19 Ocak 2013 Cumartesi

Pargalı Makbul İbrahim Paşa-Pargalı İbrahim Paşa’nın aşkı da, kemanı da sahte!-Pargalı İbrahim Paşa polemiği-Pargalı İbrahim Paşa’nın akıbeti-Yavuz Bahadıroğlu

Pargalı Makbul İbrahim Paşa

Kanuni’nin meşhur Sadrazam’ı Pargalı İbrahim Paşa hakkında öyle çok soru aldım ki, sütunumu birkaç gün bu konuya ayırmak artık zaruret oldu.


Venedik elçisi Pietro Bragadino’nun 1526 tarihli raporundan, Pargalı Damat Makbul (sonradan “maktul”) İbrahim Paşa’nın kişisel özelliklerini şöyle yazıyor:
“Zayıf, küçük yüzlü bir adam… Dünyadaki diğer büyük beylerin neler yaptığı, onların toprakları, ülkeleri konusunda oldukça meraklı… Değerli ilginç eşyalar satın alıyor ve bilgili biri, kitaplar okuyor. Ülkesinin kurallarını çok iyi biliyor… Bu yüzden istediği her şeyi yapabiliyor. Sultanına çok sadık… Halkın önünde hediye almak hoşuna gidiyor, gizli hiçbir hediyeyi kabul etmiyor.”



“Süleyman’ın padişah olması ile birlikte ilk önce Hasodabaşılık görevine atanarak bu noktadan sonra kendi yetenekleri ve padişah ile aralarındaki sıradışı güven ilişkisi sayesinde hızla yükseldi.”



Pargalı İbrahim Paşa… Makbul İbrahim Paşa… Frenk İbrahim Paşa… Ve nihayet Maktul İbrahim Paşa: Muhteşem dönemin Sadrazam’ı…
Yerine göre sert, ama oldukça mert bir sadrazamdı. Gerçekten de Sultan Süleyman’a “yoldaş” oldu. Sadakatini defaatle ispatlamıştı. Güzel sanatlara önem verir, sanatçıları korurdu. Kur’an-ı Kerim yazan hattatlarla minyatür çizenleri ve şairleri cömertçe ödüllendirirdi.



İslâm sanatlarına olan merakı zamanla Frenk sanatlarına kaydı. Batı dünyasında üretilen eserlere yöneldi. Sanat/ edebiyat başta olmak üzere, ilgisini çeken pek çok eser getirtiyor ve sabahlara kadar okuyordu.



Bilgi edinme aşkı, zaman içinde onu Batı sanatlarına özenmeye götürdü. Heykeller getirtti. Bu da halk arasında hoşnutsuzluğa sebep oldu.
Özellikle Mohaç Seferi esnasında Budin’den İstanbul’a getirerek konağının bahçesine diktiği mitolojik heykeller hem çok konuşuldu, hem de çok tepki topladı. Osmanlı insanı böyle şeylere alışık değildi. Meşhur İstanbul uleması da zaten bu işten hiç hoşlanmamıştı.



Devrin meşhur şairlerinden Figâni tarafından yazılan şiir, çoğu İstanbullunun yüreğini serinletti:
 “Dü İbrahim amed be-deyr-i cihan/ Yeki büt-şiken ü yeki büt-nişan”
Yani, “Dünyaya iki İbrahim geldi/ Biri putları yıktı, biri putları dikti!”
İbrahim Paşa bu şiire çok öfkelendi ve şairi 1532 yılında idam ettirdi.
Sadrazam Makbul İbrahim Paşa’nın asıl kimliğine gelince: İtalyan olduğunu iddia eden tarihçiler de var, ama büyük ihtimalle, bugün Yunanistan sınırlarının içinde kalan Parga yakınlarındaki bir balıkçı köyünde fakir bir balıkçı ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi (1493)...



6 yaşlarında iken korsanlar tarafından kaçırılarak Manisa’da dul bir kadına satıldı. Bu kadın, oğlu gibi gördüğü İbrahim’in eğitimine büyük önem verdi. Zekâ ve kabiliyetinin gelişmesini sağladı.
Geleceğin Kanuni Sultan Süleyman’ı, o zamanın Manisa’sında “Sancak Beyi” idi. İbrahim’le bir gezi esnasında tanıştı. Zekâsını keşfetti ve yanına aldı.
İbrahim, Osmanlı’nın insan zekâsını önceleyen sistemi sayesinde sadrazamlığa kadar yükseldi.



Bu her insanın başını döndürebilecek kadar hızlı bir yükselişti. Nitekim onun da başını döndürdü. Sadrazamların şehzadeler arasında taraf tutması töre değilken, o Şehzade Mustafa’nın tarafını tuttu. Bu yüzden zaman zaman emrindeki paşalarla, zaman zaman dini liderlerle, zaman zaman da, tabii olarak kendi oğlunu tahta geçirmeye çalışan (ki, oğlu tahta geçmediği taktirde öldürülecekti) Hürrem Sultan’la çatıştı.



Sultan Süleyman gibi, dünyanın soluk alışını dinleyen bir Padişah’ın kendi sarayında olup bitenleri bilmemesi düşünülemez. Gizli-açık ikazlar yapmaması da... Fakat Sadrazam o kadar güçlüydü ki, Padişah’ın ikazlarını bile dikkate almıyor, yolundan şaşmıyordu.



Doğrusu Kanuni de, kabiliyetli Sadrazam’ına kıyamıyordu. Bunun bir sebebi de kızkardeşini dul, yeğenlerini babasız bırakmak istememesiydi. Sabrediyordu.
Kanuni Sultan Süleyman, Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’yı “Seraskerlik” makamına getirdiğinde, töre olmamasına rağmen, dört tuğ yerine altı tuğ vermiş, gelenekleri altüst etmişti. Kendisi ise yedi tuğluydu. Bu o zamana kadar görülmemiş bir uygulama idi: Sadrazam’ın Padişah’ından tek eksiği, hilafet tuğuydu.
İbrahim Paşa’nın ibretlik akıbeti, başka bir yazı konusu…


Pargalı İbrahim Paşa’nın aşkı da, kemanı da sahte!

Tarihi gerçeklerle çok ilgili olduğumuz söylenemez. Ama tarihin içine aşk-meşk işleri girince (bu konuda soru rekoru Mihrimah Sultan’la Mimar Sinan’ın olmayan aşkları üzerinedir) dikkat kesildiğimiz de bir gerçek. “Muhteşem Yüzyıl”ı ilginç yapan da bu... Öyle çok aşk hikâyesi var ki, tarih güme gidiyor!
 
 
Tabii bu, bazı duyarlı tarihçilerle siyasetçiler hariç, pek kimsenin umurunda değil: Aşk var mı, ona bakıyorlar…
 
Kanuni’nin seferlerini, zaferlerini, idari düzenlemelerini, kanunlarını, hukuka bağlılığını, müesseseleşmeye yaptığı katkıları merak eden yok…
 
Bundan Kanuni’nin sadrazamı İbrahim Paşa da nasibini alıyor tabii. Gelen soruların yüzde yüze yakını “İbrahim Paşa-Hatice Sultan aşkı” üzerine oluyor. 
İşte onlardan biri: “Pargalı İbrahim Paşa ile Hatice Sultan arasında, dizideki gibi, fırtınalı bir aşk yaşandı mı?”
 
Hayır yaşanmadı. 
 
Pişmiş aşa su katmış gibi olacağım, ama tarihsel açıdan evlilikleri bile tartışmalı…
Pargalı İbrahim Paşa’nın Hatice Sultan’la değil, Muhsine Hatun isimli başka bir kadınla evli bulunduğu şeklinde rivayetler var. Meselâ Osmanlı tarihi konusunda otorite kabul edilen Ord. Prof. Uzunçarşılı, Belleten Dergisi’nin 114. sayısında bu konuyu işliyor. Pargalı İbrahim Paşa’nın “damat” olmadığını, Hatice Sultan’ın kocasının İskender Paşa olduğunu söylüyor. Çiftin Mehmet Şah ismini verdikleri bir de oğulları varmış. Muhsine Hatun ile ortak bir vakıf kurarak Kadırga’da (İstanbul) cami yaptırmışlar (bu bilgiler de zaten camiin vakfiyesinden). 
 
Çağatay Uluçay ise aksi görüşte: “Kanunî Armağanı” isimli kitaptaki makalesinde, Pargalı İbrahim Paşa’nın Hatice Sultan’la evli olduğunu söylüyor.
 
Ben de aynı fikirdeyim. Yalnız “fırtınalı bir aşk” sonucu evlendiklerini sanmıyorum. Yerli ve yabancı belgelerde böyle bir şeye rastlamadım. Eğer bu evlilik gerçekse, politik bir tercihtir ve Kanuni, çok sevdiği arkadaşını (Pargalı) akrabalık bağıyla da hanedana bağlamak istemiştir.
 
 
“Pargalı İbrahim Paşa gerçekten keman çalar mıydı?”
Yerli kaynaklarımızda böyle bir kayda rastlamadım, ancak Venedik kaynaklarında, Pargalı’nın keman çaldığına ilişkin bazı kayıtlar var. Tabii o dönemin kemanı bugünkü kemanlardan çok kemençeye benzerdi. Omuza değil, omuz altına dayandırılarak çalınırdı. 
 
Pargalı’nın dizide kullandığı keman ise bugün de kullanılan cinsten. Hâlbuki bugünkü anlamda ilk keman Andrea Amati tarafından 1555 yılında yapıldı. Pargalı bu tarihten 19 sene önce ölmüştü (15 Mart 1536). 
 
Ben bu işlerden pek anlamam, ama Mustafa Armağan, Pargalı’ya Vivaldi çaldırıldığını, hâlbuki Vivaldi’nin o tarihten 300-400 yıl sonra yaşadığını (1678 - 1741) söylüyor. 
Serhan Bali ise, “Pargalı’nın çaldığı parça Vivaldi değil oryantalist bir şey” diyor. 
Öyle ya da böyle: Dizide hoşgörü sınırlarını zorlayan bir özensizlik olduğu açık… Ama kimin umurunda? İşin içinde aşk olsun da, varsın özensiz olsun!
 
Pargalı Makbul (ve de Maktul) İbrahim Paşa’yı biz yeni keşfede duralım, onu anlatan ilk roman, Fransa’da 1642’de, Mademoiselle (Mlle) de Scudery tarafından yazıldı: “Ibrahim ou l’Illustre Bassa”. Dört cilt halinde, ikibin sayfa olarak yayınlandı.
İkinci İbrahim Paşa romanı 1981’de yine Catherine Clément isimli bir Fransız yazardan geldi: “La Sultane”...
 
Her iki romanda da İbrahim Paşa “gizli Hıristiyan” olarak gösteriliyor. Kanuni de İbrahim Paşa’nın kabiliyetlerini kendine mal eden silik bir kişilik olarak resmediliyor.
Zaten hiçbir yabancı yazar, durup dururken bir Osmanlı sadrazamına ilgi duymaz. 
İşin en ilginç tarafı ise, bizim tarihçilerin, yerli kaynaklardan ziyade yabancı romanlardan beslenmeyi seçmeleri…
 
Bir Afrika atasözünü hatırlamanın şimdi tam sırasıdır: “Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar, kitaplar avcıyı övecektir.”

Pargalı İbrahim Paşa polemiği

Polemik sevmem, ancak bazen insanın kendini (olmasa bile) fikrini savunması zaruret haline geliyor…
 
Yazacaklarımı bu çerçevede değerlendirmenizi istirham ediyorum.
Bilinmelidir ki, bu tartışma (yahut çatışma) benim şahsi meselem değildir; tek amacım tarihi bir gerçeğin izini sürmekten ibarettir. 
 
Bundan birkaç gün önce katıldığım bir televizyon programında, söz arasında, Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın, Hürrem Sultan’a âşık olma ihtimalini, meşhur tarihçimiz Solakzade’nin ima ettiğini, bunun da Pargalı’yı idama götüren süreçte “bardağı taşıran son damla” olabileceğini söylemiştim.
Zira İbrahim Paşa’nın siyasi hatalarını ve ihtiraslarını Kanuni biliyordu, ama cezalandırmamıştı. Birden bire idamına hükmetmesi, daha derin ve etkili bir olayın varlığını düşündürüyor.
 
Solakzade’nin “ima”sına dayanarak, ben de bunu söyledim. Bir gazeteci ile iki tarihçinin yaptığı televizyon programından bana cevap yetiştirmeye çalışacaklarını nereden bileyim?
 
“Belge” olarak da Solakzade tarihinden iki sayfanın fotokopisini gösterdiler ve Solakzade’ye atıfta bulunmamı, “zor bulunur bir eser” olmasına bağladılar.
Böyle durumlarda “Ben bu kadar yanlışın neresini düzelteyim bre hane harap?” derler. İsterseniz madde madde sıralayalım…
 
Solakzade Tarihi zor bulunan bir kitap değildir, neredeyse sokak arası kitapçılarda bile satılıyor.
 
Edebiyatta “telmih” denen bir sanat var: “Telmih”sanatı imaya ve çağrışıma dayanır. Söylenmek istenen şey birkaç sözcükle ifade edilir. Kastedilen olayla işaret edilen olay arasında gizli bir benzetme yapılır. Solakzade, programda da okunan cümlesinde bu sanatı kullanmış, Hazret-i Süleyman üzerinden Sultan Süleyman’a gönderme yapmıştır. “İma” derken bunu kasdetmiştim.
 
Pargalı’nın alelâcele idam edilmesi, yıkanmadan, namazı dahi kılınmadan bir tabuta konup çarçabuk saraydan çıkarılması, özellikle gözden uzak bir yere defnedilmesi ve mezarının gizli tutulması, derin ve şahsi bir öfkeyi düşündürüyor. Kanuni’yi bu kadar kızdıran şey ne olabilir? (Hadîkat-ül-vüzerâ, “bilinmeyen bir sebepten” öldürüldüğünü yazıyor). Bu kuşku Solakzade’nin imasıyla birleşince, ortaya böyle bir sonuç çıkıyor. Bu öfkeyi başka türlü izah edebilecek bir babayiğit varsa, buyursun, hodri meydan!
Mezkür programda, Kanuni’nin “Pargalı’nın kayınbiraderi” olduğu, böyle bir aşkın imkânsızlığına “delil” olarak sunuldu ki, baltayı taşa vurmak asıl böyle olur! Çünkü son bulgulara göre Pargalı, Kanuni’nin kızkardeşi Hatice Sultan’la değil, Muhsine Hatun’la evlidir. Hatice Sultan İskender Paşa’nın karısıdır (Celalzâde, Lütfi Paşa ve Gelibolu’lu Ali tarihleri, ayrıca Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Belleten Dergisi, sayı 114), Muhsine isimli bir kadınla evlidir. Kadırga’daki (İstanbul) cami vakfiyesinde de bu bilgiler var. Dolayısıyla, Kanuni, Pargalı’nın kayınbiraderi değildir. Aralarında akrabalık bağı yoktur.
Programda Pargalı’nın mezarı olarak gösterilen yer, yine Solakzade tarihinde geçen, bugünkü Fındıklı’da Canfeda Tekkesi haziresindeki meçhul mezardır. Oysa Okmeydanı Tekkesi’ne yakın Nasuh Paşa kabrinin yanında olduğunu söyleyen tarihçiler de var. Yani bu konu tarihsel açıdan net değildir. Böyle olmasına rağmen kesin ifadeler kullanılarak, hatta Fatihalar okunarak, Canfeda Tekkesi’nin haziresindeki meçhul mezarın, “Pargalı’nın mezarı” olarak ilân edilmesi, reyting kaygısıyla yapıldığını düşündüren tarihi bir “gaf”tır ki, sadece bu bile programın özensizliği konusunda bir fikir verebilir.
 
Kendisi dışında herkesi küçümseyen birinin yönetiminde yapılan bir programda küçümsenmiş olmayı, kaynağı kıskançlık olan derin bir korkunun belirtisi olarak görüyor ve müthiş keyif alıyorum.
 
Tarih kimsenin tekelinde değildir, belgeler de kimsenin malı değildir…
 
Son söz: Başta da söylediğim gibi, polemik sevmem, ancak tarih bilgime de söz ettirmem. Ben televizyon ekranları sayesinde var olmadım. “Uyuyan güzel”lere dayalı reyting hesapları da bilmem. Kırk yıldır tarih okuyorum, tarih yazıyorum, tarih konuşuyorum. Bana laf dokundurmaya çalışanlardan birinin benim kitaplarımdan beslenmemiş olmamasını dilerdim. Ne yapalım ki, ağacı kesen baltanın sapı da ağaçtır!

Pargalı İbrahim Paşa’nın akıbeti

İstanbul Antlaşması’yla birlikte Pargalı İbrahim Paşa, Avusturya İmparatoru’na denk bir konuma gelmişti. Venedikli diplomatlar, Padişah’ın “Muhteşem” unvanına atıfta bulunarak, Sadrazam’a “Muhteşem İbrahim” diyorlar ve bu İbrahim Paşa’nın çok hoşuna gidiyordu. Bu kadar itibarı ve güveni kim taşıyabilir? Taşınmazı o da taşıyamadı: “Serasker Sultan” unvanını kullanmaya başladı.
 
 
Bu da yetmedi, Kral Ferdinand’ın elçilerine, “Bu büyük devleti idare eden benim” dedi, “her ne yaparsam yapılmış olarak kalır; zira bütün kudret benim elimdedir. Memuriyetleri ben veririm, eyaletleri ben tevzi ederim, verdiğim verilmiş ve reddettiğim reddedilmiştir. Büyük padişah bir şey ihsan etmek istediği veya ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam gayr-ı vaki gibi kılınır. Çünkü her şey; harb, sulh, servet ve kuvvet bendedir.”
 
Bunlar doğal olarak Padişah’ın kulağına gidiyordu. “Serasker Sultan” unvanını kullanmakta ısrar etmesi bir tarafa, orduyu Şehzade Mustafa’nın etrafında kenetlemeye çalışıyor, bu uğurda ihtilâl yapmak dâhil, her yola girebileceği kanaati dilden dile dolaşıyordu.
 
Sanatseverlik noktasında da tercihini değiştirmiş, İslâmi sanatlara sırt çevirip Batı sanatlarına yönelmişti. Artık kendisine armağan edilen Kur’an-ı Kerimleri, başlangıçta yaptığı gibi, öpüp başına koymuyor, diz çöküp birkaç sayfa okumuyor, anında reddediyor, hatta “Başka işiniz yok mu?” gibilerden hattatları horluyordu.
Bu da hattatları çok kızdırmış, halk arasında eski dinine döndüğü söylentisini ayyuka çıkartmıştı.
 
Aslında Paşa’nın Müslümanlığından kuşku yoktu, ne var ki, “şuyuu vukuundan beter” (söylentisi olmasından kötü) iddialar tüm şehri kuşatmış, Padişah’ı rahatsız eder boyutlara varmıştı.
 
Bunlardan biri de Defterdar İskender Çelebi’yi mahkeme kararı olmaksızın idam ettirmesiydi ki, Padişah-ı Cihan’ı çok rahatsız etmiş, çok da sarsmıştı. Padişah, Ebussuud Efendi’den “idam” fetvası isteyip aldı.
O günlerde İbrahim Paşa, Fransızlara verilecek olan kapitülasyonlarla ilgili çalışmaları yürütüyor ve sadrazamlığının en güçlü dönemini yaşadığını düşünüyordu.
“Benim verdiğim verilmiş olur” diyordu. 
 
Son damla da düşmüş, bardak artık taşmıştı. Kanuni’nin daha fazla sabretmeye hakkı yoktu: Devletini yekpare tutma sorumluluğu ağır basıyordu.
14–15 Mart gecesi, iftar için saraya davet edildi ve teravihten sonra konağına gitmeye hazırlanırken, “Padişah buyruğu” olarak sarayda kalması bildirildi. Hiçbir şeyden kuşkulanmamıştı. Herhalde Padişah’ın danışacakları vardı.
Kendisi için hazırlanan odaya çekildiği sırada, hızla açılan kapıdan dört dilsiz cellât girdi. Daha ne olduğunu anlayamadan üzerine çullandılar ve ustaca attıkları kementlerle Paşa’yı boğdular…
 
Böylece, kendi hayatıyla birlikte, aralıksız 13 yıl süren başarılı sadrazamlık hayatı da sona ermiş oldu: “Makbul İbrahim Paşa” bir anda, “Maktul İbrahim Paşa”ya dönüştü.
İlginç olan, geleneksel idam şeklinin dışına çıkılıp başının kesilmemesi ve Hanedan mensuplarına uygulanan bir yöntemle boğdurulması… Bu Kanuni’nin İbrahim Paşa’ya saygı ve sevgisini gösteriyor. Ama arkadaşlık başka devlet sorumluluğu başkadır. Padişahlar lüzumu halinde öz evlâtlarını bile devlet uğruna kurban etmekten geri durmamışlar, ama bunu nefretlerinden değil sorumluluklarından yapmışlardır. Aksi takdirde devlet param parça olurdu. 
 
Pargalı İbrahim Paşa ölür ölmez saraydan çıkartıldı ve alelacele defnedildi... Nefret edenleri olduğu kadar sevenleri de vardı kuşkusuz, bir kargaşa çıkması istenmiyordu.
Nerede defnedildiğine dair net bilgimiz yok... Kimine göre Fındıklı’daki Canfeda Tekkesi haziresinde (meşhur tarihçimiz Solakzade, ‘Canfeda Tekkesi’nin haziresinde başucunda erguvan ağacı dikilmiş makberi vardır’ diyor), kimine göre Okmeydanı Tekkesi’ne yakın olan Nasuh Paşa’nın kabri yanına defnedildi...
 
Kanuni Sultan Süleyman, ne hikmetse, eski arkadaşına bırakınız türbe yaptırmayı, bir mezar taşı bile diktirmedi: Çok öfkelenmiş olmalı.
 
Hayırsever bir Sadrazam’dı: Mekke’de, İstanbul’da, Selanik’te ve Hezergrad’da (Razgrad) kendi adıyla anılan camiler, Kavala’da Cami, Mescid, Mektep, Medrese, hamam ve çeşme yaptırmış, bu eserlerin kıyamete kadar yaşaması için de vakıflar tahsis etmişti.

Hiç yorum yok: