14 Temmuz 2013 Pazar

Allah'ın Buyruklarında Önem ve Öncelik Sıralaması Yapmak-Alem-i İslam Kapısının Kilidi Türkiye'dir-Ahir Zaman Müjdesi-İmtihan Olmasa-Sana Ruhtan Sorarlar-Fuat Türker

Allah'ın Buyruklarında Önem ve Öncelik Sıralaması Yapmak

Allah, gerçek imanın şartlarını, dünya ve ahiretteki hayatımıza dair konuları, nasıl bir ahlaka sahip olmamız gerektiğini ve yaşamımız boyunca yol gösterecek her doğruyu bizlere Kuran'da detaylarıyla haber verir.

Ancak birçok insan dine inandığı halde, bazı Kur’an ayetlerini bilinçsizlik ya da kendi Kur’an dışı mantığı nedeniyle önemsemez. Oysa Kur’an hükümlerini bilerek göz ardı etmek, Allah Katında büyük bir sorumluluktur. Yüce Allah ayetlerinde, buyruklarından yüz çeviren kimseleri, sonsuz ahiret yaşamında karşılaşacakları azaba karşı uyarır.


Bu görüşteki kişiler, Allah'ın Kur’an’la haber verdiği hükümlerde önem ve öncelik sıralaması yaparlar. Dahası, bazı hükümleri yaşamlarından çıkarırlar. Kendilerince öncelikli ve önemli gördükleri buyruklara uymadıklarında, vicdani bir rahatsızlık duyabilirler. Ancak kendilerince önemli görmedikleri hükümleri yerine getirmediklerinde aynı rahatsızlığı duymazlar. Kuran'daki bir kısım hükmü, "yaparsam sevap kazanırım ama yapmazsam da bir şey olmaz" şeklinde değerlendirir, bir kısmını da, "Allah nasılsa bağışlar" düşüncesiyle rahatlıkla göz ardı ederler. Bu sapkın inanış, atadan/dededen aktarılarak günümüze kadar gelmiştir.

Oysa namaz, zekat, oruç gibi ibadetler nasıl Allah'ın kesin hükümleri ise, diğer emir ve yasaklar da aynı ölçüde uyulması gereken buyruklardır.

İslamın ve imanın şartları çocukluk döneminden başlayarak parmak hesabıyla yapıldığı içindir ki, insanlar sadece belli koşulları yerine getirerek dini yaşadıklarını zannederler. Oysa Allah'ın buyrukları arasında öncelik ve önem sıralaması yapılmamalıdır. Allah'ın "namaz kılın" buyruğu önemsendiği kadar, "adaleti ayakta tutun", "öfkenizi yutun", "zandan kaçının" ya da "iyiliği emredip kötülükten sakındırın" gibi yüzlerce buyruğu da göz ardı edilmemelidir.

İbadet, kulluk anlamındadır. İnanan insanların kulluk bilinciyle Allah için yaptıkları her eylem, konuşma ve davranış birer ibadettir. Fiili ibadetler kadar ahlaki hükümler de titizlikle korunmalı, kararlılıkla uygulanmalıdır.

Kur'an'a göre, yapılan ibadet insanın takvasını artırıyor, ahlakını güzelleştiriyor, onu Allah'a yakınlaştırıyor ve kötülüklerden uzaklaştırıyorsa o zaman geçerlidir. Örneğin birçok insan Ramazan günü gösterdiği asabi davranışlarına gerekçe olarak oruçlu olduğu mazeretini ileri sürer. Oysa aksine tuttuğu oruç kişinin, Allah’ın nimetlerini ve rahmetini daha derin kavramasına, tümüne şükretmesine ve böylece imanda derinleşmesine vesile olmalıdır.



Örneğin kıldığı namaz, "Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar. .." (Ankebut Suresi, 45) ayetiyle bildirilen özellikleri taşımıyor, kişiyi çirkin utanmazlıklardan alıkoymuyorsa, Allah’ın emrettiği ‘dosdoğru namaz’ özelliğini taşımayabilir. Kur'an, “İşte (şu) namaz kılanların vay haline” (Ma'un Suresi, 4) ayetiyle bu gerçeğe dikkat çeker.

Bilinçli ya da bilinçsizce, uygulamaktan kaçınılan çok sayıda Kur'an hükmü vardır. Kur'an'ı yaşayan mümin, Allah'a karşı teslimiyetli, sabırlı, adil, yardımsever, şefkatli, merhametli, alçakgönüllü ve özverilidir. Kur'an'da, insanlara güzel ahlakı kazandıracak olan hükümlere uymak ve Allah'ın emrettiği bu üstün ahlakı en ince ayrıntısına kadar uygulamaya çalışmak her Müslümanın görevidir.

Dini yaşamanın yalnızca belirli ibadetleri kapsadığını düşünen ve kendini yeterli gören insanlar örnek Müslüman olamazlar. Allah Katında beğenilen ahlak özelliklerinin detaylı tarif edildiği Kur'an ayetlerinin göz ardı edilmesi, din dışı yaşayan insanları dine ısındırmak bir yana, dinden uzaklaştırır. Kur'an ahlakının kazandırdığı güzel özelliklere sahip olmak için çaba göstermemek, dahası bu çabayı ibadet olarak kabul etmeyip, "insan 7 sine ne ise 70 inde de odur" sözünü düstur edinmek büyük yanılgıdır.

Peygamberimiz(sav) "Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar" buyurur; insan fıtratı iman etme üzerinedir. Dr. Herbert Benson’ın dini inanç ile bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmaları da bu konuda dikkat çekici sonuçlar vermiştir. Benson’ın vardığı sonuç -ki seküler bir bilim adamıdır- kendi ifadesiyle, insan bedeninin ve zihninin “Allah’a iman etmeye göre ayarlı” olduğudur. Bu durumda yukarıdaki atasözü, samimi inanan insanlar için geçersizdir.

İnsan fıtratı imana yatkın ise neden Allah'tan uzak yaşar? İşte burada şeytanın varlığı ortaya çıkar. Şeytan güçlü ve kararlı olamayan kişileri telkin ve taktikleriyle etkiler ve fıtratlarını değiştirir.

Toplumdaki yaygın yanlış anlayışa göre, takva ve güzel ahlâk yalnızca peygamberler, elçiler ve onlarla birlikte olan müminler tarafından yaşanabilir. Oysa Kur’an bu insanların örneklerini, diğer insanların da aynı davranışları sergilemeleri ve aynı ahlâka sahip olmaları amacıyla verir. Allah’ın hükümlerine uymak ve Kur’an ahlâkını yaşamakla tüm insanlar yükümlüdür. İnsan, samimi olduğu ve vicdanının sesini dinlediğinde, Kur’an'da örnek gösterilen müminler gibi güzel bir yaşam sürdürebilir.

Dini yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak ve zekat vermekle kendince sınırlayan ve Kuran'ın yüzlerce ayetini görmezden gelen kişi ahirette, "bilmiyordum" bahanesine sığınamaz. Kur'an'ın diğer buyruklarını göz ardı etmenin hiçbir mazereti olamaz. Bu, Kur'an’ın "Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir" (Bakara Suresi, 85) ayetinde söz edilen kimselerin durumu olur.

Yaşamın bir kısmını Kur’an ahlâkını, geri kalanını ise dünya hayatını yaşamaya ayırmak, dahası bazen gününün yirmi üç saati Kur'an ahlâkından uzak geçerken, dini yaşamaya ancak bir saatini ayırmak çok büyük hatadır. Çünkü inanan insanın yaşamı, ölümü, ibadetleri ve kulluğu yalnızca Allah için olmalıdır.

De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (En'am Suresi, 162)

***

Alem-i İslam Kapısının Kilidi Türkiye'dir


"Alem-i İslam kapısının kilidi Türkiye'dir. Bu kilit bu kapıyı Alem-i İslam üzerine açar." Bediüzzaman.

Dünya, İslamî değerlerin yükseldiği yeni bir döneme girmiştir. Batı ile İslam alemi arasında kurulmaya çalışılan köprü, bugün daha aciliyetli hale gelmiştir. Batı, İslam'ı tanıma ve anlama süreci içindedir ve onu İslam dünyası ile biraraya getirebilecek tek ülke Türkiye'dir.

Türkiye, İslam Aleminin Oluşturacağı Beklenen Birliğin Doğal Lideridir

Türkiye, Batıdaki demokratik değerler ile İslamî değerlerin uyumunun önemli bir örneğidir. Aynı zamanda tarihi mirası da Türkiye'ye liderlik özelliği kazandırmaktadır. Ülkemizin bu özellikleri zaman zaman Batılı strateji uzmanları, devlet adamları ve medya mensuplarınca da dile getirilmektedir.

Örneğin, ABD eski başkanı Bill Clinton bir Türkiye ziyaretinde "Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika'yı içine alan milyonlarca kilometrekarelik bir alanda, dünya siyasetinin merkezi olan bir bölgede söz sahibi bir ülke olduğu için 21. yüzyılın şekillenmesinde kilit rol oynayacaktır." diyerek Türkiye'nin 21. yüzyılın lideri olacağı yönündeki görüşünü bildirmiştir.

Batı ülkelerinin yönetim kademelerindeki yetkililerinden Türkiye'nin, İslam dünyasının lideri olabileceğine dair sık sık açıklamalar gelmektedir.

ABD Bşk. George W. Bush'un Ulusal Güvenlik Eski Danışmanı Condoleezza Rice, bu konuda şu sözleri söylemiştir:

"Türkiye, Müslüman nüfusu ve laik prensipleriyle sadece İslam dünyasına değil, bütün Müslümanlara örnek olabilir. Türkiye modeli radikal İslam'a karşı bir alternatif olarak çok büyük bir

önem taşıyor. Pakistan Devlet Başkanı Müşerref de İslam ülkelerinin model arayışı içinde olduğunu

söylemişti. ABD, Türkiye'nin çok iyi bir model olduğunu düşünüyor."

New York Times İstanbul Bürosu eski şefi Stephen Kinzer'ın açıklamaları ise şöyledir:

"Eğer dünyada İslam ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösterecek tek bir ülke varsa o da

Türkiye'dir. Türkiye diğer ülkeler için mıknatıs rolü oynayabilir ve dünyanın gidişatını değiştirebilir."

Osmanlı çatısı altında yaşamış toplumların çoğu, Osmanlı dönemindeki barış, huzur ve güven ortamını, yeniden özlem ve umutla Türkiye'den beklemektedirler.

Birçok siyaset bilimci, stratejist ve politikacının ortak görüşü ise Türkiye'nin kritik bir dönemeçte olduğudur. Dünyadaki sorunlu bölgelerde çözümün gerçekleşmesinde, Türkiye'nin kilit ve lider ülke olduğu fikri çoğunun ortak inancıdır.

Batılı bazı politikacılar, "11 Eylül'ün dünya siyasi dengelerine verdiği yeni ivmeyle, bir kez daha yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye'nin bu dünyada alacağı yer, kimliği, kültürü, tarihi ve bunlara bağlı olarak geliştireceği stratejilerle belirlenecek." açıklamasında bulunmaktadırlar.

21. yüzyılda Türkiye'nin çok önemli bir bölgesel gücü temsil ettiğine dikkat çekilmekte ve "bu sebeple Türkiye'nin Avrupa ve ABD nezdindeki güç ve prestiji tahmin edilemeyecek derecede artacak" yorumunda bulunulmaktadır.

Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya/Orta Asya gibi sıcak bölgelerde söz sahibi olan Türkiye hakkında

birçok Batılı stratejist, Türkiye'nin yol gösterici olacağını öngörmektedir.

Türkiye'nin gelecekteki bu önemli pozisyonuna dikkat çeken bir diğer isim ise ünlü gazeteci Stephen Kinzer'dır. Kinzer, The New York Times gazetesinin Türkiye temsilcisi ve uzun yıllardır Türkiye'de bulunan bir isim. Yazdığı, 'Crescent and Star: Turkey Between Two Worlds' (Hilal ve Yıldız: İki Dünya Arasındaki Türkiye) adlı kitabında Türkiye'nin bu önemli konumunu şöyle vurgulamıştır:

"Türkiye'nin oynayabileceği role dikkat çekmek istiyorum... Ne var ki uzun vadede oynayacağı rol ise çok daha hayati bir önem taşımaktadır. Eğer Türkiye kendi iç sorunlarını aşabilirse, Müslüman demokrasisinin çarpıcı bir örneği olarak karşımıza çıkacaktır. İslami hassasiyetleri radikalizmden ayıran bir mıknatıs görevi görebilir. Müslüman dünyası üzerinde büyük bir etkisi olabilir ve böylelikle tüm dünyayı değiştirebilir."

Son olarak bu ay içinde ABD'nin önde gelen iş dünyası gazetesi Wall Street Journal (WSJ), İstanbul'a tam sayfa ayırdığı ''İmparatorluk Geri Geliyor'' başlığıyla yayımlanan haberde, ''Türkiye'nin bölgesel süper güç olma yolunda güvenle ilerlediğini'' yazmıştır.

Dünyanın en zor bölgelerine asırlar boyunca hakim olan Osmanlı'yı ayakta tutan güç, Kur'an ahlakından kaynaklanan manevi değerlerdir. Bu uygarlık mirasını iyi değerlendiren, milli ve manevi değerlerine sahip çıkan ve Batı'ya arkasını dönmeyen Türkiye, yeniden tarihi yönlendirecektir. Yaklaşık altı asır dünyaya düzen getiren Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasına sahip olan Türkiye için bu misyon ve üstlendiği sorumluluk, ağır gelmeyecektir.

Türkler tarih boyunca uygarlıklar kurmuş ve büyük toplumlara lider olmuşlardır. Türk Milleti'nin sahip olduğu lider karakteri, onu -Allah'ın dilemesiyle- dünya liderliğine taşıyacaktır. Türkiye liderliğinde gerçekleşecek olan İttihad-ı İslam, Osmanlı'dan sonra istikrar ve refahı kaybeden topraklara barış ve huzur getirecektir. Müslüman toplumların çoğu, Osmanlı zamanında yaşadıkları huzur ve güvenin yeniden sağlanması için Türkiye'ye umutla bakmaktadırlar.

Birliğin Temeli ve Çatısı

Kurulacak İslam Birliği için Avrupa Birliği örnek alınabilir. Avrupa Birliği'nde, üye ülkelerin hepsi kendi ulusal egemenliklerini, yönetim sistemlerini korumaktadırlar. Birliğin değerleri ise 'Avrupa kültürü' üzerine inşa edilmiştir.

İslam Birliği de, 'İslam kültürü' temeli üzerine inşa edilen, üye ülkelerin bağımsızlıklarını ve milli sınırlarını korudukları bir birlik olmalıdır. Devletler yapısal olarak birleşmeyecektir ancak kuşkusuz ortak politika ve çıkarlar çerçevesinde karar ve yürütme organları olması gerekir.

Tarihte lideri olmayan bir topluluk yoktur. Kur'an'da kıssası anlatılan her kavmin bir lideri vardır; İslam Birliği'nin de kesinlikle bir lideri olacaktır. Bütün İslam ülkeleri, lider olarak Türkiye'yi işaret etmektedirler. Çünkü Türkiye hem Osmanlı'nın mirasçısıdır hem de dinin en güzel yaşandığı, marjinal ve fanatik görüşleri bulunmayan, gerçek İslam'ı yaşayan demokratik bir ülkedir. Gerçek İslam konusunda örnek olacak tek ülke Türkiye'dir.

Milletimiz coşkuyla bir büyük Türkiye'yi arzu etmektedir. Kasdettiğimiz Büyük Türkiye, sınırlarını genişletme ve ülkelerin kaynaklarını ele geçirme anlamında bir güç değil, manevi bir güçtür. Irk anlamında ya da diğer ülkelere hükmetmeye dayalı bir Türkiye değil, koruma anlamında bir güçtür söz ettiğimiz.

Kur'an'ın, "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. dağılıp ayrılmayın." buyruğu gereğince ittihad yani birleşme zorunludur. Bediüzzaman, "İttihad-ı İslam bu devrin en büyük farz vazifesidir" diyerek, Müslümanların birleşmelerinin önemine dikkat çekmiştir. İslam dünyasında yıllardır yaşanan acı ve dökülen kan, bu parçalanmanın getirdiği sonuçlardan biridir. Kan ve gözyaşının durması ve insanların huzur içinde yaşamaları için İttihad-ı İslam'ın önemi açıktır. Her Müslüman bu süreçte çaba içinde olmalıdır.

Yaşamımızın her anında olduğu gibi, İttihad-ı İslam'ı amaçlarken de Allah'ın ve Peygamberimiz(sav)'in gösterdiği yolu izlemeliyiz. Kendi mantığına, kendi yorumuna ve uygun gördüğü koşullara göre farklı yolları izlemek ve Allah'ın gösterdiği yoldan başka yola uymak kayba götürür. Allah'ın yardımı, yalnızca Kendisinin ve resûlünün yolunda çaba gösterenler içindir.

Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslama ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır. (Muhammed Suresi, 7)

***

Ahir Zaman Müjdesi

İçinde bulunduğumuz dönem, Peygamberimiz (sav)'in ve İslam alimlerinin haber verdikleri müjdeli bir yüzyıldır. Bildirilen Ahir Zaman alametlerinin yoğunluklu olarak ve ard arda gerçekleşiyor olması, İslam aleminin coşkusunu artırmış, Müslümanları kutlu bir bekleyişe sokmuştur.

Kur'an'da Ahir Zaman konusuna işari olarak değinilir. Kur'an evrensel, her döneme bakan ve çok fazla anlam yüklü mucize bir kitaptır. İlk vahyin iniş döneminden itibaren her çağda yaşayan Müslümanlar'ın, onda kendi dönemlerine bir işaret bulmaları Kur'an'ın en büyük mucizelerinden biridir. Birçok ayet Peygamberimiz(sav) döneminin olaylarına ve gelişmelerine baktığı gibi, Ahir Zamandaki olaylara da bakar.

Kur'an'da İslam ahlakının yeryüzüne hakim olacağı dönemin varlığına işaret eden birçok ayet vardır. Bunlardan biri de Tevbe Suresi'nde verilen müjdedir:

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayet ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Ahir Zaman, kıyametten önce yaşanacak son dönemdir. Peygamberimiz (sav) hadislerinde bu dönemin özelliklerini ayrıntılı olarak tarif etmiştir. Önemli İslami kaynaklardan Ahir Zamanla ilgili güvenilir bilgilere ulaşmak mümkündür. Bu kaynakların ışığında Ahir Zaman'ın temel özelliklerine bir bakalım:

Ahir Zaman'ın ilk dönemi, ahlaki dejenerasyonun, acıların, yokluğun, çatışmaların, anarşinin ve korkuların yaşandığı devredir. İnsanların bu dönemde yaşadıkları; sevgisizlik, bencillik ve zulümdür. Bu dönemin arkasından, Hz. İsa(as)'ın yeniden dünyaya gelişi ve Hz. Mehdi (a.s.)'ın zuhuru gerçekleşecektir. “İnsanlar 1400 senesinde Hz. Mehdi (a.s.)'nin yanında toplanacaklardır.” (Risaletül Huruc-ül Mehdi, s. 108) hadis-i şerifi gibi, Peygamberimiz(sav)'den aktarılan sahih rivayetlere göre Hz. Mehdi(as), çeşitli hurafelerle, batıl inanç ve uygulamalarla aslından uzaklaştırılmış dini özüne döndürecek, Hz. İsa(as) ile buluşacak, Allah'ın izniyle insanların hidayetine vesile olacak, barış ve adaleti hakim kılmak için şerefli bir mücadele verecektir. Böylece karanlık dönem son erecek, kalpler imanla, ruhlar Kur’an ahlakıyla nurlanacak, Kur'an'ın ışıl ışıl aydınlattığı bir çağ başlayacaktır. Bu dönemde tüm dünyada, Allah'ın dilemesiyle huzur, güven, adalet, bereket ve sevgi hakim olacaktır.

Ahir Zaman'da çok önemli olaylar ve tarihi gelişmeler yaşanacaktır. Bu güzelliklere vesile olacak insanlar da çok kutlu kişilerdir. Bu kutlu insanlardan olan Hz. İsa (as), “... onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. (Nisa Suresi, 157) ve "Hayır; Allah onu Kendine yükseltti... (Nisa Suresi, 158) ayetlerinde de haber verildiği üzere 2000 yıl kadar önce Allah Katına yükseltilmiştir. Ve Allah'ın belirlediği zamanda yeniden dünyaya indirilecektir. Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (a.s.), Ahir Zaman'da inkarcı felsefe ve görüşlere karşı fikir mücadelesi yapacak, sapkınlık kalelerini yerle bir edecek, insanların tek Allah'a iman etmelerine ve -Allah'ın dilemesiyle- Kur'an ahlakının tüm dünyaya hakimiyetine vesile olacaklardır. (Kuşkusuz doğrusunu Rabb'im bilir.)

İmam Rabbani, Peygamber Efendimiz(sav)'in hadisleri ışığında, zaman da vererek Müslümanlara Hz. İsa(as) ve Hz. Mehdi(as)'ı müjdeler:

Resulullah (S.A.V.)'in ümmeti arasından çıkanlar pek kamildirler. Yani Resulullah (S.A.V.)'in irtihali (vefatı) üzerinden bin sene geçtikten sonra isterse az olsunlar. Aradan bin sene geçtikten sonra, Hz. Mehdi(as)'ın gelişi de bunun içindir. Onun mübarek kudümünü (gelişini), Hatem'ür-resûl Resulullah (S.A.V.) müjdelemiştir. Hz. İsa (as) dahi aradan bin sene geçtikten sonra nüzul edecektir (inecektir). (Mektubat-ı Rabbani, c.1, s. 440)



Deccal'in Batıl Mücadelesi

Gerçekleşecek büyük fikir mücadelesinde en önemli negatif güç 'Deccal'dir. Kıyametin büyük alametlerinden biri olan Deccal'in Peygamberimiz (sav)'in hadislerindeki tarifleri, Kur’an'daki suçlu-günahkâr karakteri ile çok büyük benzerlikler gösterir. İslami kaynaklarda Deccal ismi, "dcl" kökünden gelen "yalancı, hilekar, zihinleri gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile batılı karıştıran, birşeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak bucak her yeri dolaşan müfsid (fesadlaştıran) ve kötü kişi" anlamındadır.

Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde, Deccal'in hangi yöntemlerle mücadele edeceğine ve insanlar üzerinde hangi telkin metodlarını kullanacağına dair de pek çok bilgi yer alır.

Deccal'in hedefi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, huzur ve düzeni bozmaktır. İnkarın yaygınlaşması için mücadele eder ve insanları kötülüğe sürükleyebilmek için çeşitli yollara başvurur. Türlü aldatmacalarla kendisini farklı tanıtır; bu yüzden negatif bir güç olduğu hemen anlaşılamaz ve insanlar tarafından hemen tanınamaz. Böylece kendisine büyük bir hareket sahası açılır; çok sayıda insanı dilediği gibi yönlendirir.

Deccalî sistemde insanlar, iyiyi kötü, kötüyü iyi görürler. Buna verilebilecek en çarpıcı örnek, toplumda yaşanan çatışma ve kavgaların zamanla olağan karşılanmasıdır. Kötüler, isteklerini güzellikle değil, şiddet yoluyla elde edebileceklerine kendilerini ve diğer insanları inandırırlar. Masum insanlara zarar verir; bunları haklı bir mücadele için yaptıklarını ileri sürerler. Bu çarpık düşüncenin temelinde şeytanın mantığı vardır. Deccal de şeytanın mantığı ile hareket eder.

Ancak tüm şeytanî sistemler gibi Deccaliyet de kesin olarak yenilgiye uğrayacak şekilde yaratılmıştır. Allah dilemedikçe hiç kimse, ne bir tuzak kurmaya ne de bu tuzağı yaşama geçirmeye güç yetiremez. Ve inkârcıların tuzakları dağları yerinden oynatacak kadar güçlü de olsa başarıya ulaşamaz.

Ahir Zaman'ın ikinci döneminde ise yeryüzü güzelliklerle dolacaktır. İnsanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeden, haktan ve doğrudan yana üstün adalet anlayışı ve barış tüm dünyayı kaplayacak, haksızlık ve zulüm yeryüzünden kalkacaktır. (Kuşkusuz doğrusunu Rabb'im bilir.)

Bolluğuyla, bereketiyle, insanlara sağlayacağı refah ve huzur dolu ortamıyla her Müslüman’ın ulaşmak isteyeceği bu yaşam, iman eden insanlar için dünya hayatında hiç kuşkusuz çok üstün bir ödüldür. Salih kullarına 'güvenlik, güç ve iktidar' vaat eden, bu önemli dönemle müjdeleyen ve şereflendiren alemlerin Rabb'i olan Allah'a hamd olsun.

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Ahir Zaman ve Deccal'in batıla dayalı mücadelesi hakkında doğru bilgilenmek çok önemlidir. Çünkü Ahir Zaman'da insanların doğru ve yanlışı ayırt etmekte zorlanacakları ve büyük bir kargaşa yaşanacağı haber verilir. Allah bu dönemde, iyi ile kötüyü karıştırmaktan esirgesin; tüm Müslümanlara doğrularını görüp yaşamayı nasip etsin.

***

İmtihan Olmasa

İmtihan, insanın hem sınanması hem de gerçekte bir eğitim mekanı olan dünyada, imani açıdan olgunlaşması için vardır. İnanan insan, Allah'ın varlığının ve gücünün bilincindedir; neden yaratıldığını ve Rabb’inin kendisinden neler istediğini bilir. Bu nedenle dünya hayatında belirlediği hedef, Allah'ın hoşnut olduğu bir kul olmaktır; her durum ve koşulda çabası bu yöndedir. Kendisini hedefine ulaştıracak her yolu dener, bunun için ciddi bir şekilde gayret eder. Sınavlarını güzel veren ve imani derinliğe kavuşan mümin, güzel davranışları karşılığında hem dünyada hem ahirette sonsuz nimet ve güzelliklere kavuşturulur.

Zorlu imtihanları özel olarak yaratan Allah, bu zorluklardan kurtuluş yollarını da kuşkusuz yaratmıştır. Kur'an, "Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Bakara Suresi, 286) ifadesiyle bu sırrı haber verir.

İmtihanın olmadığı bir dünya düşünelim. Bu ortamda, olaylar ve insanlar karşısında güzel ahlak sergilemek artık gereksizleşir. İnsanı 'iyi' ve 'güzel' yapan sevgi, saygı, merhamet, şefkat, özveri, dostluk gibi değerler anlamını yitirir. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, hayırlarda yarışıp öne geçmek, ihtiyacı da olsa kardeşine vermek, sevdiğinden infak etmek; tüm bunlar artık önemsizdir. Çünkü insanın vermek zorunda olduğu bir imtihan yoktur. Dahası Allah'ın rızasını kazanmak gibi bir amacı da yoktur.

İnsanın imtihan zamanında tevekkül ve güzel bir sabır göstermesi Allah'a duyduğu derin sevgiden kaynaklanır. Aşkını, sadakatini ve teslimiyetini en iyi ifade ettiği an da, dünyadaki imtihan ortamı gereği yaşadığı zorluk zamanlarıdır. İmtihanın olmadığı bir ortamda ise Rabb'ine sevgisini göstereceği bir zorluk yokken insan, sadakatini ve aşkını nasıl kanıtlar?

İnanan insan, yukarıda saydığımız Kur'an ahlakının gereği olan güzel davranışlarına kendisi de şahit olduğunda mutluluk ve huzur duyar. Bu davranışlar ortadan kalktığında ise doğan, büyüyen, yiyip içen, çoğalan, ruhu adeta boşalmış bir yaratık haline gelir. O artık, yaşadığı hayattan zevk almayan, hiçbir amacı olmayan, yalnızca günü yaşayan biridir. Yaptıkları hayvanlarınkine benzer; zaten kendisi de hayvandan farksız biri olmuştur. Ruhsuz, yalnızca et ve kemikten oluşan ve bedenini besleyen bir hayvan.

Aslında hayvanlar, Allah’ın ilhamıyla insanlara hayret verecek derecede sevgi, şefkat ve özverili davranışlarda bulunur, diğer hayvanlarla dayanışma örneği sergilerler. O halde değerlerini yitirmiş amaçsız insanlar, Kur'an'da "... Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar... (Araf Suresi, 179) ayetiyle haber verildiği gibi hayvanlardan da aşağı konumdadırlar.

Birçok insan imtihandaki güzellik ve hikmeti kavrayamaz. İmtihanı anlayamayanlar, yaşam amacından uzak ve gaflette olan, nefislerinin bencil tutkularını gözeten kişilerdir. Onlar imtihanı düşünmek istemezler; çünkü çıkacak sonuçtan çekinir, alacakları karşılıktan korkarlar.

İnsanın imanî olgunluğa ulaşması için imtihan zorunludur. Örneğin okullarda, "artık sınav yapılmayacak" dense; hangi öğrenci ders çalışır? Ders çalışmayınca bir şey de öğrenilmeyecektir. Yani sınav aslında bir tür ödüldür; çalışan kazanır...

Allah, bela ve musibeti insana acı çekmesi için vermez. O, sonsuz merhametiyle, zorluk vererek kişiye Kendisini hatırlatır. İmtihan, Allah'a gönülden yönelmiş mümin için gerçekte bir ecir fırsatıdır. Yaşadığı imtihanda Rabb'ini gören ve O'nun için sabreden, kolaylık vermesi için O'na dua eden, çıkış yolunu göstermesi için Allah'a sığınan insanın değeri artar. Rabb'inin hoşnutluğunu kazanan, kalbini, ruhunu ve bedenini Allah’a tam bir teslimiyetle teslim eden insan, her an mutluluğu ve güzelliği yaşar.

İnsan sıcak evinde, imtihan ve zorluk yaşamadan sevgisini kanıtlayamaz. O nedenle imtihan, yüreği Allah aşkıyla dolu mümin için Allah’tan nimettir, rahmettir. Allah’ın hoşnutluğunu kazanma yolunda çektiği çileler insanı inceltir; kişinin sağlığını, şevk ve heyecanını artırır. Allah, rızasını kazanma yolunda mücadeleden kaçınan, gösterdiği yollarda yürümeyen insanın kalbine rahatlık ve huzur vermez; kişi sürekli bir azap ve sıkıntı içinde ömrünü geçirir.

İmtihan gereklidir; insan bir şeyleri aşmalıdır ki Allah'ın huzuruna arınmış olarak çıkabilsin. Belalar yağmur gibidir; yağan her yağmurla mümin daha arınır. Yaşanan hiçbir bela kalıcı ve sonsuz değildir. Samimi mümin, Rabb’i için sabreder; teslimiyetle, tevekkülle, yine O’nun yardımını bekler. Kendisine yalvaranların isteklerini veren Rabb'i, güç yetiremediğinde yardımıyla yanındadır. Zaten Allah, güç yetireceğinden fazlasını yüklemez.

Bu dünya hayatı, oldukça kısa ve geçici bir yararlanma yeridir. İnsan eğer binasının temelini Allah'ın hoşnutluğu üzerine değil de‘göçecek bir yar’ın kenarına kurmuşsa, aşağıların aşağısına yuvarlanır. Yaşadığı pişmanlığın geri dönüşü de artık yoktur.

İmtihan için yaratılan dünya hayatındaki sistemin anahtarı Allah'ın hoşnutluğudur. Bu anahtarın yokluğunda "... gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. (Mü'minun Suresi, 71) Yapmamız gereken -Allah'ın dilemesiyle- doğru anahtarla doğru kapıyı açmaktır.

Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. (Saffat Suresi, 106)

***

Sana Ruhtan Sorarlar

Işığın girmediği karanlık beynin içinde rengarenk bir dünya izleyen ve bundan zevk alan kim?

Yakınlarının seslerini duyan, bu sesleri duyduğunda tanıyan ve sevinen kim?

Kokunun asla girmediği beynin içinde bahçedeki güllerin kokusunu duyan, bundan hoşlanan

kim?

Bir köpek yavrusu gördüğünde ona sevgi duyan ve tüylerini okşadığı duygusunu alan kim?

Yalnızca et, yağ ve sinir hücrelerinden oluşan birkaç yüz gramlık bir organ, yaşamımızdaki üzüntü,

sevinç, dostluk ve özverinin sebebi olabilir mi?

Tüm bunların sebebi bir et parçası olan beynimiz değilse, bu durumda algılayan kim?

Beynimizin içinde dış dünyayı algılayan biri mi var?

Bu, kuantum fizikçilerinin söz ettiği 'gözlemci' mi?

Peki bu gözlemci beynimizde mi; ya da nerede?

Fred Alan Wolf, bu soruyu şöyle cevaplar:

"... kimin ya da neyin gerçekten gözlemci olduğunu bilmiyoruz. Bu demek değil ki bir cevap bulmaya çalışmadık. İnceledik. Kafanızın içine girdik. Her yere baktık gözlemci denen bir şey bulmak için. Kimse yoktu. Beyinde kimse yoktu. Beynin kabuksal (kortikal) bölgelerinde kimse yoktu. Alt kabuksal bölgelerde ya da kenar bölgelerde de kimse yoktu. Gözlemci denecek kimse yoktu. Ama yine de dış dünyayı gözlemlerken bizler, gözlemci denen şeyin varlığının deneyimlerine sahibiz." [1]

Gözlemci Kim?

Dış dünyaya dair bilgimiz, sadece duyu organlarımızın bize ilettikleridir. Bu bilgiler bize ulaştığında bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyaline dönüştürülür ve bu sinyaller beynimizde yorumlanır.

Algıladığımız dünya, dış dünyanın aslı değildir. Bize ulaşan elektrik sinyallerinin ortadan kalktığını düşünelim, dış dünya bizim için yok olacaktır. Çünkü dış dünya ile ilgili her türlü bilgiyi, ancak duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz.

Beynimizde gerçekte ne ses, ne renk, ne de görüntü vardır. Beynimizde yalnızca elektrik sinyalleri vardır. İzlediğimizi zannettiğimiz manzaranın, rengarenk bir çiçeğin, güzel bir müziğin, lezzetli bir yemeğin yalnızca beynimize ulaşan elektrik sinyallerinden ibaret olması, kuşkusuz dış dünyanın yokluğu anlamına gelmez. Duyu organlarımızla beynimize iletilen elektrik sinyallerinin kesilmesi, dış dünyayı ortadan kaldırmaz. Bu durumda dış dünya, yalnızca bizim için yok olur.

Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren, gelen sinyallerin beynimizde yorumlanmasıdır. Gerçekte onu hisseden ve algılayan varlık başkadır. Beyin bir pastanın tadını, bir kelebeğin rengini ve bir gülün kokusunu hissedip ondan haz alamaz. Beyin yağ, su ve proteinlerden oluşan maddesel bir yapıdır ve insanın benliğini meydana getirmesi imkansızdır. İnsanı düşünen, sevinen, öfkelenen, heyecanlanan bir varlık haline getiremez.

Beyin algıların kaynağı değildir; sadece bir aracı işlevi görür. Bugün bilim adamları da artık fark ettiler ki, beynin içindeki 'gözlemci', beyinden bağımsızdır ve algıların kaynağı insan bilincidir. [2]

Sevinç, üzüntü, zevk alma gibi insanı insan yapan özellikler şüphesiz atomların davranışlarının bir sonucu olamaz. Dış dünyayı algılayabilen insana bu özellikleri veren şey, insanın beyninden bağımsızdır. İnsanın bir şey üzerinde düşünebilmesi, seçim yapabilmesi, inceleyebilmesi maddesel

kavramlarla açıklanamaz. "Darwin'in buldog"u olarak bilinen evrimci Thomas Huxley dahi bu gerçeği fark etmiş ve şunları söylemiştir:

"Bilinç gibi hayranlık uyandırıcı bir şeyin, birbiriyle etkileşim halindeki sinir dokusunun bir sonucu olması, Alaaddin'in lambasını ovaladığında içinden cinin çıkması gibi açıklanamaz bir şeydir." [3]


Bilincin Kaynağı Nedir?

Biliyoruz ki duyu organlarımız aracılığıyla beynimizde algıladığımız dış dünyanın maddesel varlığına asa ulaşamayız. O halde bilincimizde bu hareketli dünyayı oluşturan nedir? Bilim adamları bugün hala bu sorunun cevabını aramaktadırlar. Bilincin kaynağı üzerine yazılmış yüzlerce kitap ve makale varsa da hiçbiri yeterli açıklamaya sahip değildir. Dahası bu konunun açıklanamadığını, bilim adamlarının kendileri de vurgularlar.

Bilinç , materyalist görüşün aksine açıklamasız değildir. Beynin içindeki görüntüyü gören, sesleri duyan bilinçli şuurlu varlık, Allah'ın vermiş olduğu ruhtur. "Görüyorum" diyen, beyninin içindeki sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda olan bilinç sahibi varlık, Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. Materyalist görüş, bu gerçeğin anlaşılmasından çekinir. Çünkü ruhun varlığı insanı Allah'a götürür ve onların iddialarını tamamen çökertir. Onlar ne kadar bilincin açıklanamayan bir gizem olduğunu söyleseler de ruh konusu apaçık bir gerçektir.

Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer

yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın." (Hicr Suresi, 28 - 29)

Madde bilimi ve mühendisliği profesörü William Tiller, bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen, insanın "ruhudur." [4]

Fiziksel Dünyayı Algılayan Ancak Maddesel Olmayan Ruh

20. yüzyılın başlarında maddenin gerçeği konusunda yaşanan gelişmeler, Materyalizm'in iddialarının alt üst olma sürecini hızlandırdı. Çünkü madde bildiğimiz gibi sert, renkli ve kokuya sahip değildi; yalnızca enerjiydi. Yaşadığımız ev, ailemiz, diğer insanlar, tüm maddesel dünya enerji olarak vardı. Böylece madde üzerine kurulan tüm görüşler, bu bilimsel sonuçla sarsıldı. Ve bilim, insan bedeni içinde fiziksel dünyayı algılayan ancak maddesel olmayan bir gerçeği kanıtladı: Ruh.

Ruh, madde değil, metafizik bir şeydi. Ne Materyalizm ne Darwinizm bunu kabul edemezdi. Metafizik, onların kendilerince ilahı olan tesadüfleri ve bilinçsiz evrim sürecini yok ediyor, Allah'ın yaratmasını gözler önüne seriyordu.

İnsanı insan yapan, Allah'tan bir parça taşıyan ruhtur. Gördüğü manzaradan haz alan, dinlediği müziği beğenen, yediği tatlıyı lezzetli bulan insanın ruhudur. Akledebilen her insan, heyecan, neşe, mutluluk, endişe gibi duyguları hissedenin kendi ruhu olduğunun bilincindedir.

Allah'ın ruhundan taşıyan insan, başıboş değildir; dünyadaki varlığının bir amacı vardır. Dünyada imtihan olmakta, yaptığı her şeyden sorumlu tutulmaktadır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, dilediğini sürekli/an an yaratır ve insanın yaşadığı her şey, tabi olduğu imtihanın bir parçasıdır. İnsanın yaşamında, Darwinistlerin iddiası olan rastlantısal olaylar ve amaçsızlık yoktur. Dünya hayatındaki yaşamı Allah'ın sonsuz öncede belirlediği bir zamanda, ölüm ile sonlanacaktır. Geriye

insanın yalnızca bedeni kalacaktır. Ruhu ise, ahiretteki gerçek barınma yurdunda sonsuza dek yaşayacaktır.


Kaynaklar:

[1] What the Bleep Do We Know?, Belgesel film, yönetmen: William Arntz, Betsy Chasse

[2] http://evrimteorisi.info

[3] Steven Pinker, How The Mind Works, Norton Publishing, 1999, s. 132

[4] What the Bleep Do We Know?, Belgesel film, yönetmen: William Arntz, Betsy Chasse

Hiç yorum yok: