3 Temmuz 2013 Çarşamba

12 Eylül'de yasaklanan millet aklanacak-Tünelin sonu: Tanzimat'ın tanzimatı-Yusuf Kaplan

12 Eylül'de yasaklanan millet aklanacak

Türkiye, sosyal sözleşmesi olmayan, hatta öznesi olmayan ender ülkelerden biri. O yüzden Türkiye'de yapılan anayasalar, "baba" ve zorba yasa/k/cılar tarafından yapılmış ve millete de dayatılmıştır.

Aslına bakacak olursak, ilk defa milletin anayasa yapmasına olmasa bile, anayasa yapma iradesi göstermesine tanık olacağız 12 Eylül'de. Burada sözkonusu anayasa değişikliğinin görece küçük bir paket olması o kadar önemli değil. Asıl önemli olan şu: Millet, ilk defa içeriği veya kapsamı ne olursa olsun, anayasa konusunda kendisine sorulan bir özne hâline geliyor. Evet, ilk defa olan bir şey bu.

12 referandumu bir yana, gerçek anlamda Öznesi yok Türkiye'nin hâlâ. Siyaseten iktidar olmak, halkın yarıya yakınının oyunu alarak 8 yıl ülkeyi yönetmek, milletin devleti yönettiği anlamına gelmiyor. "Meclis" demek olan milletin ya da millet demek olan meclisin iradesi her şeyden önce üç kez askerî darbelerle bir gecede sona erdirildi bu ülkede. Bir kez de hadım edildi yine silah zoruyla ve zorbaca yöntemlerle.

Sivil ve sivil olmayan yüksek bürokrasiye yön veren irade, milletin iradesi değil, elitlerin / azınlıkların iradesidir. Bu azınlık ve dogmatik irade, milletin iradesinin temsil ve tenkil yeri olan meclis'in beynine ve zihnine zincir vurabiliyor.


Mesele sadece yargı değil. Mesele Türkiye'de milletin iradesinin çok daha genel anlamda ve kapsamlı olarak ipotek altına alınmış olmasıdır. Hem küçük bir azınlık tarafından.

Dünyanın hiçbir büyük ülkesinde küçük bir azınlık o ülkenin kaderiyle oynayacak konuma gelemez, gelmemiştir. Ama Türkiye'de gelebilmiştir. Koskoca bir medeniyet çökertildikten sonra, bu ülkenin yeniden tarih sahnesine çıkmasını mümkün kılacak medeniyet iddiaları yok edildi Türkiye'nin: Bunun için, din hadım edildi; dil, tanınamaz hâle getirildi; sekülerlik / neo-paganizm biçimleri bütün kesimlerde milletin tek vazgeçilmez dini hâline getirildi.

Türkiye'de milletin iradesini ipotek altına alan azınlık, bu milletin omurgasını oluşturan unsurların bir parçası değil. Hâriciye'de yoğunluklu olarak görülebileceği gibi Türk, Kürt, Çerkez, Arap değil; Balkan kökenli ergenekoncuların yoğunlukta olduğu bir şebeke bu. (Burada Balkan kökenli, tertemiz insanlarımızı, kardeşlerimizi rencide edecek bir şey söylemediğimi vurgulamak zorundayım. Irkçılığın, etnik ayırımcılığın her türlüsünü lanetliyorum).

Dünyanın hiçbir büyük, tarih yapmış ülkesinde, o ülkenin aslî unsurlarının devre dışı bırakılıp, ülkenin inanılmaz küçük bir azınlık tarafından her bakımdan kontrol altına alındığı başka bir ülke yok. Bu şebeke, yoğunluklu olarak masonlarla birlikte çalışıyor. Bu şebeke, Türkiye'nin bazı alevî-laik üst kesimlerini kolaylıkla markaja almayı başarmış durumda.

İnsanları etnik kimliklerinden ya da inançlarından ötürü kınıyor, yargılıyor filan değilim. Her ikisini yapmaktan da Allah'a sığınırım.

Ama dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmayan ama yalnızca bizde yaşanan ürpertici bir olguya dikkat çekiyorum: Bu ülkenin omurgasını oluşturan unsurların içinde yer almayan ve Türkiye'yi içerden çökertmeye çalışan bir şebekeden bahsediyorum: Bu şebekeye bugün Ergenekon şebekesi deniyor. Ama ergenekon'la sınırlı değil yalnızca. Taa Meşrutiyet yıllarına kadar gider bu şebekenin kökleri.

İşte bu şebeke devleti ele geçirdiği için, (devletin zaten ele geçirildiğini ifşa ve ilan edercesine, tam bir panik psikolojisiyle, "devleti ele geçirmeye çalışıyorlar" diye yaygara kopartıyor) meclisin milletin önünü açacak girişimlerinin hepsini tıkıyor, engelliyor veya etkisiz hâle getiriyor.

Bu ülkede milleti yasaklıyor. Bu ülkede yasaklanan şey, bütün çağrışımlarıyla, millet olmuştur. Milletin bu ülkenin geleceğinde -bürokrasisinde, askeriyesinde, hâriciyesinde vesaire- söz sahibi olması yasaklanmıştır. Hâlâ başartüsünün üniversiteye, kamu kurumlarına giremediği tek ve son komünist veya faşist ülke Türkiye'dir.

12 Eylül referandumu, milletin iradesinin önünü açacak... Milletin iradesi, gerçek anlamda idareye vaziyet edince, bu millet kendisiyle, birbiriyle uğraşmaktan, yapay, sahte sorunlarla boğuşturulmaktan, birbirine düşürülmekten kurtulacak, Türkiye ancak o zaman önüne bakabilecek ve Yeni Türkiye ancak ondan sonra ufukta görünmeye başlayacak.

Tünelin sonu: Tanzimat'ın tanzimatı

Türkiye, mini-anayasa referandumuyla birlikte, yeni bir dönemece giriyor. Vesayetçi, milleti hiçe sayan sistemi değiştireceği umuduyla anayasa değişikliğine olumlu bakıyor halk: "Yeter artık! İnin bu milletin sırtından!" diyor.

Millet, Türkiye'nin ne tür bir hengameden, savruluştan geçtiğini henüz idrak edebilmiş değil. Türkiye'nin Tanzimat'tan bu yana yaşadığı deneyimin ne olduğunu, Türkiye'nin temel sorununun ne olduğunu bilmiyor millet.

Daha da vahimi, Türkiye'deki entelijansiyanın 150 yıldan bu yana yaşadığımız savrulmanın, şizofreninin, travmanın, yapay çatışmaların ne olduğunu, bunların nedenlerini bile henüz idrak edememiş olması. Böyle bir entelijansiya, elbette ki entelijansiya değildir; endülüjans'tır, günahçıkarıcısı'dır; kapıkulu'dur sadece: Kapıları tutanların kulu.

Opportunizm, karakteri olmuş o yüzden. Hiçbir ilkesi, kutsalı yok.

Böyle bir insan kişisine entelijansiya denebilir mi?

Burada asıl konu edineceğim şey, entelijansiya konusu değil, entelijansiyanın konusu olması, kafa yorması gereken tanzimat'ın (nihâyet!) sonuna geldiğimizi haber veren son, kapanış, final perdesi.

Türkiye, referandumla birlikte, en azından son yarım asrın cerahatlerini temizleyecek: Bu son yarım asrın nasıl olup da bu ülkede yaşanabildiğini de sorgulayacak, süzgeçten ve gözden geçirecek. Ve Türkiye'nin 1960'lı yıllarla birlikte içine sürüklendiği zihnî savrulmanın, yokoluşun kökenlerinin Tanzimat'a kadar izinin sürülebileceğini görecek.

Bir süreç mantığından baktığımız zaman, bu yaşananları önyargılı bir gözle değerlendirmeniz pek mümkün olmaz.

Şöyle bir tanımlama çerçevesi çizebiliriz: Tanzimat, bir kırılma ânı'ydı; Cumhuriyet, bu kırılmayı gerçeğe dönüştürerek bu milletin kaderini ve istikametini dönüştürme ânı. 1960 darbesiyle başlayan (ve Türkiye'nin Batı'ya ilk kez entelektüel olarak bilfiil açılmaya başladığı) süreç, tastamam bir savrulma ânı.

Tanzimat'la birlikte kendimizden şüphe etmeye ve kendimize olan güveni yitirmeye başladık. Ayağımızı bastığımız zeminin kaydığını hisseder olmuştuk. O yüzden hâkim psikolojimiz, savunma psikolojisiydi. Savunma psikolojisinin hâkim olduğu vasat'ın bizi götürüp fırlatacağı iki yer olabilirdi: Direniş ve inkâr. Biz ikisini de yaşadık iç içe. Tanzimat, bir açıdan bakıldığında, bir yokoluş sürecinin başlangıcı; bir başka açıdan bakıldığındaysa bir diriliş, bir varoluş sürecinin başlangıcı.

Yani ortada salt olumlu ya da salt olumsuz bakışlarla kavranamayacak kadar karmaşık ve zorlu bir süreç var yaşanan: Sözgelişi, bir yandan Avrupa edebiyatı, sanatı, düşüncesi ile doğrudan -iyi kötü- temasa geçiyoruz; öte yandan da kendi özsuyumuzla, kendi medeniyet dinamiklerimizle, öncülerimizle.

Tanzimat ve özellikle de ardından gelen Meşrûtiyet sürecindeki canlı, verimli ve dinamik düşünce, sanat ve edebiyatı hayatına bir daha kavuşamadık: Ne söylendiyse Meşrûtiyet'te söylendi aslında ve biz Cumhuriyet'le birlikte bu kez yenilgi psikolojisiyle hareket edip kendimizi inkâra kalkıştığımız için, Meşrûtiyet'te söylenenleri, yapılan tartışmaları ve ortaya konan entelektüel birikimi, elimizin tersiyle itiverdik. Ortada gerek İslâmcılar, gerek milliyetçiler, gerekse Batıcılar açısından olsun gerçekten çok büyük bir birikim vardı; ve yolunu, yönünü ve ruhunu yitirmiş her insan türünün yapacağı şeyi yaparak en yakınımızdaki bu muazzam birikimi inkâr etmeyi marifet sandık.

O yüzden 1960'lara gelinince, yaşadığımız inkâr süreci, bizi intihara sürükledi: 1960 darbesinden sonra Türkiye'deki entelijansiyanın bu ülkenin varlık nedenini, tarihsel derinliğini, kültürel, estetik, sanatsal birikimini, zenginliğini oluşturan yegâne kaynak olan İslâm'la ilişkileri sıfırlandı.

1970'li, '80'li yıllardan itibaren yaşadığımız diriliş ve varoluş süreci, 2020'li, '30'lu yıllarda kıvamını bulmaya başlayacak.

Bunun için önce kendimize gelmemiz gerekiyor: İşte anayasayı ilk kez benim, senin ve onun yani milletin yapacağına ilişkin engelleri de aşabileceğimizi gösteren ışık, tünelin ucundan beliriverdi: Tünelin sonu aydınlık görünüyor: Çünkü bu ülkede modern tarihimizde ilk defa millet, millet olduğunu bilfiil göreceği, yaşayacağı sürecin taşlarını bizzat kendisi döşeyecek artık.

Hiç yorum yok: