25 Aralık 2012 Salı

Kürtlük, Türklük ve "ortak tasavvur"-Ya 'ortak tasavvur' ya felaket! -Paradigmayı sorgulamadan asla! -'Başlık'sız çözüm -Akif Emre


Kürt milliyetçiliğinin yükselişine dair tarihsel bir karşılaştırma yapmak üzere Osmanlı'dan ayrılan ilk Müslüman kavim olan Arnavutların hikayesine değinmiş Şükrü Hanioğlu (Sabah, 23 Aralık). Arnavutların -büyük kısmının, en azından ayrılıkçılık ekseninde, Arnavut milliyetçisi olmamasına karşın- büyük devletlerin desteğini alarak bir elit ideoloji olan Türk milliyetçiliğine yönelen İttihatçıların basiretsiz politikaları nedeniyle adım adım Osmanlı'dan kopuşunun nedenlerini yazıyor. Gerçekten de Osmanlı Arnavutlarının hilafete bağlılıklarına karşın, elit milliyetçilerin Arnavutların Osmanlı bütünü içindeki yerlerini ayrıştırmada belirleyici olmalarında, milliyetçiliğin gücünden çok İttihatçıların kör siyasetlerinin etkisi büyüktür. Avlonyalı Ekrem Bey'in anılarını okuduğumda benzer düşünceler zihnimde çağrışım yapmıştı. Özetle, Hanioğlu; çok uluslu imparatorluklar zaten tarihe kavuşuyordu, devir milliyetçiliklerin devriydi, bu nedenle kazandılar diyor.

Tarihçi Mete Tunçay'la yapılan bir söyleşide Kürtlerin Osmanlı yönetimiyle ilişkisini cumhuriyet döneminden kesin çizgilerle ayırıyor. Kürtlerin Osmanlı dönemi ayaklanmaları merkezileşmeye karşı, yani vergi ve zorunlu askerlik uygulamalarına karşı birer "aşiret ayaklanmasıydı" tespitini yaptıktan sonra, Şeyh Said ayaklanmasının bunlardan temelde farklı olduğunu söylüyor. Tunçay, özetle, Milli Mücadele yıllarında hilafetin kurtarılması için Türklerle beraber mücadele eden Kürtler için, hilafetin kaldırılmasıyla ortaklık bozulmuş oldu; "öküz öldü, ortaklık bitti…" diyor. "İslam milleti" içinde kendilerini bulan Kürt ve Türklerin, hilafetin kaldırılması ile kendilerine özgü ayrı kimlikler geliştirmeye başladıklarını da ilave ediyor. Türk-Kürt meselesindeki tarihsel kırılmanın, hilafet meselesini merkeze almadan, doğru okunamayacağını bu köşede dile getirmiştim birkaç kez.

Gerek Hanioğlu'nun gerekse Tunçay'ın, biri diğerinden habersiz, bu bağlamda vardıkları sonuç; birbirlerini ima eder gibi. Tunçay "yeni Osmanlıcılık"ta demir atıyor. Ve hemen ilave ediyor; sadece Türklerin değil tüm grupların kendi kendilerini ifade edebildikleri bir yapı… Hanioğlu ise, Arnavut ayaklanması sırasında çok uluslu imparatorlukların anakronizme düştüğünü, şimdi ise milliyetçiliklere dayalı ideolojilerin anakronizme düştüğünün altını çizerek "ortak tasavvur" geliştirme yeteneğine dikkat çekiyor. Burada temel soru; anakronizme düşmeden Türkçülük ve Kürtçülük temelinde ortak tasavvur geliştirebilme imkanının olup olmadığıdır.

Oysa bugün için ne Türkçülük ne de Kürtçülük temel alınarak seküler kimliklerin ortak tasavvur geliştirme imkanı neredeyse kalmamıştır. Nitekim Tunçay'ın "yeni Osmanlı" fikrine rağmen, Kürtlerin güneydeki parçalarıyla bütünleşerek Türkiye'den ayrılmak istemeleri durumunda, buna karşı yapacak bir şeyin olmadığını söylemesi de bir itiraf. Çünkü temel sorun, ulus eksenli Kürtçülük etnik kimlik siyaseti kadar, bu ortak tasavvur arayışının ulus-devlet ufkuyla sınırlı kalmasında da yatıyor.

Batıcı seküler Kürt milliyetçileri tarafından, zihnen ve duygusal olarak bu kader birliği yaptığımız coğrafyadan ve kardeşlik bağından kopuşlarına rağmen, İslam kimliğinin birleştirici çizgisine karşı içten içe ayartıcı söylemler de geliştirilmiyor değil. Bunun tipik tezahürü, "Kürt İslamcılar, Türk İslamcılarını samimi bulmuyor"la başlayan söylemlerde yatıyor. Bu tezin geçerliliğini test etmeden önce, bu İslamcı yakıştırması yapılanların kimler olduğu pek müphem kalıyor her seferinde. Yıllardır İslami duyarlılıkla Türk olarak etnik kökeninden utanmayan, ama övünme payesi olarak da ortalıkta dolaşıma sokmayan biri olarak, "Kürtçü-İslamcı" yakıştırmasına çok muhatap olmuşumdur. Devletin resmi raporlarında bile bir dönem Diyarbakırlı, Türk kökenli Sezai Karakoç ve Diriliş çevresi için "Kürtçü-İslamcı hareket" dendiği bilinir.

Kürt siyasal hareketinin Kürtlerden oluşan sessiz yığınların sesini bastırdığı muhakkak. Tıpkı İsmail Kemal ve arkadaşlarının Arnavut milliyetçiliği adına yaptığı gibi. Buna rağmen iki kesimden de hafızaları parçalanmamış ve diri olan büyük çoğunluğun ortak tasavvur imkanlarını ellerinden almaya yönelik seküler tiplerin öne çıkarılmasından sonra Türk ve Kürt İslamcıların birbirine güveni meselesinin gündemde tutulması da kayda geçecek bir durum.

Mevcut iktidarın olanca söylem ve icraatına karşılık hala İslamcı hanesine yazılmasında ısrar edilmesi hayli düşündürücü olsa gerek. Şehir Üniversitesi'nden Burhanettin Duran da, yazısında (Star, 23 Aralık 2012), kurucuları arasında önemli miktarda eski İslamcıların olduğu Ak Parti'nin İslamcıların kendileriyle yüzleşmesini ertelediği, bu nedenle de siyasetin fakirleştiği gibi önemli tespitlerde bulunuyor. İktidarın özellikle son iki yıllık kimi uygulamalarına bakarak yaptığı "yeni İslamcılık" tanımı ile yeniden başa döndüğü söylenebilir. Yeniden İslamcılığa dönerek bu fakirleşmeyi telafi etme çabası, aynı zamanda bir dönem çıkarılan sonra giyilen siyasi bir kostümü ima etmez mi? Muhafazakar ve demokrat tanımlı bir siyasi hareketin İslamcılığa eklemlendiği bir siyasal kavram kargaşasında, belki de her anlamda tek zemini olan "ortak tasavvur"a sahip İslamcıları Kürt ve Türk diye ayrıştırıp bunları birbirinden uzaklaştırmak daha kolay olsa gerek.


Ya 'ortak tasavvur' ya felaket!

Geçen yılı, Uludere'nin Roboski köyünde yaşanan facia ile kapatmıştık. Ne var ki yıl kapansa da açılan yaralar hala kanamaya devam ediyor. Orada neler yaşandığına, gerçekte neler olduğuna dair tatmin edici resmi bir açıklama yok. Ne otuz dört insanımızın katledilmesine neden olanlar ortaya çıkarıldı ne de cezalandırıldı.

Belli ki Uludere'de devlet ve siyasetten çok bu ülkede bir arada değil birlikte yaşama/olma imkanları provoke edilmek istendi. Muhtemelen toplumsal hafızada bir milat teşkil edecek bu facia, birileri tarafından daha derin bir ayrışma anıtına dönüştürülürken birileri için de siyasal hesaplaşmanın argümanı haline gelecek.

Bu olayı bir fırsat olarak değerlendirerek, bundan siyasal kazanım elde etmek adına Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapanların toplumsal uçurumu derinleştirmek için tüm imkanları kullanacakları aşikar. Zira adaletin gerçekleşmediği yerde her türlü istismarın, propagandanın önü her zaman açıktır.

Milliyetçi reflekslerin insanların en tabii haklarını yok saymak üzerine kurulu statükoyu savunmasının da başka haksızlıkların kapısını açması kaçınılmazdır.

Zulme, başka bir zulümle karşı çıkılıyor... Mazlumu savunmak adına karşı zulümleri meşrulaştıran ideolojiler çağındayız çünkü. Aşırılıklar çağının beslediği ideolojilerle kitlelerin, ya iktidar için ya da haksızlığa karşı çıkmak adına zulme başvurduğu bir uygarlık aralığından geçiyoruz. Yaşanan iki dünya savaşının ardından isyan dalgalarıyla gelen karşı mücadeleler, sömürge çağını sonlandırırken başka aşırılıkların önünü açtı. Ulus-devlet, ürettiği monopolitik ulus tipolojisiyle farklılıkları bastırırken küçük-mahalli tiranlıklar üretti. Fransız sömürgeciliğine karşı savaşan Cezayirli devrimcilerin elinde ülkelerinin mikro-tiranlığa dönüşmesi gibi. Arap baharı denilen süreçte başlayan dalgada yıkılan yönetimler bir zamanların özgürlük savaşçılarından oluşuyordu.

Uludere'de katledilen otuz dört insanımıza sahip çıkmak adına ve bu vesile ile bir milliyetçiliğin başka bir milliyetçiliğin diriltilmesi için kullanılması, benzer mikro tiranlıkların kapısını açacak siyasal dili besliyor.

Daha açık biçimde bugün Kürt siyasal hareketi olarak lanse edilen süreçte, Kürt kimliğini de rehin alan ve bizzat hem Kürtlere hem bu coğrafyaya hem de ortak hafızaya yabancı bir dil hakim. Haksızlığa karşı çıkan bir görüntü içinde bu toprağın tarihinden, bilincinden, tecrübesinden intikam alan, yabancılaştırıcı bir siyaset dili meşrulaştırılmaya; dahası meşru temsiliyet alanını gittikçe daha fazla işgal etmeye başlıyor.

Kürt siyasal hareketinin milliyetçi karakteri -her modern milliyetçilik gibi- parçalayıcı, tekçi, dışlayıcı yapay bir kimlik inşa eder. Ankara'da biçilen elbise, Ağrı'ya Diyarbakır'a uymadığı gibi ülkenin farklı yerlerine de dar gelmiştir. Sorunların bir türlü doğal seyri içinde tartışılamıyor oluşunun da bu dar elbiseden ülkeye, insana bakan resmi tutum ve ideolojiden kaynaklandığını artık görmeyen kalmamış gibi. Etnik elbise kadar biçilen dini, kültürel kisveler de dar gelmiştir.

Ulusçuluğun kimlikleri bastırarak insanımızı tek tip ve yabancı bir kimliğe zorlaması gibi buna karşı çıkan ulusçu söylem de benzer tekçi, tarihine, kültürüne yabancı, reddiyeci yeni kimlikler icat ederek başka bir zulme davetiye çıkartıyor.

Burada sorun, karşı milliyetçilikleri tahrik eden statüko bir yana, bu statüko ile hesaplaşması gereken İslami bilinç sahiplerinin statükoya eklemlenmeleridir. Bu durumun, karşı-ulusçu siyaset anlayışını kısa vadede haklı göstermediği ve bu anlayışa hala toplumun mayasında yaşamakta olan ortak tasavvuru mahkum etmek için propaganda imkanı vermediği söylenebilir mi?

Statükonun ilkel ulusçu ideolojisi bir yana, etnik kimlik, liberal özgürlükler adına reçete sunanların ellerinde naif temennilerin, ulusçu söyleme teslim olmanın dışında, bu toprağın insanlarının ortak geleceğe yürümelerini mümkün kılacak bir teklifleri var mı?

Statükonun inşa etmeye çalıştığı ulus kimliğinin Kürtlere yabancı olduğu kadar Türklere de yabancı olduğu gerçeği görmezden gelinerek Kürt sorunu çözülemeyeceği gibi bu ülkenin kronikleşen temel sorunları da çözülemez.

Kürt sorununda ortak tasavvur, kardeşlik gibi ortak bilince işaret eden referansların ısrarla yok sayılması, hafife alınması, gelecek tasavvurumuzu parçalayacak bilinçli bir siyasal ve toplumsal tasarıma dönüşüyor.

Bu ülkenin tarihinden İslam'ı çektiğiniz vakit nasıl bir gelecek tasavvuru inşa edebilirsiniz? Bastırılmış dil, etnik kimliklerin yok sayılması haksızlığın sadece bir boyutudur ve buradan hareketle üretilen çözümlerin başka haksızlıklara kapı açması kaçınılmazdır. Modern milliyetçiliğin yükseliş çağında seküler kostümler bu coğrafyanın insanına dar gelecektir.

Anakronizme mahkum edilmek istenen ortak hafıza ve İslam paydası ortadan kaldırıldığında çözüm olarak sunulan 'projenin' bedelinin ne olduğunu anlamak için, tarih olarak da coğrafya olarak da fazla uzağa gitmeye gerek yok. 'Kürt siyasal hareketi' gibi ulusalcı sekter çerçeveye sıkıştırılan insanımızın geleceği, başka bir sekter yapı, statüko eliyle kurulamaz. Hele hele Müslümanca bilinç sahiplerinin statüko adına çözüm, merhamet sunmalarıyla hiç çözülmez.



Paradigmayı sorgulamadan asla!

Kürt sorununun çözümüne dair 'ortak tasavvur' imkanı var mı, var ise bunun zemininin ve dilinin ne olacağı konusuna değindiğim yazıdaki soru etrafında Şükrü Hanioğlu cevap niteliğinde bir yazı yazdı (Sabah, 30 Aralık 2012). Akademik birikimiyle desteklediği yazısında Hanioğlu özetle; Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık siyasetlerinin Arnavutların ve Arapların kopuşunu engellemedikleri gibi Kürtçülüğe karşı da birleştirici olmakta yetersiz kaldıklarını söylüyor. Bu kadar sekülerleşen bir toplumda da İslamcılık üzerinden ortak tasavvur geliştirilemez, bu siyaset birleştirici olamaz diyor. Bu arada söz gelimi Arapların kopuşunda, Arap milliyetçiliğinin zaferi- İslamcılığın zaafının mı, yoksa yenilginin getirdiği siyasal ortamın ve emperyalist müdahalenin mi daha çok belirleyici olduğu tartışılabilir. Aksi takdirde İngiliz tarih yazımının 'Arap isyanı' diye lanse ettiği Şerif Hüseyin hareketine neden belli başlı şehirlerden destek gelmediği sorusu havada kalır.

Asıl söylemek istediğim, 'Kürtlerin neden Türklerle beraber olmak isteyecekleri' sorusu kadar 'Türklerin neden Kürtlerle beraber olmaları gerekir' sorusunun da, en az ilki kadar, cevaplanması gerekir. Bu iki sorunun da mevcut paradigma içinde cevaplanması mümkün değil. Bir tarz-ı siyaset olarak İslamcılık bir yana, Müslümanlığın bu ülkede ne anlama geldiğini yok sayan her proje yanılmaya mahkum. Eğer belirleyici olan, Hanioğlu'nun söylediği gibi, sekülerleşme olgusu ise bu çerçevede tarihî, kültürel ve siyasî olarak hangi ortak aklın ortak tasavvur geliştirme şansı vardır?

Türkçülüğün parçalayıcı olduğu, tarihsel olarak da aktüel olarak da elimizde bir veri olarak duruyor. İslamcılığın da iflas etiğini söyleyen Hanioğlu'nun, hangi ortak değerler üzerinde nasıl bir ortak tasavvur geliştirilebileceğine dair, açıkça söylemese de ima ettiği seküler ulus-devlet çerçevesinde belki de Aydınlanmayı esas alan bir aklın öncülüğünü, yani Osmanlı dönemi ifadesiyle üç tarz-ı siyasetten Batıcılığı önerdiği çıkarsaması yapılabilir.

Oysa temel soru, paradigmayla yüzleşmekten kaçmakla cevaplanamayacaktır. Eğer egemen paradigmayı sorgulamayacaksak 'Türkler neden Kürtlerle veya diğerleriyle bir arada yaşasın' sorusunun tarihî ve toplumsal referansları mevcut mudur?

Bu problemin hayati bir soruyla yüzleşmeden çözülemeyeceğine daha önce de değinmiştim (Yeni Şafak, 28 Haziran 2011):

'Kürt meselesinin paradigmayı sorgulamadan sistem içine dahil edilmesini önceleyen statükocu çözüm arayışı devlet katında hakim gibi görünüyor.

Bu yaklaşıma göre, Kürtlere kültürel ve kimlik hakları verilerek etno-seküler paradigmanın ömrünün uzatılması amaçlanmaktadır. Buna göre sistemin temelini oluşturan seküler ulus kimliği üzerine seküler-Kürt kimliği ilave edilerek sorunun çözüleceği varsayılmaktadır.



Temel kaygısı Kürt sorununun aktörlerini Kemalizm'e entegre etmek olan seküler Türk elitleri ve siyaset erki paradigmayı tartışma dışında tutmaya çalışıyor. Kürt Kemalistlerinin bu çerçevede paradigmanın temel esprisi ile fazla bir sorunları olmadığı açık...

İslami hassasiyeti olan kesimleri sisteme entegre ederek en büyük muhalefeti yanına çektiğini varsayan 'akıl' benzer yöntemle Kürt sorununu da çözebileceğini düşünüyor olabilir. Hem iktidarı hem devlet aklını ve hem toplum vicdanını temsil edenler, paradigma krizini çözmek konusunda bir adım atmadıkları takdirde, krize dair çözüm taktikleriyle zaman kaybedilmiş ve temel soru sadece son kez ertelenmiş olacak. 'Hak ve taviz' ikilemi şeklinde ortaya çıkan durum paradigma krizinin tipik tezahürüdür. Bu ikilemi aşmanın yolu paradigmanın sorgulanmasıdır.'

Burada altı çizilmesi gereken husus, modern bir ideoloji ve siyaset olarak bütünleştirmek yerine parçalayan milliyetçiliğin de Müslümanlığın hafızasını, dilini yok sayan 'ortak tasavvur' kurgusunun da aynı paradigmadan besleniyor oluşudur. Bu durumda anlam ve dil olarak bu toprağın dokusuna, hafızasına yabancı paradigmadan beslenen siyaset tasavvurunun bu topluma ne vaat edebileceği yaşadığımız tecrübeden belli değil mi?



'Başlık'sız çözüm

Başlamadan kapanan 'Kürt açılımı'nın siyasi çerçevesi kadar entelektüel alt yapısı da sorunluydu. Bazı temel meseleler, eskiyle kıyaslandığında, cesurane bir biçimde gündeme getirilmiş görünse de can alıcı noktaya temas etmemeye özel itina gösteren bir üslup vardı. Hem iktidar hem devlet ve hem de halk açısından hassas konular konuşulur gibi yapılmış; açılmadığı için de kapanıp kapanmadığı da belli olmamıştı.

Siyaset, ele aldığı konuları entelektüel bir tartışma zemininde tutmak için gündeme getirmez. Siyasal zeminde çözüm bulmak için entelektüel zeminde tartışılmış, olgunlaşmış meseleyi gündeme alır. Pek çok konuda olduğu gibi Kürt meselesi ve çözümü konusu da siyasal iktidarın ufku ve çizdiği çerçeveyi aşmayan bir tartışma seviyesiyle malul durumda. Buna, İslami perspektiften bakanlar kadar sol (sosyalist mi demeli) kesimleri de dahil edebiliriz.

Yeniden herkesin tuhaf biçimde umut havası estirdiği ortamda, teatral bir gösteriye dönüşen 'sen söylemezsen ben de söylemem' siyasetiyle yol almaya çalışılan bir süreç başlatılmış görünüyor. Meğer bu meseleyi çözmek için iyimser olmamızı gerektiren ne çok gerekçemiz varmış da haberimiz yokmuş. Kürt sorunu uzmanlarından, çözüm operasyonlarının aşamalarını ve ayrıntılarını şimdiden öğreniyoruz.

Akan kanın durması için, devletle Kürtler adına savaşanlarla sınırlı kalmayıp bu iki halkın arasına sokulmaya çalışılan kan davasının bozulması için atılacak her adım önemlidir. Bu amaçla iyi niyetli çabalara destek olmakla romantik bir iyimserlik sergileyerek çözümün mahiyetini şimdiden yönlendirmek, ortak tasavvurun muhtevasını belirleme ayrıcalığını elde tutma çabalarını ayırt etmek gerekir.

Bu zamana kadar PKK ve Kürt sorununun mevcut iktidara izafe edilen değerleri savunan kesimin, siyasal temsiliyetin eliyle çözülmek istenmiş olması en önemli engellerden biriydi. Tüm zaaf ve eksikliklerine rağmen başlatılan birkaç girişimin adeta provoke edilmiş olmasında bu ayrıntının belirleyici olduğunu düşünüyorum. Zira bu sorunu çözecek olan perspektif, geleceğin Türkiyesinin yapılanmasında da önemli ölçüde belirleyici olacak demektir. Bu nedenle 'açılım' girişimlerindeki muhteva eksikliği açılımın kendisi kadar önemlidir. Zira ortada bölgenin gerçeklerine anakronizmle yaklaşan bir PKK olduğu gibi Türkiye'nin gerçeklerine de anakronik yaklaşan bir çekirdek yapıdan söz edilebilir.

PKK'nın temsil ettiği çizginin siyasal talepleri ve Kürt halkının hala önemli kısmında etkin olan siyasal tasavvurla yüzleşmekten kaçan çözüm arayışları, dağa çıkışın görünen gerekçeleri ile operasyonel nedenleri arasındaki farkı görmek istemeyeceklerdir. Bu kesimin en önemli temsilcileri de Türk toplumunda romantik devrimcilik düşlerinin gerçekleşemeyeceğini görerek bunun Kürt, daha doğru ifade ile PKK'da karşılığını arayan kesimin -bu süreç belli bir mecraya girerse- açıkta kalma ihtimallerinin doğuracağı sonucu da şimdiden düşünmekte yarar var.

Ulusal-sol ile sosyalist-sol çizginin Kürt sorununa yaklaşımı, silahlı direniş nostaljisine denk düşen PKK'nın temsil ettiği ve de çözümden çok Türkiye vizyonlarının tıkandığı yerde çözümsüz romantizmin yüceleştirdiği bir örgüt ve liderlik olarak ortaya çıkıyordu. Devletin zaten hep askeri yöntemle karşıladığı bu dili meşrulaştıran örgüt dilinin dağda kalmış anakronik direnişini ululayanların, siyasetle masaya oturulması karşısında boşa çıkmaları travmatik bir sonuç doğurabilir.

Bu siyasal ve entelektüel travma en az, çözüme her yaklaşımda ortaya çıkan kanlı eylemler kadar provokatif olabilir. Şimdilik biraz hazırlıksız yakalanmanın getirdiği şaşkınlık, biraz da genel iyimserlik havasının sisleri içinde tavrını açık etmemeyi yeğleyen bu kesim, sadece iktidara değil idolleştirdikleri PKK liderliğine karşı da karşı-kampanya başlatabilir. İdeolojik ve entelektüel farklılık ne olursa olsun ortak tasavvurun sağlıklı tartışılacağı ortamın oluşması en çok bu ulusalcı ve sol görünümlü derin çevreleri rahatsız edecektir.

Hiç yorum yok: