22 Ocak 2013 Salı

Çağrı tekrar çekilir mi?-Nedim Hazar


Çağrı tekrar çekilir mi?



(Uyarı: Yazı uzundur, ayrıntılıdır, vakit alır…)

"Duydun mu," dediler, "Peygamber Efendimiz'i karalayan bir film yapmış yine alçaklar!" Yeni bir şey değildi bu... Hemen paniklemeyin bir önceki yazımızın yanlışlıkla tekrarı değil bu. Çünkü hala böyle diyenler çıkıyor karşıma. Sonrası biraz daha değişiyor. Şöyle oluyor; ‘Biz niye İslam tarihini, Müslüman kahramanları, olayları layıkıyla anlatan filmler çekemiyoruz?’

Artık bir klişe soru haline gelmiş bir şeydir bu. Her kutsal günde, manevi atmosferde zevkle izlenilen Mustafa Akkad’ın Çağrı filmi izlenirken ve sonrasında da hep aynı tartışma yapılır. Kendi kendimize kızarcasına şu tespiti yapmaya bayılırız: Çağrı’dan başka doğru dürüst filmimiz yok! Olaya biraz daha dışarıdan ve gözlemci sıfatıyla müdahil olanlar ise şöyle derler mesela: Kaç yıl oldu, Müslümanlar hala bir Çağrı çekemediler!

Elbette haklı bir tespit ve yerinde bir gözlemdir.

Doğrudur, Müslümanlar üzerinden neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen bırakınız Çağrı’ya içerik, estetik ve etki açısından denk, yanına bile yaklaşabilecek bir film çek-e-mediler. Bundan sonra da biraz zor, -beylik ifadeyle- bir Çağrı kolay çekilmiyor zira!



Durumu anlatabilmek için Akkad ve Çağrı’nın çekim hikayesine bakmak lazım.
Yılını tam hatırlamıyorum, sanırım 1990’lı yılların başıydı. Mustafa Akkad film işine oluk oluk para akıtan muhafazakar bir iş adamı ve TV istasyonunun sahibinin daveti üzerine ülkemizdeydi. Bu enteresan adamla tanışmayı kafaya koymuştum ama nedense onu ülkemize getiren dostlarımız kimseyle görüştürmüyorlardı. Kaldığı otele gittiğimizde bizi nazikçe reddettiler. Tam otelden çıkarken resepsiyonun telefonu çaldı ve biri bize seslendi: ‘Mustafa Akkad ile görüşmek isteyen sizler misiniz?”

Büyük usta, gazetecilerin kendisiyle görüşmek üzere geldiğini duymuş ve gizlice bizi arayıp, biraz bekledikten sonra aşağıya geleceğini bildirmişti. Yarım saat kadar, kendisine ev sahipliği yapan elemanların evlerine gitmesinden sonra lobide karşımıza geldi. Elinde tuttuğu piposu ve beni inanılmaz derecede şaşırtan entelektüel duruşuyla, piyasa kurdu bir yapımcı-yönetmenden çok bir feylesof, bilge bir sinemacı ile karşı karşıyaydık. Beraberimde şimdilerde Bugün gazetesinde yayın yönetmenliği yapan meslektaşım Erhan Başyurt vardı. Ve o gün epey uzun süren bir görüşme yaptık rahmetli Akkad ile. Çok az bir kısmını da gazetede haber olarak yayınladık.

Çok çarpıcı bir hayat hikayesi vardı büyük ustanın:

Mustafa Akkad 1930 yılında Halepli bir gümrük memurunun ve Antepli bir ev hanımının oğlu olarak dünyaya geliyor. 19 yaşına geldiğinde babasına, Amerika’ya gidip film eğitimi almak ve yönetmen olmak istediğini söyleyince, çok şaşırıyor herkes. Düşünün lütfen 1940’lı yılların sonunda Halep’in küçük bir kasabasındaki Müslüman bir Arap çocuk sinema endüstrisinin merkezine gidip, yönetmek olmak istiyor!

Oğlu Malik'i de Libya'ya çekimlere götürmüştü. 
Bu müthiş idealizmin önünde durmuyor baba Akkad, bütün birikimi olan 200 doları oğluna uzatıp dualar ile yolluyor Mustafa’yı. Yollarken bir şey daha veriyor yürekli baba; Kur’an-ı Kerim… Yüreğinde böylesi bir sinema tutkusu, arkasında baba duasıyla Los Angeles’a gidiyor Akkad. Ucla Üniversitesi’nde sinema eğitimi alırken bile babasının onu yolladığı günkü bilinçten zerre sapmıyor. Okula mescit açılması için mücadele ediyor mesela. Ve açtırıyor da. Mezuniyet sonrasında akademik kariyerine Californiya Üniversitesi’nde devam edip yüksek lisans yapıyor. Daha öğrenci iken CBS’de çalışmaya başlıyor. Ve ünlü Sam Peckinpah ile sıkı dostluk kuruyor… Sınıf arkadaşı Patrica’ya aşık oluyor ve evleniyorlar. Birbirlerinin inancına saygı duyan bir evlilik sonrasında doğan çocuklarına da kendi kültüründen uzak yetiştirmiyor Akkad. Bunları anlatırken, bir ara gülümsedi ve bana ‘aslında ben de yarı Türk sayılırım’ dedi.

Çağrı filmi fikri nasıl oluştu?

Amerika’daki İslam algısı onu hep rahatsız ediyor. Hollywood’un İslam’a bakışı üzerindeki yükü vebale dönüştürüyor bir süre sonra. Bireysel ilişkiler ile bu algıyı kıramayacağına inanıyor. İlk başta kendi çocukları olmak üzere, en küçük yaştaki çocuklardan, İslam dinini bilmeyen gayr-ı Müslimlere kadar herkesin anlayabileceği,  anlayıp sıcaklık duyacağı bir İslam’ı anlatan film çekmeyi kurguluyor.

Çağrı filmi projesi gelişiyor böylece.

Çağrı'da rolü anlatırken. 

Ancak kolay değil, böylesi büyük ve ilk olan bir projeyi hayata geçirmek. Zira ilk engeller Amerikan film sektöründen değil, kendi kültüründen ve dinine mensup çevrelerden geliyor.

Mustafa Akkad, CBS’te program yaparken kendisini çok etkileyecek bir aktör ile tanışır: Antonny Quinn… İslam tarihini anlatan bir film çekeceğini bahsettiği ilk insanlardan biri de dolayısıyla Quinn oluyor ve Hz. Hamza rolü teklifini ona yapıyor. Çağrı’nın çekim hikayesi kadar, yazım hikayesi de enteresan. Akkad, öyküyü oluştururken Hz. Peygamber Efendimiz’i gösteremeyeceğini biliyor ama başta 4 halife olmak üzere bir çok sahabe efendimizi de gösteremeyeceğini danıştığı Müslüman alimlerden öğreniyor. 

Resim ve heykel ile epey mesafeli duran bir inancın böylesi bir filme cesaret etmesi bile başlı başına bir iş. Ancak şöyle demişti Akkad; “Eğer İslam izin verseydi bile peygamberi göstermezdim. Sadece bizim peygamberimizi değil, hiçbir peygamberin gösterilmesi taraftarı değilim. Onların ulvi kişiliklerine zedeleriz diye endişelerim hep vardı.”  Ünlü Waterloo filminin senaristi H.A.L Craig’den profesyonel destek alıyor. O gün 77 yaşında olan Mısırlı usta yazar Tewfik El-Hakim de hem danışman hem de diyalog yazarı olarak katkıda bulunuyor senaryoya.

Mekke'nin Fethi sahnesi

Çağrı filminin senaryosu ortaya çıkınca kaynak arama çalışmaları başlıyor. Film için öngörülen bütçe yaklaşık 10 milyon dolar. Vasat bir Hollywood filmi için bile epey düşük bir maliyet bu aslında. Ama parayı bulmaktan daha mühim sıkıntılar ortaya çıkıyor. Sadece söylentiler üzerine Bazı İslam ülkelerinden tepki görmeye başlıyor bile film.

Olaylar, olaylar…

Fas Kralı ikna ediliyor ve çekimlere 1976 yılında başlanıyor. Akkad, o güne kadar denenmemiş bir şeyi, üstelik tüm İslam aleminin gözü üzerindeyken yapabilecek kadar gözü pek bir insan: Filmin esas kahramanını hiç göstermeyecek! Setler kuruluyor ekipler toplanıyor vs. Teknik ekibin tamamına yakını Hollywood kökenli. Fakat büyük usta, hepsinin sözleşmesine şöyle bir madde koydurmuş: “Müslüman bir asistan ile çalışacağız.” Yani, her Amerikalı yanına bir Müslüman yardımcı alıp, film boyunca yetiştirecek. Muazzam bir deha örneği…

Bırakınız yardım etmeyi, İslam kültürünün, mirasının üzerine konup, ondan para kazanmayı hayat tarzı haline getirmiş bazı çevreler işi azıtıyorlar ve uluslar arası tehdit boyutuna getiriyorlar. Özellikle Suudi Kralı’nın dayatmalarına dayanamayan Fas Kralı, filme destek vermekten vazgeçtiği gibi film ekibinin 15 gün içinde Fas topraklarından çıkmasını istiyor. Bununla yetinilmeyip, hiç umut kalmasın diye kurulan tüm setler yıkılıyor, mekanlar kapatılıyor.

Baskılara dayanamayan Fas Kralı desteği çekip, film setini yıktırmıştı. 
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamasını beklediğimiz Mustafa Akkad yılmıyor. Neredeyse binden fazla insan kaderinin ne olacağını beklerken, sevindirici haber Libya’dan geliyor. Kaddafi hem filme para vereceğini hem de ülkesinde çekebileceklerini söylüyor Akkad ve Quinn’e… Yalnız iki şartı olduğunu ekliyor: İslam Alimleri senaryoyu onaylamalı ve kutsal şahısları sadece Müslümanların oynadığı bir film daha çekilmeli.

Belki de daha hayırlı bir gelişmeye neden oluyor ve uzun uğraşlar sonucunda Ezher Üniversitesi’nin onayını alıyor Akkad. Ve dünyada yine o güne kadar yapılmamış bir şey daha yapılıyor; aynı anda iki film çekiliyor. Önce Çağrı’nın oyuncu ekibi gelip sahneyi çekiyor, ardından Müslüman oyuncular aynı sahneyi tekrar çekiyor. Aynı gün, aynı yerde… Ve ortaya hem “The Message” çıkıyor hem “Er-Risale..”

Ortada Akkad, sağlı sollu iki Hz. Hamza, iki Hind... 

Hz. Vahşi rolü hayatını kararttı…

İlk senaryoda Hz. Bilal karakterinin rolü çok fazla. Zira düşünülen isim Muhammed Ali. Ancak anlaşma sağlanamayınca bu rol epey azaltılıyor. Onlarca enteresan ayrıntı var Çağrı’nın çekim öyküsüyle ilgili ancak bir tanesi çok çarpıcı. Mustafa Akkad ‘Vahşi’ karakteri için oyuncu düşünürken bir türlü kimse tam oturmuyor bu karaktere. Kaldığı otelde elektrik teknisyeni olarak göre yapan Salim Gedara’yı görünce ‘işte bu’ diyor. Hakikaten de Salim rolün hakkın veriyor. O kadar ki; Hz. Hamza’nın şehid edildiği sahne diğer oyuncuların işi bozmaları yüzünden tam 5 kez tekrar çekiliyor. Zira, o kadar duygusal ve başarılı bir sahne ki oyuncular Vahşi’nin, Hz. Hamza’ya yaklaşmasına izin vermiyorlar ve bir şekilde çekimi bozup duruyorlar.

En çok zorlanılan sahne: Hz. Hamza'nın şehadeti. 
Çekimden bir yıl sonra Salim, Akkad’ı arıyor ve ‘hayatımı bitirdin’ diyor. Bu rolden dolayı işten atılmış ve sokağa çıkamıyor. Film epey çileli bir serüvenden sonra iki yılda ancak tamamlanıyor. Binlerce kez dinlediğimiz müziğini ise ünlü Fransız müzisyen Maurice Jarre, İngiliz Flarmoni orkestrası ile hazırlıyor. Jarre teklifi alınca, müzikleri çölde bir çadırda tek başına 2 ay kalarak yapıyor. Maurice Jarre bu film müziği ile Akademi Ödülleri 'ne aday gösteriliyor.

Çağrı’nın gösterime girmesi de sancılı oldu. Amerika gibi ülkelerde sinema sektörünü oluşturan tekelleri kırmak zaten mümkün değildi. Bu nedenle çok kısıtlı sayıda salonda vizyon imkanı buldu Çağrı. Enteresandır, bu salonlarda da Müslüman protestoları vardı. Pek çok Müslüman filmle ilgili en ufak bilgileri dahi olmadan ‘Hz. Peygamberi gösteriyor, İslam’a hakaret’ ediyor diye gösteriler düzenledi, filmin gösterimini engellemek istedi. Bu tür eleştirileri bertaraf etmek adına, filmin en başına El Ezher fetvasını koyan Akkad bile kendi dindaşlarının önyargıları karşısında şaşırıyor.

Çağrı aleyhine gösteriler... 
Türkiye mi?

O sırada zaten sinema salonlarımız seks filmlerinin esiri olmuştu… Bırakanız dindar kesimi, Türk ailesi sinema salonlarının olduğu sokaklardan bile geçmez olmuş, yollarını değiştirmişlerdi.

Buna rağmen 1979 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi'nde bir gala düzenlendi ve Akkad, yanına baş rol oyuncusu Anthony Quinn’i de alıp geldi.

Film yıllar sonra ancak büyük kentlerin bazı salonlarında gösterim imkanı buldu. İletişim imkanlarının kısıtlılığı ve Türk sinema sektöründe kalem oynatan takımın ‘farklı’ kafası yüzünden asla sinema salonlarında hak ettiği ilgiyi görmedi Çağrı.

Sene 1979, Akkad ve Quinn İstanbul'da... 

Anthony Quinn Müslüman oldu mu?

Akkad ile yaptığımız sohbette meşhur duyumu da sorduk: Acaba A. Quinn Müslüman olmuş muydu? Cevabı ‘Hayır’dı Akkad’ın, ‘Ama bizzat bana, bu filmin İslam ile ilgili ön yargılarını kırdığını ve İslam’a müthiş saygı duyduğunu kaç kere söylemiştir.” Diye ekleyerek. Bu bile yeterli olsa da, özellikle ABD’de, yıllar geçtikçe müthiş bir etki yaptı Çağrı. Sadece bu film ile İslam’a ısınan insan sayısı binleri, onbinleri aşmıştır. Bugün bile, her kutsal gün ve gecede pek çok İslam ülkesi hala bu klasik filmi bıkmadan yayınlar ve bizler de bıkmadan izleriz.

Filmin başarılı olduğunu ve Akkad’ın bu denemeden alnının akıyla çıktığını Kaddafi’nin memnuniyetinden anlıyoruz. Kaddafi, bu projeden hemen sonra Ömer Muhtar filmini teklif ediyor ve en az Çağrı kadar epik ve etkileyici o film çıkıyor. Aslında, yazımızın başlığını, ‘Çağrı çekilebilse bile Ömer Muhtar hiç çekilemez’ şeklinde yapsaydık sakıncası olmazdı. Zira Ömer Muhtar teknik ve bütçe olarak Çağrı’dan çok daha büyük bir projeydi.

En etkileyici sahnelerden biri: Halid B. Velid Müslüman oluyor. 
Merhum Akkad bizimle konuştuğu Yeşilköy’deki o otelde acayip heyecanlıydı. Zira, kendisi ‘Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un Fethi” içerikli bir film çekmesi için davet almıştı. Ne yazık ki, kendisini davet edenlerin ufku –maalesef- bugün neredeyse hiçbirini hatırlamadığımız –küçümsemek için söylemiyorum- ‘Ebu’ ile başlayan filmleri çekebilecek kadardı. (Kendisine bu filmleri izleyip izlemediğini sorduğumda, bazılarını izlediğini ama böyle filmler çekmek için ona ihtiyaç olmadığını söylemişti) Büyük Çekmece (İstanbul) civarına gidip set kurulabilecek mekan bakmış, Türk sinema sektörünü yakından incelemiş, kısacası dersini çalışmıştı. Hatta bir ara başıma vurarak, ‘İstersen sen ve senin gibiler de bu projede görev alabilir, zira Fas ve Libya’da yaptığımız gibi Türk gençlerini de projeye katmak isterim’ demişti. Ancak bir süre sonra, davet edenler ile Akkad arasındaki vizyon makasının açıklığının kapatılmayacak durumda olduğu anlaşıldı. Akkad, bir plato kurulmasından, belki bir sektör oluşturulmasından ve daha sonra bu platoda onlarca film çekilecek alt yapı oluşturulmasından bahsediyordu ama sanırım kendisinden istenen çok daha mütevazı bir bütçe ile TV filmi gibi bir şey çekmesiydi. Maalesef olmadı ve Amerika’ya döndü Akkad.

İslamı anlatan adam İslam adına katledildi!

Kaderin garip tecellisi, İslam’a belki de tarihi boyunca en çok hizmet eden bu filmin yönetmeni yine İslam hizmet ettiği iddiasında olanlar tarafından katledilecekti.


Mustafa Akkad hayatının son on yılını Selahaddin Eyyubî'nin hayatını konu edecek epik bir film için sponsor arayarak geçirdi ve 11 Kasım 2005'de Amman, Ürdün'de üç uluslararası otelin bombalanması hadisesinde kızı Rima ile birlikte hayatını kaybetti. Bombalamaları El Kaide üstlenmişti. Dertli yönetmen, iki gün boyunca hastanede yaşam savaşı verirken Ridley Scott, bugün beğenerek izlediğimiz meşhur ‘Cennetin Krallığı’ isimli filmin çekimlerine başlamıştı!

Kendisiyle bir otel lobisinde yaptığımız sohbetin bir yerinde, cahilliğin verdiği cesaretle Kevin Reynolds’un çektiği Robin Hood filmini izleyip izlemediğini sordum Akkad’a. Gülümseyerek baktı. Faslı Azim (Morgan Freeman canlandırmıştı) tiplemesi ve imanlı bir karakterin doğru konumlandırılmasıyla ilgili bir şeyler geveledim. Şöyle dedi: “Amerika’da öğrencilerim var. Müslüman olanlar da var. Ancak üzülerek görüyorum ki, bazıları sadece ibadeti düşünüyor, bazılarının ise din ile hiç ilgisi yok, sadece kültürel Müslümanlar. Hem sanatı, hem inancı önemseyen genç kitle maalesef çok az…”

Akkad’a göre mesele; yitirilen, kaybolan bakış açısının yakalanmasıydı. Yoksa sadece parayla, teknik ekipmanla olacak işler değildi bunlar. Sanata, sinemaya daha geniş bir vizyon ile bakacak sanatçı, yazar ve yapımcılara ihtiyaç vardı. Ekledi: ‘İşte ben, yıllardır bunları arıyorum!’

Böylesi muazzam bir ustayı maalesef en verimli çağlarında yitirdik. Mustafa Akkad’ın ölümü bu nedenle tarifi imkânsız bir kayıptır. Sadece sinema adına değil, İslam adına da…

Kabe Yollarında belgeselinin broşürü. 

Kabe Yollarında

Peki, tüm bunlar olup biterken Türkiye’de durum nasıldı?

Bakalım…

Yücel Çakmaklı’nın öncülülüğünü yaptığı bir kuşak 1960’lı yıllarla beraber sinemada teorik ve pratik olarak varlık göstermeye başladı. Çakmaklı, aşağı yukarı Mustafa Akkad ile aynı mefkureyi savunan bir amaç için 1968’de kurduğu Elif Film ile ilk proje olarak da ‘Kabe Yollarında’ isimli bir belgesel çekmiş ve sinema izleyicisinden olumlu tepki de almıştı.

Ancak şirketin ilk konulu filmi olan ‘Birleşen Yollar’ için aynı şeyi söylemek mümkün değil.  Malum, bugünlerde ATV’de yayınlanan ‘Huzur Sokağı’ isimli diziye kaynaklık eden romandan uyarlanan ‘Birleşen Yollar’, gösterime girdiği anda belli bir izleyici kitlesini yakalamasına rağmen, en büyük reaksiyonu dindar kesimden ve muhafazakar medyadan almıştı.

Sonrasında MTTB Sinema Kulübü ile sadece o dönem öncesine göre değil, bugün bile pek rastlayamadığımız yoğunlukta sinema konuşulmaya başlandı. Sinema tutkusu olan gençler bir araya geliyor, film izliyor, tahliller yapıyorlar ve bunları medya aracılığıyla geniş kitlelere duyuruyor, teorik tartışmalar, kuramsal açılımlar içine girmeye çabalıyorlardı.

O dönem henüz gazetelerde tefrika edilen Huzur Sokağı'nın uyarlaması: Birleşen  Yollar. Film, romandan önce tamamlandığı için muhtemelen romanın finali, filmden alındı. 

Fakat bugün baktığımızda; tüm iyi niyet ve samimiyete rağmen o dönemdeki ülkemizdeki sinema ortamının; genişleyen, sınır dışına doğru zorlayan, içerikten estetiğe evrensel olmaya çabalayan bir görüntüden ziyade;   gittikçe kendi dar kalıplarının içine hapsolan, daralan ve nihayet çekildiği topraklar haricinde çok fazla anlam ifade etmeyen bir tarza dönüştüğünü görüyoruz.

Merhum Çakmaklı’nın neler yaptığını, ne gibi fedakârlıklara katlandığını en iyi bilenlerden biriyim. Ancak, kabul etmek lazım ki; insan kurabildiği hayalleri kadar muvaffak oluyor. Mustafa Akkad, dönemin şartlarına göre çok daha zor olan bir işe kendini adamıştı; Suriye’nin ücra bir beldesinden sinemanın merkezine gidip, hayalini gerçekleştirmek. O nedenle uzaktan bakıldığında boyunu çok aşan büyük ve evrensel bir işe soyunmuşken, bizde Asaf Tengiz'in çektiği "Hz. Ömer'in Adaleti", Nuri Akıncı'nın çektiği "Hz. Yusuf'un Hayatı" ve "Kız Evliya" ile Çetin İnanç'ın çektiği "Hz. Bilal-i Habeşi" gibi, bugün sadece ‘nostalji’ olsun diye izlenebilen ‘piyasa’ filmleri çekiliyordu. Zira bu filmler, bırakınız belirli bir iddia taşımayı, içi boş taklit yapım olmaktan ileri gidemiyordu.

Şubat 1973'de, Taksim'deki Venüs Sineması'nda yapılan ‘Mısır Filmleri Toplu Gösterisi’, Yeşilçam’da taklit bir ‘dini film’ furyasını tetiklemişti. Misal, Niyazi Mustafa'nın çektiği ‘Rabia'tül Adeviye’ adlı Mısır filmi, Osman Seden ve Süreyya Duru tarafından ayrı ayrı uyarlandı. Sinemalarda başrolünü Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit’in oynadığı aynı senaryolu ve konulu iki filmin aynı anda vizyona girmesi, Yeşilçam’ın bu işe sadece ‘ticari’ perspektiften baktığının ispatı gibidir. Üstelik bu arada, Akün Film, Rabia filminin orijinalini getirip piyasaya sürünce, gösterim olan ve aynı konuyu işleyen film sayısı üçe çıkmıştı.

Çağrı çekmek neden zor?

Burada Milli Sinema Tarihi ya da Yücel Çakmaklı filmografisinin analizini yapacak durumumuz yok. Merak edenler, bir kısmına benim de katkıda bulunduğum (özellikle ‘Milli Sinema ve Yücel Çakmaklı’ maddesi) “Türk Sineması’nda Yerli Arayışlar” isimli kitaba bakabilirler. (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları , 2010)

Fakat 100 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan sinemanın 40 yıldan daha büyük bir diliminde varlık göstermeye çalışan  ‘inanç’ merkezli filmler dikkatle analiz edildiğinde, bugün için şu temel sorunları görmek mümkün.


1- Hikaye: Her fırsatta çok büyük tarihe, önemli bir geçmişe ve destansı hikayelere sahip olduğumuz söyleyip bununla gurur duyarız. El hak, haklılık payı büyük bir tespittir bu. Ancak sıkıntı şurada; tarihi ciddiyetle ve bilimsel objektiflikte ele alabilen eser sayımız yok denecek kadar az. İslam ya da Türk tarihini hakkıyla filme alabilmek için, filme malzeme olacak derecede sağlam metinler –yeteri kadar- olup olmadığı tartışma konusudur.

2- Senaryo:  Var olan önemli tarihsel metinleri anlayabilecek, bunu hakkıyla sinemaya aktarabilecek derecede sinemayı ve dramaturjiyi bilen insan sıkıntısı da en önemli etkenlerden biri. Merhum Akkad’ın dediği gibi, tarihi, inancı, hassasiyetleriyle bilen insanların sinemayı bilmemesi, sinemayı bilenlerin de bu hassasiyetleri umursamaması, ya ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ gibi oryantalist yapımlar yahut ‘Muhteşem Yüzyıl’ gibi garabetler üretilmesinden başka bir işe yaramıyor.

Senaryo meselesi sadece ‘teknik’ açıdan sıkıntılı bir alan değil, ‘tercih’ açısından da problemli. Film Arası Dergisi’nin son sayısında kapak yaptığı ‘Darbe ve Sinema’ dosyası vesilesiyle de belirtmiştim; inanç hassasiyeti olan sinemacılarımızın ‘toplumu doğru okumak’ gibi bir problemleri olduğunu düşünüyorum. Çok basit bir örnek: 28 Şubat bu ülkenin üzerinden silindir gibi geçmiş, toplumu; özellikle muhafazakar kesimi dümdüz etmiş bir süreç. Siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel vesaire, birçok alanda inanılmaz kırılmalar, ezilmeler, deformasyon yaşanmış. Peki, siz sadece bir adet bile olsa, bu süreci aklı başında irdeleyen (başarısız da olsa) bir film gördünüz mü?

TGRT/İFPAŞ yapımlarından Hasat- Hacı Bayram Veli Hz. (1993)

3- Yönetmen: Diyelim ki çok güçlü metinler bulundu ve şuurlu/yetenekli senaristler ile bunlar birer sinema tekstine dönüştürüldü. 40 yıllık (elbette ülkemiz için söylüyorum) yerli (bunu coğrafi/lokasyon anlamında kullanmıyorum) sinema hassasiyeti olan film tarihimize baktığımızda, bu tür çalışmaları yapan yönetmen sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini görüyoruz. Olanlar da, neredeyse her adımda destek yerine köstek görmüşler. Şüphesiz kusursuz ya da yanlışsız değiller. Lakin eleştirilirken hatalarını fark ettirecek bir dil kullanmak yerine, ‘Bu ne kepazelik’ yaklaşımıyla büsbütün küstürülmüş ya da kimin ne dediğini umursamaz hale gelmişler.

4- Yapımcı: Hiç unutmam, ‘İslami Holding’ olarak bilinen kuruluşlardan birinin patronuyla, vaktiyle yaptığımız görüşmede, ‘Kardeşim getirin Çağrı gibi senaryo, ne kadar para istiyorsanız verelim!” demişti. Aynı zat, bir süre sonra hiç de fena olmayan bir senaryoyu, başkasına (bir bilene) okutmak yerine kendi okumuş ve ‘Bu ne biçim senaryo kardeşim, bir ‘Selamünaleyküm’ bile yok’ diyerek iade etmişti.

Ve bir dostumun şöyle bir iddiası var: Bu zihniyete, Cesuryürek, Gladyatör gibi filmlerin senaryolarını versen dahi beğenmezler. Ki hatta merhum Akkad yaşıyor olsa ve eliyle Çağrı’nın senaryosunu verip yapımcılık teklif etse, kabul görür müydü emin değilim.

Belki biraz sert gelebilir bu iddia ama tamamen haksız da sayılmaz… Bugün İslami hassasiyeti olan büyük şirketlere baktığımızda, hemen hiç birinde kültür-sanat ile ilgili bir kaygı görmüyoruz maalesef. ‘Olmasın’ demiyorum asla ama futbola, basketbol ve diğer sporlara yapılan harcamaların yüzde birini sanata-sinemaya ayırmış olsalar, bugün bu tartışmaların hiç biri yapılıyor olmazdı. Harcadıkları para o kadar büyük ki, günümüzde sponsorluk aracılığıyla alınan bir sporcu fiyatına film çekmek mümkündür.

Mevlana bugün yaşasa, taşlarız!

5- Siyaset: Eskiden şöyle beylik projeler vardı; ‘Duydunuz mu Atatürk filmi çekilecek ve başrolde Banderas oynayacakmış!’ Böyle onlarca benzer haber gösterebilirim size. Devlet, yapması gereken asli vazifesini bırakıp, film yapımcılığına soyunmayı çok denedi. Yetkililerin ‘Bu iş için tüm imkânlarımızı seferber ederiz’ açıklamalarını dün gibi hatırlıyorum. Ve birkaç uygulama da yapıldı. Dönemin muktedirleri, kendi düşünce yapılarına göre film çektirdiler ama hiç biri ‘Resimli İnkılap Tarihi’nden öteye geçemedi.

TRT Yapımı Cumhuriyet-Ziya Öztan (1998)

Yaklaşık 10 yıldan beri muhafazakar kesimin iktidarı var. Genel olarak baktığımızda benzeri bir yanlışlığı bu dönemde de görmek mümkün. Sanırım sıkıntı şu; Mevcut iktidar, yerel yönetim, yol, su, maliye, vergi, enerji işini önemsedikleri kadar kültür ve sanatı önemsemiyor. Ya da önemsese bile kimseye hissettirmiyor! Bu alanda yapılan tartışmaların tamamı politik ve çözümden ziyade, geçmişin hatalarını başka bir hata ile telafiye yönelik. Oysa yapılması gereken çok basit, devlet yapımcı olma hevesinden vazgeçip sanatın önündeki bürokratik ve ekonomik engelleri kaldıracak.

6- Seyirci: İşte kendimize batırabileceğimiz bir çuvaldız. Size yakın zamanda yaşadığım bir olayı hatırlatarak açayım bu bölümü. Ateşin Düştüğü Yer isimli filmini sosyal medyada paylaşmıştım. Doğal olarak, günlük siyaset ve polemik mesajlarımın onda birinden bile daha az geri dönüş aldım. Hadi buna eyvallah. Ama bir arkadaş şöyle yazmıştı: ‘Çok sıkıcı, fragmanı yarıda bıraktım.’ Elbette, saçmalığın daniskasıydı ve bizim ‘tekrar seyir değeri’ dediğimiz bir ölçüt vardı, bu filmin özellikle fragmanının bu değeri çok yüksekti. Önyargı, bir noktada ukalalığı da yedeğine alarak günümüz insanlarını vurdumduymazlaştırabiliyordu.

Çakma Çağrı'lardan biri: İslamiyetin Doğuşu (1987) 

Elbette, söylemek istediğim şey, ‘önümüze ne getirilirse getirilsin beğeneceğiz’ anlamına gelmez. Hatta aksine, elbette eleştireceğiz ama izleyerek, ilgi göstererek. İzlemeden, fragmanına bile bakmadan eleştiriyorsak, zaten yapacak bir şey kalmaz.

Ve daha acı bir durum var: Hiç umursamamak. Biliyorsunuz işte, Peygamber Efendimizi aşağılamaya çalışan film dolayısıyla nasıl da gaza geldik. Tepkiler gösterdik, imkan olsa Youtube gibi video sitelerini basıp, ‘kaldırın bu videoyu’ diye diklenecektik. Günümüz Müslümanlarının çoğunda bu sıkıntı var ne yazık ki: Destek yerine tepkiyi, güzeli ortaya çıkarmak yerine çirkini yok etmeyi tercih ediyoruz. Oysa ikisinin de aynı derecede olması, hatta ilkinin öncelikli olması gerekiyor.

Bir de şu var: En acımasız ve hoşgörüsüz yüzümüzü kendimizle ilgili yapılan çalışmalarda ortaya çıkarıyoruz. Bu konuda acayip zalim ve hoşgörüsüzüz. Diyelim ki bir film çekildi (ya da dizi) hemen saldırı ve dudak bükme moduna geçip, ‘Bu ne kardeşim, böyle film mi olur’ diyerek aşağılıyor, şevk kırıyor, cesaret edip üretenleri yerle bir ediyoruz.

Daha önce de bir vesile ile yazmıştım: Şimdilerde beğendiğimiz, bayıldığımız ve tasavvufî boyutundan çıkarıp neredeyse dünyevi aşkın folklorik öğelerinden biri durumuna getirdiğimiz Hazreti Mevlana bugün yaşasa, Allah bilir nasıl eleştirir, nelerle suçlar, nasıl yalnızlaştırırdık? “gel, ne olursan ol yine gel’ neyin nesidir canım!

İşte bu ve benzeri nedenlerden dolayı bırakınız Çağrı’yı, mütevazı orta yol bir film bile çekmek çok zordur. Zira hikayeyi bulmak, yazdırmak, yönetmeni ayarlamak, parayı bulmak, gösterim için salon tedarik etmek, seyircinin ilgisini çekebilmek gibi kocaman bariyerler vardır.

Soruyu şöyle sormak en doğrusu belki: Biz bu konuda ne yaptık? Biz, yani hepimiz; kendi durumlarımıza göre, parası, kalemi, yeteneği, hiçbir şeyi yoksa azıcık vakti olan… Öylesine değil, samimi olarak sorup cevabını alabilirsek, bu soru anlamlı olacaktır.

Ha, tüm bunları yazdık diye, ilânihaye durum böyle gidecek değil elbet. Geçmişte olduğu gibi, bugün de bu işin ‘deliler’i çıkacak, bu işe emek, para, hayatını yatıracak ve balığı çok umursamadan ‘Hâlık’ ile yetinmeyi tercih edecektir.

Hiç yorum yok: