı kurumsaldır, toplumsaldır. Kurumun koyduğu kurallara uymanız gerekir. Bu kuralları da yarı organize bir din adamları grubu koyar.
Ve kurum, yani devlet olur bu, halkı bu kurallara göre yönetir.
Sufi İslam’a gelince… Sufilerde din kişiseldir, duygusaldır. Öbürü hayatın en küçük noktasına kadar kurallar koyarken, Sufilik Allah sevgisine âşık olacaksın, öyle yaşayacaksın der.
Sufi de namazını kılar, orucunu tutar ama bunu kendi iradesiyle serbestçe yapar. Sufilik, İslam’ın sevgiye dayanan kişisel bir yorumudur. Bireye ruhen ve yaşayış olarak özgürlük getirir.
Osmanlı devletinde normal kurumsal İslam’la Sufilik birlikte yaşadı.
Nasıl olabildi bu?
Osmanlı devleti, bu iki İslam’ın arasındaydı. Osmanlı istediği zaman dini kullanıyordu ama gene de bir şeriat devleti değildi. Kurulduktan kısa bir süre sonra şeyhülislamlık, padişahın kararlarını onaylayan, devletin icraatlarını Müslüman halkın gözünde din adına meşrulaştıran basit bir makama dönüştü.
Mesela…
İkinci Mahmut reformlara başladığında, ‘Benim yaptıklarımı meşru göstermek için bana hadisler bulun’ diye emir verdi. 35 kadar âyet bulup getirdiler.
İkinci Mahmut şahsi diktatörlüğünü kurmak için şeyhülislamı kullandı. Böylece Osmanlı devletinde sultanlık İkinci Mahmut’la şahsileşti ve padişah ne derse o oldu.

Neden dinle ilgili bir türlü halledemediğimiz bir sorunumuz var bizim? Neden Cumhuriyet’in kurulmasından seksen küsur yıl sonra hâlâ laikliği tartışıyoruz?
Çünkü laiklik, Cumhuriyet’in ve modernitenin temeli olarak gösterildi. Oysa bir cumhuriyetin temel vasfı demokratik olup olmamasıdır.
Eğer demokrasi Türkiye’ye baştan getirilseydi bugün durum değişik olurdu. Zaten bütün bu işler 1930′da bozuldu. 1930′a kadar Atatürk, toplumu biraz eski dengeleriyle muhafaza etmek istedi.
Fakat Halk Partisi Atatürk’ü ikna etti ve durum değişti.
Atatürk’e, ‘Bak, Fethi Okyar’ı nasıl tutuyorlar. Onu tutanlar gericilerdir, saltanatı geri getirmek istiyorlar’ dediler.
Halbuki halk, saltanat falan istemiyordu. Halk Partisi’ni ele geçiren kadronun keyfi yönetimine, yolsuzluklarına tepki gösteriyordu halk.
Eğer seçim olsaydı Halk Partisi iktidardan gidecekti. Hedef, Atatürk ve cumhuriyetçilik değildi. (1)

Devam edecek…
(1) “korkusuz tarih” Neşe Tüzel’in, Kemal Karpat ile yaptığı söyleşiden alıntılardır.
Ve bu dizi; Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in en önde gelen tarihçilerimizden; Prof. Dr. Mete Tuncay, Prof. Dr. Cemil Koçak, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün kurucu başkanı Prof. Dr. Zafer Toprak’la yapılan konuşmalardan oluşmaktadır.

Ismarlama tarih ve “tartışılmaz gerçeklik” (son)

Yakın tarihimizle ilgili, İstanbul Bilgi üniversitesi Tarih Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün kurucu başkanı, Prof. Dr. Cemil Koçak, ABD’nin Wisconsin Üniversistesinde Osmanlı Tarihi Bölümünü kuran dünyaca ünlü tarihçi, Prof. Kemal Karpat’ın, Gazeteci Neşe Tüzel’in konuşmalardan derlenen ve aralarında Milliyet yazarı Taha Akyol’un da olduğu yazarların ilmi tespitlerini, “Korkusuz Tarih”, kitabından aktardık. Ve tekrar gördük ki, Devlet ve vatandaş, “tartışılmaz gerçeklik” anlayışını benimsemiş, yazılmış tarihin tartışılmasını istememektedir.
Ahdevefa göstermeyenler çok önemli değildir,
-”Karakterinin gereği” Der, geçersiniz.
-Ancak…
-Ahdevefa göstermeyene güvenilmeyeceği kavranıldığında…
-”Eyvah… Eyvah… Eyvah!”

Kulaklar ve gözler aklın kapısı..
Akıl zekânın torbasıdır.
….
Akıl torbamızda ne vardır?
-Diğerlerinin tıka-basa! doldurdukları mı?
-Kendimizin okuyarak ve özümseyerek bir sonuca giderek doldurdukları mı?
“Düşünebilen insan”, kendisi için uygun görülmüş, düşünülmüşleri kabullanen değildir.
Kendi öğrendikleri ile sorgulayarak bir sonuca gidebilen varlık insandır.
Papağandan da bir farkımız bu olsa gerek. Ezberletinleri tekrarlamamak, sorgulamak…
Ve meraklısına araştırması için satır başlarını vererek konuyu sonlandırıyoruz.
-Atatürk bir İngiliz’den mi vize almıştır, Samsun’a çıkmak ve ülkeyi kurtarmak için?
-“İşgal sırasında İngilizler, “İstanbul’u Türkler’den geri alalım, Yunanlılar’a verelim, Ayasofya’yı kilise yapsınlar…” düşüncesi tartışılır, ancak bulunan bir çözüm nedeniyle mi vazgeçilmiştir, bu da tartışılmalıdır…
-Çanakkale Savaşı’nda tek kolunu kaybettikten sonra, Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki mezarını basıp;
-“İşte yine döndük Selahaddin! Şu anda benim burada bulunuşum, Haç’ın Hilal’in üzerindeki zaferinin bir kutsanışıdır” diyerek, adeta yaşanan bin yılı özetlemektedir… Bu neyin zaferidir?
-“Dolmabahçe Sarayı’nın bir penceresine dalıyor o gün (İngiliz istihbarat subayı) Bennett ve İşgal ordusu kumandanı General Milne, son padişah Vahideddin, bir görevli ve kendisinin olduğu dörtlü toplantıyı hatırlıyor… O görüşmenin ardından da (İngiliz işgal kuvvetleri komutanı) Milne’nin son padişah için söylediği;
-“Bu adama fazla güvenilmez” sözünü…
Vahideddin’in her an Direniş Hareketi’ni başlatmak üzere Anadolu’ya geçebileceğini anlayan İngilizler Dolmabahçe Sarayı’nın etrafına dikenli tel çekerler…
-“Peki, o zaman bu işgalciler, Vahdettin’e değil de kime güvendiler?” Bunlarda tartışılmalıdır…
“Osmanlı’nın son padişahı, düşmandan korktuğu için mi, düşmanının gemisi ile ülkeyi terk etmiştir?”
-Sahi Ya! Bu hiç aklıma gelmemişti? İnsan kaçacaksa düşmanının gemisi ile neden kaçsın?
“Çanakkale Geçilmez!”diyedururken aynı Çanakkale’den iki sene sonra aynı düşman 55 parça gemisiyle İstanbul’unuzu, canınızı, göz bebeğinizi işgal ediyor… Tam 5 sene süren bir işgal…
Şehzadebaşı’ndaki karakolda 7 şehitlik istisna hariç bir tek çatışma olmaksızın geçen 5 sene…
Ve 6 Ekim 1923’te, yani Lozan’dan 11 hafta sonra kutlanan İstanbul’un kurtuluşu!…
1 Mart’ta besmeleler, hatimlerle açılan bir meclisin açılışından 48 saat sonra kaldırılan hilafet!…
Ve bir tespitte Mısır koloneli Lord Cromer’in hatıratından :
Bir ülkeyi ele geçirmek zor değildir. O ülkede halkın güvendiği, sözüne inandığı, peşinden gittiği adamlar vardır. Askeri işgalin başladığı gün bunları garnizona toplarsınız, geri kalan halk yığınları posadır.
O ülkeyi en az elli yıl istediğiniz gibi yönetirsiniz…” (1-2)
Biz açık büfe misali ilmi tespitleri güvenilir kaynaklardan sergiledik…
Bundan sonrası meraklısının çok çeşitli kaynaklardan araştırmasına kalmaktadır.
(1) “Atatürk`e nasıl vize verdim” İngiliz İstihbarat Subayı John Godolphin Bennett.
(2) Gazeteci-yazar Fatih Tezcan

Hiç yorum yok: