8 Temmuz 2013 Pazartesi

‘Ben böyle görüyorum’ demek belge olmaz-Yavuz Sultan Selim Alevileri kesti mi?Dördüncü köprüye isim aranıyor!-“Yavuz 40 bin Alevi’yi kesti” masalı-Yavuz Bahadıroğlu

‘Ben böyle görüyorum’ demek belge olmaz

Aşağıdaki üç madde, kıyamet alâmetleri arasında sayılmıştır:
1- İlim kalkar, cehâlet, anarşi ve ölüm çoğalır (İbni Mâce)…
2- Ehli olmayana iş verilir (Buhârî)…
3- Kötü iyi, iyi kötü gösterilir (Harâitî)…
Günümüzde bunların hepsi var: Ortalığı cehalet götürüyor. Televizyon ekranlarından ahkâm kesenlerin büyük bir bölümü ile köşe yazarlarının önemli bir kısmı, “cehl-i mürekkep” (koyu cehalet) içinde…
“Cahil cesur olur” deyişini haklı çıkarmak istercesine her konuya giriyor, pervasızca keskin ve kesin hükümler veriyorlar, aksi ispat edildiği zaman ise “bu benim fikrim” diyerek, sırım sırım sırıtıyorlar.
Böylece yanlış fikir, yanlış düşünce, yanlış değerlendirme “bilgi” ve “belge”nin önüne geçiyor.  
Kaldı ki, bu “bilgi kirliliği”nde, doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayırmak çok zordur: Bunun için “ehil” (uzman) olmak gerekiyor.
Çünkü “bilgi” silah gibidir: Nâ-ehil ellerde öldürücü olabilir!  
Nitekim oluyor: Tüm bağları kopartılarak belli kaynaklardan cımbızla ayıklanan bazı yanlış bilgilerle “Ben haremin hâkimi değil hizmetkârıyım” diyen ve Kâbe süpürgesinin bir parçasından yaptırdığı minyatür süpürgeyi hilâfet sarığının sorgucu olarak kullanan Yavuz Sultan Selim vuruluyor, katlediliyor; bu yetmiyor, üstelik bir de “katil” ilân ediliyor.
“Yavuz Sultan Selim benim gözümde şeksiz ve şüphesiz katildir” deniyor.
“Kaynak” diyorsunuz, “benim gözümde” diyor…
“Belge” soruyorsunuz, “Benim gözümde dedik ya, ben böyle görüyorum.”
Bilgi ve belge karşısında senin gözünün ne önemi var? Sen “şaşı” görüyorsan ben de mi öyle görmek zorundayım?
Siyasi fanatizm doğru görmeyi engeller. Zaten herkes, niyeti, samimiyeti ve gözünün görme derecesi kadarını görür!
Bakalım bazılarının gözünde Yavuz Padişah ne yapmış?
“Kıble ehli, zikir ehli, tespih ehli, Âli âşığı günahsız canları” katletmiş…
Tarihî cehalete siyasi fanatizm de eklenince, böyle akıl dışı, mantık dışı, vicdan dışı sonuçlar çıkar.
İftiraya bakın: “Kimi secdede, kimi zikirde, kimi tespihte” olan kendi halinde “ehl-i kıble”nin (Aleviler kastediliyor) yüz bin kadarı, Şeyhülislâm İbn-i Kemal’in fetvası ve Yavuz Sultan Selim’in fermanıyla sorgusuz sualsiz katledilmiş.
Bir yaşıma daha girdim! Bu konuda kırk, hatta elli bin gibi sayılar verenleri okumuştum, ama yüz bin olarak ilk kez okuyorum. “Desteksiz atış” dedikleri böyle bir şey oymalı!
Tarihçi, içinde “doğru” kırıntılar taşıyan “yanlış” tespitlerle hesaplaşır. Tarihçinin “iftira”ya karşı cevap yükümlülüğü yoktur. Hele bir de asıl hedefin, “savaş çığlıkları atan, kin ve nefret kusan Başbakan” olarak tanımlanan Sayın Recep Tayyip Erdoğan olduğu açıklanınca, tarihçi büsbütün susar, siyasi kavgalara bulaşmak istemez.
Bu kez iki nedenden dolayı susmayacağım:
1- Meydan, kinini dininin önüne geçirenlere kalmasın;
2- Tarih, intikam güdüsünün yönlendirdiği siyaset anlayışına malzeme olmasın.
Pazartesi bakalım inşallah…

 Yavuz Sultan Selim Alevileri kesti mi?

Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne “Yavuz Sultan Selim” isminin verilmesi, bir kısım Aleviler başta olmak üzere, bazı çevreleri ayağa kaldırdı…
“Sosyal Medya” dedikleri sorumsuzluk ve cehalet âbidesi, her türlü hezeyanın, iftiranın, yalanın merkez üssü oldu. Sözün tam mânasıyla “ağzı olan konuşuyor”, tek eksiklik bilgi ve belge…

Öte yandan kimi Aleviler “tarih boyunca ezilmiş, itilmiş mağdur” rolüne soyunup şefkat avına çıkıyorlar. Bu arada Osmanlı’ya, özellikle de “40 binimizi kesti” dedikleri Yavuz Sultan Selim’e verip veriştiriyorlar.
Hâlbuki Aleviler üstüne şiddet ve baskının Osmanlı tarihinin tamamını kapsamadığı, hele hiçbir zaman bunun bir devlet politikası haline gelmediği, zaman zaman yapılan baskının ise dini kimliğe değil, dini kimliğin siyasete âlet edilmesine yönelik bulunduğu gerçeği belgelenmiştir...
Yavuz’un İran üzerine sefere çıkmadan önce, dönemin önde gelen din adamları İbn Kemal ve Sarı Gürz’den Safeviler’le (yani Kızılbaşlarla) savaşmanın meşru olduğuna dair fetva aldığı doğrudur. Bu her savaş öncesi alınması zorunlu olan rutin fetvalardan biridir.
Ama bu fetvalara dayanılarak 40 bin “Kızılbaş”ın katletildiği korkunç bir iftiradan ibarettir.
Bu kayıt, devrin kaynaklarından sadece İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnâmesi”nde var. Yavuz döneminde yazılmış diğer kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlamıyoruz. Her devirde titizlikle tutulup korunan mahkeme defterlerinde de böyle bir kayıt yok.
Dönemin kaynakları incelendiğinde, Yavuz döneminde bazı Türkmen aşiretlerinin sürgüne gönderildiği, Şah İsmail’e casusluk ve “halife”lik yapan, hatta Anadolu’daki operasyonlarını finanse eden bazı “Kızılbaş”ların ise yargılanıp idam edildiklerine ilişkin bazı kayıtlar görülür. Ancak o günün şartlarında nüfus açısından çok büyük bir rakamı ifade eden 40 bin kişinin öldürüldüğü iddiaları hiç birinde yer almaz. Çünkü böyle bir şeyin olması imkânsızdır.
Bakın neden? Hatırlayalım ki, 16. yüzyılın başlarında Alevilerin yoğun biçimde yaşadığı Sivas, Tokat gibi şehirlerin nüfusu 3-4 bin civarındadır. Bölgede 40 bin kişinin katledilmesi demek 10-15 şehrin tamamen yok edilmesi demektir. Dolayısıyla üretimde aksamalar olacak, vergi gelirleri doğal olarak düşecektir. Ama böyle bir şey söz konusu değildir.
Ayrıca yol, baraj, tesis ve diğer inşaatlar sebebiyle bölgenin altı üstüne getirilmiştir, ama hiçbir yerde iddialara hak verdirecek toplu mezara rastlanmamıştır. Onca cesedi denize atmış (ki atılsa sahile vurur) ya da havaya savurmuş olabilirler mi, ne dersiniz?
Yavuz’un, Safevilerle mücadelesi üzerine yaptığı geniş araştırmalarıyla tanınan Jean-Louis Bacque Grammont, “Padişahın o tarihte 40 bin kişiyi kılıçtan geçirttiği iddiasını doğrulayacak hiçbir delil yoktur” diyor.
Robert Mantran ise şunu ekliyor: “Göründüğü kadarıyla, bu ‘büyücü avı’, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. Elimizde 1513 ya da 1514’te ‘40.000 sapkının kırılması’ efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yoktur.”
Konunun uzmanlarından tarihçi Mustafa Akdağ da aynı görüştedir: “Yavuz Sultan Selim devrine ait pek çok mahkeme defteri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunluydu.”
Dahası da var: Türkmenler üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Tufan Gündüz, o dönemde bir köyün nüfusunun 10 ilâ 50 haneden oluştuğunu, 40 bin kişinin öldürülmesinin 1000 ilâ 2000 köyün yok olması anlamına geldiğine, oysa o tarihte Anadolu’da bu kadar büyük bir nüfus eksilmesi olmadığını, Osmanlı vergi sayımlarında da böyle bir durumun görülmediğini söylüyor.
Osmanlı Devleti, “Twitter medyası” değil, bir arşiv devletidir. Özenle korunan arşivlerde böyle bir bilgi olmadığına göre, Yavuz’a karşı kimi çevrelerin duyduğu sınırsız kinin kaynağı başka olmalıdır.
Sakın bu karşı çıkışın özünde, “Biz yapamadık AK Parti yapıyor” kıskançlığı yatıyor olmasın! Buna da yarınki yazımızda bakalım…

Dördüncü köprüye isim aranıyor!

Üçüncü Boğaz Köprüsü’nün Yavuz Sultan Selim olarak belirlenen ismine “Yavuz Alevileri katletmişti” iftirasını gerekçe yapanlara, daha tutarlı gerekçeler sunmak istiyorum…
 Meselâ…
“Zap Suyu’nun üstünde hâlâ doğru düzgün bir köprü yokken, mutlu azınlığın arabaları geçsin diye İstanbul Boğazı’na üçüncü köprüyü yapıyorlar” diyebilirler (Hay aksi! Bu argüman Birinci Köprü inşaatı sırasında tüketilmişti)…
“Tespit edilen bölge uygun değildir, bölgede heyelan vardır, köprüyü daha müsait bir yere kaydırsınlar” diye mühendislik hesabı yapabilirler (Ne yazık ki, bu da, Birinci Köprü’nün yapımı sırasında tüketilmişti)…
 “Çevredeki arazileri kapatan yandaşlarına çıkar sağlıyorlar” diyerek milli menfaatleri koruma havası atabilirler (Aksi gibi bu da İkinci Köprü’nün yapımı sırasında bolca tüketilmişti)…
“Köprü için tespit edilen yerde çatlaklar var” diyerek pedolog edasıyla ahkâm kesebilirler (Bu da yine İkinci Köprü’nün yapım aşamasında çokça dillendirilmişti)…
Ağaçların kesileceği propagandasına sarılıp, “Yaş ağacı kesenin boynunu keserim!..” diyebilirler (Fatih onlardan önce davranıp bunu söylemeseydi, etkili olabilirlerdi. Ne yazık ki bunu da Fatih’e kaptırdılar)…
“İstanbul’a köprü değil, tüp geçit lâzım” diyebilirler (lakin herkes Kılıçdaroğlu değil, bunu söyledikten iki saniye sonra biri kulağına bir şeyler fısıldadı, boynunun bükülmesine bakılırsa, İstanbul’a ilk tüp gecidin Tayyip Erdoğan tarafından yapıldığını, adının “Marmaray” olduğunu hatırlatmış olabilirler)…
¥
Yavuz Sultan Selim adına itirazı olanlara öneriler…
CHP öncülüğünde para toplayıp bir köprü daha onlar yapsın, yapsınlar da ister “İnönü”, ister “Ecevit”, ister “Hacı Bektaş”, ister “Şahkulu” adını versinler…
Karşıya rahat geçelim de köprünün adı ne olursa olsun (CHP kesintisiz ve muhalefetsiz 27 yıl iktidarda idi. Keşke bir büyük tesis de o yaptırıp dilediği ismi verseydi).
Daha da iyi bir teklifim var: Bu öyle bir teklif ki, kimse itiraz edemez…
Tüm köprülere, tüm havaalanlarına (biliyorsunuz, mevcut Atatürk Havalimanı’nın yedi katı büyüklüğünde bir havalimanı yapılıyor) büyük tesislere “Atatürk” adını verelim!
Zaten verildi denmesin, yine verilsin!
“İstanbul’da üç köprü var, karışır” derseniz, çözümü belli: Birinci Köprü’ye Atatürk 1; İkinci Köprü’ye Atatürk 2; Üçüncü Köprü’ye Atatürk 3; sonradan yapılacaklarda ise “Atatürk 4”, “Atatürk 5” derseniz, valla ne Alevilerin sesi çıkar, ne CHP’lilerin!
Bizimkiler ise meşhur “Koruma Kanunu” yüzünden gık bile diyemezler.
¥
Bu gidişle dördüncü köprü de yapılacağına göre, şimdiden isim teklif etmekte bir mahzur yok…
“İsmet İnönü Köprüsü”: Ama devr-i iktidarında böyle şeylerle değil, ezanla filan uğraştığı için, olmaz…
“Bülent Ecevit Köprüsü”: Bu da olmaz, zira rahmetlinin teknoloji ile pek arası yoktu; ömür boyu “köy-kent” diye tutturdu, ama onu bile gerçekleştiremedi. Tütün içer, şiir yazar, Sanskritçe bilirdi. Hafızalarımızda, cumhuriyet döneminin tek başörtülü milletvekilini göstererek, “Bu kadına haddini bildirin” diye bağırmasıyla kaldı…
Deniz Baykal Köprüsü: El malum sebeplerden dolayı bu hiç olmaz…
Kemal Kılıçdaroğlu Köprüsü: Herkes üstünden geçerken, o köprünün altından geçmeye kalkışır, bu yüzden asla olmaz!

“Yavuz 40 bin Alevi’yi kesti” masalı

Daha önce defalarca yazdım, televizyonlardan, radyolardan anlattım; fakat okumayan için hiçbir kitap yazılmamış, dinlemeyen için hiçbir söz söylenmemiştir. (Mevlâna)
Bazıları “üç may-munlar”ı oynama alışkanlığını sürdürüyor: “Duymadım”, “görmedim”, “bilmiyorum”…
Yazıyorsunuz okumuyor, konuşuyorsunuz dinlemiyor, anlatıyorsunuz anlamıyor. “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” hesabı, sadece bildiğini okuyor.
Araplar buna, “Konuş konuş faydası yok” anlamında, “Kellim kellim lâ yenfa’” derler.
Safî zihinler idlâl (temiz insanların kandırılmaması) olmasın diye bir kere daha anlatmayı deneyeceğim…
1- Yavuz Sultan Selim; kendi halinde Alevileri kesmedi, kesseydi Anadolu’da Alevi kalmazdı.
2- Rivayete göre olay Tokat ve Sivas dolaylarında geçmiş. O günden beri çeşitli vesilelerle bölgenin altı üstüne (yol, baraj, inşaat, vs.) getirilmesine rağmen hiçbir toplu mezara rastlanmamış. Acaba katledildiği söylenen kırk bin Alevi’nin cesedi uçmuş mu?
Konuyu hassasiyetle araştıran yerli ve yabancı tarihçiler, verilen sayının fevkâlâde abartılı olduğunu, böyle bir olayın yaşanmadığını söylüyorlar.
Meselâ, Tarihçi Mustafa Akdağ, “Bu pek şişirilmiş bir sayıdır” diyor, “Çünkü bu padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi.”
Tarihçi Prof. Dr. Feridun Emecen, “40 bin Alevi’nin Yavuz tarafından katledildiğine dair herhangi bir bilgi, dönemin kaynakları olan ‘Selimnâme’ literatüründe, biri dışında geçmez. Üstelik Şah İsmail’in de İran’a hâkim olduğunda büyük bir Sünni temizliğine gittiği yine devrin kaynaklarında yer alır. Safevi/İran kaynaklarında ve bazı Batılı çağdaş kaynaklarda bunun için yine 40-50 bin Sünni’nin katledildiği belirtilir. Bütün bunlar her iki tarafın kaynaklarının abartmasıdır, gerçek rakamları göstermeyip çokluk ifade eder…
Bu konudan söz eden ilk kaynak, İdris-i Bitlisi’nin ‘Selimşahnâme’ adlı kitabıdır… İdris-i Bitlisi, o döneme dair bilgileri toplamış, fakat yazdıklarını temize çekme ve düzenleme imkânı bulamadan ölmüştür. Daha sonra oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi, babasının notlarını derleyip toplayarak ve kendi edindiği bilgilerle de eklemeler yaparak Selimşahnâme adlı eseri tamamlamıştır. İşte bu eserde, Çaldıran Seferi evvelinde Yavuz’un ‘Kızılbaş taifesinin kökünü kazımak için’ memleketin idarecilerine bir emir yolladığına dair iddia yer alır. O yazara göre bu emre dayanarak katliam yapılmıştır.
Bu bilgi daha sonraki tarihçiler tarafından okunmuş ve Osmanlı tarihleri bu bilgileri esas alarak bir yanlışın daha da yayılmasına yol açmışlardır.
İdris-i Bitlisi’nin iddia ettiği teftişe dair herhangi bir arşiv belgesi veya o dönemde yazılmış bir kitabî kaynak mevcut değildir.”
Son söz Robert Mantran’ın: “Göründüğü kadarıyla, bu ‘büyücü avı’, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514’te olan 40.000 ‘sapkın’ın kırılması efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde.”
En az yabancılar kadar insaflı ve vicdanlı olmak gerekmiyor mu?

Hiç yorum yok: