12 Şubat 2013 Salı

SOL ÇIKMAZI- MUHSİN ÖZTÜRK - ESİN KAYA


11 Şubat 2013 / MUHSİN ÖZTÜRK - ESİN KAYA
Sol meselesini CHP üzerinden tartışmak zaten talihsiz başlayan hikâyeyi sürdürmek gibi bir şey. Bu sefer öyle yapmadık; ama konunun iç açıcı olduğu da söylenemez. Solun şiddetle uzak ve yakın ilişkisi Türkiye siyasi tarihinin farklı suretlerde görünen bir çehresi.
Sık sık üniversitedeki odasına not bırakıyoruz. Mail atıyoruz, dergiye kapak yapabileceğimiz bir konu ile ilgili görüşmek istediğimizi iletiyoruz. Hiçbirine cevap gelmiyor. Konferansı olduğunu öğrendiğimiz mekâna ‘baskına’ gittik. Konuşmalar bittiğinde tanışıklığımıza binaen ayaküstü sohbet girişimimiz ağır ilerliyor, görünmez bir duvar devreye giriyor.
Önce, kendisiyle niye röportaj yapmak istediğimizin izahına başlıyoruz ki nafile, zaten biliyor konuyu. Mailleri okumuş. Bir süre sohbet ettikten sonra, bizi arabasıyla yol üstünde bir yere bırakmayı teklif etti. Yolda, bizim dergiye konuşamayacağını söyledi. ‘Sağ’ ile fazla bir arada görünmesi arkadaş çevresinde hoş karşılanmıyordu.
Başka bir yayın organında olsak seve seve konuşacaktı. Çok ünlü, sol ve tarih üzerine çalışmaları olan, demokrat kimliğiyle tanınan hocamız, ağır bir ‘mahalle baskısı’ altındaydı. Ne yazık ki konu bununla sınırlı değildi. Suya düşen, sadece çok önem verdiğimiz röportaj değildi.


“Bizi bu güzel havalar mahvetti” sözü böylesi anlar için söylenmiş olsa gerek. Bireylerden bağımsız ‘örgütlü’ veya değil bir sol kamuoyu var; etkisine girdiğinizde sanki bazı kararlar ve sözler size ait olmuyor artık. O iklimin esiri oluyorsunuz. Bu durum büyük krizlerde ve tarihî kırılmalarda kendini gösteriyor; siyaset bilimci Dr. Doğan Gürpınar’ın anlatımıyla, düşünce devreden çıkıyor, geçmiş kökler ve duygular her şeyi belirler hâle geliyor. Halil Berktay’ın, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olaylarının Sovyet ve Çin yanlısı iki sol grubun husumetinin sonucu olduğunu açıklaması, kıyameti koparmıştı. Nasıl ‘sol içi’ bir tartışma ifşa edilebilir ve tarihin en kanlı olaylarından birinin temel sorumlusu olarak sol nasıl gösterilebilirdi? Ezilmiş halklar için girişilen ‘devrim’de silahın hangi amaçlarla ve kime karşı patladığı meselesi izah edilemiyordu. Belki de kızgınlık, hikâyenin o kadar da eskiye ait olmaması, başka kılıkta devam etmesi yüzündendi. Darbelerle ve PKK’yla dirsek teması meselesine geleceğiz elbette.

Dursun Karataş’ın cenazesi, DHKP-C’nin, Alevilerin bastırılmışlığını istismar ederek yükselişinin tescili gibiydi. En kanlı terör liderlerinden biri kahraman gibi uğurlandı.
Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, bazı sosyalistlerle girdiği tartışmayı ‘eğer siz sosyalistseniz, ben değilim’ diye noktalayacaktı. 2010 anayasa referandumunda ‘yetmez ama evet’ diyen sol aydınlar yine soldan birilerinin yumurtalı ve boyalı saldırısına uğrayacaktı. 70’li yılların devrimci sol geleneği içinden çıkıp da sol liberal bir çizgiye evrilenler gibi onlar da ‘dönek’ ve ‘hain’diler. Modern dansın öncü ismi Zeynep Tanbay, ‘artık soldan yana değil, doğrudan yanayım’ dediğinde sözlerini teyit eden bir linç girişimine muhatap olacaktı.
Bir zamanlar beraber eylem yaptığı, özgürlük ve insan hakları için yürüdüğü solcu arkadaşlarıydı karşısındakiler. Kürt siyasetinin giderek belki de tamamen silahların gölgesine girmiş olmasıyla ilgili sözleri çok tepki çekecekti. Darbe davaları sonrasında ‘tercihimiz ordu’ diyen ve askerî vesayete destek veren ‘solcu’ arkadaşlarıyla yoldaşlığı yol ayrımındaydı. Darbe girişimlerini dert edinen ve soruşturmaları destekleyenler, Kürt siyasetinin tamamıyla PKK gölgesine girmesinden rahatsız olanlar sol içinde yalnız adacığa dönüşecekti. Onlar ‘AK Partilileşmiş belki cemaat üyesi olmuş’ eski solculardı!

Darbe yapacak general kalmadı

AK Parti’nin son iki yılı ağır bir eleştiri konusu olmakla beraber 10 yıllık iktidar dönemi Türkiye’nin demokratikleşme ve değişim yılları olarak kayda geçti. Olağan yıllar değildi. Darbe girişimleri, kaoslar, büyük siyasi gerilimler… Yüzyılda yaşananlar on yıl içine sığmış; en önemlisi de darbeciler başarılı olamadan mahkeme önüne çıkarılmıştı. Laik, sol, Kemalist kesimler için askerî vesayetin büyük darbe aldığı bu yıllar ‘kurtuluş savaşı’ gibiydi. Bu tutum CHP’de büyük bir ayrışmayı getirse de son durumu, CHP Aydın Milletvekili Osman Aydın özetledi: “İhtilal yapacak bir general kalmadı.” 12 Eylül’de büyük darbe alan sol, darbeyi mahkemeye taşıyan referanduma ‘hayır’ demişti. 10 yıllık sürede askerî vesayet kırılırken yeni bir cephe inşa edilmekteydi.
İşte, o anlardan birinde İzmir’de panel sırasında boyalı saldırıya maruz kalan sol entelektüel Doç. Dr. Ferhat Kentel eski ‘kötü’ bakışların geri döndüğü kanaatinde. “75-80 yılları arasında ODTÜ’de öğrenciydim. Klasik hikâyelerde olduğu gibi kurtarılmış mahalleler vardı. Biz solcular Bahçelievler’e gidemezdik, onlar da bizim olduğumuz yerlere gelemezlerdi. ‘Kesişmek’ diye bir şey var. İnsanları bakarak öldürürdünüz. Maço davranışlar. Sırf sağcılara karşı değil, sol fraksiyonlar arasında da bu kesişme vardı. Biz Sovyetçiydik, başka Sovyetçilerle bile birbirimize girerdik. Şimdi aradan yıllar geçti. Geçenlerde kazayla gittiğim ÖDP’lilerin toplantısında fi tarihinden kalma o bakışları gördüm.”


Marx-21 dergisinin “Kemalizmden Sonra Sol Nereye?” sayısında, “Ulusalcılık mı, Sol liberalizm mi daha tehlikeli” başlıklı yazı Türkiye’deki toplumsal yarılmaya paralel sosyalist soldaki yeni durumu özetliyor. Bir kere TKP, ÖDP, Halkevleri ve EMEP gibi siyasi oluşumlar hayır demiş, ‘evet’ diyenler bir küfür gibi kullanılan ‘liberallikle’ suçlanmıştı. Erkan Doğan ve Onur Doğulu için asıl tehlike darbeyi meşru gören ulusalcılığın sosyalist solu etkisi altına almış olması. “Solun kullandığı dil ülke siyasetinde daha genel bir düzeyde oluşturulmaya çalışılan iklimin bir parçası hâline geliyor.


Bu kampanya, Ertuğrul Özkök ve benzeri köşe yazarlarının, darbecilerin savunuculuğunu yapan Soner Yalçın, Yalçın Küçük gibi demagogların, bir yalan ve çarpıtma makinesi gibi çalışan Odatv gibi web sayfalarının dilini, üslubunu sosyalist solun safları içerisinde yeniden üretiyor.” Özetle, marjinal İşçi Partisi ve Doğu Perinçek üslubu, darbe davaları eleştirisi ve AK Parti karşıtlığı üzerinden sola hâkim kılınıyordu. Ulusalcı dalganın ‘iklimi’nde öldürülen Hrant Dink’i anma törenlerinde sevdiği adamı kaybetmenin hüznünü yaşayanlarla, yeni ‘iklimler’ üretmek isteyenlerin sesi birbirine karışıyor. En çok sesi çıkanlar en az acı yaşayanlardı belki. Acılardan siyaset ve taban üretilmesi vesayet sisteminin en önemli özelliğiydi.


Değişimin öncüsü değil artık

Zaten Türk siyaset sistemi çelişkilerle dolu değil miydi? Ezilmiş ve ötelenmiş halk kitleleri Demokrat Parti’ye oy veriyor; seçkinler, bürokratlar kendine sol diyen CHP’ye… Sol, devlet elitinin, imtiyazlı sınıfların ideolojisi olabilir miydi? İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması’nda sağın sol, solun da sağ olduğunu 60’lı yıllarda yazmış, kendi mahallesinden büyük tepki almıştı. Başlangıçta darbe yoluyla devrim yapma ekolü demek olan Yön Hareketi içinde yer alsa da zamanla bu kitleye muhalif olacak ve 70’li yıllarda derin bir suskunluğa çekilecekti Küçükömer.
Birikim Dergisi Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner de oradan başlıyor anlatmaya. 30 küsur yıl önce Vietnam’da zafer kazandığı, Sovyetler’in yıkılmaz kale gibi durduğu ve Türkiye’de çok güçlü olduğu yıllarda solun durumu iç açıcı değildi.

Sol hem teorisini hem pratiğini gözden geçirmeliydi. Sayıca az olsalar da ciddiyetle izlenen Birikim’in çağrısı, kızgınlıkla karşılanıp ‘yen içine’ çekilmeye çalışıldı. En makul olanlar bile ‘olur böyle vakalar’ anlayışındaydı. Köprünün altında çok sular aktı, sol eski dinamizmini kaybettiği gibi ‘köylü’ dediği dindar muhafazakâr kitle iktidara gelip onların hayalindeki değişimi gerçekleştirmeye yeltendi. Üstelik solun nicedir sorun ettiği Türkiye’nin kirli tarihiyle hesaplaşmaya girişti. Ömer Laçiner’in ‘onları artık defterimden sildim’ dediği kesimler vaziyeti, ‘ordu mu, AK Parti mi?’ ikilemine çevirip ‘tabii ki AK Parti değil’ noktasına vardırmıştı bile. Devletin imtiyazlı sınıflarının ve ideolojisinin etkisi altında kalanlara, sağcılarla küçük bir teması dahi hainlik olarak görenlere ‘sosyalist’ demek bile mümkün değildir Laçiner’e göre.

AB gibi dış meselelerde nasıl tavır geliştirileceği konusunda anlaşmazlık vardır ama asıl kavga içeride kopmaktadır. Türkiye; tepeden inmeci, totaliter, toplumu kendi hamuru gibi gören eski burjuvanın eliyle mi yoksa modernleşmenin gerekliliğini görmüş ama birtakım endişelerle tedricî ve iktisadi dinamiklere ağırlık veren otantik burjuva eliyle mi dönüşecekti? Laçiner’e göre Türkiye’nin değişimi kendi yeterliliğini ve özgüvenini yansıtan otantik burjuva eliyle olmaktaydı. “Türkiye’nin esas burjuvazisi budur. Onlardan beklentimiz demokrasiye, temel moral ve ahlaki kurallara, haklara, özgürlüklere uymalarıdır. Dolayısıyla bu kavganın AKP lehine sonuçlanmasını ülkenin geleceği açısından olumlu bulduk. Ve olacaksa, yeni anayasa değişikliği bütün eksikliğine rağmen onaylanmalıdır. Eksiklikleri, olumsuzlukları neyse oturup mücadelemizi yaparız.” diyor Laçiner.

Değişimin öncüsü aynı zamanda yeni hegemonyanın sahibidir. Ferhat Kentel’e göre bu yüzden değişimin kimin eliyle ve nasıl gerçekleştiği mühimdir. Sol, Türkiye de değişimi yapacak olan akım ve harekettir. Ancak değişim, modernleşme, sözgelimi okullaşma en çok onların olmadığı bu dönemde gerçekleşmiş hatta beton gökdelenler konusunda aşırıya bile kaçılmıştır. “Üniversite çağımda bir arkadaşımla yolda yürüyoruz. İş Bankası’nın binası Ankara’nın tek gökdeleniydi. Arkadaşa, devrim olsun da partinin binası yapalım, dedim. İtiraz etti: O bizim ancak gençlik örgütüne olur, parti için daha büyüğünü yaparız.” Şimdi ise istenmediği kadar hatta nefret edilecek kadar yüksek bina yapılmaktaydı. “Sol sınıfsal ve kültürel hegemonyaya sahipti. Bu hegemonya maddi somut bir şey değil, sembolik bir şeydir. Biz memleketi yönetiyoruz demek. İlkokul kitaplarındaki ideal anne baba örnekleri, çağdaş yaşam sembolleri, kahramanlık hikâyeleri ile bütünleşen bir iktidar. Ama birileri başka sembollerle geliyor. Başörtüsüyle, başka bir aksanla, Kürtçeyle…” Eski düzende var olabilmek için ehlileşen kesimler için de durum daha büyük bir nefret kaynağı oluşturur. “İktidar sınıfı için illaki ekonomik çoğunluk olmak gerekmez, ehlileşmiş olmak gerekir. Tornaya girdiyseniz, ilk varsayılanı kabullenip içselleştirdiğinizde dışarıdan gelen her şeye karşı tehlike gözüyle bakarsınız. Modernleşmek için kadın olarak başörtüsünü çıkardınız, annenizin, karınızın başörtüsünü çıkarmasını istediniz. Şivenizi düzelttiniz, güzel İstanbul Türkçesi konuşmak için… Bu kadar çaba göstermiş, ehlileşmişim; ehlileşmeyen birtakım yabaniler benim yerimi alıyor. Yeniler kazanıyor ve onların yeni sembolleri var. Dolayısıyla ben korku üretiyorum orada.”


Radikal bir söylem, hırçınlaşma, marjinal bir tavır olmakla birlikte geniş ‘seküler’ toplumsal alanı etkileyen ruh hâli de söz konusuydu. Devlet merkezli imtiyazlı bir sınıf öncü rolünü yitirmekteydi. İdeolojik angajmanı olmayan, şehirli, İstanbul’un yüksek kulelerinde çalışan bir genç kız ‘birisi Erdoğan’ı öldürse o kadar rahatlayacağım ki’ diyebilecekti. Normal yollarla değiştiremeyecekleri bir iktidarı zorla ya da suikastla değiştirmede beis görmeyen militer güçlerin görüşü, Cumhuriyet Mitingleri ile toplumsallık kazanacaktı. İki partili sistem demokrasiler ve istikrar için iyi olabilirdi ama tarafların birbirlerine diş biledikleri iki kutuplu siyaset iyi sonuçlar çıkarmamıştı.

Sol derin devletin pençesinde

Türkiye’de darbeler derin devlet operasyonlarıydı aynı zamanda. Darbeleri desteklerdiniz, çünkü bunun şartları üretilirdi. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı gibi sol- Kemalist aydınlara yönelik suikastlarla; Madımak ve Gazi Mahallesi olaylarıyla; Çorum, Maraş gibi Alevilerin yaşadığı şehirlerdeki derin operasyonlarla, sosyalist sol ve Aleviler, tam da kendi olabilecekleri bir zamanda kendilerini bürokratik oligarşiyle aynı safta buldular. Sol da tıpkı dindarlar, Kürtler gibi ağır derin devlet operasyonlarına ve şiddetine maruz kaldı. “Korkunç bir siyasi kültür içinde yüzüyoruz.” diyor Kentel. 27 Mayıs’ta Başbakan ve iki bakan, 12 Mart’ta üç genç sol lider asılıyor, 12 Eylül öncesinde binlerce genç ölüyor, sonrasında sağdan soldan onlarca kişi asılıyor. 90’ları anlatmaya bile gerek yoktur. O kadar korkunçtur ki sağlıklı düşünmek, başkalarına ‘saygıyla konuşalım’ demek neredeyse imkânsızdır. “Solda yaşanan daha travmatik.

12 Eylül gelmiş vurmuş, 12 Mart gelmiş vurmuş, 6-7 Eylül’de bile solcuları götürüyorlar. Derin devlet operasyon yapıyor, Atatürk’ün evine bomba koyuyor, bir sürü solcuyu toplayıp hapishaneye götürüyorlar. Sürekli dayak yiyen, kafasına vurulan bir hareketin normal ya da rasyonel olması değil, nefretle oluşan bir hareket olması pekâlâ mümkün.” Solu dizayn ederken bir sol aydını hedefine koyan, Alevileri çizgiye çekerken Madımak’ı üreten bir sistemle baş etmek kolay değil elbette.

Demokratik bir sol, hayal

Solun bu kadar dayak yemesi Kürtlerin, Alevilerin ve dindarlarınkiyle aynı sebebe dayanıyor. Ancak Kemalizmle özel ilişki solu farklılaştırıyor. Türkiye’de alternatif demokratik bir sol hareketin çıkamaması, Kemalizmin, yani CHP’nin sol alanı kapatmış olmasından kaynaklanıyor. CHP’nin ilk sol söylemi güçlü sol hareketlerin başladığı 60’lara rastlıyor. Sol alan öyle ya da böyle statükonun tekelinde kalmalıydı. Nevzat Tandoğan’ın söylediği gerçekleşmiş, lazım olduğunda solu getirmek de CHP’ye kalmıştı. Sol sözgelimi ‘yetmez ama evet’ bile dememeliydi. Darbelere karşı sokakta yürüyen bir sol hareket olamazdı. Atilla Yayla, 27 Mayıs’la başlayan darbeler tarihinde sadece iktidarların değiştirilmediğini, yeni bir sınıfın inşa edildiğini söylüyor. Bugün yaşanan şey bu imtiyazlı sınıfların ‘yaşam tarzı’ üzerinden geniş etki alanına ulaşabilmiş olmasıydı. Prof Dr. Ahmet Arslan’ın anlatımıyla “yaşam tarzı meselesi çok önemliydi ve muhafazakâr siyasetçilerin anladığı bir şey değildi”.

Türkiye’de solun geleceği daha Cumhuriyet kurulurken çiziliyor. 1917’de Bolşevik Devrimi’nin Türk siyasi hayatını derinden etkileyebileceğini kim düşünebilirdi ki? 17 Ekim Devrimi’nden sonra Almanya ve Fransa gibi daha gelişmiş, kapitalistleşmiş ülkelerde devrim beklentisi yüksektir ama olmaz. Yüzler Doğu’ya döner ve devrim için gerekli olan sınıflar yetersiz kaldığı için ezilen halkların desteklenmesine karar verilir. Teorinin asker eleştirisi rafa kalkar. Emre Aköz’e göre bu durum Sovyetler’i milliyetçilikle-ulusalcılıkla ittifaka götürür. Nitekim Sovyetler, Kurtuluş Savaşı’nı anti-emperyalist bir mücadele olarak görür ve destekler. “Kurtuluş Savaşı’nın finansmanını sağlıyorlar. Silah ve İnebolu’dan Rus altınları taşınıyor. Askerler geliyor, planlar yapılıyor. Türkiye’de komünistlere; bu devletle iyi geçineceksiniz, deniyor. Sosyalizm için Türkiye’nin kaybedilmemesi önemli.” görüşünde Laçiner. Taksim Anıtı’nda Atatürk ve İnönü’nün hemen arkasına konuşlanan Frunze ve Varaşilov ismindeki iki Rus generali bu dönem yapılan ittifakın eseri. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde ‘burjuva’ yanlısı ve serbest piyasacı yani anti-sosyalist ve anti-devletçi politikaların benimsenmesi Sovyetlerin Türkiye’ye bakışını dolayısıyla solcuların tutumunu değiştirmez. Kemalistlerin yanında olmak Türk sosyalistlerin kendi kararı değildir elbette. “Bizimkilere kalsa Kemalizme küçük burjuva ideolojisi diyerek karşı çıkacaklar. Karşı çıkmaları da gerekiyor.” diyor Emre Aköz. Yani Türkiye solunun en temel sorunu sayılan Kemalizmle ilişkisi, Sovyet kaynaklı olarak daha Cumhuriyet’in kuruluşunda başlar. Oral Çalışlar bu ittifakı şöyle çerçeveler: “Sovyetler Birliği ile müttefikse, solcular için Kemalist rejim müttefikti ve ilericiydi.” Sol, “Kemalizm ilerici bir rejimdir, bu yüzden desteklemeliyiz” diye yazılar yazar. jakobenizmin Fransız Devrimi’yle başladığı ama esas itibarıyla Lenin tarafından Sovyetler Birliği’nde inşa edildiği görüşünde Çalışlar. “İşte o jakobenizm Fransız-Sovyet modeli olarak Kemalizm şeklinde geliyor Türkiye’ye.” Yeni Cumhuriyet’in yönetici eliti kendi iktidarını kurarken solcuları da kovuşturur, hapse atar, dergilerini kapatır. Nazım Hikmet’in hain damgası yemesi, hapis yatması hatta büsbütün sürgün hayatı sürmesi bu yılların eseri. Laçiner, her şeye rağmen Sovyetler’in Türkiye’deki sola ‘sesiniz çıkmamalı’ telkininin sürdüğünü söylüyor. “Sovyetler o sıra Avrupa’dan gelen büyük dalgayla boğuşuyordu. Türkiye onlar için sakin kalması gereken bir yer. Buradaki Komünist Partisi de Sovyetler politikasının bir aleti olarak rejim nerede sıkışıyorsa o safta yer alıyor. Kürtler ayaklandı mı onlara karşı, Müslümanlar ayaklandı mı da onlara karşı, rejim nereden sıkışıyorsa onlarla birlikte saf aldılar. Rejim refleksleri gösterdiler. 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar böyle devam etti.”

Sovyetler’le bu ilişki biçimi, Türkiye’nin Batı eksenine kayması ve NATO üyesi olmasıyla değişir, kötüleşir. “DP ikaz edildi. CHP’nin iktidar olabileceği ihtimaliyle buradaki komünistler de CHP’ye yakın durma politikasına gittiler. CHP onlara biraz daha hoşgörülü davranıyor gibiydi ama diğerleri gibi anti-komünisttiler.” diyor Laçiner. Ona göre, CHP’nin pek inandırıcılığı olmadığından DP’ye oy veren işçi ve köylüleri uzaklaştırmak için sol partilere alan açılmıştı. “61 Anayasası’yla sol ilk defa yeraltından çıktı ve nefes aldı. Bunu kendisine sağlayan askerî darbeyi ve onun getirdiği anayasayı da savundu.” Sovyetler’le ilişki başka bir şekle bürünmüşken solun Kemalizmle yakın olmasını gerektiren ikinci bir sebep daha ortaya çıkmıştır: askerler. O yıllarda gençlik hareketleri ile tanışan Oral Çalışlar’a göre 60’larda Kemalist ideoloji ile yetişmiş orta hâlli ailelerin çocukları sosyalizmi çok kolay benimsedi. “Biz, ‘Öncü bir partiye ihtiyaç var; toplum şeriatın ve geri ideolojilerin baskısı altında, onları kurtarmak için ne yapmak lazım?’ diye düşünürken ihtilalin gerekliliğine inandık. Bunu da azınlık bir grup yapabilir derken, birden Stalinizme ve Leninizme geçtik. Geçtiğimizi fark etmedik bile. O kadar birbirine benzer iki ideolojiydi ki Kemalizmle. Zaten 60’larda ‘ikinci Kurtuluş Savaşı’ydı bizim hareketin adı. Atatürk başlattı, biz de aynı yerden alıp sosyalist Türkiye’yi kuracaktık.” Türkiye’de önde gelen solcuların yüzde 80’inin asker çocuğu olduğunu belirten Murat Belge, Kemalizmle sol arasındaki devamlılığa ve biyolojik yakınlığa dikkat çekiyor.
70’lere doğru gidilirken 27 Mayıs darbesi sonrası uygun şartlarda sol gençlik hareketleri bir hayli güçlenir. Türkiye’deki sol devrimi destekleyecek ‘bilinçlenmiş’ işçi sınıfı ve Çin’de olduğu gibi ağaç kabuklarıyla beslenen köylüler olmadığından devrimci solun yönü silahlı kuvvetlere kaymıştır. “Pekâlâ askerlerin elindeki silahla bu olabilir, dendi. Solculuktan istifa edenler yukarıdan aşağıya bunu kurmayı kabul ettiler.” tespitini yapıyor Laçiner. 12 Mart darbesine solcu gençlerin taşıdığı ‘ordu millet el ele’ pankartlarıyla gidilir. Milliyetçilikle ve ulusalcılıkla yoğrulmuş darbeci sol geleneği hem toplumda hem de ordu içinde hep varlık gösterecekti. Tanıl Bora’ya göre, milliyetçiliğe bulaşmış bir sol, sol olamazdı; ama sol kimliği, solu kontrol altında tutmak için bir hayli işlevseldi. Öte yandan, Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgal etmesiyle Sovyet karşıtı bir havada gelişen 68 kuşağı, Türkiye’nin özel şartları gereği olsa gerek silahlı kuvvetler ve Sovyet yanlısı olarak şekillenecekti.

Şiddete yakın, halka uzak

Türkiye 70’lerde sağ ve sol çatışmasına sahne oldu. 77-80 yılları arasında 5 bin genç öldü. Devrim şiddeti içermekteydi; sol eline silahı aldığında karşısında sağı ve ülkücüleri buldu. Onların devlete, devletin de onlara kayıtsız kalması mümkün değildi. Yukarıdaki bir el sağı da solu da kullanarak 12 Eylül’ü üretti. Devrim için gerek duyulan şiddet sol bir devrimi üretememişti ama darbe olmuştu. Şiddete cevaz veren sol teori de tartışma konusudur artık. Halil Berktay, Murat Belge gibi isimler teorideki yanlışlığı dile getirdikleri için hâlâ eleştiri odağındadır. “Bir ütopyayı ancak şiddetle kurabilirsiniz. Dolayısıyla devrimi cebren yapabiliyorsun, askeri ikna edip devleti ele geçirmeye, devlet eliyle sosyalizmi kurmaya çalışıyorsun. 65 yaşındaki adam ‘ya ölürsün ya öldürürsün, tabii ki silahla geldik, kendimizi koruduk diyor; hâlâ aynı fikirde. Bu adamlar kötü değil, çocukça saflık içindeler. Ütopyacı.” Bu ütopyanın bedeli ağır olur. Dünyada sol içinde gelişen 3. yol arayışları Ufuk Uras’a göre Türkiye’de de mümkünse de zor gözükmektedir. Solun toplumun geniş kesimleriyle zayıf bağlantısı ve ‘halksız’ yürütülemeyen siyasi alandaki başarısızlığı Oral Çalışlar’ın ‘çaresizliğin ürettiği’ dediği şiddeti besliyordu. Bir kez cevaz verdiğiniz şiddetin içe yönelmesi de kaçınılmaz hâle geliyor. Dev-Yol’un lider kadrosundan Paşa Güven’in Paris’in göbeğinde silah arkadaşları tarafından infaz edilmesi akla ilk gelen örneklerden. Örgütten korkmak kadar şiddetin normalleşmesi de bu cinayetlerin sorgulanmasını önlüyor. PKK’nın iç infazları için de aynı şeyler söylenebilir.
70’ler romantizmini ve şiddet çağını canlı tutan şey 68 öykünmesi diyebiliriz. Solun yüzleşmekten kaçındığı 70’ler ve darbeci tarihle ilişkisine bir de 80 sonrasında PKK eklenecekti. Adı üstünde Marksist Leninist bir örgüttü söz konusu olan. Oral Çalışlar’a göre Türkiye solunda darbelere ve PKK’ya sempatiyle bakılması şiddet meselesinin aradan çıkarılmadığının göstergesi. “Türk solunun önemli bir kısmı PKK şiddetini ve askerî darbeciliği meşru görüyor. Küçük sol gruplar var ‘dağa çıkacağız’ diyen, onların o kadar önemi yok. Esas solun büyük kitlesi darbeciliği meşru görüyor ve Kürt hareketini PKK ile özdeşleştiriyor.” Bir de “ulan gitsinler AK Parti’ye darbe vursunlar” diye düşünüp de kendisi geçmişte milliyetçi olduğu hâlde bugün PKK’ya destek veren Türk solu vardır. ‘PKK’dan başka direnecek güç kalmadı’ denmektedir.

Sol, PKK’ya daha da yaklaştı

Bu yüzden, İmralı sürecinin başladığı bir zamanda PKK şiddetine dayanan solun direnci gözden kaçmaz. PKK, Türkiye devrimci solunun içinden çıkan, kurucularının arasında Türklerin de olduğu bir yapı. “60’ların sonlarında, 70’lerin tümünde sol hareketler böyle bir toplumsal taban görmedi. Şu anda hayal edemeyecekleri, çok ciddi bir toplumsal taban var Kürt hareketinde. Şimdi de sosyalistler bu hareket üzerinden pozisyon elde etmeye çalışıyor.” ifadeleri Doç. Dr. Vahap Coşkun’a ait. AK Parti’nin bütün seçimlerde oyunu artırması, devlet iktidarını kullanan organlara hâkim olmaya başlaması, hegemonik bir parti hâline gelmesiyle sol, Kürt siyasetine ve PKK’ya daha fazla yaklaşmıştır. Coşkun şunları söylüyor: “PKK içinde Ankara grubu olarak bilinen, 1970’lerin sol argümanlarına sıkı sıkıya bağlı, ‘barış olacaksa bile bu AKP’yle olmasın’ diyen bir grup var.” AKP mi, ordu mu ikilemi sadece Kemalist solun önündeki bir mesele değildir yani.
Aleviler 60 ve 70’lerin devrimci sol hareketleri içinde mobilize olurken, Emre Aköz’ün deyimiyle Sünni korkusuyla solculaşırken, 90’lı yıllarda ulusalcılıkla tanışacaktı. Doğan Gürpınar “70’ler solun evrensel idealler dönemiydi. 12 Eylül’den sonra bu bitti. Aleviler ilk başta Alevi kimliğini sol evrensellik içinde ifade ederken 80’den sonra ayrı bir Alevi hareketi oldu. Ayrı bir Kürt hareketi olduğu gibi. 90’lı yıllardan itibaren devlet hedefine solu değil, siyasal İslam’ı ve Kürtleri koydu. Aleviler ve sol, 70’lerdeki devlete karşı konumdan ayrılarak 90’larda ehlileşti.” düşüncesinde
“Türkiye’de din meselesi anlaşılmadan siyaset yapılamaz.” tespitinin sahibi Kemal Karpat yine haklı çıkıyor. Ancak durum sadece dindar kesimlerin desteğini almak değildir. Doğan Gürpınar aynı görüşü paylaşıyor: “AK Parti’nin İslam’ı temsil eden değil, halkın tercihiyle ve reel siyasetle iktidara gelen bir parti olduğu algısı daha sağlıklı. İslam eşittir parti algısı, İslam için de, partiye karşı olanlar için de sorunlu. Çünkü bu İslam’a mesafeli duruşlarını besliyor.” Nitekim son yıllarda doğrudan dine ve İslam’a yönelen sözler de iktidar savaşının yansımasından ibarettir Doç. Bilal Sambur’a göre. Eski rejimle ilişkisi nedeniyle kilise karşıtı oluşan Fransız Devrimi atmosferinde üretilen bir ideolojidir sosyalizm. Hem teoride hem de pratikte din karşıtlığını içinde barındırır. Fransız tipi laiklikle birleştiğinde olan olmuştur Türkiye’de. Modernleşme tarihinin ve felsefesinin Türkiye’ye uyarlanması meselesi çoktan masaya yatırılmalıdır.
Radikal yazarı Koray Çalışkan’a göre durum hiç de öyle çok kötü değil; hatta sol, tarihinde ilk kez, orduya ve dayandığı ideolojiye uzak durarak kendini toparlayabilmiştir. 10 yıl boyunca İslami ve Kemalist muhafazakârlıklar çatışmış, her ikisi de sersemlemiştir. Fikriyatı güçlü ama 20-25 kişilik sol entelektüel grup yerine, fikriyatı zayıf olsa bile örgütlü ve on binlerle ifade edilen sol kamuoyunun dikkate alınmasından yana. Sol demek örgütlü çalışmaların içinde olmak demektir ve bu fildişi kuleden yazı yazmaya benzemez! Kendisinin de yer aldığı üniversitedeki sendikal örgütlenmede katılımcılara, “AK Parti hükümetinin neo-liberal politikaları…” diye söze başlayan 6 avukatı işten attıklarını, yerine üniversiteli bayanların ilgileneceği diyetisyenler, çocuk sağlığı uzmanlarıyla anlaştıklarını söylüyor. “Yeni sol bunu yapıyor artık.” diyor Çalışkan.
Dosyaya son şeklini verirken Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’ne DHKP/C örgütünün saldırısı oldu. DHPC ve TKMLP gibi sol kökenli örgütlerin şiddet ve sol tartışmasında en başta anılmaları gerekiyor, anılıyorlar da. Şiddeti devrim için meşru bir araç olarak görmek, ortaya çıkan şiddet hâlini kendi toplumsal ve siyasal durumu için yararlı bulmak, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ diye bakmak da bir yerde aynı kapıya çıkıyor. Elbette bahsini ettiğimiz sola dair eleştiri yine soldan geliyor. Elbette bir umut var! Son söz Ferhat Kentel’in: “Tabii başka bir solculuk da var. Başkalarıyla iç içe, ötekilerinin kelimelerinden besleniyor, pratiğe önem veriyor, teorinin kutsal bir şey olmadığına inanıyor. ‘Toplumsal, kültürel meseleleri, adalet meselelerini başkalarıyla konuşarak halledebiliriz’ diyor, daha tevazu sahibi. ‘Devrim daha çok gündelik hayatlarımızda olması gereken şey belki’ çizgisindeki sol yaşıyor bir yerlerde. Kendine solcu demeyen birinde. Mesela Spartakus kendisine solcu demiyordu, var olan baskıcı bir yapıya karşı isyan ediyordu. Şeyh Bedrettin de öyleydi, Şeyh Said de…”
Doç. Dr. Bilal Sambur: Dine karşılık iktidarla ilgili  

Cumhuriyette kurucu ideoloji, kendisine uygun bir insan ve toplum üretme iddiasındaydı. İcat edilmek istenen toplumun en belirgin özelliği çağdaşlıktı. Ve bu, din başta olmak üzere toplumun sahip olduğu bütün kültürel, moral ve manevi değerlerin tasfiyesini ifade etmekteydi. Egemen resmî ideoloji, topluma hükmetme hak ve imtiyazını kendisinde görüyordu. Resmî ideoloji, çağdaşlık adına kendisine iman eden bir kesin inançlılar sınıfı oluşturmayı başardı. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle o sınıf, AK Parti yerine direkt İslam’a yönelik eleştirileri ifade etmeye başladı. Aslında bu eleştirileri, dine yönelik negatif tutumlar olarak okumak yerine, iktidarı kaybetmekten duydukları öfkenin ve şimdiye kadar küçümsedikleri kesimlere karşı duydukları nefretin tezahürleri olarak okumak gerekir. Sol, ulusalcı, laik, CHP’li gibi isimler taşıyan bu kesin inançlılar, hiçbir yere savrulmamakta sadece patolojik olarak niteleyebileceğimiz bir tutum ve davranış içerisindedirler. Dine yönelik yüzeysel söylem ve tutumların içerisine girmeleri de bundan.

Şenol Kaluç (LDT Alevi Araştırmaları Mrz.): Aleviler Ergenekon’a itiliyor

AKP iktidarı, sol çevrelerde muhafazakâr değerlere karşı var olan önyargıları ortaya çıkardı. Türkiye’de sol, daha çok orta sınıf Kemalistlere ve Alevilere dayanmakta. Gözle görülen zenginleşme bu kesimlerde farklı sebeplerle fakirleşme olarak algılanmaktadır. Sol Kemalistler mevkilerde muhafazakârları görmekten rahatsızlık duyarken Aleviler için sorun biraz daha karışık. 80’li yıllarda başlayan Alevi uyanışı ve AKP’nin başlattığı açılım ile Aleviler kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri bir ortama kavuştular. Ancak bu ekonomik ve sosyal konumlarda geçerli olmadı. Muhafazakâr iktidarlarda –sağ partilere oy vermedikleri gerekçesi ile- Alevilerin ekonomik pastadan aldıkları pay sürekli küçüldü. Bu alan daralmasına CHP de ilginç bir şekilde dâhil oldu.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa seçilmesi ile en azından CHP belediyelerinde iş bulma şansına sahip Aleviler, bu kapıdan da mahrum olmaya başladılar. Bu, Alevi karşıtlığı ile birlikte, daha çok Alevi partisi gibi görünmeme, diğerlerini küstürmeme arzusu. AKP’ye gelince açılım çabalarına rağmen Alevilere karşı gerekli adımların bir türlü atılamaması, CHP’yi köşeye sıkıştırmak adına mezhep üzerinden söylevler geliştirilmesi ve özellikle kamuda iş alanlarının neredeyse tamamının Alevilere kapalı hâle getirilmesi umutsuzluğu artırdı. Özellikle genç ve okumuş Alevi gençleri umutsuzluk içinde. Bu da Alevi gençleri, sol marjinal gruplar ile Ergenekonvari yapılanmaların açık hedefi hâline getiriyor. AKP’nin bu gerçeğin farkına varması hayati bir önem taşıyor. Bu gençlerin illegal faaliyetlerde kullanılmaları muhtemel. Aynı şekilde Ergenekon da Aleviler üzerinden çıkış yolu aramakta. Bu psikolojinin giderek güçlenmesine maalesef sağ-muhafazakâr basının Alevilerin sorunlarına karşı vurdumduymazlığı da katkı yapıyor. Özellikle Ergenekon haberlerinin verilişinde tutuklanan onlarca isim içinde Alevi kökenlilerin bilinçli bir şekilde ön plana çıkarılması düşmanlığa sebep oluyor.
Ufuk Uras: Şiddet çalgısıyla özgürlüğün şarkısı söylenemez  

AKP’nin alternatifinin ancak daha özgürlükçü ve demokratik bir zeminde inşa edilebileceğini ve bu konuda yalnız olmadığımızı düşünmüyorum. Konu sadece eski rejime ait bir dünyanın repliği olan siyasi Kemalizm değil, kültürel Kemalizmdir. AKP’nin pragmatizmiyle, taahhütleriyle yaptıkları arasındaki farka baktığımızda da ortada bir geçiş süreci olduğu görülüyor. Yani yenileşme de eskiyi içinde barındırarak ilerliyor. Yeninin de eleştirisi ancak bundan rahatsız olan toplum kesimi ve muhalif kesimler üzerinden olacak. Üçüncü yol mümkündür. İktidar partisi yüzde 50 oy almış, bu tür adımları niye atamıyor? Orada da Gorbaçov sendromu gibi ayağının altındaki halının çekilmesi endişesi var. Özgürlükçü sol kendi benzemezlerine ulaşarak, kendi hegemonyasını oluşturabilir ve bu ancak halkı razı etmekle mümkün olur. İnsanların kendilerini gerçekleştirebileceği demokratik zemini savunmakla olur. Şimdi ısmarlanmış panikler üzerinden hayat düzenleniyor. Kendine endişeli modern diyenler var, bizim gibi modernlerden endişelenenler var. Gençliğin naftalin kokan hareketlere itibar etmemesi gerekiyor. Uygun olmayan araçlarla uygun amaçlara ulaşılamaz. Şiddetin çalgısıyla özgürlüğün şarkısı söylenemez, diye bir laf var.

Ömer Laçiner: Eskiden beri sol ağır itham altındaydı
Eskiden solun manevi bir ağırlığı vardı. Yüzde 3’tü ama yüzde 20'lik bir etkisi vardı. Saygı uyandırırdı. O tür bir ağırlık şimdi mevcut değil. Kemalistler çok yakın zamanlara kadar kendilerine sol bile demedi. Ne zaman ki birileri sol diye çıktı, solu kontrol etmek için bu yola girdi. CHP’nin bize gösterdiği düşmanlığı kimse göstermedi. 70’lerde sol ağır darbe yedi. Bu darbede sebeplerin yarısını da kendisi meydana getirdi. 12 Eylül’de solun yediği darbe İslami hareketlerin tamamının yediğini 15’e katlar. Herkes öyle ya da böyle Sovyetler’in varlığını garanti sayıyordu o yıllarda. O ortadan kalkınca korunma ihtiyacı hasıl oldu.
60’lardan beri sağ neşriyata bakın, ‘bu adamlar da şunu diyor’ diye bir tane paragraf göremezsiniz. Alabildiğine küfür ve iftira vardır. Sol hareketin geleneksel topluma karşı öfke duymasının sebebi ağır iftira altında olması aynı zamanda. Tamam bizim kızlarımız açık gezerlerdi ama birine ben senden hoşlanıyorum demek cesaret isterdi. Ama sağ bizi her gece orji yapıyor sanıyor. Böyle olunca sağdan gelen hiçbir lafı dinlemezsiniz. Dinlemedik de...
Ben kalkıp da AKP’ye, düşünce özgürlüğünü neden sınırsız yapmıyorsun, diye sormam. Yapamaz ki. O zaman muhafazakâr olmaz. Ama bu insandan ortak yaşamımızla ilgili bir şey beklediğimde kendi varoluşu içindeki olgularla çelişmeyecek şekilde yap derim. O kandırma değil, kendi gerçeğinden hareket etme. Bazı şeyler pazarlık konusu değildir, benim dürüst olmam senin dürüst olmanın şartı değildir. İyi olmaya karar verdiyseniz iyi olacaksınız. Ticaret yapmıyoruz ki, yaşıyoruz. Biz bir dindarın dinine gösterdiği saygının 10 mislini göstermeliyiz. Bu bir güven sorunudur.
Ferhat Kentel: Senin bir özün var

Sol, sadece sol içinde tartışılacak bir şey değil. Aleviliğe, Kemalizme, değişen iktidar yapılarına, seçkinliğe de değinmek gerekiyor. Sol bir zamanların seçkini kendisi iken şimdi yerine her şeyi ben bilirim diyen bir başka cemaatin geliyor olmasına tahammül edemiyor. Sol şanssız bir şekilde Kemalizmle örtüştü. Anadolu’nun geleneksel değerlerini, din başta olmak üzere otantik olan her şeye karşı savaş açmış bir modernizm bu. Kemalistler de modernizmin temsilcisi, solculuk bunun uç versiyonu, en radikal olanıydı. Geleneksel toplum, biz atamızdan böyle gördük demektir, tekrar eden bir hayattır. Kemalizm ve sol bunu değiştirmek, hep ileri gitmek ister. Solculuk da Kemalizmin beşiğinde büyümüştür bu yüzden. Seçkindir, toplumu değiştirmeye çalışır, doğru bilgiyi kendi tekelinde görür. Bu anlamda alternatif sosyal hareket bile çok Kemalisttir, jakobendir Türkiye’de. Ben seni adam ederim diyorsun, olmadığında da ‘bırak halk teoriye uymuyor’ diyorsun.

Net tavırlar isteniyor. “Solcuysan öyle davran. AKP’yi destekler pozisyon alıyorsun, neden?” diyorlar. Bizim kafamızda bir ezber bu: Senin bir özün var, AKP’nin bir özü var, o öz gerici, şeriatçı, kötü bir özdür. O zaman senin de özün kötüdür. O yüzden gördüğü yerde boğmak istiyor. Liberal bilmez, Taraf gazetesi haindir, muhakkak birinin oyunudur… Sol, Fransız Devrimi gibi eskiyi silmek için her türlü operasyonu yaptı. Giyotin sırf kafa kesen bir alet değil, eski olan her şeyi keser. Eskinin konuşulması benim bütün devrimciliğime halel getiriyor. Eski denen şeyden inanılmaz korkuluyor. Çünkü tarih ilerlemesi gereken bir şeydir. “AKP değiştirici, modern bir şey olamaz” deniyordu ama sonuna kadar da oldu.
Atatürk hiçbir zaman gündelik hayatın içine girmiş bir sembol değildi. Anıtkabir’e gidilirdi ama Oruç Baba türbesi gibi değildi. Kafalara takılan Atatürk bantları, arabaların arkasına yapıştırdıkları ‘K. Atatürk’ çıkartmaları, çoğunlukla kadınların yaptırdığı imza dövmeleri. Belli ki Atatürk yeni yükselen toplumsal hareket içinde gündelik hayatın içinde bir kimlik hâline dönüştü. Can Dündar’ın Mustafa filmi Atatürk’ü bizim aramızdan bir insan hâline getirdi. Çok yakışıklıydı, çok iyi ata binerdi. Atatürk defileleri, Atatürk’ün sevdiği şarkıları… Eskiden Atatürk bizim kurucumuz deyip geçtiğimiz bir şeydi, şimdi çok daha canlı hâle geldi. Kemalizm sona ermiyor, yeni bir şekle giriyor. O anlamda eski solcular Atatürk’le bu sayede yeniden evlendi, içine girdi.
Dr. Doğan Gürpınar: PKK, Türkiye soluna heyecan veriyor!

Sol acılardan bir kimlik yarattı ve bu da solda bir cephe daralmasına yol açtı. Gençlik yaşamamış, bilmiyor ama 70’lerde yaşanan acılara dair hikâyeler Soğuk Savaş boyunca gerilmiş düşmanlığı yeniden üretiyor. Klasik müesses nizamın yerine AKP’nin kendi iktidarını kurmasıyla beraber solun Soğuk Savaş klişeleri ve ezberleri geniş bir alan buldu. Bu sol için ayrı bir talihsizlik. Özgüven sorununu da beraberinde getirdi, kendini 70’lerden farklı olarak sağa göre tanımlayan bir sol var artık. Solun sıkışıklığı bir yerde kendi vebali.

PKK hareketi Türkiye solunun bir kolu olarak doğuyor. 12 Eylül darbesi Türkiye’de sol hareketleri bitirdi ama PKK’yı bitiremedi, büyüttü. Türkiye solu ülke içinde kendine bir kitle bulamadığı hâlde o kitleyi Kürt hareketinde buldu. CHP’nin İzmir’de yüzde 50 oy alması, AKP için sorun oluşturmuyor. BDP’nin Diyarbakır’dan yüzde 60 oy alması da öyle. Ama PKK, AKP’nin burnunu sürten bir güç ve ağırlık olarak görülüyor. CHP’nin yapamadığı şeyi AKP gibi BDP yapmış, tabanla bağı daha güçlü kurmuştu. Bu aslında solun hep hayal ettiği bir şey. CHP geçmişten bir kalıntı gibi dururken BDP geleceğe sıkılmış bir yumruk gibi. Bu sola heyecan veriyor. Ve dolayısıyla onu var eden çatışma ve silahlı mücadelenin bitmesini istemiyor. 90 sonrası Marksist bir örgüt olan PKK’nın mütedeyyin Kürt topluluğu üzerinde etkisi ve onları dönüştürmesi, Türk solunun bir mirası olması, çok ciddi Marksizm araştırmasına konu olabilecek bir yapı hâline getiriyor PKK’yı.
Erdoğan iyi bir siyasetçi. Kendi kitlesini saflaştırmanın çok önemli olduğunu düşünüyor. Hüseyin Aygün’ü mesela çok kullanıyor. Solu tanım gereği ahlaksız addediyor. Ben kimlik siyaseti yaptığım sürece kazanırım, diyor. MHP’nin söylemlerini de kullanıyor. Aslında solu daha da marjinalleştiriyor ya da solda bir çıkış imkânı varsa bile bunu köreltiyor. Duygusallaştığında yelkenler suya iniyor, pozitif olarak ilişki kurabiliyor.
Mustafa Akyol: Sağın ikonu Menderes’ken solunki Deniz Gezmiş!  

AK Parti’nin kendine bakıp özeleştiri getirmesi gerekiyor. AK Parti’nin son bir yıl içinde çizdiği profil daha önce ortaya koyduğu reformist partiye yüzde yüz uymuyor. Zaten sol da, bunlar dincidir, sağcıdır; bunlardan demokrasi beklenemez ki diye, İslami kimliğe karşı duran ideolojik bir damar. Kemalizmle hiç alakaları yoksa ve AK Parti’ye alerji besliyorlarsa BDP yeni bir siyasi alternatif hâline geldi. Sırf piyasaya, kalkınmaya, inşaatlara falan alerjiyle bakanlar var ki zaten Demokrat Parti ve Özal’a da öyle bakıyorlardı. Sol dendiğinde bu tip kültürel önyargılar var zaten. Tüm dünyada Marksist solun dinle arası pek iyi değil, bunu aşan, Marksist olmayan sol var. Türkiye’de sağ ve sol kavramlarını en çok ayıran şey bence din karşısındaki tutum. Anadolu’da sokaktan birini çevirip sorsanız solcu kimdir diye, camiye gitmeyen, dinden de pek hazzetmeyen bir insan akla gelir. Ekonomik çıkarlar üzerinden değil, kültürel zemin üzerinden bir ayrışma bu. Ecevit belli ölçüde bunu aşabildi. Sol dine çok saygılı hâle gelse bundan rahatsızlık duyacak bir kesim var. Türkiye’deki sol dogmatik. Solun kendi ideolojisini, Marksist sistemlerin niye çöktüğünü tartıştığını zannetmiyorum.


Devrim seçim kazanarak, toplumu ikna ederek değil, zorla ve şiddetle yapılan bir şey. Dünyada pek çok gerilla hareketi bu ideoloji üzerinden yükseldi. Türkiye sağı için en sembolik kişi Adnan Menderes iken Türk solunun sembolü Deniz Gezmiş oldu. Gezmiş, silahlı bir örgüt kurmuş gerilladır. Seçilmiş bir başbakana karşılık solcu bir gerilla ikonu. Deniz Gezmiş geleneğinin önemsenmesi ve övülmesi PKK’ya da diğer silahlı sol örgütlere de belli bir meşruiyet sağlıyor.

Hiç yorum yok: