23 Ocak 2013 Çarşamba

CEMİL MERİÇ’İN BİR DÜNYANIN EŞİĞİNDE ADLI KİTABINDAN

İlk telif eseri olan Bir Dünyanın Eşiğinde, o zamana kadar “coğrafyasında tek kıta, kafasında tek yarım küre” olan Meriç’in Asya’yı, özellikle “Hint”i keşfidir. Olemp’i ararken Himalaya çıkmıştır karşısına. 48 yılını gömdüğünü söylediği bu kitapta, düşüncesi ve şiiriyle, dini, felsefesi, masalıyla Hint edebiyatını ve uygarlığını inceleyen Meriç’e göre,
“Çağdaş Avrupa, en aydınlık taraflarıyla Hint’in bir devamıdır”. Düşünsel serüveninin tamamında olduğu gibi bu mihnetli çalışması sırasında da zaman zaman okuyucusunu bulamamaktan, anlaşılma-maktan şikâyetçidir. Ama herkesi davet ettiği bu dünya, düşünce hürriyetinin vatanıdır. “Hint,” der Meriç,
“Her inanca söz hakkı tanıyan bir ülke olduğu için ikinci vatanım oldu. Bu kitapta rüyaları ve realitesiyle bütün Hint var… yani bütün insan.”

“ÖNCE AMEL

Demek çektiğimiz acıların tek sorumlusu: biziz.
Huzur bir tesadüf değil, bir mükâfat.
Benlik dediğimiz heykeli, daha önceki doğuşlarda kendimiz yonttuk.
Rastgelelik yok kâinatta.
Yaptığımız her hareket, gelecek hayatlarımızın kaderini çizmekte.
İnsana bu kadar geniş bir sorumluluk yükleyen başka bir inanç tanımıyoruz. Batı’nın soyaçekim nazariyesinden çok daha kucaklayıcı, çok daha sert bir determinizm bu[1].
Önce Amel, sonra Varlık.
Ortaçağ skolastiğinin iddia ettiği gibi, önce Varlık, sonra Amel değil.
Zekâ kendi kendini yaratan bir çaba.

Karman: Cihanşümul adalet. Bu inanç yalnız Vedanta ahlâkının değil, Budizmin de kemer taşı. Hind’in şer meselesine getirdiği çözüm aydınlık… ve insanca.
Tanrı’yı kötülemeden, dünyadaki kötülükleri izah etmek ancak Karman ile mümkün.
Madem ki felaketlerimizin kaynağı daha önceki doğuşlarımızda işlenen günahlar; niçin ve kime isyan edeceğiz?
Acı çekmek: eski bir borcu ödemek ve mutlu bir geleceği hazırlamak.
Bugünü yapan: dün.
Ama yarına karşı tamamen hürüz. Yarın, bizim dokuduğumuz bir kumaş.
Ne var ki insanlık bir bütün. Soyumuzun işlediği günahlardan da sorumluyuz bu anlayışa göre.
Hepimiz Tek’in türlü tecellileri değil miyiz?

Amel, bir gergef; ipliği arzu (Kama). Mutluluk için fazilet yetmez, arzulardan da sıyrılmalıyız.
Bu acılar gayyasından kurtulmadıkça hükümdar olmuşuz, parya olmuşuz, ne farkı var?
Hayır da, şer de zincir.
Biri hafif, öteki ağır.
Amaç: bütün zincirleri kırmak.
“Susuz bir kuyuya düşen kurbağa gibi kıvranmak istemiyorsak, yeniden doğuş zincirlerini kırmalıyız.
Korkunç olan ölüm değil, sürekli doğuşlarımız.
Zerre bütüne karışmalı ki hasret dinsin.
Bizi hayat denen ezelî cehennemden yalnız Bilgi (cnana) kurtarabilir.
“Birlik sırrından habersiz olanlar, yerini bilmedikleri bir hazineyi arayan körlere benzerler. Atman (insanın ruhu, özü, can ) –Brahman [2] sırrına erenlerse her türlü kaygıdan, her türlü kuşkudan azat olur. Atmanla kaynaşan, rüyasız bir uykunun huzuruna kavuşmuş, Çokluk’tan Teklik’e yükselmiş, dertlerden kurtulmuştur”. Nedir bu Atman-Brahman?

VAHDET-İ VÜCUT


“Ötelerin ötesidir, Brahman, yücelerin yücesi. Tanrıları yaratan O.
Başlangıçta yalnız O vardı. Her yerde O, her şeyde O.
Adlar değişik, kalıplar ayrı, cevher tek: Brahman. Göremeyiz, duyamayız, kavrayamayız Brahman’ı.
Beyin sınırlı, Brahman uçsuz bucaksız.
Bütün sığar mı Parça’ya? Brahman ne O dur, ne Bu”.
Ama Brahman’ın dışında başka bir Kâinat da var: medleri, cezirleri, fırtınalarıyla benliğimiz:
Atman. Atman zerreden küçük, Atman evrenden yüce.
“Vücut bir araba, sahibi: Atman.
Akıl: arabacı.
Koşumlar: idrak.
Duyumlar: at.
İdrak duyumlardan, akıl idrakten, Atman akıldan üstün”.
Aynı ağaçta iki kuş…
Tüyleri pırıl pırıl ikisinin de.
Biri meyvesini yer ağacın, öteki hareketsiz huzur içinde”.
Bu ağaç kişiliğimiz.
Kuşların ilki vehimler âleminde bocalayan Ben…
İkincisi zamanın ve mekânın ötesinde, değişmeyen Ben: Atman.
Gerçekte kuş tek.
Atman için ne doğum var, ne ölüm.
“Hem kıpırdar, hem kıpırdamaz. Hem uzak, hem yakın.
Hem her şeyin içinde, hem de her şeyin dışında.
Bütün varlıklarda O’nu, O’nda bütün varlıkları gören şüpheden azat olur”.
“Tabiat: bir vehim.
Bu vehmi yaratan ulu Tanrı.
O’nun zerreleri uçuşur dünyada, zaman zaman”.
Dış dünya, çöldeki serap gibi…
“Gözle görürsün ama, gerçekte yok.
Susuzluğunu arttırır sadece, gidermez.
Karanlıkta yılan sandığın, aydınlıkta bir ip.
Korkun da, kaygın da bir vehim: Maya”.
“Testi toprak, dalga su, bilezik, altın, kâinat Ben…
Tanrılar yok olduktan sonra Ben varolacağım”.
“Düşünen kavrayamaz Atman’ı, düşünmeyen kavrar. Anlayan anlayamaz, anlamayan anlar”.
“Bilgeye Atman nedir diye sorarlar.
Cevap vermez. Israr edilince, söyledim ama, anlayamadm, Atman sükuttur, der”.
“Güneş onun buyruğu ile doğar, rüzgâr onun buyruğu ile eser. Agni de, İndra da, Yama da onun buyruğu ile dolaşır”.
Dış dünya, iç dünya…
Bu ikilik bilgisizliğimizden doğan bir kuruntu.
Varlık tek: Atman-Brahman.
Hegel’i hatırlatan bir diyalektik. Atman, tez. Brahman, antitez.
Atman-Brahman, yani tek varlık, mutlak varlık, sentez.
“Gökte bir tek ay var. Ama sularda aksi sonsuz.
Her testinin suyunda başka bir ay. O testilerden biri de sensin. Ateşten fışkıran kıvılcımlar gibi, tek cevherden fışkırmış bütün varlıklar, Atman: bir örümcek, dünya: ördüğü ağ”.
Her meyvede tohum, her canlıda Atman var. Sevgilide bizi çeken o. Çocuğumuz ondan bir zerre diye aziz. O’nu, ben’i, onları değil, bütün varlıkları kucaklamalı sevgin. Bütün varlıkları, yani Tanrı’yı. “Brahman’ı Atman’ın dışında arayanı terk eder Brahman.
Tanrıları Atman’ın dışında arayanı terk eder Tanrılar.
Bütün’ü Atman’m dışında arayanı terk eder Bütün. Atman Brahman’dır, dünyalardır.” sh.117-119

BRAHMA

“Ben her şeyin bağrından fışkırdığı Kaynak,
Ben her şeyin bağrında kaybolduğu Umman…
Ben Erkek, ben Dişi,
Ben Kadim, Ben binbir çehreli Tanrı:
Brahma, Ben Kâinatı oynatan Vehim.
Sonsuz ruhum, varlıkların otağı,
Ataların atasıyım, atam yok,
Tanrılar bağrımda doğar, bağrımda ölür.
Kanımda ilk şafakları kızıllaştıran,
Ne geceler vardı henüz, ne şafaklar.
Geçmiş benim, Şimdiki An ben, Gelecek ben,
Her şey bende doğar, bana döner,
Ben bütün canlılarım, ben bütün ölüler.
Size Varlık gibi görünür ama,
Rüyamın yarattığı o sayısız dünyalar,
Gecelerimi aydınlatan birer şimşek,
Geçici birer parıltı, kaybolan birer hayalet.
Neden bu kadar yalan, diye soracaksınız.
Ruhum rüyalara muhtaçtı, birer yıldızdı bu rüyalar,
Gamlı sonsuzluğumu çiçeklendiren,
Ölümsüzlüğün dehşetini gideren birer yıldız”.
sh:127

“Avrupa, sözde Hıristiyan.
Bencillikten başka kanun tanımıyor.
Çağdaş insanı önüne katan hırs: menfaat.
Tek kaygımız, hayatın tadını çıkarmak, bahtsızları mutluluğa kavuşturmak kimsenin umurunda değil. Birtakım fedakârlıklara katlanır görünüşümüz, ayaklanmaları önlemek için.
Devrimler bencilliği ortadan kaldıracaktı güya, imtiyazlıların sayısını arttırdı, ihtirasları körükledi, yeni bir ahlâk anlayışı getirmedi.
Fedakârlığa yanaşan yok, her şey bizim olsun istiyoruz.
Toplumlar bu yüzden uçuruma sürükleniyor.
Bizi ne ilim kurtarabilir, ne teknik…
Eski cemiyetleri kurtarabildiler mi?
Bu kitabı dikkatle okuyalım…
Göreceğiz ki bizden daha iyi düşünen, kurtuluş yolunu bulan insanlar varmış” (E. Burnouf).” sh: 145

“Öldürmek… kimi öldüreceksin. Hayat yok edilebilir mi?
Ölüm, güneşin batışı.
Ölüm, bir sis.
Ölüm, bir şarkıyı çerçeveleyen sükût.
Bitmeyen bir şarkıyı, bitmeyecek bir şarkıyı.
Beden, gölgesi hayatın.
Gerçek olan o değil.
Kâinata bulutlardan bakınca, ölüm yok.
Sen vazifeni yapacaksın.
Sevinmeden, üzülmeden, öfkelenmeden.
Amel bir zincir değil, bir kanat.
Bu oyun ezelden başlamış Arcuna (Hint kahramanı).
Roller ezelden dağıtılmış.
Sahnedesin ve bütün gözler üzerinde.
Tabiat gibi sakin olacaksın, tabiat gibi yalçın.
Tabiattan farkın: zekân.
İlk işin zekânı ışıklandırmak olmalı.
Bilen ve gören bir irade insan.
Patikalara sapmayan, yalpa vurmayan, ve yürüyen bir irade.
Ama bu, tecelliler âleminin kanunu.
Gerçek bilge tecelliler âleminden hakikat âlemine süzülebilendir.
Tanrı’yla kaynaşan için ne hayır var, ne şer.
Hakikata eriştin mi kitaplara ihtiyacın kalmaz.
Aradığın ışık kendi içindedir.
Bilgeliğin alâmeti ne istiğrak, ne cezbe.
Bilge, arzulardan soyunan erdir.
Hedef dünya nimetlerinden vazgeçmek değil, ihtirasların kökünü kurutmak, kendini Tanrı’ya vermek, onunla kaynaşmak.
Arzular denize karışan ırmaklar gibi dolacak ruhuna, onu bulandırmayacak, dalgalandırmayacak.
Huzur vahdet sırrına erenindir.
Bilgi amelden üstün.
Upanişadlar da böyle söylüyordu.
Öyleyse amele ne lüzum var?
Ormana çekilip kendimizi Tanrı’ya vermek dururken, niçin dövüşelim?
Arcuna yine karanlıklar içindedir.
Amel kutsal, adak kutsal, feragat kutsal.
Hangi yoldan kurtuluşa varacak?
Zekânın aydınlattığı amel yolundan.
Bilgiyle amel kaynaşacak.
Amel’den kim kaçabilir?
Yaşamak, hareket etmek demek.
Bilgi amelden üstün.
Ama atalet amelden üstün değil.
Dava, ihtiraslardan soyunmakta.
İhtiras, yolumuzu karartan sis.
Arzuları nasıl susturabiliriz?
Kendimizi bir ideale bağlayarak.
Amel, bir adak olmalı.
Esaret bencillikte.
Amacı haz olan, bocalar, yürümez.
Kurtuluş karşılık düşünmeden didinenindir.
Kendinden kopacak, varlıkların içinde eriyeceksin.
Tanrı’nın kendisi de amel.
Tanrılaşmak istiyorsan onun yolundan gideceksin.
Dünyada kemal yok.
Kişi madde kalıbından kurtulup ruhlaşmadıkça pir ü pak olamaz.
Ama daha önce aşılması gereken duraklar var.
Önce gündelik işler, sonra kurtuluş.
Büyükler kalabalığa örnek olmalı.
Krişna (Vişnu’nun bir avatarı olarak tapılır.)  bunun için hep hayat sahnesindedir: tecelliler âleminin sevinç ve acılarına ortak olmak için insan kılığına girişi bundan.
Kazanacağı yeni bir zafer mi var?
Hayır. O, bir orkestra şefi gibi, hayat denen ezelî musikiyi düzenleyecek.
Hıristiyanların Tanrısı dünyaya bir kere iner.
Bu bir fedakârlıktır onun için.
Hind’in Tanrısı yeryüzündeki savaşa sık sık katılır.
Dünyayı karanlıklar basınca tarih sahnesinde boy gösterir ve yeni bir devir açar.
Kızmadan, heyecanlanmadan başarır işini.
Tanrı’nın zaman zaman insan kılığında tecellisi, kâinatın bitip tükenmeyen operasında bir nevi leitmotiv. (ana motif, nakarat, tema) ” sh:147-148

TRAJEDİSİ OLMAYAN SAHNE


“Hind’in ruhunu canlandıracak tiyatro kahramanı ne uzun
bir tarihin yükü altında ezilen bir Agamemnon olabilirdi,
ne de Ortaçağ’ın karanlık hüznüne gömülen bir Hamlet veya Faust.
O ülkeyi, balta görmemiş bir ormanın
kucağında unutulan bir genç kız temsil edebilirdi ancak.
Bir genç kız ki beşiğine koku serpen çiçeklerle kardeş ve eliyle
beslediği ceylanlar kadar uysal”.
Quinci


Dram şüphe ile iman arasındaki bocalayıştan doğar, Quinet’ye göre. Trajedi milletlerin hem kalbinde oynar, hem kafasında. Sophokles Sokrates’le, Shakespeare Bacon’la çağdaş…
Hint’te trajedi yok.
Toprağın bağrından isyan çığlıkları değil, neşideler yükselir. Gerçi, sanatla felsefe rahibin saltanatını yıkmak için elele vermiş gibi, gerçi Hint dramında Brahman’a düşen rol çok defa soytarılık, ama bu çatışma sadece görünüşte.
TARİH EZELİ BİR MONOLOG: KONUŞAN DA TANRI, DİNLEYEN DE.
Kâinat bir tiyatro dekoru, Tanrı onu kendi eğlencesi için yaratmış.
Mevsimler, ışık, hayat… hepsi vehim.
Böyle bir dinle bağdaşabilecek tek trajedi kahramanı, bu hayalleri göz önüne serip tekrar yok eden tabiat.
Hint sahnesini aydınlatan bu panteizm.
Böyle bir tiyatroda üç birliğe ne lüzum var?
Kahramanlar istedikleri yerde dolaşırlar.
Sahne boyuna değişir.
Yerde başlayan maceranın gökte sona erdiği, iki perde arasında yıllar geçtiği olur.
Umumiyetle tek macera ve sığ bir psikoloji.
Kahramanlar kanlı canlı birer varlıktan çok bir hayal, bir şiir.
Böyle bir sahnede kan dökülemez.
Tropik ormanların doruklarından esen Himalaya rüzgârı, ama ne yırtıcı hayvanların kükreyişleri duyulur, ne alaycı kuşların keskin çığlıkları.
Ümitsizlik yok Hint tiyatrosunda.
Dünyaya bir defa gelmiyoruz ki.
Biz de bir gün mutluluğa ereceğiz.
Haksızlık nasıl olsa cezalandırılacak, fazilet mükâfatsız kalmayacak.
Sahne de hayatın, daha doğrusu hayatların bir özeti.
Hint, dünyayı küçümseyenlerin vatanı.
Doğru, ama tiyatroya eğlenmek için gidilir.
Şair eserini alkışlayacak kibar seyircileri düşünmek zorunda.
Korku, uzun sürmemek şartı ile, güzeldir.
Bunun içindir ki durum sarpa sarınca Tanrı’nın arabası imdada yetişip kahramanları acıdan ve realiteden kurtarıverir. Avrupalı’nın mucize diye adlandırdığı müdahaleler, Hintli için gerçeğin ta kendisi, yani tabiî.
Yunan trajedisine hiç benzemez Hint tiyatrosu.
Onda ciddi ile komik kucak kucağadır. Hükümdarlar eski destanların dilini, yani Sanskritçe konuşurlar. Yiğittirler, şairdirler, hayalperesttirler. Şark’ın mübalağacı ve ölçü tanımaz zihniyeti ile modern bir Batılı gibi alay eden soytarı, sağduyunun temsilcisi, nesrin hükümdarıdır. Vecitle aklın, şiirle nesrin ezelî diyalogu: Don Kişot ve seyisi…
Aristophanes’in tanrılaştırdığı, modernlerin biz bulduk sandıkları alay, Doğu’nun yabancısı değildir. Büyülü bir çiçekten yayılan baş döndürücü koku: Hint şiiri. Ama yeşil yaprakların ve çiğ taneciklerinin altında bir diken gizli.
Hint tiyatrosunda lirizm, Yunan’da olduğu gibi, koroya yükletilmemiştir, bütün eseri kaplar. Ama daha çok monologlarda yoğunlaşır, birer neşide olur. “Şakuntala”nın dördüncü perdesinde genç bir rahip sahneyi bir Şark gecesinin ihtişamını anlatarak açar:
“Sevgilisinden ayrılan bir genç kız gibi boynu bükük ayın. Solgun bir nilüfere benziyor. Nerdeyse şafak sökecek. Ay battı. O nilüferin pırıltısı hatıralaştı benim için. Ünnap yapraklarında incileşen jaleler, güneşin altın ışıkları ile kıvılcım kıvılcım. Manastırın damından mavi bir tavus uçtu, gözleri uykulu”.
Bu tiyatro baştanbaşa bir aşk neşidesi. Asya toprağından fışkıran tek ihtiras o. Yunan tiyatrosunda böyle bir duygu yok. Bu bakımdan Hint, Yunan’dan daha yakın bize. Gerçi panteizmle halelenen bir aşk bu. Her yerde canan, her şeyde canan… Acıdan kıvranan bir genç içini şöyle döker:
“Bu tomurcuklarda sevgilimin cemalini görmekteyim.
Ahunun bakışında onun nigâhı.
Rüzgârın okşadığı sarmaşık onun gibi salınıyor.
Ölen sevgilim koku olmuş, renk olmuş, dağılmış bütün tabiata” (“Malati ile Madhava”).
Böylece aşk dinleşiyor Hint’te, sevgili sonsuzla kaynaşıyor. Canan tanrılaşıyor, Tanrı cananlaşıyor. Tabiat âşıklar için müşfik bir dost. Bulutlar haberci. Sevdalıların üzerine çiçek yağmuru boşanır, Apsaralar korur âşıkları.
Hint dramının başka bir özelliği de tabiat sevgisi… “Şakuntala” kucağında büyüdüğü ormandan ayrılıp kocasının sarayına gidecek. Yeni geline çelenkler örüyor orman perileri. Ve tabiat dile geliyor. Toprakla insan içli dışlıdır bu edebiyatta. Yunan şiirinde tabiat yok gibi. İnsanın toprakla böylesine kaynaşabilmesi için doğduğu yere kök salması lâzım. Hintli doğduğu yerde ölür, aile değişmez, cemiyet hep aynı, fert bir ağaçtır adeta, topraktan sökülünce feryat eder.” Sh:204-206

“Hintliler düşünceyi birçok bölümlere ayırıp incelemişler. İnsan hayatının dört amacı var, onlara göre: Bütün bilgiler bu dört amaç etrafında toplanabilir.
İlk amaç servet (arta),
ikincisi aşk (kama),
üçüncüsü fazilet (darına),
dördüncüsü de ruhun kurtuluşu (moksa).
Bu dört amaca uygun olarak hayatımız da dört devreye (aşram) ayrılır: önce öğrencilik devresi, sonra evlilik, dünya nimetlerinden kâm alınır, çoluk çocuk sahibi olunur, sosyal görevler yerine getirilir. İhtiraslar dinip saçlar ağardıktan sonra yeni bir devre başlar, içe kapanış. Ve yıllarca ormanda yaşanır. Sonra da yollara düşülür. Hayatımızın son devresi ise dervişlik çağıdır.
Hayatımızın ilk amacı olan arta, dirlik düzenlik içinde yaşamak.
Arta’nın gerçekleşmesini sağlayan bilgiler: iktisat, idare, politika…
Hint çok ilgilenmiş politika ile. Onun da Hobbes’ları, Machiavel’leri var. Ama politika sanatını bütün yönleri ile öğreten, ilmî eserlerden çok, masallar. Hayvanların insana yaşama dersi verdiği bu hikâyelerde heyecanın, hassasiyetin, ahlâkın yeri yok. Her an, yavuz bir kendini koruma içgüdüsü, azgın bir başarı hırsıyla karşılaşmaktayız.
Kavga tekniği, ahretle, dinle ilgisiz.
Hayvanlar dünyasındaki insafsız boğazlaşmayı insan planına aksettiren bir teknik bu. Birbirini parçalayan, birbirini yiyerek yaşayan mahlûklar… Sanki okyanusun derinliklerindeyiz. Zaten bu edebiyat türünün adı “Matsya-nyaya” (balıkların kanunu).
Yani büyük balıkların küçükleri yuttuğu bir dünya.” Sh:231

KEŞMİR EDEBİYATI

14. yüzyılda Müslümanlar’ın eline geçer Keşmir. Yalnız toprağı değil, gönlü de İslâm’ın olur.
Keşmirli Müslümanlar’ın kullandıkları yazı Arapça ve Farsça alfabeyi esas alır. Edebiyatları çok verimli değil.
Bu dildeki en eski eser “Mahanaya Prakaşa” (Büyük Işık). Yazarı Şitikanta 13. yüzyılda yaşamış.
14. yüzyılda, sofiliğin etkisini göstermeye başladığı bir dönemde, Lâl Ded çıkıyor karşımıza.
Lâl Ded, atalarının inancını terennüm eden tek değerli şair. Lâl Ded kadın. Lâl Ded, Şiva’ya âşık bir “meczub-u ilahî”. Üryanlığını tan edenlere, “kimden utanayım” dermiş, “insan kalmadı ki, insan, Tanrı’dan korkandır”.
Canla canan aynı Lâl Ded’e göre. Tanrı içimizde. Buz da su, kar da su.
Görünüşe bakma sen. Erenler indinde Tanrı, evrenin ta kendisi:

Gök de sensin, yer de sensin!
Hem alansın, hem verensin.
Hem çiçeksin, hem derensin!
Ne ben var, ne sen var, ne o.

Lâl Ded okyanusta yüzen bir sandal. Üryan, yollara düşmüş:

Bir taze çamur testinin
İçinde bulanık suyum” sh:259

“Dar bir milliyetçilik yerine bütün ırkların elele verdiği bir işbirliği istemektedir Tagor.
“Dünyanın bütün kültürleri kaynaşmak, birbirlerinden feyz almalı. Hepimizin baş kaygısı, milletlerin kültür alış verişi ve gönül birliği yapacağı meydanı hazırlamak. Dünyanın problemi bizim problemimiz artık. Kendi medeniyetimizle dünyanın bütün millî tarihleri arasında bir ahenk kurmak zamanı gelmiştir”. Tagor bütün kültürlere dost, “kültürün yabancısı olmaz”. Doğu ile Batı’nın yakınlaşması en büyük emeli.” Sh:277

“Çağdaş Hind’i uyuşukluğun vatanı sananlar Vivekananda’yı okusun:
“Varlığını başkalarına adayabiliyor musun?
Tanrı’ya inanmamış, secdeye kapanmamış, ömür boyu felsefeyle ilgilenmemiş de olsan, müminin ibadet, filozofun bilgi yoluyla erişebildiği kemale varmışsın” diyen adam, elbette ki çağımızın ve bütün çağların en büyük mürşitlerinden biri.
Vivekananda’nın ilk İncili: Karma yoga, çalışma yolu.
“Köleleştiren vazifeden kaç, içinden gelmeyen işi yapma…
Çalışmanın tek amacı: çalışmak.
İş bir sevinç olmalı bizim için, başka mükâfat beklememeliyiz. Evren uçsuz bucaksız bir çalışma yeri.
Değerimizin gerçek ölçüsü: her günkü hayatımız.
Her sersem ömründe birkaç defa kahraman olabilir.
Her gün kahraman olabiliyor musun?
Büyük şöhretler gözlerimizi kamaştırmamalı.
İnsanların en yüceleri tanınmadan göçmüşler.
Onlardan yüzlercesi yaşamış her ülkede.
Sessiz çalışmış, sessiz yaşamış, sessiz ölmüşler.
Sonra düşünceleri bir İsa’da, bir Buda’da dile gelmiş. Biz tercümanları tanımışız”.
Hakikata götüren ikinci bir yol Bakti Yoga, gönül yolu.
Kıldan ince, kılıçtan keskin bir yol bu.
Tanrıyı seviyorum demek kolay. Nasıl ve niçin seviyorum? Bu aşkın kaynağı korku mu, teslimiyet mi?
VAHİY DİYORSUN, VAHİY AKILLA ÇATIŞAMAZ. KEŞİF YOLU AKILDAN GEÇER.
Raca yoga üçüncü yol; Yogaların racası, şahı.
Amaç: düşünceyi dağıtmamak, tek fikre bağlanmak, hep onu düşünmek, hep onu yaşamak.
Bu çetin yolculukta ilk durak: nefse hâkimiyet.
Cnana yoga, tenkit ve tecrübe yolu.
Din de bir ilim, Vivekananda’ya göre. O da diğer ilimlerin araştırma metotlarını kullanmalı.
“İlmin tenkidine dayanmayan her inanç batıldır.
Tanrının en büyük nimeti: akıl…
Düşünmemek, küfürdür..
Her bilgi dinin bir parçasıdır, din, bilgilerimizin bütünü.
Gezegenleri tanımak zekânın parlak bir zaferi.
Ama asıl zafer iç dünyamızı tanımak, tutkuları dizginlemek, ruhun hoyrat güçlerini ahenkleştirmek”.
Cnana yoga bir çeşit ruh kimyası Rolland’a göre.
“ilmin nereye gittiğini görmüyor musunuz?
Hint ruhla uğraştı şimdiye kadar. Mantıktan, metafizikten hareket etti. Avrupa’nın çıkış noktası, dış dünyanın müşahadesi. Ama vardıkları neticeler birbirlerine çok benziyor. Biz ruhçular araştırmalarımız sonunda Birlik’i keşfettik. Birliği, yani Tek’i, gerçeği. Madde ilmi de karşısında aynı birliği buldu. Bütün ilimlerin amacı Bir’e varış”.
“Din de çağlarla gelişir, insan gibi. Tek düşmanı vardır, yobazlık. Yarının dini her güzeli, her iyiyi bağrına basan bir ideal olmalı, yaşayan bir ideal… Din ölüyor diyenler var, bence yeni yeni gelişiyor… Dinle ilim tarla yüzünden kavgaya tutuşan iki kardeş. Tarlanın ekilip biçilmesi elele vermelerine bağlı. Batı’yı ancak akılcı bir din kurtarabilir.
Aydınların benimseyebileceği tek inanç: Advaita (vahdet-i vücut).
Buda’nın aşk dolu gönlüyle Çankra’nın zekâsı neden kaynaşmasın?..
Değişiklik olmayan yerde hayat yoktur. Keşke düşünceleri de insanlar kadar çoğalabilseler.
Her din büyük hakikatin bir parçası. Zavallı bizler, kâinatı elimizdeki kafese hapsetmeye çalışan birer çılgınız. Hakikata binbir yoldan varılır. Her yol hak. Hepimiz düşe kalka hakikati arayan birer yolcuyuz, hoş görmek ne kelime, kim kimi hoşgörecek?
Hind’in son peygamberi Ramakrişna, sefil bir paryanın kulübesini saçlarıyla süpürecek kadar insandı. Müslüman oldu, Hıristiyan oldu, nihayet anladı ki Tanrı ne camidedir, ne kilisede, Tanrı kalbimizdedir. Mazinin bütün dinlerini kabul ediyorum, Tanrılarınız benim de Tanrılarım, gönlümü geleceğin bütün inançlarına açıyorum. Her kutsal kitap ezelî vahyin birkaç sayfası, daha çevrilecek sayısız yapraklar var” diyor Vivekananda.” Sh:280-282

“ERKEKLE KADIN

Başlangıçta kâinat Atman’dı(insanın ruhu, özü, can). İnsana benziyordu Atman. Etrafına bakındı, kendinden başka bir şey göremedi. Söylediği ilk söz şu oldu:
Yalnız Ben varım. Böylece Ben kelimesi doğdu. Bunun içindir ki birine “kim o?” diye seslendiğimiz zaman “Benim” der, sonra adını söyler. Atman korktu, yalnız kalınca korkmamız bundandır. Atman: “madem ki yalnız Ben varım, kimden, neden korkacağım?” diye düşündü. Öyle ya! niçin korkacaktı. Ama keyifli değildi Atman. Bunun içindir ki yalnızlıktan hoşlanmayız.
Atman ikileşmek istedi., hem kadındı, hem erkek, ikiye bölündü, ilk karı-koca çıktı meydana. Kendimizi yarım hissetmemiz, erkeğin kadına, kadının erkeğe ihtiyaç duyması bundandır. Erkek Atmanla dişi Atman’ın birleşmesinden biz insanlar dünyaya geldik. Sonra binbir kalıba girdi Atman: hayvan oldu, bitki oldu. Agni de ondan fışkırdı, Soma da.” Sh: 318

“DOĞRULUK

Ruhumuzu temizlemenin tek yolu: doğruluk. Doğruluk: göklere uzanan merdiven… Doğruluk: necat’a götüren kayık.
Tanrılar’a her gün bir at kurban etsen, doğruluk kadar makbule geçmez.
Bir havuz yüz kuyuya bedel, bir adak yüz havuza… Erkek evlat yüz havuzdan daha muteber. Bir doğru söz, yüz evlattan daha hayırlı.
Dünyayı ayakta tutan doğruluk…
Güneş doğruluk sayesinde doğar; rüzgârı estiren: doğruluk; sular onun yüzü suyu hürmetine akar.
Doğru söz en yüce fazilet, bilesin..
İbadetler ibadeti: doğru söz.
Doğruluk karşısında eğilesin.
Doğru söz: şeriat.
Tanrılar: hakikat, insanlar: yalan..
Tanrılaşır doğru sözden şaşmayan.
Yalan, bir bukağı; doğru söz: kanat…
Kır zincirlerini arşa yüksel.
Eğrilik insanı Tamu’ya sürükler.
Naradasmirti

KADIN

Kolay söylenmeli bir kadının adı, anlaşılır olmalı, tatlı olmalı; uzun hecelerle bitmeli bu ad ve bir duaya benzemeli.
Çocuk doğurmak, çocuk yetiştirmek, ev işlerine bakmak., işte kadının vazifeleri.
Kendi başına buyruk olmamalı kadın: küçükken babasının sözünden çıkmamalı, evlenince kocasının. Dul kalınca oğluna itaat etmeli.
Hep güler yüzlü olmalı kadın. Evini akıllıca idare etmeli. Hem çok az para harcamak, hem kocasını rahat ettirebilmeli.
Erkek bu, ayağı sürçebilir, başkalarına kaptırabilir gönlünü. Kadın anlayışlı olmalı. Kocasının hiçbir meziyeti olmasa bile, Tanrılar gibi saymalı onu.” Sh:326-327

BHAGAVAD-GİTA’DAN

Ölümsüzlük üzerine:

Yok olmak diyorsun… kim yok olacak?
Her canlı ezelden ebede akan bir ırmak.
Ömrümüz zaman kadar uzun.
Çocuktuk bir vakitler, genç olduk… yarın ihtiyarlayacağız.
Partal bir libas gibi atacağız aşman bedeni, yeni bir bedenle doğacağız.
Mevsimler gelip geçer Bharata, renkler, kalıplar değişir.
Beyaz bir perdeye vuran gölgeler gibi, sevinçle keder.
Yokluktan varlığa geçilemez Bharata, varlıktan yokluğa geçilemez.
Aşılmaz bir duvar var vücutla adem arasında.
Evrenin dokusu ölümsüz.
Ölümsüzü kim yok edebilir?
Ruh kalıptan kalıba girer, aşınmaz.
Başlangıcı yok ki hayatın sonu olsun.
Ne ezelle başlayan yok olur, ne ezelde olmayan var.
Öldüreceğim diyorsun., kimi?
Ruha vız gelir fırtınalar, seller vız gelir.
Ne kılıç yaralayabilir onu, ne ateş yakabilir.
Yakalayamazsın ruhu duyularınla, hayalinde kavrayamazsın. O, bütün değişmelerin dışında.
Ölüm bir gerçek de olsa:
Hoş, ölüm bir gerçek de olsa, acımak neye yarar? Mademki her doğan göçecek, mademki bu bir almyazısı… ağlamakla ne değişecek?
Varlıklar nereden geliyor, biliyor musun?
Nereye gittiklerinden haberin var mı?
Neden üzülüyorsun?
Sen vazifeni düşün Bharata! Kşatriya dövüşür, ah etmez. Kan dökmeni haykırıyor gelenek.
Kavga savaşçının kutsal vazifesi.
Düşmana sırtını çeviren yiğit, kendine güldürür herkesi. Adı lanetle anılır.
Günahtan kurtulmanın yolu tek: bütün varlığı ile koşmak vazifeye, ötesini düşünmemek…” sh: 362-363

“HİNDÎ EDEBİYATI:


KEBİRDEN

(Kazeruniye tarikatının kurucusu Kebir (1440-1518) de tasavvuf edebiyatının öncüsüdür. )

Beni nerede arıyorsun?
Mescit tehi, kilise boş,
Ne Hint’teyim, ne Çin’deyim.
Kulum, senin içindeyim.

Güneş de gönlünde, ay da gönlünde,
Gözlerin kör dostum, göremiyorsun.
İçlerinde ezel neyi çalıyor,
Kulakların sağır, duyamıyorsun.

Bu benim, bu senin kavline düştün.
İyi ne, kötü ne, bilemiyorsun.
Benlik davasından sıyrılmadıkça
Ne yapsan boş, Hakka eremiyorsun.

Amel bir çiçektir, bilgi bir meyve
Neden o meyveyi deremiyorsun.
Misk ceylanda, ceylan miskten habersiz,
Cevher sende, akıl edemiyorsun.

O diyar, mevsimler şahı baharın,
Göklerinden nur boşanır o diyarın,
Nağmeler kanatlanır toprağından
Binlerce Krişna el pençe divan
Milyonla Vişnu secdeye kapanmış.
Veda okur sıra sıra Brahman.
İstiğrak içinde binlerce Şiva.
Her köşede rebap çalan bir Sarasvati.
Efendim tecelli eder o diyarda, Santal, ıtır dalgalanır rüzgârda.
Kaç mutlu varabilir o diyara.

Hangi kıyılara yolculuk, ey dost,
Yolcu yok, yol yok önünde, rehber yok.
Deniz nerde, gemi nerde, gemici nerde?
O ülkelere sefer yok, gönül hey!
Ne sandal var, ne sandalcı, ne halat,
Zaman yok, zemin yok, asuman yok.
Nehir yok, göl yok, umman yok.
Nerden içeceksin, gönül hey.
Evren serap, vaha sensin
Susuzluktan yanıyorsan,
Kendi çeşmenden içersin.

Akşam hem göklerde, hem gönüllerde,
Gölgeler, kıyısı olmayan deniz.
Açılsın guruba pencereleriniz,
Kaybolun aşk denizinde.
Gönül lotusunun tüveyçlerinden
Süzülen balı içiniz.
Dalgalara bırakın kendinizi,
İçinize dolsun umman.
Şarkılar geliyor uzaklardan,
Şarkılar, ilahiler, çan sesleri,

Coşkun, muhteşem ve ürkek.
Kebir der: kardeşim benim,
Bir saksıdır bu bedenim.
Tanrı, içindeki çiçek.
Aşk şarkılarıyla çınlıyor gece,
Gündüz aşk şarkılarıyla.
Toprak kulak kesilmiş,
Sen de dinle.
Ölüm kendisinden geçmiş, raks ediyor.
Hayat raks ediyor, kendinden geçmiş.
Toprak sarhoş, dağlar sarhoş, ummanlar sarhoş.
Kahkahalar geliyor uzaklardan,
Hıçkırıklar geliyor.
Ağlayarak raks ediyor insanlar.
Gülerek raks ediyor.
Cübbeni fırlat rüzgâra
Sen de karış insanlara.
Zemin sarhoş, zaman sarhoş
Bu şarkılarla sen de coş.


MARAT ŞAİRLERİ: TUKARAM’DAN

Şiirler yazıyormuşum,
Sözcükleri benim değil.
Vecd içinde dinlediğin
Bu türküler benim değil.

Ben Tanrının nadan kulu
Bilemezken sağı solu
Bu yol uluların yolu.
Bu cevherler benim değil.

Bu yol uluların yolu.
Bu cevherler benim değil

Konuşan O, söyleyen ben,
Öyle duydum efendimden.
Tuka der ki bu inleyen
Ses benim, söz benim değil.”

Erenler köyünde için aşk dolar,
Ne bir kaygın kalır, ne ızdırabın.
Ben o köyde gezer bir garip geda,
Dilendiğim lütuf ayak türabın.
Sh:401-404

Kaynakça

Cemil MERİÇ hzl: MAhmut Ali Meriç Bir Dünyanın Eşiğinde [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.












[1] Determinizm: kaçınılmaz sona inanma; Doğa’daki her olayın, dolayısıyla insanın tüm faaliyet ve davranışlarının kendi iradesi dışında seyreden bazı faktörlere tabi olduğunu ileri süren teori, gerekircilik.
[2] Brahman: Hint felsefesi geleneğinde, hem içkin hem de aşkın olan, hem kâinatta ve hem de kendisinde var olan en yüksek varlığa kendisiyle birleşmenin nihai ve en yüksek hedef olarak addedildiği dünya ruhudur

Hiç yorum yok: