8 Ekim 2012 Pazartesi

Sır perdesi açılıyor! Osmanlıyı Türkleştiren Batı bugün neden tekrar Osmanlılaştırmaktadır?-Sır perdesi açılıyor! Mısır’ı çözmeden Osmanlının yok edilmesi ile Cumhuriyeti çözemezsiniz-Sır perdesi açılıyor, Savaşlar ikiye ayrılır; Kurtuluş Savaşları ile Kurtulma Savaşları-Sır perdesi açılıyor, Osmanlının yenilen helvasının unu Mısır, şekeri Selanik, Tereyağı Fransa’dan!-canmehmet.com


Sır perdesi açılıyor! Osmanlıyı Türkleştiren Batı bugün neden tekrar Osmanlılaştırmaktadır? (1)

Batının hiçbir zaman “Türk”le bir derdi olmamıştır. Onların derdi“Müslüman-Türk”ledir. Bunu açıkça ifade ederek Osmanlıya karşı İngilizlerin bakışını değiştiren ve Türkleştiren! İngilizlerin Evanjelik başbakanı Gladstone, Avam Kamarası’nda elindeki Kuran’ı göstererek konuşmaya başlar, “Bu lanet kitabın takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir” -As long  as there were the followers of that accursed book, Europe would  know no peace- (1)
“…James Bryce, Francis Stevenson, Edwin Pears ve Arnold Toynbee bu silsilenin devam eden isimleri oldular. Dolayısıyla James Bryce’ı ya da Arnold Toynbee’yi tanıyabilmek için önce Gladstone’ u ve fikirlerini tanımak gerekir.
Gladstone, Hıristiyanları tek çatı altında toplayarak Müslüman dünyaya karşı ortak hareket etmesini sağlayacak bir sistemin oluşturulmasım sağlamaya gayret etti ve bu sistemin temeline “Avrupalılık Ruhu” dediği bir yapıyı yerleştirmeye çalıştı.
Gladstone, oluşturmaya çalıştığı bu sistemi “Avrupa Uyumu” projesi olarak tanımladı.
Onun19. Yüzyılda gerçekleştirmeye çalıştığı Avrupa Uyumu, bu gün Avrupa Birliği organizasyonuyla hayat bulmuş durumda. (a.g.e,s.12)
“William Ewart Gladstone’un dünyayı ve Türkleri algılamasının temelindeki önemli etkenlerden biri de Helenizm düşüncesiydi.
Yetiştiği aile ortamı ve okuduğu okulların üzerindeki etkisi nedeniyle William Ewart Gladstone iki kutuplu bir dünyaya inanmıştı. Kutbun birinde temelinde,
-Helen ve Roma kültürlerinin bulunduğu medeni Hıristiyan devletler, diğerinde ise geri kalmışlığın temsilcisi olan
-İslamiyet ve Türkler bulunuyordu. (a.g.e, s.88) ….Gladstone yaptığı ajitasyonla bütün Hıristiyanları Türklerle mücadele etmeye çağırıyordu.
Gladstone’un bu çağrıları bütün dünyadaki Türk karşıtlarını harekete geçirerek Türkler aleyhine yazılar yazmalarına sebep olmuştu.
-İngiltere’de Charles Darwin ve Oscar Wilde;
-Fransa’da Victor Hugo ve halkçı Girardin;
-İtalyada Garibaldi;
-Rusyada Dimitri Mendelev, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Ivan Aksakov, Gareshin ve Makovsky Türk karşıtı yazarlardan bazılarıydı.’
Bu isimlerden en fazla dikkati çeken ise Charles Darwin’di. (a.g.e, s,177)
Darwin, 3 Temmuz 1881 yılında arkadaşı W. Graham’a gönderdiği mektupta Türkler hakkında şu düşünceleri ileri sürmüştü: (a.g.e, s.179)
-”Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, bir kaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok saçma bir düşüncedir.
-Avrupalı ırklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından yokedileceklerini görüyorum.” (Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, cilt 1. New York, D. Appleton and Company, 1888. s. 285-86 )
“…Gladstone ve arkadaşlarının (Osmanlılar katliam yapıyor!) propagandasının doğruluk deresini görmek için Türkiye’ye gelen İngiliz subayı Fred Burnaby bu çelişkili durumu anılarında şöyle ifade ediyor:
-“Gladstone, “Katliam Dersleri”, başlıklı risalesinde Türk insanına karşı kullandığı ağdalı dille insanlarımızın zihinlerinde öfke şimşekleri çaktırdığı halde, Rodop Heyeti’nin, “Bulgar’ın savunmasız Müslüman Türkleri Katletmeleri” (2) ortaya çıkardığı cinayetler hakkında söyleyecek tek sözü yoktur şimdi”
Gladstone’un tutarlı olmayan davranışlarını eleştirenlerden biri Karl Marx’ tı.
Marx, Batı uygarlığı için büyük tehlike olarak gördüğü Ruslarla İngiltere’nin işbirliğine girmesini tehdit olarak algılıyordu. (a.g.e, s.180)
“Tarih geçmişin bugüne tuttuğu bir aynadır.  O ayna içinde doğrular yanlışlar, hatalar, haksızlıklar, haklılıklar aynı pota içinde yansır durur. Bu bakımdan tarihsel mirasın verimlerinden faydalanmak, günceli değerlendirmek açısından son derece büyük fayda sağlar…
-İçinde yaşadığımız yıllarda İslam coğrafyasını İlgilendiren yığınla olay meydana geldi.. Sayısız doğrular sayısız yanlışlarla karıştı. Nice haksız durumlar yaşandı.. Müslümanlara yönelik baskılar hâlâ sürüyor.. Ve coğrafyamız susuyor..
Tarihe döndüğümüzde geçmişin münbit ovasında ne kadar zorluk içinde olunursa olunsun haksızlıkların karşısında asla susulmadığım görmekteyiz..
Bunun en büyük örneği de Osmanlı devletinde görülüyor..Yani denilebilir ki Osmanlı çerçevesinde bir Bosna-Hersek katliamına susulmazdı.
Osmanlı’nın haksızlık karşısında takındığı tavır elbet, haklılığı sadece ve sadece kendinden yana gören batıyı huzursuz etmişti tarih boyunca..
Bundan dolayı Osmanlı’nın yıkılması konusunda ellerinden geleni ardına koymamışlardır..”(3)
Yaklaşık 150 yıl önce üzerimizde oynanan,“Büyük Oyun”un perdesini hafifçe bilgi kırıntıları vererek araladık ve sızan ışıklardan ipucu vermeye çalıştık…
Bakalım perdeyi açıtığımızda karşımıza içerisinde bulunduğumuz durum ile ilgili ne çıkacaktır?
Devam edecek…
(1)“Büyük Oyun”, Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca, s. 302)
(2) Justin McCarthy, 1821 – 1922 yılları arasında yaklaşık beş buçuk milyon müslümanın Avrupa’dan sürüldüğünü ve beş milyondan fazlasının öldürüldüğü ya da kaçarken hastalık veya açlık sonucu öldüğünü tahmin etmektedir. Etnik temizlik, 1820′li – 1830′lu yıllarda Sırp ve Yunanlıların bağımsızlığı kazanmalarının, 1877 – 1878 yıllarında 93 Harbi’nin, 1912 – 1913 yıllarında Balkan savaşları’nın, I. Dünya Savaşı ve sonrası sırasında Ermeni isyanları ve çeteleri ile Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’nun Yunanistan tarafından işgali sonucunda meydana geldi. Michael Mann, 1914 Carnegie Endowment raporunda bu eylemlerin Avrupa’da daha önce görülmemiş muazzam ölçüde cani etnik temizlik olarak tanımlandığını aktarmaktadır. (vikipedi)
(3) “Osmanlı’nın bozgun yılları”, Hastanın Başucunda Kırk Gün Kırk Gece, Stephan Lauzan. Yazar, 1913 Yılında İstanbul ve cephelerde gördüklerini aktaran Fransız savaş muhabiridir. Parça kitabın önsözünden alıntıdır.

Sır perdesi açılıyor! Mısır’ı çözmeden Osmanlının yok edilmesi ile Cumhuriyeti çözemezsiniz (2)


Dünya haritasında, Türkiye ve Mısır’ın konumuna sömürgecilerin gözü ile hiç baktınız mı? Veya Rusların gözü ile Boğazlara? Lütfen içeriğe göz atmadan, haritaya bir göz atınız. Arkasından hakkımızda biçilen kaftan için; 5 Ocak 1918, İngiliz (a); 8 Ocak 1918, ABD meclislerindeki konuşmalara (b).  ABD Demokrat Parti Silahlı Hiz. Kom. ve İstihbarat Komitesi üyesi Senatör Udall bakınız Mısır için ne demektedir?  ”Türkiye’nin 100 yıl önce gördüğü gibi, gerçekten -Mısır’da- bir Atatürk’e ihtiyacımız var.” Bence Türk ordusu, Mısır ordusunun bu durumda oynayabileceği rol için iyi bir örnek” dedi.(1)
Senatör bu konuşmayı ne zaman yapmaktadır? 11 Şubat 2011’de.
Demek ki, ABD’nin-Batının- gözünde, Mısır ve Türkiye terazinin her iki kefesinde aynı ağırlıktadır.
ABD’li Demokrat senatör, siyasi manada neyi temsil etmekte, savunmaktadır?
Çok kısa bir özeti ile Demokrat partinin dünü ve bugününden bahsedersek;
ABD’li Demokrat Parti, 1828’de kurulmuştur. Demokrasi ve Liberalizmsavunduğu değerler arasındadır. Parti, 1860′lı yıllarda, Güneyli demokratların köleliği, Kuzeyli demokratların köleliğe karşı görüşleri savunması nedeniyle ikiye ayrılmıştır. Cumhuriyetçi Parti bu ortam içinde köleliğe karşı olarak kurulmuş ve Cumhuriyetçi aday Abraham Lincoln başkan seçilmiştir.
Ve son ABD başkanı Demokrat Partili Barack Hussein Obama, Kenya asıllı Müslüman bir babayla beyaz bir Amerikalı annenin oğlu olarak 4 Ağustos 1961 tarihinde dünyaya gelmiştir.  New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler okuyan Obama, 1988′de Harvard Hukuk Fakültesi’ndeki  öğrenciliği sırasında “Harvard Law Review” dergisinin ilk Afrika kökenli Amerikalı yöneticisi olmuştur.”
Bu diğer ifadesi ile Perşembenin gelişi Çarşamba’dan ayarlanmıştır, Pardon belli olmuştur!
Perdeyi biraz daha aralıyor ve yaklaşık 213 yıl geriye gidiyoruz.
“18 yy. da Avrupa’da iki büyük sömürgeci güç vardır: İngiltere ve Fransa. Ve bunlar birbirleriyle amansız rekabet halindedir. O dönemde İngiltere, Fransa’yı Hindistan’dan kovmuş ve Hindistan’ı adeta tek başına  yağmalarcasına sömürmektedir. Fransa, kendisi için büyük bir gelir kaynağından mahrum kalınca yeni oyunlar ve plânlar peşinde koşmaya başlar. Hem Hindistan’ı ezelî düşmanlarının elinden almayı hem de Hindistan’ın giriş kapısı olan tahıl ambarı Mısır’ı alıp İngiltere’ye darbe vurmayı planlar.
Bu gaye ile Fransa hükümeti 5 Mart 1798’de I. Napolyon Bonapart’ı vazifelendirerek hazırlıkları çok gizli bir şekilde yürütmesi emrini verir…
“Bu görev, şöhret düşkünü Napolyon’u çok sevindirir. Napolyon kendisini “Büyük İskender” rolünde görmekte ve İstanbul’u da bu “Yeni İskender İmparatorluğu’nun başkenti olarak düşünerek hayallerini Hindistan’a kadar uzatmaktadır. (2)
Ve böylece Mısır’ın, sık sık isyanlara sahne olacak olaylarının hikayesi 213 yıl evvelinden başlar…“Napolyon 400 parçalık donanması ile 1798′de denize açılır. İskenderiye sahillerine inen Napolyon’un maiyetinde; 40.000 asker, 40 general ve sadece askeri alanda değil, Mısır’ın kültür varlıklarının sömürülmesi ve ahlâken sukût ettirilmesi (ahlaken çökertilmesi ) için de 100 kadar bilim adamı, ressam ve artistine kadar zengin bir kadro bulunmaktadır (3).
“Sefer en ince teferruatına kadar hesaplanmış ve propaganda için Arapça matbaa dahi getirilmiştir. (4)
….
“Napolyon bu arada Fransız ihtilali’nin fikirlerini yerleştirmek ve Fransız kültürünü tabana yayabilmek için Kahire’de bir Fransız mektebi ve tiyatro açar. Daha sonra da matbaa kurup gazete çıkartır.
Bu paragrafı, siyasi tarih meraklıları, Fransız ihtilalinin Osmanlı aydınlarını etkilemesini, Osmanlının parçalanmasında, Türkçülük, ulusçuluk düşünceleri ile birlikte değerlendirebilir.
Napolyon kendi notlarında da Suriye seferi için hedeflerini şöyle açıklamaktadır:
“…Türklerin elindeki bütün limanları (Doğu Akdeniz kıyısındaki) alalım. Suriye Hıristiyanlarını silahlandıralım ve Osmanlı topraklarında karışıklıklar çıkaralım. Akka kalesini alabilirsek, Mısır kamuoyu bizden yana dönecektir. Haziran’a kadar Şam’a varmış oluruz. İleri karakollarımız Toroslar’a kadar sokulur. 26 bin Fransız. 6 bin Memlûk ve 18 bin Dürzi ile doğuya doğru ilerleriz. Sultan sesini çıkartmamayı menfaatine uygun bulur. Iran Şahı Basra ve Şiraz yolu üzerinden ilerlememizi kabul etti. Allah isterse Mart’a kadar İndüs’e varırız…” (5)
213 yıl evvel açıklanan bu düşünceler, Birinci Dünya savaşı ve sonrasında gerçekleşecektir. İşte bunun için doğru bir tarih bilgisi milletlerin geleceği için nerede ise, hayati önem derecesindedir.
Bir ilginç not daha…
“Napolyon,  22 Mayıs 1799′da Moituer Üniversel gazetesine verdiği bir ilanda da bütün Avrupa, Asya ve Afrika Yahudilerini Fransız ordusuna gönüllü asker olarak katılmaya çağırmakta, buna karşılık da Filistin’de bir Yahudi devleti kuracağını vadetmektedir.” (6)
Bir Yahudi devleti olarak kurulan İsrail,  verilen bu sözlerden tam 149 yıl sonra (1948 yılında) gerçekleştirilir. Bu kez Yahudilere öncülük edenler,  İngilizler ve ABD’lilerdir.
Gerçeğinde, “Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz”, İngiliz, ABD ve Fransız kankalarız!
Demek ki,
Bugünler dünlerden doğmaktadır.
Okuyanı sıkmamak adına ilk bölümler kısa notlarla bilgilendirme yazıları olacak, devamında notlar birleştirilerek konu toparlanacaktır.
Devam edecek…
 (a) İngiliz Başbakanı Lloyd George, 5 Ocak 1918’de Avam kamarasında; “Biz Türkler’i ne payitahtlarından, ne de ekseriyetle meskûn bulundukları namlı Anadolu ve Rumeli topraklarından mahrum bırakmak için harp etmiyoruz.”
(b) Wilson İlkeleri, dönemin Amerika Birleşik Devletleri başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada bahsettiği ilkelere verilen addır. On Dört Madde (İngilizce: Fourteen Points) olarak da anılan bu on dört ilke, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin görüşlerini de ifade eder. Wilson Beyannamesi’nin, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili 12. Maddesi, Bu maddeye göre, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkler’e meskûn kısımlarına itirazsız bir hakimiyet temin edileceği ifade edilmiştir.
 (1) Bakü, 11 Şubat, 2011, Salam News.)
(2-5-6) Kocabaş. Şakir; Tarihte Türkler ve Fransızlar. Vatan Yay. İst/90, s. 134.
(3-4) Kutay, Cemal Türkiye Hür. ve Mücadele

Sır perdesi açılıyor, Savaşlar ikiye ayrılır; Kurtuluş Savaşları ile Kurtulma Savaşları (3)

Üzerimize oynanan ve birinci etabı Kurtuluş savaşı ile noktalanan, “Büyük Oyun”u çözmenin yolu, ilk dış borcumuzu (*) aldığımız Kırım Savaşı’nda (1853) görünürde yanımızda olan, gerçekte geleceğimizi örümcek ağı misali ören İngiliz-Fransız-Rus tezgâhından geçmektedir. Oyunun ikinci etabı, Arap baharımıdır? ABD başlangıçtan beri Rusların gizli ortağıdır. (**) Avrupalılar bu nedenle, “AB” İmparatorluğunu kurmuşlardır.
Ve Sonun başlangıcı, Kırım Savaşı ve İngiliz Başbakanı William Gladstone,
“19. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’nin kaderi üzerinde en fazla etkili olan devlet İngiltere oldu. Her ne kadar bu yüzyıldaki bağımsızlık hareketlerini desteklemiş olsa da, özellikle 1875 yılına kadar dış politikadaki temel ilkesiRusya ya karşı Osmanlı Devleti’ni korumaya yönelikti.
Bu politikanın uygulamadaki en belirgin örneği Kırım savaşı oldu. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Rusya etkisinde kalmasını yâda Rusya’nın Karadeniz üzerinden Akdeniz’e açılmasını engellemeye çalıştı
1833 Hünkâr İskelesi Anlaşması, İngiltere ve Rusya açısından da çok önemliydi. Rusya bu anlaşmayla Osmanlı Devleti’ni himayesi altına almışoluyordu ki, bu dönemde Rusya’nın temel politikası Boğazların başka devletin eline geçmesini engellemeye yönelikti.
Bu açıdan Osmanlı Devleti’nin tamamen yok edilmesi yerine Rusya’ya bağlı tutulması daha uygun bir politikaydı.” (1)
Bu düşünce, hem İngilizler, hem Fransızlar hem de ABD tarafından kabul görmektedir. Amaç bizim bu bölgede tamamen yok olmamız değil, bir denge unsuru, ancak bağımlı (akvaryumda balık misali!) olarak yaşamamızdır. Kurtuluş savaşında da nihai hedeflenen-yapılan budur.
Burada konuya açıklama getirmek adına bir örnek vermek gerekirse,
Kurtuluş Savaşında dikkatlerden kaçan bir husus vardır. İngiliz-Fransız-İtalyanlar ülkemizi işgal etmelerine rağmen bizimle (ordumuzla) savaşmamışlar, bundan titizlikle kaçınmışlardır.
-“Mustafa Kemal kararını verdi. Danışmanlarından kimisi, yenilgi riskine girmeden, derhal barış yapmasını istediler. Çoğunluksa,  şiddetle derhal saldırıya geçip İngilizleri bir kenara itmesinden Yunanlılara yetişip, onları Atina’ya dek kovalamasından yanaydı.
-Mustafa Kemal, en belirgin değerlerinden biri olan soğukkanlı muhakemesi sayesinde, birinin boş övüngenliğini ve diğerinin iradesizliğini dikkatle tarttı.
-Kararı barış aleyhinde oldu. Bu durumda, istediği koşulları elde etmesi kesinlikle olanaksızdı. Koşulları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu. Yunanlıları şimdi yakalayacaktı. Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve onun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.
-Bir “yetenek testi” uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde burduruldular; durum ciddi görünüyordu.
Şans yıldızına güvenip kumar oynaması gerekiyordu. Zayıf iradeli bir rakibe karşı işe yaraması mümkün olan bir hile, bir ‘ruse de guerre’ (savaş hilesi) uygulamayı deneyecekti.
Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti.
Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.”
(O an İngiltere ülkemizde işgalci değil midir?
-”Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı. Siperdeki İngiliz askeri ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın, kalakalmıştı: Aldıkları emirler oldukça müphemdi: Ateş etmeksizin ya da güç kullanmaksızın Türkleri durdurmaları istenmişti. Türklerse ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerini sürdürüyorlardı.
-Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti: Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı; İngiliz kumandana “Dur” emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile: Bir ateşkes yapılmıştı.” (2)
….
Kaldığımız yerden devamla…
Rusya Başbakanı Nesselrode, Rus politikasını şu şekilde belirtiyordu:
“Bu muharebede (1828-1829) Osmanlı Devleti’nin başkentine kadar ilerleyip, Osmanlı Devleti’ni ezmek elimizdeydi. Avrupa kıtasında Osmanlı Devleti’ni büsbütün bitirmek isteseydik hiçbir devlet buna mani olamayacak ve hiç bir tehlike bizi korkutmayacaktı.
Lakin İmparatorun düşüncesi, Osmanlı Devleti’nin ancak bizim korumamızaltında yaşayabilecek bir hale getirilmesidir. Bu, ülkemizi yeni fetihlerle genişletmek yahut onun yerine, sonraları bizimle rekabet edebilecek birtakım hükümetler kurmaktan daha hayırlıdır.
Biz Osmanlı Devleti’ni yok etmek istemekten ziyade onu bugünkü durumunda tutma çarelerini aramaktayız, Mademki bu devlet ancak bize tabi olmakla bize faydalı olabilir, biz de ondan taahhütlerini tam olarak yerine getirmesini ve bütün isteklerimizi hemen yürürlüğe koymasını isteyebiliriz”(3)
….
“Kırım Savaşı, 4 Ekim 1853 – 30 Mart 1856 tarihleri arasındaki Osmanlı-Rus Savaşıdır. Birleşik Krallık, Fransa ve Piyemote-Sardinya’nın Osmanlı tarafında savaşa dâhil olmasıyla savaş, Avrupalı devletlerin Rusya’yı Avrupa ve Akdeniz dışında tutmak amacıyla verdiği bir savaş halini almıştır. Savaş, müttefik güçlerin zaferiyle bitmiştir.
-Savaşın sebepleri
Rusya, 1853 yılından itibaren Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunalımı sırasında takip ettiği zayıf bir Osmanlı Devleti üzerinde etki alanı kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıkma politikası takip etmeye başladı. Bunu gerçekleştirebilmek için de kutsal yerler sorununu kullandı. Osmanlı Devleti, Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve çevresinde Katolik ve Ortodoks cemaatlerine çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı.
1853 yılına gelindiğinde ayrıcalıklar konusunda Rusya ile Katolikliğin dünya çapında savunuculuğunu yapan Fransa çatışmaya başladılar. Bu durumu bahane eden ve asıl amacı “Hasta adam” gözüyle baktığı Osmanlı Devleti’ne ve onun bekasına son vermek isteyen Rusya, Birleşik Krallık’a mirasın paylaşılması teklifinde bulundu.
Ancak, çıkarları gereği Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün muhafazasından yana olan Birleşik Krallık bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Rusya, tek başına harekete geçerek, Osmanlı Devleti’ne bir ittifak teklifinde bulundu ve bu devletin sınırları içinde yaşayan Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya’ya bırakılmasını önerdi.
Osmanlı Devleti Britanya’nın da desteğine güvenerek Rus isteklerini reddetti.
Bu bağlamda gelişen Osmanlı Devleti-Rusya gerginliği, Birleşik Krallık başta olmak üzere Avrupa devletlerinin de ilgisini çekmekte gecikmedi. Birleşik Krallık hükümeti, 1853′te yaşanan gerilim sırasında Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’ni destekleme politikasını benimsedi.
Bu tercih, Osmanlı Devleti’ne destek olma isteğinin ötesinde, Avrupa’daki güç dengelerini yeniden tanımlama amacı taşıyordu. Avusturya İmparatorluğu’na karşı 1848 yılında başlayan Macar ayaklanmasının Rusya’nın yardımıyla kanlı bir şekilde bastırılması, bu dönemde Rusya’nın Avrupa’da artan bir şekilde güç kazanmasının göstergesi olarak yorumlanmıştı.
Birleşik Krallık, bu ve benzer nedenlerle Avrupa’daki güç dengesinin kendi aleyhine bozulmasını engellemek istiyor, bu amaç doğrultusunda Rusya’nın güçlenmesinin önüne geçmeye çabalıyordu. Bunun yanında, Osmanlı Devleti’nin dağılması Rusya’nın topraklarını güneye doğru genişletmesi anlamına gelecekti;bu durum Birleşik Krallık’ın Asya’daki kolonilerine (özellikle Hindistan’a) ulaşmasını zorlaştıracaktı.
Fransa Rusya’nın Avrupa güçler dengesinin dışında tutulması konusunda Büyük Britanya hükümetiyle benzer bir politika izliyordu.
Rusya’ya bağlı olan Polonya topraklarında yeniden bir bağımsız Polonya kurulması ve bu bağımsız devletin Fransa’nın müttefiki olması olasılığı da Fransa’yı Rusya’ya karşı cephe almaya teşvik ediyordu. Bu ve benzer nedenlerle, Rusya’ya karşı girişilebilecek bir müdahale, Fransa’yı Avrupa’da yeniden üstün duruma getirebilirdi.
Bu nedenlerle Fransa, Osmanlı Devleti-Rusya geriliminde, tıpkı Birleşik Krallık gibi, Osmanlı Devleti’nden yana bir tutum takındı.
Prusya başta olmak üzere merkezi Avrupa devletleri bu düşüncelere karşıydı. Özellikle Avusturya, savaş sonunda yapılacak antlaşmadan ve ortaya çıkacak yeni statükodan endişeli idi.(4)
Toparlarsak…
Büyük devletlerin ve özellikle de Batılı gelişmişlerin çıkarları doğrultusunda bu bölgede zayıf bir Türk devleti yaşatılmak zorundadır.
Bunu en güzel açıklayan herhalde Kurt! İngiliz Başbakanı Churchillolmuştur.
-”Türkiye’nin ağırlığı 35 kg da tutulmalıdır. Türkiye’nin ağırlığı eğer bu kilonun üstüne çıkarsa başına gaileler açarak yeniden 35 kg. a indirilmelidir.”  (5)
Peki, nedir başımıza açılan gaileler!
Devam edecek…
(*) Osmanlı Devletinin İlk dış borcu, Kırım Savaşından (1853-1856) hemen sonra gerçekleşti. “Osmanlı Devleti, İngiltere Hükümetinden 2,5 milyon altın lira aldı ve 3,3 milyon altın lira borçlandı. Bu borca Mısır vergisi karşılık gösterildi.” Bununla herhalde bir taşla iki kuş vurulması planlanmıştır; Bir taraftan Osmanlının dalları budanırken, diğer taraftan da, Tahıl deposu Mısır (gelirinin üzerine de ipotek konularak) geleceğe sömürge olarak hazırlanmaktadır.
(**) İlerleyen bölümlerde açıklandığında da görülecektir. Fırsatların değerlendirilmesinde, örneğin, İkinci dünya savaşı sonrasında olduğu gibi ABD ve Rusya Avrupa ve diğer devletlerin bölgedeki çıkarıları aleyhine sıkı bir işbirliği yapmaktadırlar. Rusların uzay çalışmalarında herhalde ABD’lilerin katkıları unutulmayacaktır.
(1-3)“Büyük Oyun” İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca
(2).”BOZKURT”,   H.CC. ARMSTRONG  1.Baskı Mayıs 2005 NOKTAKİTAP
(4)ANDIÇ, Fuat ve ANDIÇ, Süphan: Kırım Savaşı, Âli Paşa ve Paris Antlaşması; İstanbul: Eren Yayıncılık, 2002. (Vikipedi)
(5)Milli Güç ve Milletleşme Gerçeği, Metin Murat ARSLAN, Sosyolog

Sır perdesi açılıyor, Osmanlının yenilen helvasının unu Mısır, şekeri Selanik, Tereyağı Fransa’dan! (4)

Şu gerçeği çok iyi özümsemeliyiz. Batılı gelişmişler, paramızla dahi bize bilgi-teknoloji vermemektedir. Dün parasını aldığı halde gemileri; bugün, silahlarla ilgili yazılım şifrelerini ve Nükleer Santral-Teknolojilerini  satmamaktadır. Ne vermektedir? İçmemiz için uyuşturan kola, yememiz için muz, belimiz için don lastiği! Bu yazımızda da, hangi süreçlerden geçerek bugüne geldiğimizden kısa örnekler anlatılacaktır.
Başlangıçta, İngiliz endüstrisi henüz rekabet edebilecek düzeyde değilken,ham yün ihraç eden İngilizlerin sağ eli kesilirdi. Aynı suçu tekrar işleyenler ise asılırdı. Cesetler gömülmeden önce, rahip kefenin İngiliz malı olup olmadığını kontrol etmek zorundaydı.(1)
İngiltere uzun süre, tekstil vb makinelerinin bizim gibi ülkelere satışını engellemiştir.
Peki, sömürgeciler bizim gibi ülkelerde düzenlerini nasıl kurmaktadır?
Yüksek faizle borç para verirken dahi, ayrıca ticari ayrıcalıklar istemektedir. Moskova’ya gidenler görmüştür. Lenin’in yattığı Kremlin Sarayının Bahçesinde –herhalde nispet yaparcasına- Amerikan Kolası ve hamburgerleri satılmaktadır. Büyük ihtimalle bu izin, onlardan da verilen borç paralar karşılığında alınmıştır.
2. Abdülhamid, özellikle İngiliz-Fransızlar tarafından hiç sevilmez. Çünkü onların kısık ateşte pişirdiği Osmanlı helvasının hazırlanmasını geciktirmek adına yaklaşık otuz üç sene helvaya tuz atmıştır! Onlar da Onu önce Ermenileri kullanarak öldürtmek istemiş, patlatılan bombalar öldürmeyince, işi Selanik Musevi sermayesi üzerinden İttihat ve Terakki’ye havale edilerek alaşağı etmişlerdir.
Abdülhamit, “Büyük Oyun’u çözen ve bu nedenle nerede ise, Osmanlının yıkılışını durduracak noktaya getiren bir siyaset dehasıdır.
Türkiye’nin İdam Fermanı
“İngiliz diplomatları, “Türkiye’yi, İngiltere’nin bağımlı tarım ülkesi haline getirmek için, kapitülasyonların kaldırılması gereken bir dönemde serbest ticaret doktrinini kolayca kabul ettirdiler. Türkiye, 1838’de imzalanan ticaret anlaşmasıyla ileri Avrupa ekonomisinin açık pazarı haline geldi.
Böylece, ekonomi kendi yolunda ilerlemesi halinde mümkün görünen gelişme, engellenmiş oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Doğu ve Batı arasında köprü durumunda olan coğrafî mevkii ve Batılı kapitalistlerin hammadde deposu ve Pazar olarak iştahını kabartan olanakları, Türkiye’yi yalnız ekonomik planda politik ve askeri planda da Avrupa’nın baş hedefi yapmaktaydı.
(Bu arada) Türkiye’ye yöneltilmiş bin yıllık «ehli salip»ten (de) söz etmek, herhalde büsbütün yanlış sayılamaz.
Kapitalist gelişme yolunu açarak reformlara girişildiği dönemde dahi, Türkiye, Avrupa devletlerinin ağır baskısı altındaydı: Yeniçeriliğin kaldırılmasından hemen sonra, İngiliz. Fransız ve Rus filoları Novarin’de Türk donanmasını yokediyorlardı (1827). Balkanlardan inen Rus ordusu, Edirne’yi alıyor ve İstanbul’a doğru ilerliyordu (1829).
Fransız ve İngiliz’lerin teşvikiyle, Mısırlı Mehmet Ali, Kütahya’yı ele geçiriyor ve İstanbul’u tehdit ediyordu.
Sultan Mahmut. Mehmet Ali’ye karşı Rus ordusunun ve Savaş gemilerinin yardımını istiyordu (1833). Hünkar iskelesi Muahedesi ile, Devlet Rus himayesine giriyordu.
Kendi çıkarları açısından telâşlanan İngiltere, Mehmet Ali ve Rusya tehlikelerine karşı Sultan’ı destekliyor vebu hizmetlerine karşılık, imparatorluğu açık Pazar yapan İngiliz ticaret antlaşmasını elde ediyordu.
Bundan sonra Osmanlı devleti, (Özellikle 2. Abdülhamit) ancak Avrupa devletleri arasındaki çıkar çekişmelerinden yararlanarak birtakım denge hesapları içinde varlığını sürdürebilecektir.
Ama bu denge hesapları dahi ardı kesilmez savaşlarla devlet arazisinin hızla küçülmesini engellemeyecektir. Kapitalist ülkeler arasındaki rekabetin ise iki yönlü olduğu unutulmamalıdır.(2)
Ne kadar güzel ve kibarca paslaşmaktadırlar!
-Önce Rusya bastırmakta, İngilizler de yardım bahanesi ile büyük ekonomik tavizler koparmakta;
-Arkasından kışkırttıkları ve her türlü silah ve malzeme ile donattıkları Mısır, Osmanlıya karşı harekete geçerek, Osmanlının içerlerine doğru ilerlemekte;
-Bu kez de Ruslar, Mısır’ı durdurmak adına yapacakları yardım karşılığı, Osmanlıya koruyucu olmaktadırlar.
Sırası gelmişken soralım, NATO’ya (ABD’nin kanatları altına) nasıl girdik?
-NATO’ya, “Sovyetlerin, bizden boğazlar ve Doğu illerimizle ilgili talepleri karşısında zorlanmamız nedeniyle” girdiğimiz ifade edilir.
Peki, bu talepler karşısında nereye sığınmışız? Yaklaşık 25 yıl önce Anadolu’yu işgal etmiş İngiltere-Fransa-ABD’ye…
İlginç olan, bu olayların gerçekleştiği o yıllarda Türk Hükümeti Rusya ile hiç görüşmemiş, diplomatik ilişki kurmamıştır, Rus dışişleri bakanlığı ile ilişkiler, İngiltere hükümeti aracılığıyla yürütülmüştür.”
Bunun gerekçesi nedir?
“Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmadı. 1939’da savaş olasılığının iyice artması üzerine toprak bütünlüğünü korumaya yönelik ittifak anlaşmaları sağlamak amacıyla bazı girişimlerde bulundu. İlk görüşmeler sonucu 12 Mayıs 1939’da İngiltere’yle, 23 Haziran’da Fransa’yla Türkiye’nin de “Barış Cephesi” içinde yer aldığını açıklayan ortak bildiriler yayımlandı… Ve 19 Ekim 1939’da Ankara’da Türkiye-İngiltere-Fransa İttifak anlaşması imzalandı.
Anlaşmaya göre Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa İngiltere ve Fransa yardımda bulunacak, buna karşılık Avrupa’da çıkacak bir savaş Akdeniz’e yayılırsa Türkiye’de İngiltere ve Fransa’ya yardımda bulunacaktı…”
Kurtuluş savaşında ülkeyi kimler işgal etmişlerdi?
-“Anlamadım!”
-Anlaşılmayacak kadar karışık değil ki, ülkemizi kimler işgal etmişti?
-“Kimler mi? İngiliz-Fransız-Amerikalılar…”
-Şimdi biz, bizi kurtarın diyerek kime gidiyoruz?
-İngiliz-Fransız-Amerikalılara…
Ne yani başa mı döndük?
-Bunun cevabı,
-“1853-1856 Kırım Savaşı’ndan bu yana, İngiliz-Fransız-Rus üçlüsünün oyunu’ndan dışarıya hiç çıkamamışız” mı demek?
İnsan sormadan edemiyor, tarih neden durmadan tekrar etmektedir?
Tüm kabahat olanlardan ders, önlem almayan insanlarda mıdır?
-“Dede! Ben sıkıldım, artık bu oyunu oynamak istemiyorum!”
-Torun, kendi başına oyun kurabiliyorsan mesele yok…
-“Ama dede, benim bilyelerim yok!”
-“Dede! Bir soru daha sorabilir miyim?”
-Sor, ancak zor olmasın!
-“Osmanlı İmparatorluğunda yapılan yeniliklere kimler karşı çıkmıştı?”
-O günkü köhne düzenden geçinenler,
-“Peki, Bugün Nükleer teknolojilere kim karşı çıkmaktadır?”
-Kimi Aydınlar, kimi gazeteciler, kimi üniversite hocaları, kendilerini “Kemalistler”, olarak değerlendiren kimileri…
-“Dede! Son bir soru, Peki neden ?”
-Torun, Kolaysa sor dedik ya!
Devam edecek…
Cumhuriyeti İttihatçılar mı kurdular?
(1) Latin Amerika’nın Kesik damarları)
(2) Türkiye’nin düzeni. Doğan Avcıoğlu, Birinci Kitap)

Sis perdesi kalkıyor, Yazık ölen vakitlere, Yazık öldürülen hakikatlere! Tek derdimiz, “Dersim” olaydı (5)

“Ali Şükrü Bey, Köşk’ün altı yüz metre ilerisinde, beyaz bir torbanın içerisinde, çeşitli yerlerinden parçalanmış, çift kat iple boğulmuş, sol eli kırılmış bir biçimde bulunur. Katili Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman’dır. Ali Şükrü Bey’i neden öldürdüğü, emri kimden aldığı sorgulanmaz. Ama o da öldürülür ve ‘başsız cesedi’ Meclis önünde asılır.” (1)
-14 ocak 1923, 7.30 sonra (Gazi paşa, Fevzi paşa, ben trenle Ankara’dan hareket)
-Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş. Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi;
-“Muhalifler matbaa yapıyor siz hala uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!”
-Dedim; Paşam bu tarzda mukabele doğru mudur?” (2)
Peki, Dersim’de ne olmuştu?
“Dersim Katliamı dediğimizde, 1938 yılında yaklaşık 12 bin kişinin Türkiye’nin değişik bölgelerine sürgün edildiği, 40 ile 70 bin arasında insanın da katledildiği ve üzerindeki örtünün hiçbir zaman çekilmediği bir toplumsal trajediden söz ediyoruz.
Bu vahşeti gencecik bir asker olarak yaşayan eski hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Milliyet Yayınları’ndan çıkan ‘Anılar ve Görüşler- Üç Dönemin Perde Arkası’ adlı kitabında o iki aylık kanlı zulmü anlatmaz, okurundan özür diler.
Orgeneral Muhsin Batur’un neden ‘yaşantısının o bölümünü anlatmaktan kaçındığını’, uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapan, o dönemde Malatya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli olan ve Diyarbakır’da yeni yapılan Singeç köprüsünü açmaya gidecek olan Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatının bağışlanmasını isteyecek ‘6 bin beyaz donluya meydan vermemek’ için Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensür’ün emriyle duruma el koyan İhsan Sabri Çağlayangil aydınlatır.
Tunceli’de, 17 Kasım 1937’de idam edilen ‘Dersim isyanının’ lideri Seyit Rıza ve yedi arkadaşının asılması başlı başına bir hukuk skandalıdır…
Usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcısı getirilmiştir…
Okuma yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne de avukat verilmiştir…Asabilmek için Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmıştır…
Bölge komutanı Alpdoğan Paşa kararın yazılacağı boş kâğıdı önceden imzalamıştır… Ama bütün bu hukuksuzluklar, gerçekleştirilen büyük katliamın yanında az kalır. İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarını anlattığı kitabından okuyalım:
‘Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.’ (3)
“Tarihimizi yaktık mı? ”
Türkiye Cumhuriyeti” temellerinin atılmasında emekleri geçen kadroda yer alan Kazım Karabekir Paşa’nın yakın tarihimize ışık tutacak ve “Türk İstiklal Tarihi”‘nin yazılmasına katkısı olacak bu kitabın ne amaçla, neden, nasıl ve kimler tarafından yok edildiğini olayların içinde yaşamış olan gazeteci yazar Ferudun Kandemir belgelerle gözler önüne sermektedir.
Yakılmak istenen tarih miydi?
Olağanüstü zamanların liderleri olduğu gibi gerçek kahramanları da vardır. Kadroyu oluşturan bu kahramanlar, art düşünce ve ikbalden uzak, kendilerini vatanına adamış, şerefleriyle hizmet edenlerdir.
Bilirler ki hizmet tamamlandığı zaman, kadro değişecek, yerlerini lideri pohpohlayanlar alacaktır, ama bu onlar için önemli değildir.
Onlar için önemli olan, vatana hizmettir. Şan, şöhret, ikbal ellerinin tersiyle ittikleri değersiz kavramlardır. Kâzım Karabekir Paşa’da yakın tarihimizde lider değil, lideri lider yapan, vatana hizmet kadrosunu gerçekleştiren idealistlerdendir.
Savaş sonrası 1933 senesine kadar çekildiği köşesinde kalemiyle de vatanına hizmet etmekte olan paşa, kendisine karşı yapılan ağır hücumlara karşı, istiklal Harbi hatıralarını yazıp, Türk’ün yakın tarihini hurafelerden korumak istemiştir.
Ne var ki, gerçeklerin ifadesi olan bu hatıraların gün yüzüne çıkarılması birilerince engellenmek istenmiş ve sonuçta basımına başlanılan bu kitaba, ciltlenme aşamasına geldiği anda matbaa baskınıyla el konulmuş ve çuvallanarak yok edilmek üzere götürülmüştür.
Hatta numune olarak hazırlanan ve Karabekir Paşa’ya verilmiş olan birkaç nüsha eser de; bir gece yarısı, vatanı için cephelerde ordulara kumanda eden ve “Türk İstiklal Tarihi”nin yazılmasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atılmasında büyük emekleri geçen kadroda yer alan kahraman Paşa’nın, aranan bir suçlu gibi evine yapılan baskınla alınmış ve yok edilmiştir….
Kâzım Karabekir“
Kurtuluş savaşı komutanlarımızdan Kâzım Karabekir 1882 yılında İstanbul’da doğdu. Mehmet Emin Paşa’nın oğludur. İlköğrenimini İstanbul, Van, Harput ve Mekke’de tamamladı. 1896 yılında İstanbul Fatih Askeri Rüştiyesi’ni, 1899′da Kuleli Askeri İdadisi’ni. 1902′de Harbiye Mektebini ve 1905 yılında da Erkanı Harbiye Mektebi’ni bitirerek yüzbaşı rütbesiyle Manastır’a tayin edilerek orduya katıldı.
Manastır’da kıta hizmetini yaparken, Enver Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Partisi’nin Manastır örgütünün kurulmasında vazife aldı. 1907′de İstanbul Harbiye Mektebine öğretmen vekili olarak atandı, ittihat ve Terakki İstanbul örgütünün kurulmasında da görev aldı.
II. Meşrutiyet’ten sonra Edirne’de bulunan II. Ordu 3. Tümen kurmay subaylığına getirildi. 31 Mart 1909′da İstanbul’daki ayaklanmada Hareket Ordusu’nda görev aldı. 1910 yılında Arnavutluktaki ayaklanmanın bastırılması harekâtına katıldı.
14 Nisan 1914′de binbaşılığa yükselerek Balkan Savaşı’nda Trakya sınır komiseri olarak görev yaptı. Aynı yıl yarbay rütbesiyle Birinci Kuvvei Seferiye komutanlığında İran ve ötesi harekâtıyla görevlendirildi. Bir süre sonra İstanbul Kartal da 14. Tümen komutanlığına atandı.
Çanakkaleye gönderildi. Kerevizde re’de Fransızlara karşı üç ay savaştıktan sonra albaylığa yükseltildi.Bilahare İstanbul’da I. Ordu genel kurmay başkanlığına, daha sonra Caliçya’ya gidecek olan ordunun ve ardından Mareşal Von der Goltz’un kurmay başkanlığına atanarak Irak’a gitti.
1916′da Kutü’IAmare’yi kuşatan 18. Kolordu komutanlığına getirildi ve burayı aldıktan sonra Irak’ta İngilizlerle çarpıştı. 1917′de Diyarbakır’daki 2. Kolordu komutanlığına getirildi ve Van, Bitlis, Elazığ cephelerindeki II. Ordu komutanlığına vekalet etti.
1918′de Erzincan ve Erzurum’u Ermenilerden ve Ruslardan geri aldı. Ardından Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini ve Karaköse’yi işgalden kurtardı. Aynı yıl tümgeneral oldu. Mondros Mütarekesi sırasında Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın genel kurmay başkanlığı görevini üstlenmesi isteğini geri çevirerek Anadolu’da görev almak istediğini bildirdi.
Tekirdağ’daki  14. Kolordu komutanlığına, ardından Nisan 1919′da Erzurum 15. Kolordu komutanlığına atanmasını sağladı. Erzurum Kongresinin toplanmasında önemli rol üstlendi. Kurtuluş Savaşı’nda Edirne Milletvekilliği ve Doğu cephesi komutanlığı yaptı.
Ermenilerin eline geçen Sarıkamış, Kars ve Gümrü kalelerini geri alarak 15 Kasım 1920′de Ermeni ordusunu kesin olarak yendi.
1923′te İstanbul Halk Partisi Milletvekili oldu. 1924de TBMM’deki Dörtler Grubu’nu destekledi. Halk Partisinden ayrılarak Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Eğilmez paşalarla birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdu ve başkanlığına seçildi.
Bu parti tüzüğündeki bazı maddelerden dolayı dinci bir parti olarak nitelendi ve halktan gördüğü büyük destekten dolayı siyasi yönetimi kaygılandırdı.
3 Haziran 1925′te Şeyh Sait ayaklanması bahanesiyle kapatıldı.
Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı düzenlenen İzmir Suikastı nedeniyle ilgili görülerek bazı partililerle birlikte idam cezası istemiyle yargılandı ve beraat etti… (4-4a)
(Konunun Meraklısı için aşağıda geniş bir açıklama verilmektedir.)
Ve Kazım Karabekir Paşa’nın yayınlanan günlüklerinden bir demet…
-1 Ocak 1919, İsmet İnönü askerlikten çıkalım, köylü olalım demektedir. Ben tek kalsam da yılmayacağım Anadolu’da bir milli hükümet kurmalı, şarka gidersem bunu yapacağım.
-27.12.1919, İngiliz kaymakamı Rawlison gece Erzurum’a geldi. 4. sonrada daireye beni ziyarete geldi. İki saat konuştuk. Cumhuriyet taraftarı imiş.
-12 Mart 1922 de M. Kemal, “Hilafet kalacak” diyor…
-17.07.1926, Karşıyaka’dayız. Bugünkü tarihli Vakit gazetesi Samsun-Sivas hattı inşasında 8 milyon sarf edildiğini, bundan en az iki milyon lira çalınmış olduğunu yazıyor.
-4.02.1927, Milliyet; bir buçuk milyon lira ile Türk-Fransız barut inhisarı şirketinin teklifini yazıyor. Meclis idarenin dördü,  Fransız, yedisi Türk, Türkler; sabık Maliye vekili Trabzon vekili hasan bey (saka) Maliye vekili iken 70 milyon açık vermiş, İstifa ile meclis naibi olmuştu.
-23.02.1932, Amerikalı bir şirket Van ve Diyarbakır’a tayyare işletecek. Hükümet sözleşme imzalamış.
-2 Ocak 1923, Fransızlar geldi. Telsiz istasyonu için müracaatta bulundular
-2 Haziran 1923 gazi paşa gittikçe Enver paşadan bile zaafa uğruyor
-10 Temmuz 1923 Mustafa Kemal, dini ve namusu olan aç kalamaya mahkumdur…
-21 ağustos 1923, her şeyi Mustafa kemale izafetle milli tarihe yanlış mecra verirsiniz
-12 Kasım 1923, halife iki bohçamı alır giderim diyor…
-29 nisan 1924, Bakan Ramazanda rakı istiyor garson vermiyor bakan tokat atıyor ve kimse ilgilenmiyor…
-26 Eylül 1925, Aydın valisi, “ Kamçı ile şapka giydireceğim “demiş
-27 eylül 1925, İstanbul civarında muhtarlar şapka giyecekmiş değilse müstafi addedilecekmiş
-26 Ocak 1932, Uşak şeker fabrikası satılıyor
-13 Mayıs 1932, Ruslar 8 milyon kredi açmış
-18 Mayıs 1932, İngilizler 16 milyon borç veriyor
-31 Mayıs 1932, İtalyanlar 30 milyon kredi vermiş  (5)
Devam edecek….
Gelecek yazı, Cumhuriyeti İttihatçılar mı kurdu?
(1-3) Star gazetesi, Mehmet ALTAN, 21 Kasım 2011
(2-5) Kazım Karabekir Günlükleri, YKB yayınları 1.ci baskı.
(4) “Yakılan İlk Kitap / İstiklal Harbimizin Esasları Neden Yakıldı? Feridun Kandemir.
(4-a) Ve meraklısına not;
“Kazım Karabekir’in kitabını kim yaktı?
Zaman gazetesi yazarı ve tarihçi Mustafa Armağan, ‘Karabekir’in kitabını ‘Kızıl Pençe’ örgütü mü yaktı?’ adlı bugünkü makalesinde şunlara yer verdi; 03 Nisan 2011 Pazar – 09:14
Mustafa Armağan / Zaman Gazetesi
Ahmet Şık’ın internete düşen “kitabı”nın akıllara hemen Kâzım Karabekir’in yakılan kitabını getirmesi ilginçti. Her ikisi de ‘basılmadan’, yani suç unsuru oluşmadan yasaklanmıştı. Öyleyse bugünkü yargı sistemi hâlâ 1930′lardaki düzeydeydi.
Mevcut iktidara saldırabilmek için geçmişten medet ummak güzel de, bu aynı zamanda geçmişin ne denli karanlık olduğunu da ortaya koymuş olmuyor mu? 1930′ların birilerince Altın Çağ olarak kutsandığını hatırlarsak, kitap yakılma olayını gündeme getirmek, biraz Onur Öymen’in Dersim “sürç-i lisanı” gibi oldu.
Mesela Can Dündar, Karabekir’in kitabının ‘basılmadan yakıldığı’nı yazdı (Milliyet, 27 Mart 2011). Merak ettim: Basılmamış bir kitap nasıl yakılır? Eldeki nüsha imha edilir, o kadar. Oysa yakıldığı iddia edilen 3 bin adet kitapsa bunlar nasıl basılmamış olabiliyor? Kitap basılmış ama tam dağıtıma verileceği gün yaktırılmıştı. Hem de mahkeme kararı olmadan. İşte günümüzdeki olayla arasındaki asıl fark, birisinde kitaba hükümet eliyle, diğerinde savcının kararıyla el konulmuş olmasında yatmaktadır.
Şimdi bizzat Karabekir’in yazdıklarına, yani işin kaynağına uzanalım ve kitabın yazılış ve yakılış öyküsünü onun keskin dilinden okuyalım.
Karabekir Paşa 1927′de sona eren milletvekilliğinden sonra Erenköy’deki köşkünde sakin bir hayat sürer. Ta ki “Milliyet” gazetesinde saldırgan bir yazı dizisi başlayıncaya kadar. Yazar İstiklal Savaşı’nın muhalif komutanlarına acımasızca yüklenmektedir. Bir ara sözü Karabekir’e getirir ve ona çocuklar için “Şarkılı İbret” piyesi yazacağına İstiklal Savaşı hatıralarını yazmasının yerinde olacağı uyarısında bulunur. Bunun üzerine Paşa, belgelerle desteklediği cevabî mektubunu gazeteye gönderir. İşin garibi, cevap 4 Mayıs günü gazetede çıkar ve bomba gibi patlar, zira “Nutuk”a alenen karşı çıkmaktadır.
Böylece 6 mektup yayınlanır ve gazetenin tirajı fırlar. Ancak “yüksek yerden” gelen bir emirle Paşa’nın cevapları aniden kesilir. Hakem maçı tatil etmiştir. Silahıyla olduğu gibi kalemiyle de mücadele etmekte usta olan Paşa, hazırladığı notları kitap halinde çıkarmaya karar verir. Karabekir’in deyişiyle “düello” henüz bitmemiş, yeni bir aşamaya girmiştir.
İlk cildin baskı işi 28 Mayıs günü öğle vakti bitmişti. Ancak ikindi vakti kötü haber Paşa’ya ulaştı. Sinan Matbaası sahibi Sinan Omur (ki Risale-i Nur’a yaptığı hizmetler hâlâ hatırlardadır) fena halde tehdit edildiğini, pasaportunu alıp yurtdışına savuşmaktan başka çaresi kalmadığını ve kitabın polisçe matbaadan alındığını haber verir. Paşa, Başbakan İnönü’ye protesto telgrafı çekerek kitabının serbest bırakılmasını ister. Cevap alamaz.
Sonradan öğrendiğine göre CHP İstanbul İl Başkanı Cevdet Kerim İncedayı, Sinan Bey’in önüne bir kâğıt koyup zorla imzalatmış. Kâğıtta matbaa sahibinin, sakıncalı olduğu gerekçesiyle kitabın imhasını istediği yazmaktadır. Oysa böyle bir hakkı yoktur, zira kitabı yazar kendi cebinden bastırmaktadır. Savcıya şikâyet eder, ilgilenmez. Bunun üzerine Paşa notlarında şöyle der: “Hükümet gizli eliyle kitaplarımı yaktı.”
Paşa başka bir yerde de Cumhuriyet’in “Kızıl Pençe” diye bir teşkilatından söz eder. Bu teşkilatın tetikçilerinden birisi Kılıç Ali ise öbürü Recep Zühtü’dür. Kitabının yaktırılması işini bunlar organize etmiştir. (Kılıç Ali hatıralarında kitabı yakma sorumluluğunu İnönü’nün üzerine atar. Ancak Atatürk’ün Karabekir’in kitabını okuyup da “beyinsizce ve alçakça” diye not düşmesi ve Paşa’nın bir akıl hastanesine götürülmesini tavsiye etmesinden nedense dem vurmaz.)
Ardından 70 polis Karabekir’in evini basar, 95 dosya tutarındaki yazı ve belgelerini 4 çuvala doldurup götürürler. Arkadaşı Cafer Tayyar Paşa’nın evi de aranır. Asıl dertleri, yakılan kitaptan Paşa’da kaldığını öğrendikleri o 5 nüshayı ele geçirmektir. Paşa ‘Onları yaktım’ der. Tehditlere devam ederler. Ve iş gelir, suikast planına kadar dayanır.
“Bir suikasd eserime karşı yapıldı”, der Karabekir, “diğeri hayatıma karşı hazırlandı. Fakat haber alıp önledim.” Bu noktadaki açıklamaları çarpıcıdır ve mutlaka dikkate alınması gerekir.
“Bana karşı Gazi’nin bir suikasd yapacağını düellomuzun ilk gününden beri kaç kişilerden işitmiştim” der “Bir Düello Bir Suikast” kitabında ve ekler:
“Fakat bu bir tahminin sonucuydu.” Şimdi yeni bir suikast hazırlığı yapıldığını öğrenmiştir. Habere göre Vali Konağında tam 4 gün bu konu tartışılmış. Bir Ermeni’ye kendisini öldürterek suçu onun üzerine atacaklarmış.
“Bütün hınçları”nın İstiklal Savaşı’nda gördüğü hizmetlerin belgelerini ortaya koymasından geldiğine inanır.
“Dostluğu düşmanlığından tehlikeli olan bu şefimiz, artık son kararını vermiş bulunuyor.”
İsmet Paşa ağustos ayında olaydan haberi olmadığını yazar. Karabekir acır ona. “Ne yazık ki, kendisinin “Gizli Kızıl Pençe”den haberi yok.” der. Kabul eder:
“Kızıl Pençe düzeninde İsmet yoktu. Buna doğruca Gazi emir verir.
Meclis Reisi, Kılıç Ali gibi en güvenilir adamları vasıtasıyla hükümet mekanizması gizli oyunlarına başlarlardı.”
Kitabını onların yaktırdığına, evini onların bastırdığına ve şimdi de suikast düzenleyerek ipini çekmek istediklerine inanır. Başbakana yazarak oyunu bozmaya çalışır.
Karabekir sonuçta bu “anormal işler”in ülkeyi felç ettiğine üzülür.
“Yazık ölen vakitlere, yazık öldürülen hakikatlere” diye not düşer defterine.
“Kızıl Pençe” düzeni Karabekir’i zahiren susturmayı başarsa da, o eser yazmaya devam eder. Bugün elimizdeki kitapları onun bu mücadeleci kişiliğinin eseridir. Birçok sırrı deşifre etmiştir de, nedense “Kızıl Pençe”yi pek özet geçmiştir Paşa. İnsanın aklına geliyor ister istemez: Bu “Kızıl Pençe” nasıl bir şeydi?”(http://www.timeturk.com/tr/2011/04/03/kazim-karabekir-in-kitabini-kim-yakti.html)

Ve perdeyi açtık! Devrimler neden yapılır? Kalkındırmaya, Medenileştirmeye, Kaldırmaya (6)

Diyorlar ki; “İnsan düşünen hayvandır!” Sorabilseydik; düşünmesini yasaklarsanız, geriye nesi kalır insanın“Ha……!” 1648 İngiliz, 1789 Fransız, 1917 Rus ile bizdeki Cumhuriyet devrimlerini karşılaştıracak; “Kalkınmanın, kafaların dışına şapka takmaktan çok, içini bilgi ile doldurmaktan mı geçtiği; halkla inatlaşarak sadece zaman mı kaybedildiği,” iddiasının haklılığı tartışılacaktır.
Konunun okuyanlar tarafından açıklıkla anlaşılabilmesi adına önce aşağıda kaynakları belirtilerek ve ilk bakıldığından birbirinden ilgisiz ve bir açık büfe misalinde kısa notlar verilecek ve konu süreçte toparlanacaktır.
“Dünyadaki bütün rejim krizlerinin altında azınlıkların çoğunluklara tahakkümü yatar.
Devlet erkini eline geçiren ve toplumla hiç de uyuşmayan yönetimler, varlıklarını sürdürebilmek için ülkeyi demir yumruklarla yönetir.
Bugün Arap Baharı olarak tarihe geçen olay aslında budur. Azınlık yönetimlerin baskısından sıtkı sıyrılmış toplumun isyanından başka bir şey değildir yaşananlar… “ (1)
İnsanlık tarihine bir göz attığımızda gelişmelerin sadece adına, “konfor” dediğimiz; kağnıların yerlerini otomobile; dumanla haberleşmenin telefonlara; odun sobalarının kalorifer sistemlerine bırakması ile sınırlı kalmadığını görürüz…
İnsanların bilgiden yeni bilgiler üretmeye başlamasıyla birlikte, “Çayın taşları çayın kuşları” ile vurulmaya” başlanmıştır.
Bu anlayışla aşağıda çeşitli ülkelerin işgallerine baktığımızda, gözümüzün önünde olmasına rağmen dikkatlerimizden kaçan-aslında kaçırılan-  bakınız ne cinlikler bulunmaktadır.
“Obama Irak’tan çekileceklerini açıkladı
“ABD Başkanı Barrack Obama, Amerikan ordusunun yılın sonuna kadar Irak’tan tamamen çekileceğini açıkladı… Barack Obama, Irak’ta 9 yıla yakın süren savaşa son vermeyi amaçladıklarını söyledi. Irak’ta halen 40 bin Amerikalı asker bulunuyor…”(Çin haber ajansı)
Bakalım ABD çekilmeden önce Iraklılara neler hediye etmişler!
Noel, İşgal altındaki Irak’ta resmi tatil..
“Irak Bakanlar Kurulu, Noel`in başlangıcı olan 25 Aralık tarihinin ilk kez resmi tatil olacağını duyurdu. Irak Hükümet Sözcüsü Ali el-Debbağ Irak Hükümeti`nin 25 Aralık tarihinde resmi tatil olması kararı verdiğini bildirirken, Başbakan Nuri el-Maliki ise ülkedeki Hristiyanların haklarını koruma yükümlülüklerinin bulunduğunu söyledi. Ülke nüfusunun en iyimser tahminle yüzde iki `sinin Hristiyan olduğu sanılıyor.”  (Dünya Bülteni/ Haber Merkezi, 25.12.2008)
Şimdi de Iraktaki Irak! Vietnam’a bakalım…
“Umarım Vietnam uzun bağımsızlık mücadelesini kültürünü satmak için vermemiştir. Aksi halde bu herkes için yenilgi olur.
Noel’i Vietnam’ın başkentinde geçirirken Noel Baba kıyafetli Vietnamlı çocukları ve neredeyse bütün dükkânlarda ve restoranlarda “Jingle Bells’Veya “Noel Baba şehre geliyor” şarkılarının çalınmasını şaşkınlıkla izledim.
Vietnamlı bir arkadaşım bana, sadece küçük bir Hıristiyan azınlığın olduğu bu ülkede Sevgililer Günü ve diğer kutlamalarla birlikte son on yılda yerleşen Noel furyasının, yeni zenginlere kendilerini gösterme ve alışveriş yapma fırsatı sunduğunu söyledi…
Batılı pazarlamacılar Amerikan yaşam tarzını ve tatillerini yaymakta belirgin bir başarı kazandı… Bu yüzden, tıpkı Çinliler gibi onlar da Marksist ideolojiyi ülkenin her yerinde para peşinde koşan geniş yığınlara dayalı tek parti kapitalizmine dönüştürmeye başladılar…
İlk sonuç gayet mütevazı: Gelecekte ne olacağı asla bilinmez. 1975’te hiçbir yorumcu Vietnam’da kapitalizmin gelişeceğini ve ABD’ye hayranlıkla bakılacağını tahmin edemezdi…
İkinci sonuç; Ülkeler kendi derslerini kendileri çıkarırlar. Vietnam’da komünizmin ABD yüzünden değil, kendi zaferinin sonuçları nedeniyle çöktü…
ABD’ye karşı verdiği savaş, Vietnam için sadece bin yıllık bağımsızlık savaşının zor bir safhasıydı…
Bunlar, Afganistan ve Irak için, diyelim ki 2050 yılı temel alındığında, hiç de umutsuz çıkarımlar değil.
Ama Noel Babalara bakınca paranın bugünlerde her şeye yön vermesinden endişeleniyorum.
Umarım Vietnam uzun bağımsızlık mücadelesini kültürünü satmak için vermemiştirAksi halde bu herkes için yenilgi olur…” (2)
Mısır’ın işgali, Fransız ihtilali ve Napolyon…
 “…Napolyon 400 parçalık donanması ile 1798′de denize açılır. İskenderiye sahillerine inen Napolyon’un maiyetinde; 40.000 asker, 40 general ve sadece askeri alanda değil, Mısır’ın kültür varlıklarının sömürülmesi ve ahlâken sukût ettirilmesi (ahlaken çökertilmesi ) için de 100 kadar bilim adamı, ressam ve artistine kadar zengin bir kadro bulunmaktadır (3).
“Sefer en ince teferruatına kadar hesaplanmış ve propaganda için Arapça matbaa dahi getirilmiştir. (4) 
“Napolyon bu arada Fransız ihtilali’nin fikirlerini yerleştirmek ve Fransız kültürünü tabana yayabilmek için Kahire’de bir Fransız mektebi ve tiyatro açar. Daha sonra da matbaa kurup gazete çıkartır.(5)
Emperyalizmin bu hedefe ulaşmada kullandığı metot, psikolojik savaş tekniklerini uygulamaktır. Amaç, kişi ve toplulukların davranış, düşünce ve duygularını kontrol etmek, değiştirmek veya yönlendirmektir. Psikolojik savaş metodları, örtülü bir şekilde hedef kişi veya topluluğa, onların anlamayacağı bir şekilde tatbik edilir. Psikolojik savaşın örtülü olmasının nedeni, insanların bilinçaltını (Alt beyin) hedefliyor olmasındadır….”
- ”Sömürgecilik, genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesidir. Sömürgeciler genellikle sömürdükleri bölgelerin kaynaklarına el, iş gücüne, pazarlarına el koyar ve aynı zamanda sömürgeleri altındaki halkın sosyo-kültürel, dini değerlerine baskı uygularlar.” (Vikipedi) 
-”I. Dünya Savaşı döneminde şiddetlenen emperyalist hareketler günümüzde de sürmektedir ancak o dönemde çoğunlukla askerî bir işgalle başlayan ve devam eden yağmalama günümüzde şekil değiştirerek küreselleşme adı altında para, hizmet ve fon akışı biçiminde sermayenin ve sıcak paranın engelsiz serbest dolaşımıyla ortaya çıkan/çıkartılan tekelci-ezici bir emperyalist yağmaya dönüşmüş, bunun sonucunda da buna izin veren ülkelerin yönetimlerinde egemen olmaya başlamıştır.
-”Bu duruma direnen veya başkaldıran ülkeler sömürücü/sömürgeci devletler tarafından “terörist ülkeler” olarak ilân edilerek yalnız bırakılmaya, ambargo uygulanmaya mahkûm edilmekte ve dirençleri kırılarak sinsice yağmalanmaya çalışılmaktadır. Bu sinsi planların başarısız olduğu durumlarda ise eskisi gibi askerî işgallerle sömürme içgüdüsü doyurulmaya çalışılmaktadır.(http://www.2023.gen.tr/eylul2008/10.htm   ))  ))   
“…Trinity Üniversitesi 1592’de, İngilizler tarafından İrlandalıları “medenileştirmek” için bir Protestan okulu olarak inşa edilmiş. Katolik Kilisesi ise 1960’lara kadar bu okula gitmeyi günah saymış.http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/18158826_p.asp  …….”
-Dede bizde de yabancılaarın açtıkları okullar, hastaneler, yardım kuruluşları, vakıflar var mı?
-Torun, hiç dikkati mi çekmedi var mı?
-“Dede! Galipler, 2. Dünya Savaşında Japonya ve Almanya’yı işgal ettiler mi?”
-Ettiler galiba…
-“Peki, sonra ne yaptılar?”
-Çekildiler…
-“Madem çekileceklerdi,  kalmayacaklardı neden, masraf ederek o ülkeleri işgal ettiler?”
-Torun, bir soru da sana ben sorayım, ABD bugün işgal ettiği Irak’tan neden çekiliyor?
-“Dede, çok safsın be! Çekilmiyorlar, kurdukları sistemleri, askeri üsleri, ülkede uygulamaya koydukları kanunları, onların çıkarlarını temsilen o ülkelerde kalıyorlar ya…”
-Kalıyorlar mı? Bak bunu hiç aklıma gelmemişti. Dediğin gibi bende biraz değil, çok saflık var.
Özetle,
Temsil ettiğimiz kültür, aynı zamanda, gelişmesine katkıda bulunduğumuz, hizmet ettiğimiz kültürdür.
Bu nedenle günümüzde işgal edilen yerler, ingilizlerin tabiri ile, kültürleri ile medenileştirilerek, dönüştürülmektedir.
Devam edecek…
(1)“Alevilerin Dersim gerçeğiyle yüzleşme zamanı”, Mehmet Kamış, Zaman, 23 Kasım 2011,
(2) “Harikalar Diyarına dönüşen Cephe” Roger Cohen,  The New York Times, 03.01.2010
(3-5-) Kocabaş. Şakir; Tarihte Türkler ve Fransızlar. Vatan Yay. İst/90, s. 134.  
(4) Kutay, Cemal Türkiye Hür. ve Mücadele

Ve Devrimleri açıyoruz. Aaa… Ne kadar ilginç! Türk ve İran devrimleri kanka mı yani? (7)

Bizde İttihatçı ve Cumhuriyet Dönemlerinde servet iki kez el değiştirir, servetimizin bir kısmı Hollywood,-Kutsal tahta-ya! Gider.(*) Peki, biz Devrimleri neden yaptık? Elbette kalkınmaya, çağdaşlaşmaya? “Kalkındık, çağdaşlaştık mı? Kalkınamadık ancak,Tangoyu öğrendik!  Aşağıda   İran ve bizim devrim geçmişimizle, daha doğrusu, İran’ın ve bizim başımıza gelenlerle ilgili meraklısına çok uzun bir hikaye anlatılacaktır.
Jön Türk hareketi ve İran Devrimleri, (Humeyni hareketi) halkları için çok farklı anlayışlar içerse de, bunlarda İngilizlerin yüreklendirmesi! ile Fransız-Rusların destekleri hep hatırlanmalıdır.
Anlaşılan bizim başımıza ne gelmişse üç aşağı, beş yukarı benzeri komşumuzun da başına gelmiştir.
Başrollerde her zaman olduğu gibi İngilizler (sonra ABD), Fransızlar ve Ruslar eksik olmamıştır.
İran’ın hikayesini, okuyanı farklı kaynaklardan bilgilendirmek  adına hem BBC, hem de tarafsızların gözü ile verilmektedir.
Önce BBC (İngilizler’in gözü ile)
İran’da devrim, yönetimde demokrasi çağrılarıyla başladı ve dünyanın ilk İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı.
İran toplumunu baştan sona değiştiren İran İslam Devrimi 20. yüzyılın en önemli dönüm noktalarından birisi oldu.
Şah Rıza Pehlevi
Devrim öncesinde İran’da Şah Rıza Pehlevi iktidardaydı. Ülke yönetimi, Şah’ın yakın akrabaları ve dostları arasında paylaşılmıştı. 1970′lerde İran’da zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyüdü.
Şah’ın ekonomi yönetimine olan güvensizlik ve otokratik yönetim biçimine duyulan öfke rejime karşı çıkışı ateşledi.
Muhalefetin sesi
Şah Rıza Pehlevi’ye karşı muhalefet, Paris’te yaşayan Şiî dinadamı Ayetullah Ruhullah Humeyni çevresinde toplandı.
Sosyal ve ekonomik reform sözü veren Humeyni, pekçok İranlı’nın duygularına hitap eder şekilde geleneksel dinî değerlere dönüş kampanyası yürüttü.
Fırtına şiddetleniyor
1970′lerin sonuna yaklaşıldığında, Şah Rıza Pehlevi’nin rejimine karşı tüm İran’da geniş kapsamlı şiddet eylemleri düzenlendi.
İstikrarsızlık, pekçok genel grevi beraberinde getirdi. Ülkenin zaten sorunlu olan ekonomisi büyük darbe aldı.
Devrim
Ülkede askerî darbe yapılacağı söylentileri aldı yürüdü ve 11 Şubat’ta tanklar Tahran sokaklarında boy gösterdi.
Ancak gün ilerledikçe, ordunun yönetime el koyma niyetinde olmadığı görüldü.
Devrimciler Tahran’daki ana radyo istasyonunu ele geçirdi ve bir açıklama yaptılar:
“Bu, devrimci İranlılar’ın sesidir!”
Yeni bir dönem başlıyor
Başbakan Bahtiyar istifa etti.
İki ay sonra Ayetullah Humeyni, yapılan ulusal referandumda büyük bir zafer elde etti.
Ve Humeyni İran İslâm Cumhuriyeti’ni kurdu ve ömür boyu ülkenin siyasî ve dinî lideri ilan edildi.
…..
Ve Hikâyemiz başlıyor…
Bir ilginç not, Geçmişte Şah döneminde İran bize benzemeye çalışmış,
Aslında sorgulamak gerekir, benzemek veya benzememek kim, kimler için önemlidir?
Bu iki ülke birbirlerini ile siyasi manada yakın durduklarında bunlardan kim ve kimler yarar veya zarar görecektir.
Yazı bittiğinde okuyan bu konuda düşünmelidir.
“Öküzün böğürdüğü nokta!” buradadır. Bu nedense  hep gözlerden kaçırılmış ve hiç gündeme getirilmemiştir.
“Türkiye İran olmayacak”
-Atatürk’ün böyle bir söz sarf ettiğini bilmiyordum. Okuyunca çok şaşırdım. Günümüz mitinglerin vazgeçilmez sloganını Atatürk 86 yıl önce söylemişti. Peki, Atatürk bu sözü nerede, ne zaman, niye etti? “Bu adamlar burayı İran gibi mi yapmak istiyorlar” derken kimleri kastetti? Bu sözden hemen sonra medreselerin açılma talepleriyle ilgili Başbakan İsmet İnönü’ye niye şifreli telgraf çekti? Gelin meseleyi en başından ele alalım…
Önce bir teşekkür notu yazmalıyım:
Aralarında; Feroz Ahmad, Sina Akşin, Alpaslan Işıklı, Şerafettin Turan ve Taner Timur gibi öğretmenlerimin bulunduğu bir grup aydın yıllardır “iğneyle kuyu kazar” gibi yapılan bir çalışmaya önderlik yapıyor.
Çalışmanın adı,  “Atatürk’ün Bütün Eserleri.” (Kaynak Yayınları)
Atatürk’ün “özel arşivini” kronolojik bir sırayla derlenip-toplayan bu eser 36’ıncı cilde geldi. Her evde olması gereken bu eser sanıyorum, 50’inci cilde kadar ulaşacak…
“…Mustafa Kemal’in, “Türkiye, İran olmayacak” şeklinde bir sözü olduğunu bilmiyordum. 17’inci ciltte karşıma çıktı.
“İran gibi mi yapacaksınız” Tarih: 18 eylül 1924, yer: Rize
Mustafa Kemal eşi Latife Hanım’la birlikte bir gün önce saat 18.00’de Rize’ye gelmişti. Valiliği, belediyeyi ve garnizonu ziyaret ettikten sonra geceyi Rize’nin tanınmış isimlerinden Mehmet Mataracı’nın konağında geçirdi…
Saat 14.30 Hamidiye gemisiyle Giresun’a hareket edecekti. Halkın alkışları ve idman Yurdu’nun bandosuyla valilikten uğurlanırken yanına iki müftü yaklaştı.
Bundan sonrasını Cumhuriyet gazetesinin muhabirinin yazdıklarından okuyalım:
“Paşa Hazretleri’nin hükümet dairesinden dönüşleri esnasında Rize ve Atina (yeni adı Pazar-sy) müftüleri tarafından kendilerine bir dilekçe verilmiştir. Dilekçede medreselerin tekrar açılması talep ediliyordu.
Reisicumhur Hazretleri, dilekçe muhteviyatını öğrenince asabileşmişler ve müftülere hitaben:
‘Tevhid-i tedrisat mı istemiyorsunuz? Bu millet mektep yapmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu bilmiyor musunuz? Hayır medreseler açılmayacak!’
Buyurmuşlar ve halk tarafından alkışlanmışlardır. Paşa Hazretleri hitabelerine devam buyurarak:
‘ Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Müsterih olun, ibadetinizle uğraşın. Bırakın milleti. Yoksa bu kararı veren Meclis’te sizden büyük alimler mi yok? Millet bildiği gibi yapacak.’
Paşa Hazretleri tekrar şiddetle alkışlanmışlardır ve müteakiben Vali Bey’le bir müddet konuşmuşlar ve bu arada, ‘Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?’ demişlerdir. Ahali, müftüleri kınamış ve gazi’nin hitabesinden çok memnun olmuştur. “ (20 Eylül 1924, Numara 134, Cumhuriyet)
“…Neden iran örneğini verdi
Mustafa Kemal niye İran’ı kötü örnek olarak göstermişti?
O dönemde İran’da neler olmuştu?
Rıza Şah, İngilizlerin desteğiyle İran’da darbe yaptı. Ordu Komutanlığı, Savunma Bakanlığı derken Başbakan oldu.
Kaçar Hanedanı’nın gücünü yok etmek için Cumhuriyet ilan etmek istedi.
Dava arkadaşları modernistler ülke genelinde cumhuriyet propagandası yapmaya başladı.
Ancak cumhuriyetin kurulmasına (İngilizlerin kontrol ettiği) mollalar karşıydı ve bunlar eğitimsiz halkı kışkırttılar.
Cumhuriyet hayalinin gerçekleşmeyeceğinin farkına varıp, iktidar gücünü elinden kaçırmak istemeyen Rıza Şah, toprak ağaları ve mollaların desteğiyle krallığını ilan etti. Meclis’te İslam yasalarını koruyacağına ve hiçbir değişiklik yapmayacağına yemin etti.
İşte…
Bir yıl önce cumhuriyeti ilan eden Mustafa Kemal, medreselerin açılmasını isteyen hocalara kızıp, bu nedenle “Türkiye, İran olmayacak” demişti… (Alıntı; Soner Yalçın, Odatv.com,14.11.2010)
Sayın Soner Yalçın’ın yazısındaki açıklamalar üzerine  bir sorgulama için kısa bir  ara vererek bakalım O dönemde Osmanlı’da modern okullar kurulmamış, Atatürk’te Medreselerde mi yetişmiştir?
“1869 yılında yayınlanan Eğitim Genel Yönetmeliği’ne (Maarif-i Umumiye Nizamnamesi) göre kız çocuklarının ilkokula devam mecburiyeti kondu. Okula gelmekten kaçınan öğrencilerin anne babasına köy muhtarı veya ihtiyar heyeti müdahale edebilecekti. Kız çocukları için okula başlama yaşı 6 bitirme yaşı ise 10′du.
…Aynı yönetmelik orta eğitimi de düzenliyordu. Sultan Abdülaziz büyük şehirlerin her birinde birer kız rüştiye (ortaokulu) mektebi açılması zorunlu kıldı. Öncelik İstanbul’a verildi. Hemen ardından tüm taşra kentlerinde bu okullar açılmaya başlandı…
Sultan 2. Abdülhamid, eğitim reformlarında amcasından aldığı bayrağı daha da ilerilere taşıdı.
İktidarının ilk yılında sadece İstanbul’daki kız rüşdiyelerinin sayısını 9′a çıkarttı. İstanbul dışında Selanik Yenişehir ve Hanya’da da birer kız okulu açılmıştı.
1892 de ilk ve orta dereceli kız okulları ‘Merkez Rüşdiye’si adı altında birleştirildi. Bu okullardan mezun olan kızlar ise kız öğretmen okullarına devam edebiliyorlardı.
İlk eğitimde kız-erkek karışık tedrisat yine 2. Abdülhamid’in getirdiği yeniliklerdendi.
2. Abdülhamid’in iktidarında 20. yılın sonunda sadece erkek çocuklarının okuduğu;
-ilköğretim okulu sayısı 3388,
-Sadece kızların eğitim aldığı okul sayısı ise 303,
-Kız erkek birlikte eğitim yapılan okul sayısı ise, 3750 sayısına ulaşır. (1)
Farklı kaynaklardan araştırdıkça ortaya çıkan, bizde kimi hesapların tutmadığıdır.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Ve işte bize benzemeye çalışan İran ve işte Rıza Şah…
Rıza Pehlevi, (1878-1944), 1925′ten 1941′e kadar İran’ın şahı. Kaçar Hanedanının son şah olan Ahmet Kaçarı devirerek Pehlevi Hanedanını kurdu.
Kurduğu Pehlavi rejimi   l a i k,   m i l l i y e t ç i,   m i l i t a r i s t ve anti-komünist bir rejimdi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı’ndan 3  g ü n önce  26  E k i m 1923 tarihinde Rıza Şah Pehlevi kendini şah ilan etti.
İran’daki en son Türk hanedanı olan Kaçarlar’a son vererek Pehlevi hanedanını kurdu…
Rıza Şah Atatürk’le yakın bir ilişki kurdu. 2 Temmuz 1934′de Türkiye’ye bir ziyaret yaptı.
“1920’nin sonlarında Sovyetler Birliği’nin desteği ile Gilan’da oluşan ve çoğunluğu Gilanlı, Alı, Kürt ve Ermenilerden oluşan, kendilerine Jangali (Orman adamı) adı verdikleri gerillalar, Mirza Kuçik Han’ın komutasındaki gerillalar, Tahranı ele geçirme çabasına girdiler.
Gerilla birliği Sovyetlerden aldığı destekle başkent Tahran’da politik ve sosyal krize neden oldu.
21 Şubat 1921’de Rıza Han Seyyid Ziyaeddin Tabatabai ile birlik olup darbe yaptı. Emrindeki birlikler tahranın 150 Km. batısında yer alan Kazvin’e yerleştiler ve hükümeti kan dökmeden istifaya zorladılar.
Darbenin başarısından sonra Tabatabai Başbakan oldu. Rıza Han ise ordu komutanı oldu. Nisan 1921’de ise Savunma bakanlığını da var olan göreviyle beraber üstlendi.
Rıza Han’ın 1921 darbesi Büyük Britanya tarafından desteklenmişti. İngilizler onun birliğine silah ve mühimmat sağlamışlardı.
Britanya, Rusların İran’dan çıkmasını istiyordu çünkü onları kendilerinin sömürgesi Hindistan’a bir tehdit olarak görüyorlardı.
Bu dönemde İran Arap ve Moğol istilasından sonraki en kötü dönemini yaşıyordu.
Son dönemlerde güç sahibi olan şahların hiç biri güçlü ve becerikli insanlar değillerdi İran Ruslara karşı iki savaş kaybetmişti ve gün be gün yabancı istilasının boyutu artıyordu.
1921’de Rusların desteğini alan Mirza Kuçik Han Gilan’da  bir cumhuriyet ilan etti. Aynı zamanda Horasan Kürtleri de bölgelerinde kargaşa yaratmaya başladılar.
Tabatabai ile kurdukları hükümet 100 gün sürdü. Sonunda Rıza Han gücü ele geçirdi ve başbakan oldu…
Rıza Han başbakan olarak gücünü Kaçar Hanedanına mensup veliaht ve aile üyelerinin potansiyeline karşı korumak istedi.
Yıllardır ülkesi için bir Cumhuriyeti arzuluyordu gücü ele geçirdiği dönemde bu hayalini gerçekleştirmeye çalıştı. Emrindeki güçler ülke genelinde cumhuriyet propagandası yapmaya başladılar.
Ancak ülkede kurulacak cumhuriyet İngiliz çıkarlarına aykırıydı. Ayrıca cumhuriyetin kurulması din adamlarının da çıkarlarına aykırıydı.
Yıllardır İngilizler ülke mollalarının nabzını tutuyorlardı, verdikleri destekle mollalar cumhuriyete şiddetle karşı çıktı onu takiben eğitimsiz halk da onlara uydu.
Cumhuriyet hayalinin gerçekleşmeyeceğinin farkına varan, gücü elinden kaçırmak istemeyen ve ülkesinin bütünlüğünü korumak isteyen Rıza Han 1925’de artık tüm karşı çıkan mollalar ve meclis vekillerine karşı kraliyetini Mecliste oy birliği ile kabul ettirdi. O, Köy ağaları, toprak sahipleri ve mollaları, İslam yasalarını koruyacağına ve büyük değişiklikler yapmayacağına ikna etti.
Meclis 12 Aralık, 1925’de toplandı ve kraliyetin Kaçar şahı Ahmet Şah’tan alınıp Rıza Han’a verilmesine karar verildi.
Kuşkusuz Britanyanın büyük rolü vardı onun tahta oturmasında, çünkü İngilizler Kaçarların Ruslara yakınlığından ve boyun eğmelerinden rahatsızlardı.
Üç gün sonra, 15 Aralık 1925’de Krallık yeminini etti ve resmen Pehlevi Hanedanını kurdu.
1936–1941 dönemi kadınların dirilişi dönemiydi. Rıza Şah ülkenin kadınlarını İslam’ın getirdiği örtünmekten kurtarmak istiyordu ama gücünün yerleşmesini beklemek zorundaydı. Destekçileri örtünmenin kadınların sosyalleşmesi ve çalışmasına fiziki olarak engel olduğunu söylüyorlardı.
Rıza Şah’ın kara çarşafı yasaklayan ve kadın ve erkeklere yeni kıyafetlerin getirildiği yasa (Atatürk devrimlerinden Şapka ve Kıyafet yasasının karşılığı)’ya ciddi muhalefet yapanlar çıktı.
Din adamları ve İslami görüşleri olan insanlar yasaya karşı çıktılar.
Birçok kadın Rıza Şah istifa edip oğlunun yerine geçmesi ve Kara çarşafı serbest bıraktığı güne kadar evden dışarı çıkmadı.
Yasa sıkı bir şekilde denetlendi, modernleşen toplumda artık kadınlar da boy göstermeye başladı.
Yasayı 1931 evlenme yasası ve 1932’de “Tahran Doğulu Kadınlar Kongresi” takip etti. Ülke kalkınmaya başlamıştı, ülkenin dört bir yanında fabrikalar kuruluyordu. İran açlık felaketinden kurtulmak üzereydi. Ziraat canlanmıştı, çiftçinin yetiştirdiği artık daha değerliydi.
Yetiştirdikleri ürünler artık İran fabrikalarında işleniyordu. Ancak reformları din adamları tarafından ciddi eleştirmelere uğruyordu.
Rıza Şah ülkedeki medrese eğitimine son verdi.
Artık modern okullar açılmıştı. Çocukların okula gitmesi gerekiyordu. Rıza Şah, İran’ın ancak bilinçli bir halka sahip olursa ayakta kalabileceğine inanıyordu. Eğitim reformu da din adamlarınca eleştirildi, din adamları insanlara
“Okullar oğullarınızı kâfir, kızlarınızı fahişe olmak için eğitiyor” sloganıyla camilerde boy göstermeye başladılar. Birçok aile çocuklarını okuldan almaya başladı, ama Rıza Şah’ın gücüne karşılık, birçok din adamı, Irak topraklarına, Kerbela ve Necef’e kaçıyorlardı bazıları ise kum’da gizlendiler.
Onlardan biri Rıza Şah’ın yaptığını gelecekte yıkacak olan Ayetullah Humeyni idi.
Rıza Şah verdiği burslarla birçok öğrenciyi avrupaya okumak için gönderdi. Öğrencilerin bir bölümü harp okulları bir bölümü de üniversitelerde okuyup ülkeye döneceklerdi.
Artık Rıza Şah hayallerinin büyük bir bölümüne ulaşmıştı. Ama onun en büyük hayali tam bağımsız İran’dı.
İngilizlerin İrandaki güçleri onu çok rahatsız ediyordu.
Aslında yıllardır ufak tefek İngilizlerin isteklerini yerine getirmemeye başlamıştı. Örneğin 1931’de kraliyet hava yollarının İran üzerinden uçmasını reddetmişti. Ama Lufthansanın İran üzerinden uçmasına müsaade etmişti.
Ve 1932’de İngilizleri tek taraflı olarak William Knox D’Arcy ile yapılan petrol anlaşmasını ve takiben Anglo-Persian petrol anlaşmasını feshetti. Anlaşma 1961’de sona erecekti ve anlaşma İran’ın petrol gelirinin sadece %16sının İran devletine verileceğini söylüyordu. Rıza Şah % 21 talep etti. İngilizler ise boyun eğmek zorunda kaldılar.
Reformlar devam ediyordu ve Rıza Şah artık yabancı kimselerle yapacağı her anlaşmada çok dikkat ediyordu.
Rıza Şah orduyu yeniden düzenledi. Eski bölük bölük ordu olmayacaktı artık. İtalyanlardan aldığı gemilerle Deniz kuvvetlerini Almanlardan aldığı birkaç uçakla Hava kuvvetlerini kurdu ve hepsini genelkurmay başkanlığı’na bağladı.
Dünyada işler değişmişti artık Almanya’da Adolf Hitler Aryanlerin üstün ırk olduklarını söylüyordu. İran’ınsa soyu Aryenlere uzanıyordu. İngilizlerin elini ülkeden kesmek istedi, böylece “Tam bağımsız İran” hayali gerçek olacaktı.
Moskova cephesi kötü durumdaydı. İttifak güçleri Ruslara İran toprakları üzerinden mühimmat göndermek istedi. Rıza Şah bu öneriyi reddetti.
Bu cevabın karşılığında ittifak güçleri ülkeye girmeye başladı. 1941 ağustosunda Ruslar kuzeybatıdan, İngilizler güneyden ülkeye girdi.
Rıza Şah orduya hazır ol emrini verdi. Ancak ordunun hazırlığı bu hamlenin karşılığında yetersizdi. Zamanında Ruslardan satın alınmış olan silahlar Ruslara karşı  i ş l e m i y o r d u.
Yine de İran yabancıların politik hilelerine kurban gitmişti. Yabancılar İran’a girdiler, Rıza Şah daha fazla gerginlik ve kargaşanın yaranmaması için istifa etmek zorunda kaldı,
Mohammad Ali Furughinin yaptığı diplomatik çabalar sonucu Britanya Rıza Şah’ın oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’nin, Rıza Şah’ın yerine tahta oturmasını kabul ettiler. Britanyadan gelen mesajda:
“Veliahtınızın sizin yerinize tahta oturmasını kabul ediyoruz ama majestelerini başka bir seçenek olduğunu düşünmesinler.” diyordu.
İngiliz istilası tamamlandı ve ittifak güçleri İran demir yollarını kullanma hakkını elde ettiler, işte bu dönemde Winston Churchill İran’ı “Zafer köprüsü” olarak adlandırdı.(2)
Dikkatli okuyanın gözünden kaçmamıştır…
Oynanan oyunlar aşağı yukarı birbirinin benzeridir…
Başrolde oynayanlar, İngiliz- Fransız ve Ruslar (ABD,  oyuna 1917’den sonra tam manası ile katılacaktır.)
Hanedanlıklar yıkılmakta…
Cumhuriyetler ilan edilmekte…
Devrimler yapılmakta…
Perde arkasındaki amaç  ise, sömürünün kılçıksız balık haline getirilmesidir.
Neticede kim sömürücülere kılçık olmuşsa, bir şekilde ve her zaman ”attaya” gitmiştir….
Ne Sultanlar, Şahlar, ne de devrimler kimsenin umurunda değildir…
Parası olan kuralı koymaktadır. Üstelikte açıkça…
-“Komşuda pişer bize de düşer…” Bu ifade herhalde boşuna söylenmemiş olsa gerek…
-Ve Resimlerin tüm parçaları tamamlamadan gerçek manzara ortaya çıkmamaktadır.
Anlaşılan, İran’ın nükleer teknoloji gerçeği, Rus ve Batılı sömürgecilerin rekabetinin bir sounucudur.
Devam edecek…
Kaynaklar;
(*) 2.Abdülhamid’in  devrilmesi için oluşturulan ittihat-Terakki, Selanik Musevi sermayesi tarafından desteklenir. Karşılığında beklenenlerden birisi de, İmparatorluğun gelirininin ağırlıklı kısmını paylaşan Rum-Ermeni vatandaşlara karşı, Selanik Musevi tüccarlarının desteklenmesidir. İttihatçılar buna, “yerli sermayedar, girişimci yetiştirmek” adını verirler.  Bu anlayış Hem İttihat hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında yoğun olarak işlenecek ve ülke geliri-servet el değiştirecektir. Gerçeğinde görünürdeki her yerli girişimcinin arkasında bir yabancı! vardır. Ve el değiştiren servet hiçbir zaman yatırıma dönüşmeyecek, çoğu ülke dışına çıkarılacak ve bir kısmı da kumar ve sefahat alemlerinde tüketilecektir.  Konuya ilgi duyanlar aşağıda verilen web adresini ve  kaynakları inceleyebilirler. http://www.chronicledergisi.com/ataturkun-muteahhidinin-hikayesi/, -”Türkiyenin Düzeni”, Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin geri kalmışlığının tarihi”, İsmail Cem, İlgili yazılarımızda bu konulara ayrıca, kaynakları belirtilerek geniş bilgi verilmektedir.
(1) “Hep inanmamızı istediler. “ Gürkan HACIR ile (http://www.egitimekrani.com/haber) -Ayrıca, konu ile ilgili, a)Prof. Mete Tuncay’ın. “Türkiye Cumhuriyeti’nde  tek parti yönetiminin kurulması” ile, b) Sevan Nişanya’nın “Yanlış Cumhuriyet” eserleri incelenebilir.
(2) Vikipedi (kaynakları belirtilenler)
Devrimlerden önce bizde çok konuşulan az bilinen, “Manda” ve Sevr’i aradan çıkaralım (8)


Tarihimizle ilgili Osmanlı-İngiliz arşivleri açılmamıştır. Bu nedenle, Kurtuluş savaşımız, paylaşımı ve hesapları birbuçuk yıl evvel bitirilmiş bir ülkede,biraz ders vermek için” mi yaptırıldığı!” Henüz karanlıktadır. Kimseyi şoka sokmadan! Üzeri örtülü tarihimizi kısa notlarla biraz açıyoruz.
Kısa özetini vereceğimiz aşağıdaki bilgiler kişisel kanaatimizdir. Evvelce bu şekilde bir bütün olarak böyle bir bilgiye rastlamadık…
Yapılan, ulaşabildiğimiz küçük parçaların amatör bir bakışla resim haline getirilmesidir.
Bu konu tarihçiler tarafından araştırılmalı ve gerekiyorsa onlar bir hükme varmalıdır.
Önce konunun anlaşılması adına kısa bir bilgi…
-Sevr Antlaşması, “ I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu hükümeti arasında 10 Ağustos 1920′de Fransa’nın başkenti Paris’in 3 km. batısındaki Sevr banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’ndeimzalanmış fakat uygulamaya konmamış barış antlaşmasıdır. “
-“Manda sorunu, Milli Mücadele başında Türk aydınlarının tartıştığı önemli konulardan biri olmuş, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının kararlı tutumu,  ABD’nin isteksiz olması nedeniyle gerçekleşmemiştir.
-Manda ve himaye sistemleri, “Birinci Dünya Savaşı sonunda Paris Barış Konferansı’nda gündeme gelen manda sistemi Güney Afrikalı General Jean Chiristiaan Smuts tarafından 16 Aralık 1918′de sunuldu.
Buna göre, yenilen merkezi devletlerden ayrılacak ülkelerin yönetimi Milletler Cemiyeti’ne bırakılacaktı. Henüz “bağımsız olma” yeteneğine sahip sayılmayan uluslar Milletler Cemiyeti tarafından bu “yeteneğe” erişinceye kadar eğitilecekti.
Ancak kurum bu işi kendisi yapmayacak ve “büyük” bir devleti görevlendirecekti… Manda sistemi halkın gelişme derecesine, ülkenin coğrafi durumuna, iktisadi şartlarına bağlı olarak üç gruba ayrılmıştı.
-A mandası,  Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılacak topraklar üzerinde düşünülmüştü. Bu gruba bağımsızlık tanınıyor, ancak geçici olarak mandater ülkenin de yönetimi öngörülüyordu.
-B mandası, Almanların Orta Afrika sömürgelerini kapsıyordu.
- C mandası iyice geri kalmış Güney BatıAfrika ile Güney Pasifikteki Alman sömürgelerine aitti.
ABD Başkanı, “…Woodrow Wilson’un Türkiye’nin doğusunda bir Ermenistan kurmak çabalarının olmayacak duaya amin demek olduğunu, dağılan Osmanlı Devleti topraklarının hepsinin ya da bir bölümü üzerinde manda üstlenmenin, Türk tepki ve direnişinden başka ABD bütçesi için büyük masrafları ve askeri birlikleri bulundurmayı gerektireceğini çabuk anlamış ve bu heveslerden vazgeçmişti.(http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/800/10216.pdf)
(Konunun meraklıları detaylar için yukarıda belirtilen web adresine bakabilirler.)
Ve işte hikâyemiz;
-Yaklaşık yüzelli yıl evvel Batı Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin ilk adımıtamamlanmış sıra, tüketerek-üretebilen sanayiler için gerekli hammadde ve pazarların bulunmasına gelmiştir.
-Osmanlının toprakları bu iş için en ideal yerlerdir.
-Ancak,  Osmanlı lokması çok ama çok büyüktür. Bu nedenle hiç kimse tüm hazırlıklarını yapmadan paylaşım işine girmeye, hatta önayak olmaya cesaret edememektedir.
-Bu nedenle, bu konu ne zaman ortaya gelse masada anında,“Britanya, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya” -beş devlet – yer almaktadır. )
-Osmanlı bu anlayışla, Milliyetçilik hareketleri ve  isyanlarla yıpratılmaya başlatılır.
-Bu arada Osmanlı da güzellik uykusunda değildir,  Avrupa ile arasının açıldığının, geri kaldığının farkındadır.  O da boş durmaz, öncelikle askeri alanda reform hareketlerine başlar…
-Ancak, Osmanlının toparlanmasına izin verilmesi halinde en azından bir 300-500 yıl daha iştah kabartan bu bölgeler, Avrupalılara kapalı kalacaktır. Bu da kolay hazmedilir bir olay değildir.
“Büyük oyun” Gereği, Osmanlı sürekli olarak –uydurma- savaşlarla meşgul edilir, tüm gelirinin orduya –asker-silaha- yatırılması sağlanır vesanayileşmesine fırsat verilmez…
-1900’lü yılların başına gelindiğinde, Osmanlı hanedanı, İttihat-Terakki hareketi ile tamamen etkisiz hale (üzülerek ifade ediyoruz,  oyuncak haline) getirilir.
-“1908 ittihatçı darbesi “İle belki de iyi niyetlerle, ancak, kurtların oyununun farkına varılmadan tuzağa düşülür ve affedilmez bir hata yapılır. Tüm diğer darbelerimizde olduğu gibi
-Her ne kadar İttihatçılar da, imparatorluğun Kurtuluşunu önceden, İngiliz-Fransızların yanında yer alarak sağlamayı düşünmüşlerse,  onlara yüz verilmemiş, belki de, “Büyük Oyun” gereği Almanların yanına itilmişlerdir.
-Sultan Vahdettin ile son sadrazamlar da, son çırpınışta kurtuluş, çare olarak, İngiliz-Fransızlara  gitmişler, ancak, Onlara da kapı gösterilmiştir.
-Özetle, Sultan 2.Abdülhamid ile birlikte Osmanlı hanedanlığı –karar vericiliği- büyük devletlerin gözünde bitmiş, daha doğrusu bitirilmiştir.
-1914’de gelindiğinde paylaşım için artık başta Almanlar olmak üzere taraflar bir savaşa hazırdır. İngilizler kendilerini dünyanın süper gücü ve denizlerin yenilmez hâkimi olarak görmektedirler…
-Osmanlı Almanların yanında zoraki olarak yer alır ve Sultan –birazda- Almanların zorlaması ve bir halife olarak tüm islam dünyasına seslenir, vakit “Cihad” vaktidir.
-Birinci dünya savaşı, 28 Temmuz 1914’de başlar ve 12 Kasım 1918 Tarihleri arasında resmen sona erer.
İttifak DevletleriAlmanya,  Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan Krallığı…
- İtilaf DevletleriBritanya İmparatorluğu, Fransa ve Rusyaİmparatorluğu önderliğindeki Sırbistan, Karadağ ve Belçika devletleridir.
-Savaşa sonradan, İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya da katılacaktır.
(Burada okuyanın dikkatini, İngiltere-Fransa ve Rusya’nın kankalığına! çekmek isteriz.  Bunlar, 1853 Kırım savaşı ile birlikte paylaşma oyununun (zaman zaman göstermelik olarak karşı karşıya da gelselerde) değişmez ortaklarıdır.
- Ve I.Dünya savaşı, 12 Kasım 1918’de resmen bitecektir,  bitmesine de…
-İngiltere başbakanı Lloyd George’un 5 Ocak 1918’ de, İşçi Sendikaları Kongresi önünde deklare ettiği İngiliz savaş amaçları, (Türkiye konusunda ABD Başkanı Wilson ile hemen hemen aynı) görüşleri paylaşır:
-“Türkiye’yi başkentinden veya ırkça hakim unsuru Türk olan Küçük Asya ve Trakya’nın verimli topraklarından mahrum etmek için savaşmıyoruz […] Biz, Akdeniz ve Karadeniz arasındaki deniz trafiği uluslararasılasmış ve yansızlasmıs olmak kaydıyla, başkenti Istanbul ile birlikte Türk ırkının anayurdunda Türk devletinin varlığını sürdürmesine karşı değiliz. Ancak Arabistan, Ermenistan, Mezopotamya, Suriye ve Filistin’in ayrı ulusal statülerinin tanınmasını isteme hakları vardır. […] Rusya’nın çökmüş olması bütün koşulları değiştirmiş olduğundan, önceden yapılmış olan anlaşmaların Müttefikler arasında özgürlükle tartışılmasına bir engel kalmamıştır.(Bayur, a.g.e. c. III/4, s. 620-621.)
-ABD Başkanı Wilson’da, bunda üç gün sonra, 8 Ocak 1918′de  yenidünya düzenindeki yerimizi açıklar;
-“Osmanlı Devleti’nin Türk olan kısımlarında egemenliği sağlanacak, Türk olmayan milletlere kendi geleceklerini tayin hakkı tanınacak, Boğazlar uluslararası trafiğe açık olacak ve uluslararası denetim altında tutulacak.”
-Bu iki açıklamadan anlaşılan, Osmanlı Devleti’nin milliyetler esasına göre bağımsız devletlere bölüneceği ve Türk çoğunluğun yaşadığı bölgelerde bağımsız bir Türk devletinin kurulacağıdır. Özetle, Dönemin büyükleri,
-Birinci Dünya savaşının sonuçlanmasından yaklaşık on ay;
-Kurtuluş savaşımızın değil bitmesine, başlamasına daha birbuçuk yıl varken;
-Hamile kadınının doğumunu yaptırmış,
-Hatta çocuğun adını koymuş, onu anaokuluna göndermişler!
-Dedekilerinin hepsini doğru kabul edelim, edelim de bu durumda,
-Yunanlıların,”15 Mayıs 1919 Perşembe” Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından dört gün önce, Cennet ülkemizin bir parçası, güzel İzmir’imizin işgal etmesine ne diyeceğiz?
-“Senin tüm anlattıkların havada mı kalıyor?”
-İzmir’in İşgal edilmesi…
-İşgal olayı, “Öküzün böğürdüğü yer!” dir.
-Bunu Belki de ilk kez farklı bir pencereden görerek biz seslendireceğiz.
Devam edecek…

Bir örtüyü daha açıyoruz. İzmir’in harabe ve kan gölüne çevrilmesi neyin karşılığıdır? (9)

I.Dünya savaşının sonucu olarak ülke, 13 Kasım 1918’de işgal edilirAltı ay geçen sessiz bir dönemden sonra,15 Mayıs 1919’da, -görünürde nedensiz olarak- büyük devletler Yunanlılara İzmir’i işgal ettirir. İşgalden dört gün sonra,  19 Mayıs 1919’da,  Mustafa Kemal Paşa, direnişi örgütlemek için Anadolu’ya gönderilir.
15 Mayıs 1919 tarihinde başlayan, 9 Eylül 1922 tarihinde son bulan ve Batı Anadolu’yu yangın yeri, harabe ve kan gölü haline getiren Yunanlıların Türklere yönelik katliam ve yağmalama olaylarının üzerinden yaklaşık doksan yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesine rağmen Yunan Mezaliminin hatıraları hafızalarımızdan silinmemiştir.”
Ülke, 13 Kasım 1918’de dönemin en güçlü devletlerince işğal edilmesine rağmen ciddi manada bir kıyım görmez.  Ne olmuştur da, işgalin üzerinden yaklaşık altı ay geçtikten Türklerin terhis edilmiş orduları, alınmış silahları, sökülmüş tırnakları ile hakkından gelebilecekleri dünkü vilayetleri  Yunanistan’a  göz göre göre bir kıyım yaptırılmıştır?
Daha açık ifadesi ile Yunanlıların üzerinden gururlu bir millet olan Türkler neden ezilmiştir.
Sonuç alınamayacağı en başından belli olan bu operasyonun perde arkasında ne vardır, katliam ve yangın yerine çevrilen İzmir üzerinden verilen mesaj nedir?
I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918 akşamı Mondros Ateşkes Antlaşması ya da Mondros Mütarekesi imzalanır.
Bu antlaşmaya göre;
-13 Kasım 1918′de İtilaf donanmalarına mensup bir filo, ateşkesin 1. maddesi uyarınca Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki askeri tesisleri işgal etti.
-Aralık 1918 ve Ocak 1919 aylarında Fransız ve İngiliz birlikleri, 10. ve 16. maddeler uyarınca Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Kilis ve Antep’e girdiler.
İtalya Fransızların Kilikya (Adana) bölgesine girmesini kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit sayarak protesto etti. 22 Mart 1919′da anlaşmanın 7. maddesini gerekçe göstererek tek taraflı olarak Antalya‘yı işgal etti.
Bu olay Paris’teki barış konferansında diplomatik bir krize yol açtı. Nisan ayında İtalya bir ay süreyle barış konferansını terketti.
Bu olaylar dışında anlaşmanın ilk altı ayı önemli gerilimler olmadan geçti. Anlaşmanın nisbi sessizlik dönemi Mayıs 1919 başlarında sona erdi.
Bu tarihte Paris Barış Konferansı, Mondros’ta verilmiş sözlere aykırı olarak,İzmir’in Yunanlılarca işgali kararını aldı.
Aynı günlerde Osmanlı Devleti’nin birçok köşesi İtilaf devletlerince işgal edildi; Kars Batum milli şura hükümetleri İngilizler tarafından dağıtıldı. Aynı günlerde ilan edilmesi beklenen barış anlaşması belirsiz bir geleceğe ertelendi.
“İtilaf devletleri politikasında meydana gelen bu ani değişim, Türk tarihçileri tarafından henüz yeterince incelenmemiş bir konudur.
Ve soruyu tekrar ederek kaldığımız yerden devam ediyoruz.
-Ne değiştide,Türkler dünyanın gözü önünde  ve büyük devletlerin gözetiminde Yunanlılara katlettirildi?
Şimdi bir an o dönemde işgal komutanlığının karargahına giriyor ve ükemizi işgal ettikleri, 13 Kasım 1918 ile, Yunanlılara İzmir’i işgal ettirdikleri,  15 Mayıs 1919 Tarihleri arasında yaşananları onların gözü ile değerlendiriyoruz.
Kaynak 1; “Atatürk’e nasıl vize verdim?
Kitabının yazarı ve olayın birinci derecede yaşayaın, İşgal komutanı Milne’nin tercümanı ve İngiliz istihbarat subayı Bennnet’tir. (*);
Vahideddin Rahat Durmuyordu!
“.. İşte bu pencerenin önünde konuştuk…
Gösterdiği yer Muahede Salonunun denize bakan alt kat pencerelerinden biriydi. Ses çıkarmadım. Bennett devam etti:
-Orada dört kişiydik: Ordu kumandanı General Milne, tercüman olarak ben. Sultan Vahideddin ve bir görevli daha…
Padişah ile General, İngiliz işgali ve şehrin asayişi ile ilgili uzun bir görüşme yaptılar. Şimdi ayrıntıları pek hatırlamıyorum. Toplantı bittiğinde General Millne’in biraz sinirli olduğunu farketmiştim. Özellikle tercümeye dikkat harcadığım için konulara fazla dalamıyordum. Ancak General Millne’in bu konuşmadan hoşnut olmadığı ortadaydı. Dışarı çıktık, Milne arabasına binerken kulağıma eğildi:
-Bu adama fazla güvenilmez… Sıfır bir adam, dedi.
-General Milne’in “sıfır” dediği adam altı yüzyıllık Osmanlı imparatorluğunun son padişahıydı. Fakat yenilmiş bir ordunun kumandanıydı ve İngiliz işgalindeki bir şehirde yaşıyordu.
- Bu yüzden İngilizlerin bu kişiye güvenmeyişleri yerinde ve haklıydı. Bennett konuya açıklık getirdi:
-General Milne’in görüşüne katılmıştım. O görüşmeden sonra Sultan Vahideddin’i daha sıkı kontrol altına almam gerektiğini anladım ve Sarayın etrafına tel örgü çevirttim. Tek bir çıkış kapısı bıraktım, nöbetçileri arttırdım. Sonraki günlerde kesin kanıya sahip oldum. Sultan Vahideddin, Anadolu’ya kaçacaktı. Bir fırsatını bulduğunda Küçük Asya’ya geçecek ve Milliyetçi direnişi örgütlemeye çalışacaktı.
Buna Milliyetçilerin nasıl bir yanıt vereceklerini araştırmaya koyuldum.
Kaynak 2; Mustafa Kemal Paşa (anıları)
Alıntı yapılan eser; Murat Bardakçı, “Şahbaba” Sahife, 133. Paragraf, 4 (Belge 30 girişi)
“… Yıldız Sarayının ufak bir salonunda Vahideddin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu; birbirine muvazi (paralel) hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar, sanki Yıldız sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için, oturduğumuz yerden başlarımızı sağa-sola çevirmek kafi idi.
Vahideddin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı;
-Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti:) Tarihe geçmiştir.
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum;
-Bunları unutun, dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!
Konunun açılması adına bir başka görüşü daha vererek, kaldığımız yerden devam edeceğiz.
“…Nihayet, 1919 Mayıs’ında Mustafa Kemal’i olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya gönderen de bizzat Vahdettin’dir.Yola çıkışından bir gün önce sarayda yaptığı başbaşa görüşmede, “Paşa, bundan Önce memlekete büyük hizmetler yaptın, ama bundan sonra yapacakların yanında onlar değersiz kalır” ifadesini kullanarak altın bir saat hediye ettiği,Atatürk’ün anılarında anlatılır. Paşanın daha önce memlekete yaptığı hizmetler arasında Çanakkale ve Anafartalar savunmalarının bulunduğu gözönüne alınırsa, kendisinden beklenen yeni misyonun önemi hakkında bir fikir edinilebilir.(1) 
Kaldığımız yerden devamla;
-Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahideddin benimle samimi mi konuşuyor?
-O Vahideddin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu.
-Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı?
-Fakat böyle bir tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim:
-Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.
Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahdlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?
Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim.
Nasıl hemen hüküm veririm? Vahideddin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz (dayanağımız) İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim onların şikayet ettiği meseleleri halletmektir.
Eğer onları memnun edebilirsem memleket ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri te’dip edersem (cezalandırırsam) Vahideddin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
-Merak buyurmayın efendimiz, dedim. Nokta-i nazar-ı şahanenizi (görüşünüzü, düşüncenizi) anladım.
İrade-i seniyeniz (emriniz) olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım. “Muvaffak ol!” Hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım…”
(Daha geniş açıklamalar için bahse konu kitabın 30 numaralı belge girişine bakılmalıdır.)
Kaynak 3 ; “İrade-i Milliye gazetesi,
İrade-i Milliye , 4 Eylül 1919 yılında Sivas Kongresi’nde alınan kararla çıkarılan ilk gazete.
İlk sayıda, gazetenin yayınlanmasından 10 gün önce toplanan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın Kongreyi açış nutku ile Padişah’a, Sadrazam’a ve İtilaf devletlerine çekilen ariza ve muhtıralar yer almaktadır.
Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin yayın organı olan “İrade-i Milliye” Mustafa Kemal’in çalışmaları sonucunda Sivas’ta çıkmıştı. Sivas Valisi Elhaç Ahmet İzzet Paşa tarafından 1878 yılında tesis edilen vilayet matbaası milli mücadele döneminin ilk gazetesi olan İrade-i Milliye’nin basım yeri oluyordu. (2)
İrade-i Milliye” gazetesi.14 Eylül 1919 tarihli nüshada yer alan bir telgraf.
Tegrafı çeken; “Üçüncü Ordu Müfettişi, Yaver-i Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal”,
-Çekilen kişi “Zat-ı Şahane” yani Sultan Vahdettin, çekildiği yer Havza. Tarih 14 Haziran 1919.
Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor:
-“ Huzurdayken İzmir’in işgali karşısında “pek mahzun olan” kalbinizin “bu nokta-i necâta ait ilhamatı”nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum.
-Sizin “ilkâ”nızdan, (benim fikrimi çelmenizden) aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum.”
Kaynak 4; İngiltere Yüksek Komiserliği orijinal yazısı 
Mustafa Kemal Paşa İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından geri çağrılıyor… (3)
“İngiltere Yüksek Komiserliği,
İstanbul,
8 Haziran 1919,
Nu: M. 1994
Hâriciye Nâzırı’na
 Ekselansları,
 [1]-Samsun sancağından, bazı kötü niyetli şahısların kargaşaya sebep oldukları ve sıkıntı yarattıklarına dair rahatsız edici haberler aldığımı zât-ı âlînizin bilgisine sunmaktan şeref duyuyorum.
 2-Mustafa Kemal Paşa’nın bu harekette başrolü oynadığı bildirilmektedir.
 3-Bu bakımdan Karadeniz Kuvve-i Askeriyesi başkumandanı tarafındanOsmanlı Harbiye Nezâreti’ne Mustafa Kemal’in görevinden alınması talimatı gönderilmiştir. 
4-Zât-ı âlînizin dikkatini, dahilde özellikle ırkçı ve dinî mahiyet kazanan kargaşalardan doğacak çok vahim sonuçlar üzerine çekmek istiyorum.
 5-Bu sebeple ilgili bütün sivil görevlilere, görevli oldukları bölgelerde herhangi bir sorun çıktığı takdirde şahsî olarak sorumlu tutulacakları hususunda derhal talimat verilmesini talep ediyorum.
 6-Ayrıca, Samsun bölgesindeki durumdan yakînen bilgilendirilmek istiyorum.
 Saygılar.
 Yüksek Komiser
Calthorpe
… 
Açıklananlara göre işgalin ilk günlerinden beri  İngiliz İşgal Komutanlığının kanaati;
İşgale karşı ilk günlerde kurulan Müdafaay-i Hukuk derneklerini, Fransızlara ve İtalyanlara karşı halkın direnişlerini dikkate almadan  en başından beri anladıkları;
-“Türkler, bir bütün olarak bu işgale boyu eğmeyeceklerdir…”
-“O halde gereği yapılmalıdır!”
-Gereği nedir?
Devam edecek…
Kaynaklar;
(*)John Godolphin Bennett (8 Haziran 1897 – 13 Aralık 1974), İngiliz asker… Osmanlı Devleti’nin yıkılış ve cumhuriyetin kuruluş öncesi yıllarında İngiliz ordusunun işgali altındaki İstanbul’da istihbarat subayıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a gidişi için gereken vizeyi 16 Mayıs 1919′da imzalamıştır. 
(1) Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet,
(2)Irâde-i Milliye gazetesi, Heyet-i Temsiliye’nin Sivas’ta çalışmalarının sürdürdügü 8 Eylül 1919-13 Aralık 1919 tarihleri arasında 16 sayı yayınlanmıstir. Ankara’da, Heyet-i Temsiliye yayın organı Hâkimiyeti Milliye (10 Ocak 1920) tarihinde yayın hayatına katılmıstır. Bu iki zaman dilimi arasında Irade-i Milliye dört sayı daha yayınlanmştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin yayınlanmasından iki gün sonra (12 Ocak 1920) Irâde-i Milliye’nin 20. sayısı neşredilmiştir. Milli Mücadele’nin yeni yayın organı, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin (10 Ocak 1920) tarihinde yayınlanmasına kadar geçen zaman zarfında Irâde-i Milliye gazetesinin ulusal kimligini muhafaza etmiştir.” Dr. Fatih M. DERViŞOGLU
(3) Alıntının kaynağı; Yalçın, E. Semih, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya Geçişi Meselesi ve 19 Mayıs Ruhu,( Bu web adresinde de görülebilir; http://samsun01.blogcu.com/etiket/Mustafa

Örtü açılıyor, “Gâvur İzmir”in Gâvurluğu gitmiştir. İzmir “millî” bir şehirdir. (10)

“1924 Aralık ayındayız. Londra Yüksek Adalet Mahkemesi’nde ilginç bir davaya bakılmaktadır. Davacı, Amerikan Tütün Şirketi; davalı, Guardian Sigorta Şirketidir. Davacı taraf olan Amerikan Tütün Şirketi, 1922 Eylül’ündeki İzmir yangınındaki zararının tazminini istemektedir…”“
Sigorta ise yangının savaş halinin bir sonucu olduğunu belirterek ödeme yapmaktan kaçınıyordu.Tazmini istenen meblağ tam 600 bin doları buluyordu ya, emsal teşkil edeceği için sigorta şirketinden çıkacak toplam miktar 100 milyon dolara ulaşacaktı.
Meblağ büyük olunca mahkeme süreci de ilginç şahitlikler ve iddialara sahne olacak, böylece İzmir yangınının ilk hukukî hesaplaşması Londra’da yapılacaktı.
Taraflar çeşitli milletlerden şahitleri çağırır mahkemeye.Chester Griswold adlı bir Amerikalı görevli, Türklerin şehrin etrafını kordon altına almasının, halkı eşkıyadan korumayı amaçladığını, İzmir’de yangından önce de, sonra da tek bir şiddet olayına şahit olmadığını aktarır.
Rene Guichet adlı Fransız demiryolu mühendisi şenlik amaçlı birkaç havai fişekten başka ateş görmediğini söyler.
Tütün Şirketi Müdürü Mr. Archbell’in iş ortağı da dahil her milletten şahidin ağız birliği etmişcesine tek bir ateş gördükleri ve rüzgârın etkisiyle bunun kazara yayıldığı ifadesini vermeleri karşısında aklı karışan hakim Justice Rowlatt,
-”Hayatımda karşılaştığım en muğlak davalardan biri bu“, diyerek isyan etmiştir. (1)
Amerikalı görevli; Olaylar anında tek bir şiddet olayına şahit olmamıştır.
Fransız görevli;  Şenlik amaçlı havai fişekten başka ateş görmemiştir.
Tütün Şirketi Müdürü Mr. Archbell’in iş ortağı; Tek bir ateş gördükleri ve rüzgârın etkisiyle bunun kazara yayıldığı ifade etmişlerdir.
Siz olsanız kafanız karışmaz mı?
Ülkeyi işgal eden kimlerdir? İngiliz-Fransız -örtülü olarak- Amerikalılar.
Dava nerede görülmektedir? İngiltere’de,
Olayı aktaranlar kimlerdir? Fransız ve Amerikalılar
….
Ve Gavur İzmir! (*)
“Türklerin ekserisinin yaşadığı Kadifekale ve etekleri, Yahudi mahallesi, Punta istasyonu ve Standard Oil Rafinerisi dışındaki İzmir tamamen yandı. 2.6 milyon metrekarelik bir sahada 25 bin bina yok oldu.
Dumlupınar Muharebesi’nin ardından Yunan ordusu bozulmuş, geri çekilmeye başlamıştı. 9 Eylül 1922 Cumartesi günü İzmir düştü. Osmanlı askerleri şehre girdi. Bitkin Yunan askerleri gemilerle şehri terk ediyordu.
Rıhtım ana-baba günü idi.Yerli Rumlar akıbetlerinden endişeli, gemilere binmeye çalışıyordu. Ege köylerinden gelen Rum mülteciler de rıhtımı doldurmuştu. 9 Eylül sabahı mültecilerin sayısı 150 bini buldu. 50 bin kadar da asker vardı.
Şehir Ermenileri piskoposluğa sığınmıştı. Bir tek şehirdeki Levantenler, yani yüzü aşkın yıldır burada yaşayan yerli İngiliz, Amerikalı, Fransız ve İtalyanlar Mustafa Kemal’in askerlerinin kendilerine iyi muamele edecekleri hususunda konsolosların yardımına güveniyordu.
Şehre 50 km mesafedeki Nif (şimdiki Kemalpaşa) kasabasında bekleyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, zeytin dalları ile süslenmiş gıcır gıcır beş arabayla 10 Eylül Pazar sabahı şehre girdi.
İlk işi Sakallı Nureddin Paşa‘yı şehre vâli tayin etmek oldu. Nureddin Paşa herkesin işine gücüne bakmasını söyleyerek halka teminat verdi.
Kemal Paşa ertesi günü Kordon’daki Kramer Palas‘a yemeğe geldi. Başta kimse kendisini tanımadı. Misafirin hüviyeti anlatılınca hemen servise başlandı. Hatta Paşa’nın personele
-“Yunan Kralı Konstantin buraya gelip rakı içti mi?” diye sorup, Kralın buraya ayak basmadığı söylenince
-“Öyleyse neden İzmir’i almak istedi ki” dediği meşhurdur.
Aynı gün şehirdeki çeteler Ermenileri tacize, ev ve dükkânlarını yağmaya başladı. Sokaklar cesetle doldu. Makineli tüfek gürültüsü hiç kesilmedi. Kaçamayan Yunan askerleri teslim oldu.
Bu arada M. Kemal Paşa BM’e telgraf çekerek “Türk nüfusunun heyecanlı hâlet-i ruhiyesi sebebiyle Ankara hükûmetinin katliâmlardan mesul olmayacağını” bildirdi.
Galipler, son on senedir Hıristiyanlardan gördükleri eziyetin intikam zamanının geldiğini düşünüyordu. Yunan işgalini destekleyen ve şehri terk etmeyen Metropolid Hıristomos Nureddin Paşa’ya götürüldü. Paşa da onu Konak Meydanındaki halka linç ettirdi.
Türk Dostu olarak tanınan Amerikan yüksek komiseri Amiral Bristol, askerlerine şehirdeki Rum ve Ermenilere yardım edilmemesi talimatını vermişti.
Hâlâ yüzbinlerce mülteci rıhtımda feci şartlar altında bekleşiyor; müttefik askerleri de bunlara muhafızlık yapıyordu.
Gâvur izmir”, millî oluyor
12 Eylül Salı günü sabahı Ermeni mahallesinden alevler göklere yükseldi. Akşam üzeri ikinci bir yangın Rum mahallesini sardı. Ertesi günü yangın Kordon’a ulaşmıştı. Şehirde cephane ve petrol binaları birer birer infilak ediyordu. Gökyüzü kıpkırmızıydı. Yanık kokusu her tarafı sarmıştı.
Ateş içinde kalan halk rıhtıma hücum etti.Denizden esen imbatın yerini güneydoğu rüzgârı alınca, yangın da batıya yöneldi.
Yangın M. Kemal’in Bornova‘da kaldığı köşke yaklaşınca, Paşa hemen otomobille ateşlerden panik içinde kaçan halkın arasından geçerek müstakbel kayınpederi Muammer Bey‘in Göztepe‘deki köşküne nakletti.
Yangın ancak 18 Eylülde söndürülebildi.
23 Eylül’de Hisar Câmii arkasında yeni bir yangın çıktı.Türklerin ekserisinin yaşadığı Kadifekale ve etekleri, Yahudi mahallesi, Punta istasyonu ve Standard Oil Rafinerisi dışındaki İzmir tamamen yandı. 2.6 milyon metrekarelik bir sahada 25 bin bina yok oldu.
Kaçanların geride kalan menkul serveti 3.5 milyon altın kıymetinde idi. Sigorta şirketleri, yangının harb hâlinde çıktığı gerekçesiyle bu zararları ödemedi.
Bu arada çetelerin kontrolünü iyice kaybetmesi ve Levantenlerin yaşadığı Bornova ve Şirinyer‘in de ateşe verilmesi üzerine müttefikler vatandaşlarının tahliyesine girişti. Ancak Rum ve Ermeniler için vasıtalar kâfi değildi. İnsanlar su ile ateş arasında kalmıştı. Bazısı denize atlıyor, çoğu bir vasıtaya binemeden boğuluyordu.Gemiler mültecileri yakındaki Yunan adalarına taşıyordu.
Tahliye günlerce sürdü. Bunlar arasında o zamanlar 18 yaşında olan geleceğin milyarderi Onassis de vardı. İzmir’in 500 bin kişilik gayrımüslim nüfusunun 320 bini tahliye edildi. Geri kalanları çeşitli şekillerde hayatını kaybetti veya iç kısımlara sürüldü. Böylece “Gâvur İzmir” artık “millî” bir şehirdi.
Sen de emir kulusun, ben de!
Yangını ordudan evvel şehre giren gözü dönmüş başıbozukların, malları Türklere kalmasın diye Ermeni veya Rumların; müttefiklerin başıbozuklara karşı koymalarını sağlamak üzere Ermenilerin; evlerindeki cephaneleri yok etmek isteyen Ermenilerin;Ermeni ve Rumlardan intikam almak isteyen ve katliâmların izini kaybettirmek üzere Türklerin çıkarttığı hususunda çeşitli görüşler ileri sürüldü.
Yangın şehrin geri alınmasından sonra çıkmıştı. Yangını Nureddin Paşa’nın çıkarttığı kanaati de vardır.
Nitekim kibir ve sertliğiyle tanınan, müstebit tavırları sebebiyle M. Kemal’in ağır tenkit ettiği Nureddin Paşa her şeyi yapabilecek tıynette idi.
Görgü şahitleri sonradan Smyrna Petrol Şirketi varillerinin askerler tarafından buraya getirildiğini, her birini iki askerin koruduğu varillerin 200 m arayla yerleştirildiğini; bilahare çatılara ve duvarlara benzin serpildiğini, sonra da uçlarında bez bağlı uzun sopaların tenekeye daldırılıp evlere atıldığını söylemiştir.
İzmir itfaiyecileri sonradan mahkemede buna dair şahitlik yapmış, hatta bir itfaiyeci, askerin birine “Biz söndürüyoruz, siz yakıyorsunuz” dediğinde, “Sen de emir kulusun, ben de” cevabını aldığını anlatmıştı.
Bir devrin sonu
Şehre girmeden “Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm” diyen M. Kemal’in, yangını seyrederken yanındaki genç subaylara:
-“Çocuklar, bu manzaraya iyice bakın! Bu alevler bir devrin sona erip yeni bir devrin başladığını gösteren bir yangındır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılındaki bütün günahları şu ateşle temizlenirken yeni Türk Devleti’nin kuruluşu ve Türk milletinin yükselişi de cihana ilan ediliyor” dediği rivayet olunur.
Ecnebi müfettişlerin vesika ve görgü şahitlerine dayanarak verdikleri ve şehri Türklerin yaktığına dair raporları Amiral Bristol nazara almadı.
İngiltere açtığı tahkikat neticesinde hâdiseyi mahkemeye taşıdı. Müttefiklerin Fransız kumandanı Amiral Dumesnil M. Kemal Paşa’ya
-“Çokları yangını Türklerin çıkarttığına inanıyor. Bunu tekzip etseniz” deyince, yalnızca
-“Evet, bu yangın nahoş bir hâdise” cevabını aldı. Sulh müzâkerelerinde işin üzerine gidilmedi ve mesele kapandı. Ama Anadolu’nun en zengin ve güzel şehirlerinden İzmir, eski ihtişamını kaybetti.
Yukarıda açıklanmış mahkeme ile ilgili kısmın sonlarını tekrar edersek”
“Tütün Şirketi Müdürü Mr. Archbell’in iş ortağı da dahil her milletten şahidin ağız birliği etmişcesine tek bir ateş gördükleri ve rüzgârın etkisiyle bunun kazara yayıldığı ifadesini vermeleri karşısında aklı karışan hakim Justice Rowlatt,
-”Hayatımda karşılaştığım en muğlak davalardan biri bu”, diyerek isyan etmiştir.
-Amerikalı görevli; Olaylar anında tek bir şiddet olayına şahit olmamıştır.
-Fransız görevli; Şenlik amaçlı havai fişekten başka ateş görmemiştir.
-Tütün Şirketi Müdürü Mr. Archbell’in iş ortağı; Tek bir ateş gördükleri ve rüzgârın etkisiyle bunun kazara yayıldığı ifade etmişlerdir. (1)
Yangın konusunda meraklısının düşünülmesini sağlamak adına birkaç soru sorarak noktalayalım ve ana konuya kaldığımız yerden devam edelim.
-Ülke İşgalciler tarafından terk edildikten sonra,  Fransız, İngiliz ve Amerikalı şirketler ülkemizdeki yatırımlarına kaldıkları yerden devam etmişler midir?
-Birinci Dünya Savaşında , “Araplar bizi arkamızdan vururken!” Onları kukla olarak kullanan İngilizler sömürgelerden aldıklarıyla, “Beş çayı keyfimi sürmektedirler?
-“Yunanlılar İzmirde Türkleri katlederken”,  İşgalci, Fransız-İngiliz-Amerikalılar,  katledilen Türklerin şerefine herhalde kadeh tokuşturmuyorlardır!
-Ve ilginçtir! Devleti işgal edenlerin, parçalayanların yerine bizler, doksan yıldır “düşman!” olarak (niçin) kuklaları değerlendirmekteyiz?
-Bizlerin bu konudaki algılamalarında bir terslik yok mudur? Veya diğer ifadesi ile  bizim millet olarak akıl gözümüzde bir şaşılık mı vardır?
Kaldığımız yerden devam edeceğiz…
Ve anlaşılan bu kuyulardan daha çok su çıkacaktır!
(1)Marjorie Housepian, “Smyrna 1922” (Londra 1972, s. 230 vd.)
(2), Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, “Dünden Bugüne”, Eylül 2011 Çarşamba. Atatürk’ün konuşması için ayrıca bakınız; “Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”, Utkan Kocatürk , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları -
(*) Gavur İzmir” adı nereden geliyor?
1465 yılında kaleme alınan Düsturname-i Enveri’de “Gavur İzmir” deyiminin kökeni açıklanıyor.
İzmir’in Türk kenti haline gelmesinin bir mesnevi tarzında anlatıldığı “en orijinal yazılı eser” olan Düsturname-i Enveri günümüz türkçesine kazandırılıyor. Fatih’in vak’anüvistlerinden olan Enveri’nin kaleme aldığı bu eserde halk arasında sıkça kullanılan “gavur İzmir” deyiminin tarihi kökenleri de var.
Umur Bey döneminde kullanılmaya başlayan bu deyim, bugün de halk arasında canlılığını koruyor.Aydınoğulları Beyliği dönemi ile Ege Denizi’ndeki Bizans ve Latin egemenlikleri gibi konularda da birinci dereceden önemli bir kaynak durumunda. Doç. Oktay Gökdemir ve ekibi tarafından günümüz Türkçesine kazandırılma çalışmaları yapılan kitap ayrıca, İzmir’in Osmanlı öncesi Türk egemenliği dönemini içeren “tek” kaynak olma özelliğini taşıyor.
Bu kaynak eserin orijinali, iki nüsha halinde günümüze ulaşmış durumda. Bu nüshalardan birincisi İzmir Milli Kütüphane’de, ikincisi ise Paris’teki Bibliotheque Nationale’de bulunuyor.
Eserde, ilk Türk denizcilerden olan, kazandığı deniz seferleri ile hatırlanan Umur Bey’in hayatı ve o dönemdeki İzmir anlatılıyor. 1465′te Fatih dönemi vakanüvislerinden olan Enveri tarafından kaleme alınan Düsturname-i Enveri 3730 beyitten oluşuyor.
Mesnevi tarzındaki eserinin ikinci kısmında, Gazi Umur Bey’in başarılarına ve O’nun döneminde gerçekleştirilen 26 sefere ayrıntılarına yer veriliyor. Enveri, Düsturname’de Umur Bey’in hayat hikayesini, yaptığı fetihleri, akınları, deniz seferlerini ayrıntılarıyla ortaya koyarken; Anadolu Beylikleri Bizans ve Latinlerle olan temaslarını da şiirsel bir üslupla dile getiriyor…
UMUR BEY KİMDİR?
1308′de Birgi’de Aydınoğulları Beyliği’ni kuran ve 1317′de İzmir’i fetheden Mehmet Bey’in ardından kentin yönetimi alan Umur Bey, özellikle Kadifekale ve çevresini kısa süre içerisinde bir Türk kenti haline getirmekle kalmamış, O’nun zamanında İzmir bir deniz ve donanma üssü halini almıştı.Umur Bey’in İzmir’de inşa ettiği donanma, kısa süre içerisinde Ege Denizi’nde Sakız, Midilli ve Sisam adalarının Türk egemenliğine geçmesini sağlamıştı.
Bütün bunlarla birlikte hakimiyet alanını daha fazla genişletmek isteyen Umur Bey, bu amaçla Ege adalarında Latin ve Bizans güçlerine karşı seferler düzenlemişti. Gerçekleştirdiği fetihlerle önemli bir güç ve prestij elde eden Umur Bey’in yönetimi altında İzmir, Aydınoğulları Beyliği’nin sadece bir limanı ve deniz üssü değil, aynı zamanda beylik merkezi de olmuştu.
“GAVUR İZMİR – MÜSLÜMAN İZMİR”
Umur Bey’in, denizlerdeki başarısı Venedikliler ve Cenevizliler arasında panik doğurarak 1345 yılında Fransız Humbert komutasında bir Haçlı donanması oluşturulmuş ve bu donanma, İzmir’e baskın yaparak sahilde bulunan Liman Kale’yi zapt etmişti.
Bundan sonra Kadifekale ve çevresi için “Müslüman İzmir”,Hisarönü Camii civarında bulunan Liman Kale’deki sahil kesim ise Gavur İzmir” olarak anılmaya başladı.
Umur Bey, Liman Kale’yi Latinlerden geri almak için 1348′de Kale’yi kuşattı. Ancak kaleden atılan bir okla şehid oldu. Cenazesi Birgi’deki türbeye babasının yanına defnolundu. (http://anadoluhaber.blogspot.com/2009/08/gavur-izmir-ad-nereden-geliyor.html)

Sır ve sis kalktı. Düşmanlarımız Araplar, Ermeniler ve Yunanlılar değildir. “Sahi mi!” (11)


Araplar, Ermeniler ve Yunanlılar düşmanlarımız değil, onlar birilerinin emellerine kurban edilen mağdur kuklalardır. Üstelik düşmanlaştırılmış kuklalar. Eğer, Doğu’nun, Batı tarafından adaletli! Pay edilmesi adına düzenlenen I. Dünya Savaşı olmasaydı, bu halklarla bizim bir düşmanlığımız olacak mıydı? Bunlarla neyi paylaşamadık veya paylaşacak bir değerler manzumesi vardı da, paylaşım kavgası için neden bin yıl bekledik?
Aşağıda meselelerimizin daha açık olarak anlaşılması ve ilgisi nedeniyle İngiliz, Fransız devrimleri ile I. Dünya savaşına gelinen sürecin uzun bir hikayesi verilmektedir.
Anlatılan ve yaşanan iki farklı “Fransız devrimi”  vardır. Biri; resmi tarihimizin vitrininde neon lambaları ışığı altında parlatılan! “Hürriyet, Özgürlük, Eşitlik!” Öyküleri. (Doğrusu yalanları) Diğeri;  “Mutlakıyet / Cumhuriyet” kavgası ile Dünya savaşının nedenlerinden olan Fransız devrimi.
8 ve 9 sayılı yazılarımızda anlatılan ve tamamlanacağı için  yarım bırakılan hikâyeler, birinci dünya savaşının hikâyesinin arkasından birbirlerine bağlanarak ve konu toparlanacaktır.
İngiliz  Devrimi,
“Oliver Cromwell (1599-1658), İngiliz siyaset adamı, asker ve devlet yöneticisidir. İngiltere’nin yönetim biçimini Krallıktan Cumhuriyet’e çevirmiş ama 1650′den ölünceye kadar Devlet Koruyucu Lord unvanı ile ülkeyi tek başına idare etmiştir…
1628 yılında hayatının yönünü değiştiren bir olay olarak Londra Parlementosu’na mebus olarak seçildi. Ancak bu Parlemento 1629de feshedilmesinden sonra Cromwell babasının çiftliğine çekilip çok dinsel inanış gösteren bir kırsal centilmen olarak yaşamaya başladı.  1640′da sonradan Uzun Parlamento adı verilecek Parlemento’ya Cambridge Üniversitesi mebusu olarak tekrar seçildi.
İngiliz Kralı I. Charles tarafından yapılan yüksek harcamaları karşılama için vergi arttırma gereğiyle çağrılmış olan (Cambridge Üniversitesi mebusu olarak bulunduğu)  bu Parlemento kralın istediği vergileri arttırmayı kabul etmediği için kral ile karşı karşıya geldi ve Ocak 1642′de Parlamento ile Kral I. Charles’in çekişmeleri bir İç Savaş’a dönüştü.
Ülke,  iç savaşta Parlemento taraftarı ve Kral taraftarı olarak ikiye ayrıldı.Oliver Cromwell,  iç savaşta kazanır ve Kral I Charles yargılanarak idam edilir.
Siyaset yaşamı birçok çelişki ile doludur. Kurmuş olduğu parlamentoyu askerlere verdiği emirle dağıttırmış, dinde inanç özgürlüğünü savunurken, dine hakaret edenlere işkence uygulanmasına izin vermiştir…
Oliver Cromwell’den sonra oğlu Richard Cromwell Devlet Koruyucu Lord ünvanı alarak devam etmiştir. Fakat kısa bir müddet sonra onun ülke idaresi yeteneğinin çok az olduğu görülmüş ve ülkenin bir siyasal ve ekonomik karmaşalık gölgesi altına girdiği anlaşılmıştır.
Bunun üzerine Commonwealth rejiminin İskoçya’ya gönderdiği vali olan General Monck monarşiyi tekrar geri getirme kararı ile İskoçya’dan ordusuyla gelip Şubat 1660da Parlemento’yu fesh edip Richrad Cromwell’i görevinden feragat ettirmiştir. Stuart Hanedanı’ndan (babası idam edilmiş kral I. Charles olan) II. Charles Londra’ya 23 Nisan 1661′de gelip taç giymiştir.
Sonuçları itibariyle İngiliz –Burjuva-devrimi;
-1648 İngiliz devriminde din öğesi, devrimin ideolojik temelini oluşturur.  Bununla beraber, İngiltere’de iç savaş,  bir yandan gittikçe gelişen ve zenginleşen orta sınıf (burjuvazi) ile, saray ve aristokrat sınıf arasındaki siyasal güç mücadelesinin bir sonucudur.
-Mutlak monarşinin, feodal beylerin ve doğrudan doğruya krala bağlı kilisenin nüfuzu ortadan kaldırılmış; Kapitalizmin gelişmesini önleyen engelleri yokedilmiş;
-Tarımın ve ücretli el emeğine dayalı sanayin ve özellikle demir ve yünlü imalathanelerin hızla gelişmesine ortam hazırlamıştır.
Fransız İhtilali  ( Devrimi)
Fransa’da krallık sistemi 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi ile sona erdi ve Fransız Devrimi sırasında dönemin Fransa kralı XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette ile onlara yakınlığı olduğu düşünülen yüzlerce Fransız vatandaşı öldürüldü.
Kısa süreli bir dizi yönetim denemesinden sonra Napolyon Bonapart 1799′da cumhuriyetin kontrolünü ele aldı ve kendini önce Birinci Konsül, daha sonra, günümüzde Birinci İmparatorluk (1804–1814) adıyla anılan devletin imparatoru ilan etti.
(Meraklı okuyanlar, bu sürecin İngiltere’de de yaşandığını hatırlayacaktır.)
1815 yılında yapılan Waterloo Savaşı’nda Napolyon’un son yenilgisinden sonra Fransa’da krallık yönetimine geri dönüldü. Ancak bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar getirildi.
1830 yılında çıkan bir sivil ayaklama olan Temmuz Devrimi’yle Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirildi.
Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürdü. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli oldu ve 1852 yılında III. Napolyon İkinci İmparatorluğu kurunca yıkıldı.
1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı’nda yenilen III. Napolyon bunun üzerine tahttan indirildi ve bu yönetim rejimi de Üçüncü Cumhuriyet’in kurulmasıyla fesholdundu.”
Bu iki devrimi karşılaştırdığımızda, Her ikisinde de, Krallık yıkılarak cumhuriyet rejimine geçilmiş ancak ülkede yaşananlar nedeniyle tekrar krallık yönetimine dönülmüştür. Bu ülkelerden İngiltere’de bugün monarşi, Fransa’da yarı başkanlık sistemi bulunmaktadır.
Devrim den önceki yıllar Fransız ekonomisi için pek de parlak sayılmamaktadır. Halkın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar vergilerin düzenli olarak ödenmesini yol açmış devletin en önemli gelir kaynağı olan vergilerin sekteye uğraması hazineyi büyük bir bunalıma sürüklemiş, bu sebepten kral vergilerin arttırılması ve yeni vergileri  konması yolunu tutmuş, bu plan dahilinde tüm toplumunda vergilerin yaygınlaşması düşüncesi ortaya çıkmış, Paris parlamento’su da bu yeni vergi aleyhlerine onay vermeyerek genel meclisin Etats Generaux’un toplanmasını istemiştir.
Kamuoyuna verilen bilgilere göre; Yaklaşık yüzkırk yıl ara ile gerçekleşen iki devrimde görünür neden vergilerin artırılmasıdır. Ancak, bu çok doğru değildir. Perde arkasında, dönemin ülke gelirinin paylaşımındaki rahatsızlığın kavgası vardır. İlginçtir, 1908 İttihat darbesinin arkasında olan nedenlerden birisi de budur. Osmanlının ilgili dönemdeki geliri, Rum-Ermeni vatandaşları tarafından paylaşılmakta, Selanik Musevi sermayesi hakettiği payı almadığına inanmaktadır. Bu anlayışla, İttihatçılar, Museviler-Masonlar tarafından (yönlendirilmiş ifadesi ağır olabilir) desteklenmiştir.
Fransız Devrimi’nin sonuçları;
-Yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı’dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktı.
Not 1; İngiliz-Japon-İsveç-Norveç-Danimarka-Hollanda ve diğer hanedanlıklar nedense Yıkılmamıştır.) Yıkılanlar; Birinci ve 2.ci Dünya savaşında (Japonya hariç)  kaybedenler, daha doğrusu paylaşılacak sömürgesi olanlar. Örnek; Osmanlı ve  Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’dur.
Not 2 ;  Japonya 2. Dünya savaşında ağır bir mağlubiyet almasına, tepesinde iki atom bombası patlatılmasına rağmen barış antlaşması için  imparatorluğun muhafazasını şart koşmuştur.
-Japonya bugün,  Dünyanın nakit zenginidir. Ülkede imparator vardır.
-Norveç bugün, Avrupa’nın en yüksek gelirine sahiptir. Ülkede Kral-Kraliçe vardır.
-İngiltere bugün, Dünyanın petrol tüccarı-sömürgeler kralıdır. Ada’da Kral-Kraliçe vardır.
Bu örnek; bir kral-Cumhuriyet tatışmasına girmek için değil, gerçeğinde ülkenin kalkınması ile yönetiminin doğrudan bir ilgisinin olmadığını, ilgisinin paylaşım anında önem kazandığının ifadesi için verilmiştir.
Devamla…
-Egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi. (Bu da doğru değil, Cumhuriyetler demokrasi ile desteklenmiyorsa saltanattan fazla bir farkı kalmamaktadır. Rusya-Çin-Suriye-İran, hatta yakın tarihe kadar Türkiye yönetimleri incelenebilir.)
-Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu devletlerin parçalanmasında etkili oldu. (Parçalananlar sonradan her ne hikmetse!  İngiliz-Fransız –ABD-Rus kankalarca adaletli şekilde! Taksim edilmiştir.)
-Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başladı. (Elbette, Afganistan, Irak, Filistin, Körfez ülkeleri, Afrika vb şimdi daha özgürdürler.)
-İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürüldü. (Bu nedenle olsa gerek Fransızlar, Cezayir, Libya , Afganistan,  Suriye ve Afrika ülkelerine bol bol insan hakları olarak -ölmek ve işkence görmek- hürriyetleri  götürmüşlerdir!)
Bugün yaşananları, dünü tam ve doğru olarak öğrenmeden ne yazıkki anlamak mümkün değildir. Bu nedenle yaşananlar farklı pencerelerden özet olarakta olsa verilmektedir.
Birinci Dünya savaşının perde arkası…
-“Avrupa’da 16. yüzyıl’da yaşanan Katolik-Protestan ayrışmasıyla, Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’na bağlı Prenslikler, farklı taraflarda savaşmışlar, tarihte Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) olarak bilinen bu savaş da Vestfalya Antlaşması’yla sona ermiştir.
-Savaş sonucunda, bugün bile Avrupa Birliği’nin kökenini oluşturan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu birliği dağılmıştır. Savaşın sonunda Fransa’nın güçlenmesi, tam aksine Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun (Bir çok vatandaşı Alman’dır)  ve Habsburg Hanedanı’nın zayıflaması sözkonusudur.
-Bu sonuç Almanya için 19.yy’a kadar sürecek bir zayıflık dönemine ve yine bu tarihlere kadar birliğini kuramamasına neden olmuştur. Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik hareketlerinde de bu olay etkisini göstermiş ve İngiltere, Fransa sömürgecilik alanında hızla güçlenirken Almanya’nın bu alanda geri kalmasına neden olmuştur.
-1815’te yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa’ya ve geniş anlamda dünyaya yeni bir statü getirilmiş ve buna göre güçler dengesi kurulmuştur. “
Anlatılanlardan özetle, Birinci dünya savaşına giden sürecin başlangıcı 16. Yüzyıldır.
-Kırım Savaşı’nda (1853-1856)  (Viyana Kongresinde oluşturulan) bu dengelerin Rusya lehine değişmesine engel olmak için, Haçlı Seferleri’nden sonraki en önemli ittifakla, Avrupa Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Ruslara karşı savaşmıştır.
-Yenilgiye uğrayan Ruslar, etkisi 1917 Ekim Devrimi’ne kadar sürecek siyasi ve ekonomik dalgalanmaların etksine gireceklerdir. Yine bu savaşın sonunda, İtalya Birliği’ne gidecek yollar da açılmıştır.
-1870 Sedan Savaşı (1) ile Almanya ve İtalya’nın birliklerini kurmaları, bunların büyük devletler olarak devletlerarası ilişkilerde yer almak için girişimlerde bulunmaları, Viyana Kongresi statükosunu ve güçler dengesini büyük ölçüde değiştirmişti.
Bundan sonrası ise yeniden bir dengenin kurulması girişimlerine, o da Avrupa’da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açmıştır.
-Bloklar arasındaki gerginlik de karşılıklı silahlanmaya yol açmıştır. Bu da silahlı barış dönemini ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde bloklar ve devletlerarası ilişkilerde çok yönlü gelişen çatışmalar gerginliği daha da arttırmış ve devletleri bir savaşın eşiğine getirmiştir.
-Bu genel çerçeve içinde I. Dünya Savaşı’nın nedenleri çeşitli ekonomik, siyasi, askeri gelişmelere dayanmaktadır. Bunlara büyük devletlerin çıkar hesaplarını da eklemek gerekir.
-Özelikle Prusyanın Avusturyayı yenip Alman birliğini sağladıktan sonra yeni ortaya çıkan Alman İmparatorluğu’nun elinde önemli sömürgeleri olmamasına rağmendönemin süper gücü İngiliz İmparatorluğu’na karşı koyabilecek hatta onu geçebilecek bir sanayi insan gücü ve teknoloji haline gelmesi ve bunun başta İngiltere ve Fransa tarafından engellenmek istemesi başlıca çekişme kaynağıdır.
Yukarıda ikinci kısımda anlatılanlardan anlaşılan,  (dönemin büyükleri olarak)  Hiç kimse mevcut dengenin bozulmasına rıza göstermemekte ve bu dengelerin oynanması çok açık olarak bir savaş sebebi  sayılmaktadır.
-Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik sonucunda ekonomik pozisyonlarını güçlendiren İngiltere ve Fransa, karşı taraftaki Almanya ve İtalya gibi ülkelerden ekonomik olarak çok ilerideydi.
-Almanya ve İtalya, siyasi birliklerini oluşturduktan sonra, 1914′e kadar olan süreçte aradaki farkı kapatmaya çalışmışlardır. İngiltere ve Fransa’nın ekonomik hakimiyet alanlarını korumak, Almanya’nın ise bu alanları ele geçirmek niyeti savaşın başlıca ekonomik nedenlerindendir.
-Bu, sömürgeler, deniz yollarının hakimiyeti, uluslarası ticaret imtiyazları gibi ana başlıklarda değerlendirilebilir. Öte yandan 19. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlayan ve neredeyse 20. yy’a damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti de savaşın temel ekonomik nedenlerindendir.
-Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındaki Orta Doğu Petrol varlığı, 19. yy sonlarında özellikle İngilizler tarafından, çeşitli gizli/açık yöntemlerle tesbit edilmişti.
-İngiltere, petrol siyasetini, 1900′lerde tüm stratejilerinin birinci sırasına koymuştu.
-Diğer bir konuda Rus İmparatorluğu’nun ekonomik durumudur. Rusya, 19. yy’ın sonlarında 20. yy’ın başlarında toplumsal dalgalanmanın en fazla görüldüğü ülkedir. Toplumun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfı ve o büyüklükte olmasa da etkin bir işçi sınıfı 1905 Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi’ne giden yolu açmıştı.
-Toplumsal dalgalanmalar ekonomik açıdan Rus İmparatorluğu ve Çarlık Rejimi için tehlike oluşturuyordu. Rus Yönetimi bu dalgalanmaları engellemek için siyasi ve ekonomik güç kazanmak zorundaydı.
-18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü haline gelen Britanya İmparatorluğu’nun merkezi konumundaydı. 19. yüzyılın başlarında Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika’da bazı devletler, Antil Adaları ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğu kurulmuştu.
Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında İngiltere dünyanın en büyük gücü durumuna geldi. 1877′de Hindistan sömürgeleştirildi. 1882′de Mısır ele geçirildi.
-İngiltere bu gücü sömürgeler, deniz yolları hakimiyeti, küresel şirketler aracılığıyla, askeri ve siyasi anlamda da sağlamayı başabilmiştir.
-İngiltere, 1871′ten itibaren Alman İmparatorluğu’nu kendi etkinliğine karşı en önemli tehdit olarak algılamıştır.
-Çünkü güçlü bir Almanya İngitere için en büyük tehdit olacaktır.
-Fransa ile sürdüğü ortaklıkta (özellikle Kırım Savaşı bir örnektir.)  Fransa’nın da 1871 yenilgisinden itibaren Alman İmparatorluğu’na karşı olan düşmanlığı belirleyici nokta olmuştur.
- Yine aynı şekilde Rusya ile 1.Dünya Savaşı öncesinde temin ettiği ittifak da, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın Pan-Slavizm Politikası ile Almanya’nın Pan-Germen Politikası karşıtlığı temeline oturmuştu.
-Alman İmparatorluğu’nun İngiltere için gerek ekonomik gerekse de siyasi tehdit haline gelmesi İngiltere için tartışmasız bir savaş nedeniydi.
-Aynı zamanda, sömürgelerin korunması, deniz yollarının kontrol altında tutulması, küresel şirketlerin hakimiyeti ve en önemlisi Ortadoğu Enerji Koridoru’na sahip olmak stratejileri tamamen Alman İmparatorluğu çıkarlarıyla çatışmaktadır.
Rusya İmparatorluğu hedefleri
-Rusya İmparatorluğu’nun başlangıcı 1721 yılındadır. 1866 yılında toprakları Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın belirli bölümlerini kapsamıştır. 19. yüzyılın başında dünyanın en büyük ülkesi olmuş, toprakları kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden güneyde Karadeniz’e, doğuda Büyük Okyanus’dan batıda Baltık Denizi’ne kadar uzanmıştır.
-19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, İmparatorluğun ekonomik yapısı geniş ölçüde köylü ve sayıca daha az ama etkili bir işçi sınıfına dayanmaktaydı. Sanayileşme yetersizdi ve üretim büyük ölçüde tarıma dayalıydı. Şehirleşme 2-3 şehir dışında son derece az ve nüfusun büyük çoğunluğu taşrada yaşamaktaydı.
-1905 Devrimleri ve ardından gelen 1917 Devrimleri, Rusya’nın bu ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanmıştır.
-Rusya 19. yüzyıl’da temelde dört hedef doğrultusunda siyasetini konumlandırmıştır:
a)Batısında Pan-Slavizm Politikalarıyla (böylece Slav kökenli halkların kontrolünü eline geçirmek) ve Balkanlar/Doğu Avrupa’da hakimiyetini sağlamak.
b)Güneyde, Osmanlı İmparatorluğu (Boğazlar ve Doğu Anadolu’yu ele geçirmek) ve İran (Petrol alanları) politikaları ile hakimiyetini sağlamak.
c)19.YY.’da Ortaasya’nın büyük bölümünü ele geçiren Ruslar, bu hakimiyetlerini korumak.
d)Doğuda, Japonya-Rusya-İngiltere-ABD arasındaki güç dengesini kaybetmemek.
-1904-1905 Rus Savaşı’nda büyük yenilgiye uğrayan Rusya, aynı tarihlerde, İngiltere ile İngiliz-Rus Sömürge Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır.(2)
Almanya’nın hedefleri
-18 Ocak 1871 yılında Versailles Antlaşması’yla kurulan Alman İmparatorluğu, tüm dağınık Alman Devletçik’lerini -Avusturya hariç-bir arada topladı.
- İmparatorluk 1884 yılından itibaren ülke dışında sömürgeler kurmaya başladı. (3) Alman İmparatorluğu 1914 yılına kadar, birliğini geç oluşturması nedeniyle geri kaldığı İngiltere-Fransa-Rusya ittifakıyla, ekonomik, siyasi ve askeri yönden başabaş noktasına geldi.
-Hatta sanayileşme ve işgücü alanında İngiltere’den (1914 verilerine göre) daha ileri bir seviyeye ulaştı. II. Wilhelm döneminde, Almanya, diğer Avrupa güçleri gibi emperyal bir politika izlemiş ve zaman zaman sömürgeleri konusunda komşu devletlerle sürtüşmeye girmiştir.
-Bu, bir takım dostlukları zedelemiş ve Almanya’ya karşı Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya İmparatorluğu bir anlaşma imzalayarak kutup oluşturmuştur.
-Almanya ise sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifak kurabilmiştir.(4)
- Almanya’nın emperyal politikası ülke dışına taşmış ve devlet diğer Avrupa güçleri gibi Afrika’nın paylaşımına katılmıştır.
-Berlin Konferansı’nda bu kıta Avrupa güçlerine pay edilmiştir. Almanya’nın payına Alman Doğu Afrikası, Alman Kuzey-Batı Afrikası, Togo ve Kamerun düştü.
-Büyük güçler arası Afrika’da olan bu mücadele I. Dünya Savaşı’nın nedenlerinden biri olacaktı.
-Almanya siyaset alanında ve denizlerde, o sırada Britanya’ya ait olan küresel konumu ele geçirmek ve böylece Britanya’yı otomatik olarak daha alt statüye indirgemek istiyordu. (5)
-1900′lerde emperyal ve emperyalist çağın en yüksek noktasında hem Almanya’nın yegane küresel statü iddiası (Alman Ruhu dünyayı yenileyecektir!) deyişiyle, hem de Avrupa Merkezli bir dünyanın tartışmasız büyük güçleri olan Britanya ve Fransa’nın iddiası henüz etkiliydi.(6)
-Alman Ulusal Birliği’nin kurulduğu 1871 ile 1.Dünya Savaşı’nın çıktığı 1914 tarihleri arasında Avrupa Tarihi’nin hiç değişmeyen öğesi Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlıktır.(7)
-Öte yandan, Hohenzollern Hanedanı yönetiminde ve mutlakiyetçi yapıdaki Almanya İmparatorluğu,siyasi olarak cumhuriyetçi İngiltere ve Fransa’nın yönetim sistemi yönünden de rakibiydi.
-Bu rekabet, 1.Dünya Savaşı’nı, bir nevi mutlakıyet / cumhuriyet mücadelesi şekline de getirmiştir. (Zaten, savaş sonrasında mağlubiyete uğrayan tarafta, bütün mutlakiyetler çökmüş, yerine yeni cumhuriyetler kurulmuştur.) (8)
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
-1866′da Prusya – Avusturya Savaşı yenilgisi ve Alman Konfederasyonunun dağılmasından sonra prestijini kaybeden Avusturya İmparatorluğu 1867 yılında da Macaristan’la birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu kurdular.
-Emperyal bir devlet olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, onbirin üzerinde etkili etnik grup mevcuttu. Bu etnik grupların büyük kısmı Almanlar, Slavlar ve Macarlar’dan oluşmaktaydı. Etkinlik sahasında  (doğu bölgesinde yoğun Slav devletleri, batısında da Germen toplumları) farklı etnik gruplar bulunmaktaydı.
-1789 Fransız Devrimi ve beraberinde getirdiği süreç, emperyal devletlerin sonunu hazırlamaktaydı. Uyanan milliyetçilik akımları 19.YY’da en fazla Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na zarar vermiştir.
-Aslında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da durumu Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklı değildi. İki imparatorluk da kendi geleceklerini tamamen savaş sonunda alınacak bir galibiyete bağlamışlardı.Yani savaş, bir ölüm-kalım mücadelesi idi.
Ve Osmanlı İmparatorluğu
-Ekonomik yönden; maliye iflas etmiş ve cari harcamaları dahi karşılayamayacak durumdadır.
-Siyasi yönden; Balkanları ve Mısır’ı kaybetmiş, Ortadoğu bölgesinde kalan toprakları için de endişeli bir Osmanlı İmparatorluğu vardır. Etnik gruplarındaki milliyetçilik ve ayrışma hareketleri nedeniyle, Anadolu’da dahi güvenlik sorunları en üst düzeydeydi.
-İmparatorluk, İngiliz ve Fransızlar’ın Ortadoğu konusundaki niyetlerini ve -sanılanın aksine- petrolün yeni dönemdeki önemini son derece iyi bilmekteydi.
-Öte yandan yüzyıldan fazla süredir aralıklarla savaştığı Rusya’nın da Boğazlar ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi üzerindeki hedeflerinin farkındaydı.
-Askeri yönden; Balkan Savaşları sonucunda ordunun son derece zayıflamış yapısının ortaya çıkmasına rağmen, İttihat-Terakki Hükümeti iki yıldan kısa bir sürede bu yapıyı reforme ederek, yeni bir ordu yaratma başarısı göstermiştir.
-Hükümet, ordu yapısı içerisindeki alaylı/okullu sistemini değiştirerek, okullu subayları faal birliklere, alaylı subayları da ya emekliye ya da geri görevlere sevketmiştir. Öte yandan personel yapısında çok başarılı bir değişim gösteren ordu, aynı başarıyı -ekonomik nedenlerden dolayı- teknoloji ve silahlar yönünde yakalayamamıştır.
-Alman ekolünün hakim olduğu Osmanlı Ordusu, özellikle lojistik ve sevkiyat konusunda da gerekli düzeyde kabiliyete sahip değildi.
-1913 Bab-ı Ali Baskını ile iktidara gelen İttihat-Terakki Hükümeti, savaşın kaçınılmaz olduğunu farkettiği andan itibaren, İngiltere ve Fransa ile uzlaşmak amacıyla çalışırken, Almanya ile de ilişkilerini aynı ölçüde sıkı tutmaya çalışmıştır.
-Hatta bu öylesine yoğun bir çift taraflı mücadele olmuştur ki, her iki tarafla da son dakikaya kadar görüşmeler devam etmiştir. İngiltere ile yapılan görüşmelerde Osmanlı Hükümeti’nin ittifak için temel beklentisi olan savaş sonrası toprak bütünlüğünün garanti altına alınması isteği, İngiliz tarafından ancak savaş sonrası görüşülebileceği şeklinde yanıtlanmıştır. (9)
-İngiltere ve Fransa ile ittifakı sağlayamayacağı kesin görünen İttihat ve Terakki hükümeti, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile gizli bir ittifak antlaşması (Osmanlı-Alman Gizli Antlaşması) imzalayarak savaşa İttifak güçleri yanında girmeyi taahhüt etmiş ve silahlı kuvvetlerinin genel sevk ve idaresi için bir Alman askeri heyetini yetkili kılmayı uygun görmüştür. (10)
-Anlaşmadan haberdar olan İngiltere, Osmanlı Devleti’nin sipariş ettiği iki zırhlıyı Osmanlı Devleti’ne teslim etmekten vazgeçer. Rauf Orbay ve ekibi Londra’dan eli boş döner. Kalabalık bir İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı’na kadar kovaladığı Goben ve Breslav adlı iki Alman zırhlısının Çanakkale Boğazı’ndan geçmesine izin verilir.
-İki gemi 11 Ağustos’ta İstanbul’a gelir. İngiltere’nin bu durumu yansızlığın ihlali olarak değerlendiren bir nota vermesi üzerine, Alman zırhlıları Osmanlı donanmasınca ‘satın alınmış’ ve gemi mürettebatı fes giydirilerek Osmanlı hizmetine alınmıştır. Goeben (Yavuz Muharebe Kruvazörü), Breslau ise (Midilli Kruvazörü) ismini almıştır.
-26 Ekimde Osmanlı donanması bir keşif tatbikatı için hazırlanma emri aldı ve ertesi gün toplanma bölgelerine gitmek için Haydarpaşa’dan ayrıldı. 28 Ekimde Osmanlı filosu 4 ayrı görev gücüne ayrılarak Rusya kıyılarında farklı hedeflere yöneldi.
-Koramiral Souchon 29 ekim 1914 sabah 6:30′da 3 Osmanlı destoreyerinin refakatinde bulunan Goeben ile Sivastopol’daki kıyı bataryalarına ateş açtı. Hamidiye kruvazörü 6:30′da Kefe’ye geldi ve yerel yetkilileri 2 saat içinde çatışmaların başlayacağı konusunda uyardı.
-Hamidiye 9:00 da bir saat süren bir ateşe başladı ve daha sonra da Yalta’ya giderek burada 7 Rus ticaret gemisini batırdı.
-2 Osmanlı destroyeri 6:30′da Odessa’ya hücum etti ve 2 Rus gambotunu batırarak birkaç tahıl silosunu tahrip etti. Breslau kruvazörü ve ona eşlik eden Osmanlı destroyeri Novorossisk’e geldi yerel yetkilileri uyararak 10:30′da kıyı bataryalarına ateş etti ve 60 mayın döşediler. Limandaki 7 gemi hasar gördü, biri battı.
-30 Ekim günü Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açmış, bundan birkaç saat sonra Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya savaş ilan ederek, savaşa İttifak Bloku yanında girdiğini duyurmuştur.
-Bu duyurudan sonra İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir.(11)
Devam edecek…
Kaynaklar;
-Prof. NIALL Ferguson,“İmparatorluk, Britanyanın modern dünyayı biçimlendirişi”,
1.   Oral Sander, Siyasi Tarih,Haziran 1998
2.   Alman İmparatorluğu’nun tüm sömürgeleri www.worldstatesmen.org
3-4   Eric J.Hobsbawm,Kısa 20.YY.
5.    (Bosworth (2005),
6.    Cemal Paşa Hatıralar-İşbankası Yayınları-Mayıs 2001,
7.    Anlaşmanın tam metni için İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4,
8.    Talat Paşa’nın Anıları, İşbankası Yayınları,Temmuz 2006
9.    Birinci Cihan Harbi 1-4
10.Cemal Paşa Hatıralar-İşbankası Yayınları-Mayıs 2001,
11.Vikipedi

Kaybeden Osmanlıdan Saltanat ve Hilafet alınır. Onun artık Tahtı Değil, Şapkası Vardır (son)

Dünyada iki türlü Tarih vardır; Bilinmesi istenenler, Resmi; İstenmeyenler,Devlet sırrı’dır. İstenmeyenlere örnek; Fransız devrimi Batının doğuya; İran İslam devrimi doğunun batıya hamlesidir. Osmanlı kaybedince galipler ondan diyet olarak elinden Hanedanlık ve Hilafeti alır, yerine modern! Bir din verirler.
İçerikte yazılanlar aşağıdaki açıklamanın ışığında değerlendirilmelidir.
-Biz doğrudan bir savaşa girmeden veya Dünya üzerinde mevcut tüm büyük devletler anlaşmadan, Boğazlar ve Anadolunun işgali bir Dünya Savaşı sebebidir.
Öyle de olmuştur.
Birinci Dünya savaşında kaybeden Osmanlının ödeyeceği bedel, yaygın olarak bilinenlerin aksine Lozan’da değil, 5 ile 8 Ocak 1918’de, İngiltere başbakanı ile ABD başkanının açıklamalarında belirtilenlerdir.
Lozan’daki antlaşma, 24 Temmuz 1923′de imzalanmıştır. Ne kadar ilginç değil mi?
Açık ifadesi ile, Kurtuluş Savaşı ile değişen ne olmuştur? Merak edenler  bu içeriği dikkatli okumalıdırlar.
Lozan’daki anlaşmadan birkaç yıl evvel hakkımızda açıklanan bu kararların içeriği aşağıda verilmektedir;
Birinci Dünya Savaşı resmi olarak, 12 Kasım 1918’de bitmesine rağmen, “Yeni Dünya Düzeni”, bundan aylar önce,  5 Ocak 1918’ de, İngiltere Başbakan Lloyd George tarafından, İşçi Sendikaları Kongresinde açıklanır;
-“Türkiye’yi başkentinden veya ırkça hakim unsuru Türk olan Küçük Asya ve Trakya’nın verimli topraklarından mahrum etmek için savaşmıyoruz […] Biz, Akdeniz ve Karadeniz arasındaki deniz trafiği uluslararasılasmış ve yansızlasmıs olmak kaydıyla, başkenti Istanbul ile birlikte Türk ırkının anayurdunda Türk devletinin varlığını sürdürmesine karşı değiliz…” (Bayur, a.g.e. c. III/4, s. 620-621.)
Üzerinde anlaşılan bu karar üç gün sonra ABD Başkanı Wilson tarafından da teyit edilecektir.
ABD Başkanı açıklamaktadır;
-“Osmanlı Devleti’nin Türk olan kısımlarında egemenliği sağlanacak, Türk olmayan milletlere kendi geleceklerini tayin hakkı tanınacak, Boğazlar uluslararası trafiğe açık olacak ve uluslararası denetim altında tutulacak.”
Bu iki açıklama; Osmanlı Devleti’nin milliyetler esasına göre bağımsız devletlere bölüneceği ve “Türk çoğunluğun yaşadığı bölgelerde bağımsız bir Türk devletinin kurulacağını” Bildirmektedir.
Lozan Antlaşması, yukarıda da açıklandığı üzere bu kararlardan yaklaşık beş yıl sonra, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalanmıştır.
Peki, karar alınmış olmasına rağmen antlaşmayı imzalamak  neden bu kadar uzun sürmüştür?
-Gecikme Osmanlı-Galipler arasındaki tartışmalardan değil, galipler arasındaki paylaşımın yapılamamasındandır.
Kimi taraflar bu paylaşımdan mutlu olmadığı için II. Dünya savaşı çıkacaktır.
Galip devletlerin -İngiliz-Fransız-ABD’nin- Yunanlılara İzmir’i işgal ettirmesinin altında ne yatmaktadır?  Bir olayı anlamanın yolllarından birisi de sonucuna bakmaktır.
13 Eylül 1922 Tarihindeki İzmir yangınında, Türk ve Musevi mahalleleri ile –ABD’li Standart Oil rafinerisinin yanmadığı iddia edilmektedir. Yananlar yoğunluklu olarak Rum ve Ermeni evleridir.
Resmi Tarihimize göre, ülkemizi işgal eden sömürgeciler cici! Onların kuklaları, tetikçileri; Ermeniler, Yunanlılar ve Araplar kötüdür.
Bu tezin üzerinde de fazla durulmamıştır. Bizim tarihimizi sömürgeciler yazmadıklarına göre….
-Osmanlı kaybedince kaldırılan hilafet  makamı işgalciler için neden önemlidir?
Dünya üzerinde üzerinde Müslüman milletlerin yaşadığı sömürgeler en fazla İngiliz-Fransızlara aittir. Hilafetin önemi buradan kaynaklanır.
Kurtuluş Savaşında kullanılmak üzere  Hintli Müslimanların verdikleri paralar ile İş Bankası kurulmuştur.
Ve Hindistan İngilterenin en verimli sömürgelerinden biridir.
Resmi Tarihimizde üzerinde durulmayan bir husus daha vardır.
Mısak-ı Milli -Ulusal Yemin’de-  bir madde nedense görmemezlikten gelinmektedir.
Bakalım bu maddede ne yazılıdır?
Mısak-i Milli; “Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde-Mustafa Paşa’nın gözetim ve başkanlığında- saptanıp olgunlaştırılan ilkeler doğrultusunda, 28 Ocak 1920′ de son Osmanlı Mebuslar Meclisi’ nin gizli oturumunda oybirliği ile kabul edilen ve Türkiye’ nin kabul edebileceği barış koşullarını açıklayan altı maddelik bildiridir.
Mecliste alınan bu karar tartışmalıdır. Çok önemli olduğu için karşı iddiası aşağıda verilmektedir.
-“Bu konuda iddialar çeşitlidir. Mustafa Kemal’in sınıf, askerlik ve siyaset arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a göre, Mustafa Kemal ‘Misak-ı Milli haritasını’ daha 1907’de oluşturmuş, zamanı geldiğinde de bunu uygulamıştı.
-Mustafa Kemal’in yeminli düşmanı Rıza Nur veya sadık adamı Yunus Nadi ve bizzat Mustafa Kemal’in kendisine göre ise Misak-ı Milli fikirleri ilk olarak ‘Doğu sınırları’ için Erzurum Kongresi’nde benimsenmiş, Sivas Kongresi ile tüm ülkeyi kapsar hale gelmişti. (Rıza Nur’un deyişiyle “esasen Erzurum Kongresi’nde başlamış, Sivas’ta nemalandırılmıştı.” Falih Rıfkı Atay’a göre de “sonu Ankara’da bağlanmıştı.”)
-Mustafa Kemal’le birlikte 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkanlardan biri olan Hüsrev Gerede’ye göre metin, Mustafa Kemal’in daha önce talimat verdiği şekilde Felah-ı Vatan Grubu mensubu bir grup mebus tarafından hazırlanmıştır. Rıza Nur’a göre ortada bir metin falan yoktur, sadece verilmiş sözler vardır.
-Meclis-i Mebusan’ın Başkan Vekillerinden Hüseyin Kazım Bey metni kendisinin hazırladığını ileri sürer.
-Milli Mücadele hakkında ciddi araştırmaların sahibi Alman araştırmacı Gotthard Jaeschke’ye göre ise, Misak-ı Milli beyannamesinin ilk müsveddeleri, 30 Aralık 1919’da Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmıştır.
-Ancak önümüzdeki hafta daha iyi göreceğimiz gibi ortaya çıkan metin, Mustafa Kemal’in kaleminden çıkmış olmayacak kadar muğlâk ve karışıktır.
Beyannameyi kim yazdı?
Müellifi kim olursa olsun, Misak-ı Milli Beyannamesi’nin son Osmanlı Meclisi Mebusanı’nın gündemine getirilmesi 12 Ocak 1920 tarihindeki açılıştan sonra olmuştur. Konunun kahramanlarının iddialarına göre, konu ilk kez28 Ocak1920 günlü ‘gizli’ tartışmaya açılmıştır.
-Ancak Meclis-i Mebusan’da o tarihte gizli ya da açık bir oturum yapılmadığı bugün gayet iyi bilinmektedir.
-Anlaşılan mebusların gayri resmi bir toplantısı söz konusudur. Ancak Mustafa Kemal’in beklediği, söz konusu andın kamuya ilan edilmesidir.
-Nitekim Rauf Bey’e yazdığı 7 Şubat 1920 tarihli cevabında “dünyaya ilân edilmesi lazım gelen bir sulh programının gizli tutulmasındaki fayda ve sebebin açıklanmasını rica ederiz” demektedir.
-Rauf Bey 11 Şubat 1920 tarihli telgrafında “Biz elbette yayınlanması taraftarıyız. Fakat milletvekillerinin bir kısmı siyasî bir mahiyete sahip olan bu beyannamenin yayınlanmasının dış işleri memurlarından oluşan bir kurulda düşünülerek karar verilmesi ve tercüme edilmesini teklif eylemişlerdir.
-Bu kişiler çalışmalarında gecikmiştir. Binaenaleyh, önce Fransızca tercümesini yaptırdık. Aynı zamanda yayınlanma sebeplerinin tamamlanması ile uğraşıyoruz. Genel arzu da bu merkezdedir efendim” diye cevap vermiştir.
Mehmet Şeref Bey’in inadı olmasaydı?
-Sonunda 17 Şubat 1920 günlü oturumda Misak-ı Milli Beyannamesi’nin mebuslara onaylatılması için harekete geçilmiştir. Ancak ilk ağızda, konuyu görüşmeye açmak için yeterli imza toplanamamıştır.
-Bunun üzerine Edirne Mebusu Mehmet Şeref Bey inisiyatifi ele almış, belgeyi kürsüden ateşli bir biçimde okumaya başlamıştır. Sonunda oturumda bulunan mebuslarca (sayı bilinmemektedir) belge alkışlar içinde kabul edilmiştir. Misak-ı Milli’nin ‘yabancı parlamentolara ve basına’ sunuluşu 2 Mart 1920’de olmuştur.
-Bu yazışmalardan anlaşılacağı gibi Misak-ı Milli, Osmanlı Devleti’ni köşeye sıkıştırmaya çalışan İtilaf Devletleri’ne sunulmuş bir çeşit ‘Barış Programı’dır.
-Ancak bu barış çağrısı İtilaf Devletleri’nce dikkate alınmayacak ve İstanbul’u 13 Kasım 1918’de 60 parçadan oluşan donanma ile ‘fiilen’ işgal eden İtilaf Devletleri’nin, 16 Mart 1920’de İstanbul’u ‘resmen’ işgal etmesinin ardından son kez 18 Mart’ta toplanacak, Meclisin İtilaf Güçleri tarafından basılmasından sonra 11 Nisan 1920’de Padişah tarafından kapatılacaktır.
Ve Misak-ı Milli’nin Maddeleri;
Birinci Madde:Osmanlı Devleti’nin münhasıran Arap çoğunluğunun yaşadığı ve 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin yapılması sırasında düşman ordularının işgali altında kalan kısımlarının geleceği, halkının serbestçe bildirecekleri oylara göre belirlenmek gerekeceğinden adı geçen antlaşmanın içinde din, ırk ve amaç bakımından birleşmiş ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu ırk hukuku ve sosyal haklarıyla çevre şartlarına bütünüyle saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun oturduğu kısımların hepsi gerçekten veya hükme bağlı olarak hiçbir sebeple parçalanamaz bir bütündür.
İkinci Madde: Ahalisi ilk serbest kaldıklarında kendi istekleriyle anavatana katılmış bulunan Evliye-i Selase (Kars, Ardahan, Batum) için istenirse tekrar halk oyuna başvurmayı kabul ederiz.
Üçüncü Madde:Türkiye sulhuna bağlanan Batı Trakya’nın hukukî durumunun tespiti de oturanların tam bir hürriyetle bildirecekleri oylara bağlı kalarak yapılmalıdır.
Dördüncü Madde:İslâm Halifeliğinin, Osmanlı saltanat ve hükümetinin merkezi olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü zarardan korunmuş olmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret ve ulaştırmasına açılması hakkında bizimle öteki bütün ilgili devletlerin ortaklaşa verecekleri karar geçerlidir.
Beşinci Madde:İtilâf Devletleri ile hasımları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre azınlıklar, komşu ülkelerdeki Müslüman halklarla aynı haklardan faydalanmaları tarafımızdan teyit ve temin edilecektir.
Altıncı Madde:Millî ve ekonomik gelişmelerimizi sağlamak ve devlet işlerini çağdaş bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu yaşam ve varlığımızın temelidir. Bu yüzden siyaset, adalet, maliye alanları ile öteki alanlarda gelişmemize engel olan bağların karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da bu esasa aykırı olmayacaktır. (1)
Dikkatli okuyanlar bunun 5 ile 8 Ocak 1918’de İngiltere ve ABD tarafından yapılan açıklananlara olan paralelliğini görmüşlerdir.
Cevap bekleyen soru; ilerleyen süreçte dördüncü madde içeriğine sonra ne olmuştur?
Ve Lozan Antlaşması
Lozan Antlaşması (Barış Andlaşması, Lozan, 24 Temmuz 1923)
1-Topraklara ilişkin hükümler :
Konu ile ilgili olması nedeniyle sadece Suriye-Irak sınırı ile ilgili olan madde verilmektedir.
(Tam metin için; http://sam.baskent.edu.tr/belge/Lozan_TR.pdf Web adresine bakınız.
Madde 3— Karadeniz’den İran sınırına dek Türkiye’nin sınırı aşağıdaki biçimde saptanmıştır.
Birincisi – Suriye ile; 20 Ekim 1921 günü yapılan Fransa – Türkiye Andlaşmasının 8. Maddesinde tanımlanmış sınır.
İkincisi – Irak ile; Türkiye ile Irak arasındaki sınır dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük Britanya arasında dostça belirlenecektir. (Belirlenecek olan Dünyanın o dönemde  bilinen en büyük petrol yataklarından Musul-Kerkük’tür.)
Sınır çizgisi konusunda alınacak karara değin, Türkiye ve Britanya Hükümetleri kesin geleceği bu karara bağlı toprakların bugünkü durumunda herhangi bir değişiklik ortaya koyacak nitelikte askersel ya da başka türlü hiç bir eylemde bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler.”
Lozan antlaşmasının mecliste kabul edilme aşamasında yaşananlar..
“..Antlaşmayı bu haliyle Milli Mücadele’yi veren kadroların oluşturduğu Birinci Meclis’e imzalatmanın mümkün olmadığını gören Mustafa Kemal, Meclis’in feshini ve seçimlere gidilmesini sağlamıştı.
Bu arada Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun ağırlaştırılması da ihmal edilmemişti.
23 Temmuz 1923’te imzalanan antlaşmayı yeni Meclis onayladı. Ancak üyelerinin tamamını Ebedi Şef’in seçtiği bu mecliste bile, 14 üye Lozan Barış Antlaşması’na ‘ret’ oyu vermişti.
Bu tarihten sonra Türkiye kendi içine döndü ve Kemalist modernleşme projesine hız verildi. Lozan’ın alelacele imzalanmasının arkasında bir an önce rejimin tahkim edilmesi işine yoğunlaşmak arzusu olduğu anlaşılıyordu…” (2)
Doğru soru cevabının yarısıdır.
Bizler fazla sormuyor, sorgulamıyor, tartışmıyoruz…
Tartışanlarımız da; “Şapka, Harf, Laiklik” konularına şeklenyaklaşmaktadır.
Zor soru, biz harf devrimini neden yaptık?
Kolay cevap; daha kolay ve fazla okumak, sanayileşmek, ileri toplumları yakalamak ve geçmek,
Peki,
Okuduk mu? Hayır…
Sanayileştik mi? Hayır…
Gelişmişleri yakaladık mı? Hayır…
Sanayileşme konusunda epeyce mesafe alan; Çin, Hindistan, Kore, Tayvan, İran harf devrimi mi yapmışlar? Hayır…
Veya Dünyanın nakit zengini Japonlar, Cumhuriyete geçerek, harf devrimi mi yapmışlardır? Hayır…
Tartıştığımız veya tartışmaların nelere kapı açtığını kavradığımız gün, Bilgi Toplumu olmaya giden basamaklara  tırmanmaya başladığımız gün olacaktır.
Not; Dileyenler, referans alınan kaynaklara diğer onbir yazımızın alt kısmında ulaşabilirler.
(1-2) Ayşe Hür, Taraf Gazetesi, 02.08.2009, 09.08.2009 ile 16.08.2009 Tarihli yazıları






Hiç yorum yok: