14 Temmuz 2013 Pazar

Allah'ın Dinini Yayma Mücadelesi: Cihad-Bunlardan da Sorgulanacağız!-İftiranın Büyüğünün Karşılığı Büyük Azaptır-Ahir Zaman Şahıslarını Beklerken-Yaşama Kur'an Penceresinden Bakmak-Fuat Türker

Allah'ın Dinini Yayma Mücadelesi: Cihad

Cihad sözcüğü c-h-d kökünden türemiş, "bütün gücünü kullanma" anlamına gelen ve tek kelime olarak "mücadele" anlamında kullanılan Arapça bir kelimedir.

Cihad, Allah'ın dinini yayma mücadelesidir, tebliğdir. İnananların cihadı kendi nefisleri ve yeryüzündeki kötülüklerledir. Nefsindeki ve çevresindeki kötülüklerle mücadele eden mümin, kendisinde ve diğer insanlarda sevgi, saygı, şefkat, merhamet, barış, güven, adalet gibi değerlerin hakim olmasına vesile olur.

Toplumda yalnızca kendi yiyeceği, içeceği, evi, arabası, malı mülküyle ilgilenen insanlar çoğunluktadır. Aile kurmak, ev sahibi olmak, para kazanmak bu kişilerin hemen hepsinin en önemli amaçlarıdır. Toplumun büyük bir kesiminde bir başıboşluk hakimdir. Dünyanın dört yanında yaşanan zulüm, acı, haksızlık, açlık, ölüm bu kimseleri hiç ilgilendirmez. Öldürülen masum insanların, çöpten yiyecek arayan çocukların görüntülerinden etkilenmezler. Yalnızca kendilerini düşünür, kendileri için yaşarlar. Kuşkusuz insanların zorluk yaşadıkları böyle bir ortamda bencilce davranmak büyük vicdansızlıktır.

Bu yüzden amaçsız yaşayan kişilere ya da batıl görüşlerin takipçilerine, yaratılış amaçlarının ve Kur'an ahlakının anlatılması gereklidir. Bu, Allah'ın farz kıldığı bir ibadettir:




Bunlar, tevbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû' ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)



Kur'an'ın yukarıdaki ayette müjdelediği müminlerin niteliklerinden olan iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, üstün bir ahlak özelliğidir. Kur'an ahlakında, insanın gerçek iyiyi ve kötüyü yalnızca kendisinin bilmesi ve yaşaması yeterli değildir. Müminler, diğer insanları da din ahlakını yaşamaya davet etmekle sorumludurlar. Kur'an, “Yoksa siz; Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran Suresi, 142) ifadesiyle cihad etmenin, din ahlakını anlatmanın, insanı cennete kavuşturacak önemli bir ibadet olduğunu haber verir.

İslam’ın şartı 5 diyerek, yalnızca bu ibadetleri yerine getirip kendilerini yeterli gören çok sayıda insana rastlarız. Bu inanış nedeniyle birçok Müslüman din konusunda pasif bir yaşam sürer. Namazını kılan, evinde ailesiyle mutlu bir şekilde yaşayan, hacca da gitmişse cennet ehli olduğunu düşünen kesimde bu tarz bir Müslümanlık anlayışı yaygındır. Oysa Kur'an, kendilerini kurtuluşta zanneden bu kişilere, "Allah cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Ali İmran Suresi, 142) diye seslenir.

Yüce Allah, İslam’ı dünyaya hakim kılacağını vaad ederken bunun için mücadele etmemek, cehd etmemek büyük yanılgıdır. İnsanları yanlış olandan sakındırmak, doğruyu insanlara anlatmak, toplumdaki sapkın görüşlerle fikir mücadelesi yapmak, özellikle yaşadığımız dönemde her Müslüman'ın önemli sorumluluğudur. Bozgunculuk çıkaran, huzur ve düzeni bozan, barışı engelleyen, tüm dünyada şiddet, terör ve anarşiyi körükleyen fitnenin asıl beyninin yok edilmesi gereklidir.

Allah Kur'an'daki, "Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi. (Hud Suresi, 117) ifadesiyle, ıslah edici kimseler bulunmadığında ülkeleri helaka uğrattığını haber verir. Kur'an'a baktığımızda peygamber kıssalarında hep bu olayları görürüz. Bir başka ayetteki, "Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler... (Nur Suresi, 22) ifadesi de bu yönde bir uyarıdır. Allah "Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?" diye sorar. Ancak zulmedenler, "içinde bulundukları refahın" peşine düşmüşlerdir. (Hud Suresi, 116)

Kur'an birçok ayette cihadın öneminden söz eder:

Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 19)

Andolsun, biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız). (Muhammed, 47)

Kur'an'ın ışığında görürüz ki, Allah, evde oturan ya da camiden eve evden camiye tekdüze yaşayan bir Müslüman modeli tarif etmez. Allah'ın rızası, rahmeti ve cennetini kazanmak için Kur'an'ın deyimiyle "mücahid" olmak gereklidir. Mücahid, Allah'ın dinini hakim kılmak için fikir mücadelesi içinde olduğu ve ciddi bir çaba gösterdiği için mücahiddir. Davasından asla ödün vermez. Çünkü kendi davasına saygısı olmayan insana, kimsenin saygısı olmaz.

Rabb’inin sınırlarını gözeten, merhametli, adil, özverili, tevekküllü, hoşgörülü olan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran mümin, evinde oturarak ecrini artıramayacağını bilir. Allah tüm yapıp ettiklerinin ecrini verir, onu dünyada ve ahirette yüceltir, gerçeklerden yüz çevirenlere üstün kılar.

Mümin olmanın ölçüsü, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için derin bir istek duymak ve bu yolda özveriden kaçınmamaktır. Allah, en zor zamanda, en iyi hizmeti ve mücadeleyi yapan mücahid kullarına en fazla ecri nasip eder. Bu yolda çabası olan müminler bilirler ki "inanmış olarak salih bir amelde" bulunduklarında, 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır.

Mü'minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi, 95)

***

Bunlardan da Sorgulanacağız!

Zulüm uygulayan kişilere karşı birlik oluşturarak onurlu bir mücadele içinde olmaktan kaçınmak, Allah Katında büyük bir sorumluluktur. Etrafımızdaki birçok insan vicdanını dinlemeyip, sorumluluklarını yerine getirmiyor olabilir. Ancak bizler bu yapıdaki kişileri ibret gözüyle değerlendirmeliyiz. Hiç ölmeyecekmiş, Allah’ın huzuruna çıkıp tek başımıza sorgulanmayacakmışız gibi hareket etmemeliyiz.

Peki, Allah'ın huzuruna hesap vermek için çıkarıldığımızda aşağıdaki buyruklardan da sorgulanacağımızın bilincinde miyiz?

*Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. (Al-i İmran Suresi, 103)

Müslümanların birlik olmaları, Allah'ın ipine, Kur'an'a sarılmaları Allah’ın emridir. Namaz ve oruç gibi bir buyruktur. Bir insanın namazını kılmaması nasıl büyük bir yanılgı ise, İslam âleminin birleşmesini ve birlikte hareket etmesini istememek de büyük bir yanılgıdır. Bu hükme rağmen ahirette, “Ben yapmadım aksine dağıldım, ayrıldım. Allah’ım Senin ipine de sımsıkı sarılmadım” nasıl diyebileceğiz?

*Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)

Ayette tarif edilen bir topluluğa yardım ettik mi? Allah bunu sorduğunda cevabımız ne olacak? "İyiliği emredip, kötülükten sakındırmadım" derken bahanemiz nedir? Kaldı ki o an Allah huzurunda bahane de ileri sürülemeyecek, mazeret bir yarar sağlamayacak.

*Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla mücadele edin. (Enfal Suresi, 39)

Bugünün fitnesi nedir?.. Fitne şeytani/deccali sistemdir; Kur'an’ın ve din ahlakının yaşanmıyor olmasıdır. Deccale tabi olunan, sevgi, merhamet ve dostluğun olmadığı; isyanın, terör ve anarşinin yaşandığı her yer fitne ortamıdır. Bugün fitne ortadan kalkmamış ve din Allah'ın olmamıştır. Peki biz dinin Allah'ın olması amacıyla yapılan fikir mücadelesinin neresindeyiz?

*Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. (Şura Suresi, 13)

Allah, dini fırkalara, gruplara ayırmayın, birlik olun, birbirinizle mücadele etmeyin; güç yitirirsiniz, buyuruyor. Müslümanlar birbirini sevmeli, dost olmalı, yakınlık kurmalı, birbirlerini koruyup kollamalı, iyi günde de zor günde de destek olmalıdır. Allah'ın istedikleri bunlar; peki bizler yapıyor muyuz?

*Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki 'tecavüz ve haksızlık' dolayısıyla ayrılığa düştüler. (Şura Suresi, 14)

İttihad-ı İslam zorunlu iken, Müslümanlar, aralarındaki 'tecavüz ve haksızlık' , enaniyet ve gurur nedeniyle ayrılığa düştüler. Bu davranışı Allah Kur'an'da lanetler. Ahirette Allah bu buyruğundan da sorgulayacaktır.

*… Çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. (Enfal Suresi, 46)

Allah, birbirinize yönelik düşmanca bakış açınız olmasın, birbirinizden nefret etmeyin, birbirinizi sevin, kardeş olun isterken, Müslümanlar çözülüp yılgınlaştılar; güçleri de gitti. Allah, bu ayetin hükmünden de sorgular.

*İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız),” birbirinizi desteklemezseniz, “yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur” (Enfal Suresi, 73) anarşi ve terör olur buyurur Allah. Birbirimize yardımcı oluyor muyuz? Ya da olanlara destek oluyor muyuz?

*Ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır. (Şura Suresi, 39)

Kur'an'da Müslümanları bu ifadeyle tarif ediyor Allah. Dünyanın dört köşesinde Müslümanların dinine, namusuna, imanına saldırılıyor. Bizler birlik olmak için gayret ediyor muyuz?

*Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saff Suresi, 4)

Müslümanlara atılan iftiralara araştırmadan inanıyorsak, İttihad-ı İslam’a karşıysak, Kur'an’ın bu hükmünü göz ardı ediyoruz demektir; farkında mıyız?

*Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip kendileri de gruplaşanlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi ancak Allah'adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir. (Enam Suresi, 159)

Din parça parça edilmiş ve Müslümanlar gruplaşmış. Allah, “Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin” buyururken biz 'onlardan' mıyız?..

*Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 105)

Müslümanlar parçalanmış, ayrılmış, fırkalara, tarikatlara, farklı gruplara ayrılmışlardır. Birbirlerine hüsn-ü zan etmeleri gerekirken, kin ve nefret dolu ifadeler kullanmaktadırlar. Ağızlarından sevgi, şefkat, dostluk, kardeşlik, birlik, bütünlük gibi sözcükler çıkmamaktadır. Yaşamlarında sevgiye yer yoktur. Yalnızca dedikodu, buğz ve çirkin sözler. Zamanın en büyük farzı olan İttihad-ı İslam’dan asla söz edilmemekte, İslam ahlakının dünya hakimiyetini ise ağızlarına almamaktadırlar. Bu yanılgının Allah Katında kuşkusuz bir karşılığı olacaktır.

Allah'ın beğendiği, bütün Müslümanların bir bütün, bir blok gibi ittifak halinde olmalarıdır. Aralarında mezhep, görüş ve uygulama anlamında çeşitli farklılıklar olabilir. Ancak bu farklılıklar “…birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. (Hucurat Suresi,13) ayetiyle bildirildiği gibi tanışıp kaynaşmaları içindir. Farklı olmaları birbirlerinin din kardeşi olduğu gerçeğini değiştirmez. Vicdanlı Müslümanlara düşen, Kur’an ahlakı gereğince bu kardeşliği korumak ve güçlendirmektir.

Bugün Türkiye -birçok insan anlam veremese de- kutlu bir zaman dilimine, bir bereket denizine girmiştir. Eskinin 'hasta adam'ından artık 'büyük güç' olarak söz edilmektedir. Uluslararası toplantı ve konferanslarda, İslam dünyasının sorunlarının üstesinden gelmenin tek yolunun İslam toplumlarının ittifakından geçtiği yönünde sıklıkla açıklamalar yapılmaktadır. Ayrıca, Peygamberimiz(sav)'in ahir zamana dair hadislerinin ve Kur'an'ın işaretlerinin pek çoğu gerçekleşmiştir. Allah'ın vaadi olan Kur'an ahlâkının yeryüzü hakimiyeti, samimi her Müslüman’ın hayali, özlemi ve duası olmalıdır. Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan, katıksızca iman edenlerin yeryüzüne mirasçı kılınacakları Kur’an'da haber verilen İlahi bir buyruktur. Allah'ın izniyle sevgi, barış ve dostluk, yakında adeta nurlu bir bulut gibi tüm dünyayı saracaktır.

Yaşanacak bu güzel dönem, kuşkusuz Müslümanlar için en büyük müjdedir. Ancak hepimiz bunun gerçekleşmesi yönünde ne kadar çaba gösterdiğimizi samimi olarak düşünmeliyiz.

Allah’ın insana bahşettiği akıl, vicdan, iman ve sayılamayacak nimete rağmen, çevremize baktığımızda şahit olduğumuz şuursuzca yaşam, bizleri yanıltmamalıdır. Gafletteki insanları ölçü alarak hareket etmek, ahiret hayatımız açısından çok büyük bir kayıp olabilir. Allah insanları “tek olarak ve yapayalnız” yaratmıştır. Ahirette de yine hepimiz yapayalnız kendi yapıp ettiklerimizden, ertelediklerimizden ve sorumlu olduğumuz halde yapmadıklarımızdan hesap vereceğiz; bunu asla unutmayalım...

***

İftiranın Büyüğünün Karşılığı Büyük Azaptır

Fasık, doğru yoldan saparak Allah'a isyan üzerine kurulmuş bir yaşamı benimseyen kişidir. (Rabb'imi tenzih eder, yüceltirim.) Kur'an'a uymaz, adalet, doğruluk, dürüstlük, güvenilir olma gibi güzel ahlak özelliklerini üzerinde taşımaz. Fasıkta Allah korkusu yoktur; müminlerin imanına haset eder, kendisi gibi sapmalarını ister, onlara zarar vermeyi amaçlar, iftiralar atar ve müminlerin zarar görmelerinden haz alır.


Toplumda diğer insanlara tepeden bakan, özellikle onları inançları nedeniyle aşağılamaya çalışan kişilerin büyük çoğunluğu da bu özellikleri taşır. Bu kimselerin Müslümanlar aleyhine getirdikleri haberler kesin bir bilgi niteliği taşımaz. Televizyonlarında ya da gazetelerinde din ve kutsallar aleyhine yaptıkları haberlerin, kesinlikle doğruluğunu araştırmak gerekir. Kur'an bu konudaki hükmü açıklar ve Müslümanları uyarır:


“Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” (Hucurat Suresi, 6)


Müslümanlar aleyhinde haber yapıldığında, diğer Müslümanların bundan etkilenmemeleri gerekir. Bu haberi duyduklarında Müslümanların nasıl davranmaları gerektiği konusunda Kur'an "... hayırlı bir zanda bulunup: "Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür" demeleri gerekmez miydi? (Nur Suresi, 12) diye sorar.


Müslümanın Kur'an'a uygun olarak yapması gereken, etraflıca araştırmaktır. Araştırma yaptıktan sonra ise karşı cevabını vermelidir. Habere inanmayıp susmak pasif savunmadır; bunun yerine, ulaştığı doğruyu söylemelidir. Çevresindekilere haberin yalan olduğunu anlatmalı, haberi yapanların yalancı ve sahtekar oldukları yönünde insanların dikkatini çekmelidir. Bu davranış fasık üzerinde oldukça caydırıcı olur; kendinden emin tavrını yok eder.


Fasıkların, Müslümanlar aleyhine iftira atmaları her dönem yaşanmıştır; bundan sonra da yaşanacaktır. Dindar insanlar tarih boyunca komplolar, hakaretler, türlü tuzak ve oyunlarla karşılaşmışlardır. Bu olaylarla hem iftiraya maruz kalan Müslüman hem de diğer Müslümanlar imtihan olurlar. Müslümanların bu olaylara akılcı yaklaşmaları gerekir. Detaylı araştırmalı; kesin kanıt yoksa asla dedikoduya inanmamalıdırlar. Sonsuz merhamet sahibi olan Rabb'imiz iftira konusundaki ayetleriyle, müminlerin fasıklar yüzünden hataya düşmelerini ve zarar görmelerini engeller.


İftira atılan Müslümanın ise sabır göstermesi, onun güçlü ve yüksek ahlakının göstergesidir. Aleyhinde dedikodu olduğunda Müslümanın makamı yükselir; iftira onu değerli kılar.


Yüzüne karşı hakaret edildiğinde ise aynı şekilde çirkin sözle karşılık vermez. Bu, sıradan bir davranış olur; Müslüman soylu davranır. Karşısındaki kişiyle tartışmaz; Allah'ın izniyle iyi bir insan olmasını, Allah'ın ona hidayet vermesini umut ettiğini söyler. İşte bu, üstün bir ahlaktır; bu, gerçek Kur'an ahlakıdır.


Kur'an'da, "Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır” buyrulur. O halde iftiranın da büyüğü vardır ve karşılığında hak edilen azap da büyük olacaktır. Büyük bir iftira atılan Müslüman güzel ahlak sergilerse karşılığı da daha fazladır. İftira atılan müminler cennete, atanlar ise cehenneme yaklaşırlar. İftiracılar, fasıklıkları ve Allah'a karşı büyüklenmeleri nedeniyle alçaltıcı sonsuz azabı hak ederler.


İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip- yok ettiniz, onlarla yaşayıp- zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)

***

Ahir Zaman Şahıslarını Beklerken

"...Dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa bile, Allah benim Ehl-i Beytim’den bir şahıs gönderecektir. O dünyayı (daha önce) zulümle olduğu gibi adaletle dolduracaktır." (Sünen Ebu Davud, Cilt 14, s. 402)

Peygamberimiz (sav), ahir zamana yönelik önemli müjdeyi Müslümanlara bu hadisiyle verir. Bu haber, inanan her insanın heyecan ve coşkusunu artıran önemli bir müjdedir. Peygamberimiz (sav)’in hadisleri ve değerli birçok İslam aliminin günümüze dek ulaşmış el yazması eserleri, bu büyük müjdenin coşkusunu bugüne taşır. Yaşadığımız ahir zaman gereği bu konu daha gündemdedir; gerçekleşen ve şahit olunan her olay inananlarca heyecanla, aşkla izlenir.

Mehdiyet konusunun, Müslümanları tembelliğe ve boş beklentilere sevk ettiği, bu nedenle gündeme getirilmemesi gerektiği gibi iddiaları sıklıkla duyarız.

Kurtarıcı beklemenin, Müslümanları atalete düşürüp geri kalmalarına yol açtığı, fakirlik, cehalet, zulüm ve her türlü kötülük karşısında, "Bunu ancak Mehdi ortadan kaldırır. Nasılsa gelecek, biz durup bekleyelim" şeklinde bir düşünceye kapıldıkları gibi iddialar, samimi müminler için tamamen tutarsızdır.

"Zaten dünyanın çivisi çıkmış, düzeleceği yok. Benim elimden birşey gelmez" gibi düşüncelere Müslüman'a asla yakışmaz. Samimi Müslüman bir kötülük gördüğünde, onu düzeltmek amacıyla müdahale eder. Duyarsızlık ve umursuzluk Müslüman'ın yaşamaya çalıştığı Kur'an ahlakına ters özelliklerdir.

Karmaşa ve zulüm ortamının arttığı dönemlerde insanlar, "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu, sahib) gönder, Bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75) ayetiyle haber verildiği gibi Allah'tan bir yardımcı talep ederler. Sözüne sadık ve amaçlarına gönülden bağlı olan müminler zorluklara aşk ve şevkle göğüs gererek yardıma koşarlar.

Müslümanların ahir zaman şahıslarını beklemesi yanlış değildir. Yanlış olan tembellik döşeğine yatıp, gelecek kutlu şahısların her şeyi düzeltmesini beklemektir. Bediüzzaman bu konuda şunları söyler:

“Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve İttihad-ı İslam ile milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İşte, seyyie-kötülük- böyle binlerce çıktığı gibi, bu zamanda hasene-yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik-yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir.”

Verilecek zararın bütün İslam alemi için kayıp olacağını ilave eden Bediüzzaman, "Onun için, neme lâzım deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!” diyerek Müslümanları uyarır.

Müslümanlar bütün güçleriyle her yönden ilerleme çabası içinde olmalıdırlar. İnanan her insan hem dualarıyla hem de fiili çabasıyla gelecek kutlu şahıslara güzel bir zemin hazırlamalıdır.

Ahir Zaman Şahıslarını Beklemek İman Sahiplerine Şevk Verir

Hz. İsa(as) ve Hz. Mehdi(as)'yi beklemenin Müslümanları tembelliğe sürükleyeceğini düşünen bazı kişilerin bu iddialarının tam aksine, Allah'ın bu kutlu insanları gönderecek olması samimi olarak iman edenler için sürekli fışkıran bir kaynaktır; şevk kaynağıdır. Gönülden iman eden insan, onların geleceği ortam için en iyi ve en güzel hazırlığı yapmaya gayret eder. İçten imani bir coşku ve heyecanla, kendisini ve etrafını bu kutlu olay için hazırlar. Tembellik, pasiflik ve coşkusuzluk, imani zayıflığın göstergesidir.

Ahir zamanın bu müjdesi, müminleri tembelliğe sevk edecek olsaydı, Peygamberimiz(sav) bu haberleri ısrarla vermezdi. Müslümanları bugünkü durumlarına sürükleyen asıl neden ümitsizlikleridir. Zulümden kurtulma umudunu yitiren baskı altındaki Müslümanların, Allah'ın yardımıyla kendilerini destekleyeceğini bilmeleri ve ümitlerini hep diri tutmaları gereklidir.

İçinde yaşadığımız dönemde insanlığın kurtarıcısı, Kur'an ahlakının hakimiyetidir. Bu kutlu dönemin şahıslarını bekleyen kişilere düşen; "Allah yolunda benim yardımcılarım kim?" sorusunun muhatabı olmak, Allah yolunda kutlu şahıslara candan destek ve yardımcı olmaktır.

Müslümanları birleştirerek hakka dayalı bir güç haline getirecek, İslam dininin aslına dönmesine ve Kur'an ahlakının yeryüzü hakimiyetine vesile olacak kutlu Zatlara zemin hazırlamak Müslümanların önemli sorumluluğudur. Onların yanında ve onlara yardımcı olabilmek, tüm insanlığa yönelik hayırlı faaliyetlerinde destek olabilmek tüm iman sahipleri için büyük bir nimet, güzellik ve şereftir.

Bunun için hep birlikte hazırlanalım. Aramızdaki farklılıklara hoşgörüyle bakalım, saygılı olalım. Barış, adalet, kardeşlik, sevgi ve şefkatin insanlığı sarması için gayret edelim. Tüm inananların düşmanı olan, inkara dayalı felsefe ve ideolojilere karşı birlikte fikri mücadele verelim.



Ve insanlık tarihinin en büyük mucizelerinden birini hep birlikte bekleyelim.

Samimi kullarını bu büyük olaylarla müjdeleyen, şereflendiren, hoşnutluğunu kazanma ve kurtuluş yollarını gösteren alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.

Yaşama Kur'an Penceresinden Bakmak

Kur'an'ın bize bildirdiği din ile bugün toplumda yaşanan din karşılaştırıldığında aradaki büyük farkı görmemek imkansızdır. Kur'an'ın tarif ettiği Allah'ın hak dini, toplumun yaşadığı din ise şeytanî sistemin kendi ürettiği batıl dindir. Toplumdaki bu sapkın dinin ölçülerini ve bu dini yaşayan insan karakterlerini inceleyelim:

Bu dinin mensuplarının görüşleri ve sözleri tutarsız ve mantık dışıdır. İslam'a uymanın öneminden söz eder ancak belli hükümlerin uygulanmasını yeterli görürler. Çünkü bu sığ görüşlü kişilere göre diğer hükümleri uygulamak aşırılıktır. Hatta kendileri 'beğenmedikleri için' Kur'an'ın buyruklarına uymadıkları gibi, diğer insanların da uygulamaması yönünde tavır alırlar. Söz konusu kişiler "Müslümanım" der ancak İslam'a göre yaşamayı istemezler.

Bu kimseler açıkça dini inkar etmezler. Çıkarlarına uygun olan kısımları kabul ederler ama kendi düşük akıllarınca dinin bazı hükümlerinin değiştirilmesi gerektiğini düşünürler. Kur'an, Allah'ın son hak kitabıdır; eksiksiz, noksansız ve kusursuzdur. Bu kişilerin Kur'an'a dair söyledikleri bir anlamda inkârdır. Kur'an bu yapıdaki kişilerden şöyle söz eder:

"... Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara Suresi, 85)

Dinden uzak sistemde Allah'ın hayat rehberi olarak indirdiği Kur'an, genellikle cenaze evlerinde okunan bir kitap olarak insan yaşamından uzak tutulur. Atalardan kalma batıl kurallar ise din olarak benimsenir. Din de, yalnızca miras aldıkları kuralların bir parçası olduğundan, bu sistemin mensupları içlerinde Allah'a karşı saygı dolu korku taşımazlar. Namaz, oruç gibi ibadetleri yapar ancak bunları vicdani bir duyarlılıkla yerine getirmezler. Allah'ın gücünü gereği gibi takdir etmez, ahirete de kesin bilgiyle inanmazlar; kalpleri bomboştur.

Bu kimselerin duaları da farklıdır. Müminlerin duaları imanda ve ilimde derinlik, Allah'ın rızasını ve rahmetini kazanabilmek yönündeyken, onların duaları işlerinin açılması, daha iyi bir araba alabilmek, sevdikleri kişi ile evlenebilmektir. Yetişkin çocuklara sahip olan birer anne baba ise çocuklarının bir an önce evlenmesi ve mürüvvetini görebilmek amacıyla Allah'a yakarırlar. Oysa içinde rahmani merhamet duygusu taşıyan anne ya da baba, çocuklarının ahiretini düşünür, dualarında öncelikli olarak onların sonsuz yaşamdaki mutluluklarını ister.

Toplumdaki bir başka sapkın inanca göre Allah Yaratıcı olarak kabul edilir ancak yarattıkları üzerindeki eşsiz kudreti -haşa- önemsenmez. Birçok insan doğumu ve ölümü Allah'ın belirlediğine, insanı zorluktan kurtaranın ya da hastalık durumunda şifa verenin Allah olduğuna inanırken, günlük hayatta yaşananların Allah'tan bağımsız geliştiğini düşünür. Oysa evrendeki küçük-büyük her detay, insan yaşamındaki her an, her yeni olay Allah'ın dilemesiyle, O'nun üstün aklıyla ve O'nun belirlediği şekilde meydana gelir.

Bazı kimseler de kendilerince yeni bir Müslüman kavramı üretir, "fırsatım olduğunda namazımı kılarım, kimse hakkında kötülük düşünmem, hırsızlık yapmam, iyi bir insanım, neden cehenneme gideyim?" gibi din dışı sözler söylerler. Oysa Müslümanlık , 'insanlara kötülük yapmamak'tan ibaret değildir, gerçek Müslümanlık samimiyettir; ihlasla Allah'ın sınırları içinde yaşama çabasıdır.

Kur'an'ın bazı hükümleri konusunda, hayatlarının çok yoğun tempolu olması yüzünden ibadete vakit bulamadığını söyleyen kesim ise kendilerince teviller ileri sürer. Bu kişiler, gerçek bir ahiret inancına sahip değildirler. Dinin birçok hükmü gibi, ahirete iman konusunu da yalnızca dilleriyle kabul eder; kalpten inanmazlar. Bediüzzaman bu yapıdaki kişilerin durumu hakkında, imansız İslâmiyet'in kurtuluş sebebi olamayacağını söyler.

Toplumdaki bir başka grup da cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceklerini düşünür, dünyada harama girmeyi ve günah işlemeyi kendilerine meşru görür. Oysa durum zannettikleri gibi değildir:

Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81)

Parmağının ucu yandığında bile acı duyarken insanın, cehennem azabı konusunda bu denli çirkin cesaret sergilemesinin asıl nedeni ahirete kesin bilgiyle iman etmiyor olmasıdır. Samimi ve kesin bilgiyle inanan insan, ahiret konusunda her an korku ve ümit içinde olur. Ve şöyle dua eder: "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma..." (Al-i İmran Suresi, 8)

Dini yaşamayan kişilerden "benim ailem çok dindardı", " dedem dini konularda çok bilgiliydi" gibi açıklamaları çok sık işitiriz. Ya da birine yaptıkları bir iyilikten zaman zaman söz eder, haklarında "ne iyi insan" denilsin isterler. Tüm bu davranışlarla karşılarındaki insanlar üzerinde iyi bir izlenim bırakmaya çalışırlar.

Toplum dini bireylerinden "çalışmak ibadettir" sözünü sık sık duyarız. Kuşkusuz inanan her insan temiz ve iyi bir ahlak göstererek çalışır. Ancak çalışarak zaten ibadet edildiğini ve Kur'an'ın hükümlerini yerine getirmeye gerek olmadığını düşünmek yanılgıdır. İbadet, Allah'a kulluktur; işi gereği insanlara yardımcı olmak ise yalnızca Allah'ın hoşnutluğu amacıyla yapılırsa ibadettir. Gerçek anlamda kulluk, Kur'an hükümlerini eksiksiz olarak yerine getirmek için gayret etmek ve Allah'ın beğendiği ahlakı yaşamaktır.

Dinden uzak yaşayan bazı kişiler de rahat yaşamlarının verdiği güvenle 'Allah'ın sevgili kulu' olduklarını düşünür, "Allah beni sevmeseydi bu aileyi, evi, malı, mülkü, vermezdi" ya da "Allah her dileğimi kabul etti" diyerek doğru yolda olduklarını ifade ederler. Oysa bunun bir ölçü olmadığı Kur'an'daki "Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56) ayetiyle haber verilir.

Kur'an'da tarif edilen mümin modeli, Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini bütün kişisel çıkarların üzerinde tutan, ahireti için ciddi bir çaba içinde olan samimi ve dürüst insan karakteridir. Toplum genelinde ise "din belli bir yere kadar yaşanır, aşırıya kaçmamak gerekir" gibi din dışı mantık yerleşmiştir. 'Aşırı' olarak görünen ise Allah yolunda çaba göstermek, inkarcı görüşlere karşı fikir mücadelesi içine girmektir.

Müslüman kimliğiyle bilinen birçok insan, Rabb’ine olan sorumluluklarını unutarak, dünya hayatının yalnızca dünyevi şeyler üzerine kurulu olduğu yanılgısıyla, din ahlakını tebliğden ve Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmaktan kaçınır. Bu kimselerin en büyük amaçları para kazanmak, çocuklarına iş kurmak, geleceklerini garantiye almak, onları evlendirmektir. Namaz kılar, kurban keser, belirli ibadetleri yapar, vakit buldukça umreye giderler. Kur’an ahlakının anlatılması ve yaygınlaştırılması amacıyla yapılan her türlü girişimde ise hep geride kalır, yaşananları uzaktan izlerler. Yaşamlarında ve iman anlayışlarında akılcı ve aktif bir yaklaşımları yoktur.

Oysa Kur’an ahlakını anlatmak, iyiliği emredip kötülükten menetmek müminlerin en önemli sorumluluklarından biridir. Ancak söz konusu kişiler bu konuda hiçbir çaba içinde olmaz, riske girmezler.

İnsanın islam'ı kabul edip yaşamasının asıl nedeni, Allah'tan başka ilah kabul etmemesi, Allah'a iman etmesi ve O'na teslim olmasıdır. Mümin, Kur'an ahlakını yaşamak, yaygınlaştırmak ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yaşar. Din başka bir amaçla yaşanıyorsa, bunun adı gerçek iman değildir. Samimi inanan insan, asla diğer insanlara gösteriş yapmayı, toplumda bir yer edinmeyi ya da çıkar sağlamayı hedeflemez.

İman edenler hayata Kur'anî bakış açısıyla bakarlar. Samimi Müslüman'ın farklı bir 'hayat felsefesi' yoktur; şeytanın değil Allah'ın sistemine bağlıdır. Tek doğru yol Allah'ın bizler için seçtiği hak yol olan İslam'dır.

"Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kafirler topluluğuna karşı yardım et."

Hiç yorum yok: